30 Nis 2007

'Secular Turcs'


Yabancı medyanın kullandığı 'Secular Turks ' kavramı üzerine .


Ankara Tandoğan Meydanı ve İstanbul Çağlayan mitinglerine batı medyası büyük ilgi gösterdi . Bu ilgiyi de günü gününe duyurdular . Özellikle İngilizce ve Almanca dillerinde yayınlanan gazetelerde , televizyonlarda 'Secular ' sözcüğü kullanıldı.

The Guardian :

"The Turkish generals' implicit midnight warning that, as the "absolute defender of secularism", the army would not tolerate Islamist meddling .."

The Washington Post :

"Turkish Election a Struggle Over Identity
Long Tradition Of Secular Rule Seen in Jeopardy"


Burada 'seküler ' kelimesi üzerinde durmamız gerekiyor . Gazete okuyucularının çoğu bu yazıyı okurken bildikleri kavramla düşünecekler .Türkiyedeki 'Laik ' sistemin kendi ülkelerindeki 'Seküler' sistemle farkını algılamayacaklar. Örneğin Guardian yazarı Simon Tisdal , her zaman yaptığı gibi tanıdığı Türk gazetecilerle konuşuyor , onlardan bilgi alıyor . Türk gazeteciler de İngilizceye çevirirken İngilizce 'Secular ' kelimesini kullanıyorlar . Türk okuyucu da öyle okuyor .

Şimdi bu noktada ne var bunda ?,diye soranlar olacaktır . Bana göre burada bir kavram kargaşası var . Türkiyedeki 'din ve devlet ' ilişkileri örneğin İngiltere 'deki gibi değil . Hukuki olarak ve anayasal olarak aynı değil . Bunu anlamak için Sekülerizm ile laisisizm arasındaki farkları öğrenmemiz gerekiyor .


"1982 Anayasasının 2’nci maddesine göre, “Türkiye Cumhuriyeti... laik... bir... devlet”tir. Acaba “laik devlet” ne demektir?

Lâiklik dilimize Fransızca laïc sıfatından girmiştir. Bu kelime de Latince laicus kelimesinden gelmektedir. Bu kelime din adamları sınıfına (clergé ) ait olmayan demektir. Dilimize bu kelime ilk defa meşrutiyet yıllarında girmiş ve “lâdini ” olarak Türkçeye tercüme edilmiştir. “Ladinî” Devellioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Sözlüğüne göre “dindışı” demektir. Türkçede kullanılan “lâiklik” terimi Fransızca, laïcisme ’in değil, laïcité’nin karşılığıdır. Laïcisme, “lâiklik” değil, “laikçilik” demektir. Le Petit Robert’e göre laïcité, “sivil toplum ile dinsel toplumun ayrılığı ilkesi” demektir. Laïcisme ise aynı sözlüğe göre, “kurumlara dinsel olmayan bir nitelik vermeyi amaçlayan doktrin” demektir."


"Secularizm din ve devlet (Kral)'in ayrı ayrı özerk ve bağımsız kurumlar olmalarını savunurken; lâiklik, Katolik hiristiyanlığın etkili olduğu ülkelerde dinin devletin mutlak otoritesi altında olması gerektiğini içerir. "


Niyazi Berkes'te Laiklik Kavramı.

Berkes'e göre "laiklik" kavramı, "din-devlet ikilemi"ne dayanır. Bu ise esas olarak bir Hırıstiyan kavramıdır.İslam ve Osmanlı geleneğinde din-devlet ikilemi anlayışı yoktu, din-devlet bileşimi doğal, olağan bir biçim olarak görülürdü.

"İkisinin birbirinden ayrılması, ya da ikisinin birer kendine buyruk yetkili (authorité) olması gibi bir görüş yer almamıştı.Laisisizim Katolik Hırıstiyanlığın yayıldığı halkların dilinde, özellikle Fransızca'da kullanılır ve kökenine bakılırsa ‘halksallaştırma' demektir. Çünkü kaynağı olan eski ve Hırıstiyanlık öncesi Grekçedeki laos (halk), laikos (halksal) sözcükleri Hırıstiyanlık döneminde klericus, yani din adamları (biz bunlara rahipler diyoruz) dışında olan kişiler için kulanıldı.

Modern Fransızca'da laicisme din adamlarından, rahiplerden başka kişilere, kurullara, yetkililere, dünya işlerinde, hatta din işlerinde üstün bir yer verme davasıdır".

İslam geleneğinde, Hırıstiyanlıktaki gibi bir "din-devlet ikilemi" olmadığı için, laiklik davasının İslam toplumları için yersiz ve anlamsız olduğunu sanmak da yanlıştır . İslam dininin geleneği, Hırıstiyanlıktaki "din-devlet ikileminden" farklıdır, böyle bir ikileme sahip değildir; ama buna dayanarak laiklik süreci Müslüman toplumlar için yersiz ve gereksizdir denilemez..

İşte Berkes, bütün bu açıklamaları doğrultusunda, gerek İslamda "din-devlet ikilemi" olmadığından, gerekse, bu ikilem olmadığı ve din devlet bütünlüğü bulunduğu için, din ve devletin birbirinden ayrılması gerekliliği ortaya çıktığı zaman, bu süreç Katolik Hırıstiyanlıktaki "laiklik" ile anlatılmak istendiğinde, tarihsel benzemezliklerden dolayı pek çok sorunun ortaya çıktığını düşünür ve "çağdaşlaşma" sürecini anlatırken "laiklik" kavramını kullanmak istemez.

Berkes'de Sekülerizm Kavramı.

Berkes için, secularism biçiminde kullandığı sözcük, Osmanlı-Türk değişmesini, ya da çağdaşlaşmasını anlatmakta "laiklik" teriminden daha uygun olabilir .

Çünkü bu kavram çok daha geniş, "kutsallaşmış gelenek boyunduruğundan kurtulma sorunu"nu ifade eder.

Berkes, "sekülerizmi" neden "laiklik" yerine tercih ettiğini açıklamaya, sözcüğün etimolojisinden başlar:

"Katolik Hırıstiyanlığın dışındaki Hırıstiyanlığın yayıldığı yerlerde özellikle Protestanlığın etkisi altında olan İngilizce ve Almancada kullanılan terimin kökeni Grekçeden değil, Latinceden gelir.

Bu köken de zamanla değişikliğe uğrayarak şimdiki anlamını almıştır. Aslındaki sözcük, saeculum sözcüğü, ‘çağ' anlamına gelir ki Arapçada bunun karşılığı olan asr sözcüğü son zamanlara değin Türkçede asır olarak kullanılırdı.

Layiklik teriminden önce, asrîlik biçiminde bir sözcük kullanılıyordu. Bu sözcük, secularisme sözcüğünün kapsadığı anlamı taşırsa da, Cumhuriyet döneminden önceki dönemde, ‘çağa uymak' ya da ‘onun gereklerine uyacak biçimde değişmek' anlamı, dincilerin elinde kötü bir kavram durumuna getirildi.

Asrîlik züppelik, köksüzlük, sathilik, dinsizlik anlamına gelmeye başladı. Ziya Gökalp (ki terimi muasırlaşmak biçiminde kullanmıştır) belki de bu üzüntülü anlamdan, anlamı hiç bilinmeyen bir sözcük bularak kurtulmaya çalıştı; Arapça sözlüklerden o zamana dek kimsenin duymadığı, bilmediği bir sözcük bulup çıkardı. Zenîm biçimindeki bu sözcük, Gökalp'ın kendi yazılarında bile tutunmadı, kendisi muasırlaşmak terimini sonuna değin kullandı.

Asrileşmek, ya da muasırlaşmak gibi daha uygun olan terimin yerine (anlamının kötüleştirilmesi yüzünden halkın kulağında olumsuz çağrışımlar yaptığından) büyük çoğunluğun anlamını, kökenini, yazılış biçimini bilmediği layiklik gibi melez bir terim bulma işi de aynı kaygı ile yapılmış olmalıdır.

Bu terimin kesin olarak hangi tarihte çıktığı, ilk önce kimin kullandığı, yani resmileşmeden önceki kısa tarihini belirten bir incelemeye raslamadık. Gerek dil çağdaşlaşması, gerek düşün ve ideoloji açısından böyle bir inceleme yararlı olacaktır.

Çünkü bu terimde, laicisme teriminde olandan farklı olarak, kilise ya da kilise adamı, kurul ve kuralları, yetkilileri ile onların dünyasal karşıtlarının (klerikus ile laikus'un) karşı karşıya gelmesi, çok sayıda ölçülere göre birbirinden iyice ayırdedilmesi durumundan ziyade geleneksel, katılaşmış kurul ve kurallar karşısında zamanın gereklerine uyan kurul ve kuralları geliştirme davasının yüz yüze gelmesi durumu vardır.

Asıl sorunun, ‘toplum yaşamının hangi yanları üzerinde gelenek gereklerinin yerine zamanın gerekleri insan davranışlarına yol gösterecektir' davası olduğu burada daha iyi görülür"

Berkes'te Çağdaşlaşma Kavramı.


"Secularism sözcüğü bu çağdaşlaşma sözcüğüne hem anlam, hem köken açısından daha yakındır, hatta onun tam karşılığıdır.Değer ölçüleri olmayan hiç bir toplum yoktur; ancak bazı değerler zamanın gereklerine göre değişeceğine, zamanla katılaşma, kireçleşme eğilimi gösterirler.

Bu, bize üç şeyi anlatır: toplumun insanları arasında birbirine çok yapışık bir birlik vardır; kişiler değişmez kurallara uyarak yaşamayı çok rahat ve kolay bulurlar; toplumları, yaşlanan kişilerin damarlarının sertleşmesi gibi katılaşmıştır.

Kişiler böyle bir durumu çok beğenirler. Ancak değişme zorunluklarının sillesini yemeyen toplum da yoktur. Zamanın yumrukları altında bazı kişiler, alışık oldukları ölçüleri bırakmaya, bazılarını gizli ya da açıkça çiğnemeye; bazıları da dışardan yeni kurallar almaya, ya da kendileri yeni kurallar geliştirmeye başlarlar. Bunu yapanların iç hayatında ise çatışmalar başlar, bunun da sayısız görüntüleri vardır.

Bir toplumda en yüksek sayılan değerler, özellikle böyle zamanlarda, dinsel değerler kılığına girmeye de eğilimlidirler. Din, geleneğin en son sığınağı, en son savunma kalesidir. Aslında toplumun eski yaşayışının kökeninden gelen bir çok alışkanlıklar, kolaylıkla din gereği imiş gibi bir nitelik kazanırlar. İşte bunun içindir ki, çağdaşlaşma sözcüğünün özü, ‘layikleşme'sözcüğünün söylemek istediği gibi toplumu, bu dinselleşme hummasının yakasından kurtarma işi imiş gibi gözüküyor ve burada laicisme ile secularism terimlerinin anlamları, ayrı sözcük kökenlerinden geldiği halde, birbirlerine uyuyor".

… bir toplumda değişme zorunlukları ortaya çıkınca, bilerek bilmeyerek ya da isteyerek istemeyerek, çağdaşlaşmaya doğru bir yönelme başlayınca, o zamana dek açıkça din şemsiyesinin altına girmemiş birçok işler, değişme yağmuru karşısında, bu şemsiyenin altında toplanmaya başlar.

Örneğin, sırf devlet işlerinde suçlu görülen bir Sadrazam, ‘dine ihanet etmiş bir kişi olarak' öldürülür. Demek ki, ‘çağdaşlaşma' ile ‘dinselleşme' birbirleriyle aşağı yukarı çağdaştırlar. Dinselleleşme, çağdaşlaşmaya karşı, kaplumbağanın kabuğuna cekilmesi gibi bir korunma çabasıdır.

Çağdaşlaşma, özet olarak "kutsal kuralların" sarsılması sorunudur. Bu ise, laiklik ile ifade edilen, din işleri ile devlet işlerinin ayrılmasından çok daha kapsamlı bir süreçtir:

"Şu halde, çağdaşlaşma konusunda asıl sorun, kutsal sayılan alanın ekonomik, teknolojik, siyasal, eğitsel, cinsel, bilgisel yaşam alanlarında daralması, etkisizleşmesi sorunudur. Bu alanın (hiç değilse bazı kişilerin yaşamında) hemen hemen hiçe inmesi eğilimi olduğu için, buna karşı olanlar ‘gerici' adını hak ederler.

Bu nitelikle başını kaldırdığı ya da ‘dur, olamaz' diye kolunu kaldırdığı zaman başka çeşitten bir savaş başlar. Bu savaş artık din-devlet savaşı değil, ileri-geri savaşı olur. İlerleme ve gelişme ile tutma ve denge gibi iki amacı gerçekleştirme çabası biçimin alır. Hatta kimi zaman halk-devlet arası çatışma, aydın-yobaz arası çekişme, ya da dengeleşme, millet-devleti, millet-toplumu olma biçimine de girer. "




Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde bazı temel konular gündeme geliyor . Bunların en belirgin olanı miting alanlarına çıkan insanların anlatmaya çalıştıkları ,vermeye çalıştıkları mesajdır.Bu mesaj çok belirgin bir biçimde gözler önüne serilmiştir.

AKP hükümetinin başı kapalı olmayan kadınlara ,cuma namazına gitmeyen erkeklere ,oruç tutmayan ve namaz kılmayan insanlara yönelik olarak zorba önlemler alacağı bir hukuki dönüşümü yapmayı planladıkları korkusu insanları miting alanlarına çıkarmıştır . 84 yıl önce kurulan Atatürk Cumhuriyeti'nin temel laik değerlerinin , anayasanın ve özgürlüklerin tehlike altında olduğu korkusu tüm toplumu sarmıştır .

Bu anlamda önümüzdeki süreçte bu iki kavram sık sık gündeme gelecektir .

Laiklik , Sekülerizm ve Çağdaşlaşma .

Laik Parti Kurulsa acaba kaç oy alır ?



Laiklik kavramı :

Laiklik, devletin dinler karşısında tarafsız olmasını savunan prensiptir. Laik ,din adamı olmayan kimse; din adamı dışında kalan halk" anlamına gelen Latince "laicus" sözcüğünden gelmektedir. Roma İmparatorluğu döneminde din adamlarına "Clerici" din adamı olmayanlara da "Laici" adı veriliyordu. Laik aynı zamanda din dışı dinle ilgisi olmayan anlamlarına da gelmektedir.Terim olarak lâiklik, Yunanca "laikos" sıfatından elde edilmiştir. Yunancada din adamı sınıfından olmayan, halktan kişilere "laikos" denilmekteydi. Lâtinceye "laicus" ondanda Fransızcaya "laigue" olarak intikal etmiştir. Terim, sözlük anlamıyla; din adamı sınıfından olmayan şahıs, dini olmayan şey, düşünce, sistem ve prensip demektir.

TARİHÇE :

Terim, ilkçağ Yunan medeniyetinden sonraki yüzyıllarda, hristiyanlığın ilk dönemlerinde, dini düzenle kurulmuş bir toplumsal yapıda, din adamları sınıfı (clerici) dışında kalan müminler topluluğuna yunanca "laikoi" İtalyanca "laici" denilmekteydi. Fransızcadaki laicite, laic, laicisme sözcükleri bu kökten gelmiştir. İngilizcedeki "secularism", "secular" kelimeleri de dünyevî (ci) lik, dünyaya ait anlamında lâikliği karşılamaktadır.

Ancak din-devlet ilişkisi bakımından secularizm ile lâiklik arasında hassas bir ayırım söz konusudur. Lâiklik Yunanca bir kökten gelip, Katolik, Ortodox ve Fransız kültüründe kullanılmasına karşılık; secular, Lâtince kökenli olup Protestan, Anglikan Kilisesi, İngiliz ve Alman kültüründe kullanılmıştır.

Secularism din ve devlet (Kral)'in ayrı ayrı özerk ve bağımsız kurumlar olmalarını savunurken; lâiklik, Katolik hristiyanlığın etkili olduğu dil ve ülkelerde dinin devletin mutlak otoritesi altında olması gerektiğini savunmayı içerir.

Laikos'un karşıtı "clericus", yani hiyararşik olarak Katolik dininde emir-komuta zinciri içinde papaya dayalı, hukukî, siyasal, sosyo-ekonomik kural ve ilkeleri olmayan Ruhban(lar)dır.

İlkçağlardan beri dinin devlet işleriyle olan ilişkisi tartışılmıştır . Eski Mısır 'da rahipler,Grek ve Roma uygarlıklarında din adamları , Hıristiyan dünyasında papa ,Osmanlı İmparatorluğunda halife olan padişah hep din işlerinin devlet işleriyle birlikte hareket ettiğini gösteren dönemlerdir .

Felsefî lâiklik, iman karşısında insan aklının kendisini yönetecek ilkeleri yine kendi apriori ilkelerinden elde edebileceğine olan sonsuz inanç(:). İmmanuel Kant'ın, "Aydınlanma... insanın, aklını kendisinin kullanmaya başlamasıdır" ifadesi, Aydınlanma çağı düşüncesinin felsefî lâisizmini dile getirir.

Siyasi lâiklik, devlet otoritesinin sınırlandırılmasının gelişmesinde, siyasî kudretin dini kudretten ayrılmasıdır.

Hukukî lâiklik ise, temel hak, özgürlük ve eşitlik ilkelerinden hareketle, doğrudan doğruya devletin yürütme organ ve ilkelerinden ayrılması prensibine dayanır.

İlke gereğince devlet hiç bir dini tanımayacağı gibi, fertlerin bir dine sahip olma ya da dini ihtiyaçlarını tatmin etmedeki tavır, davranış ve eylemlerinde mutlak özgürlüklerini kabul eder. Devlet, dini kurallara dayalı kanunlar çıkaramayacağı gibi, dindarların dini yaşantılarını olumlu veya olumsuz yönde sınırlandırıcı ilkeler dikte edemez.

Siyasî-hukukî bir anlam taşıyan "lâiklik" ile doktriner anlamdaki "lâisizm (=laicisme)" kapsam bakımından birbirinden farklıdır.

Doktriner anlamda lâisizm, temelini fesefî lâiklikten alan ve bireysel ya da toplumsal hayatın en geniş bir biçimde dünyevî-uhrevî diye ikiye bölünmesini ifade eder. Bu anlamda din, iman, valiy, ahlâk, ilim, sanat, hayat ve akıl gibi genel kavramların lâik fikir akımları çerçevesinde yorumlama girişimlerinin genel bir formudur.

Bir anlamda laiklik aydınlanma çağının ve modernitenin siyasal anlamda en belirgin sonucudur .


TÜRKİYE'DE LAİKLİK :


Saltanatın kaldırılması, hilafetin kaldırılması, Şeriye ve Evkaf Vekâleti'nin kaldırılarak Şeriye ve Evkaf Vekâleti'nin kaldırılarak yalnızca din işleriyle uğraşacak Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kurulması, tarikat ve zaviyelerin kapatılması aşamalarından geçen laikliğin tam anlamıyla yasal tabana oturtulması için, 1924 Anayasası'nda yeralan "Türkiye devletinin dini İslâm'dır" deyimini tartışmaya koyulan TBMM, 10 Nisan 1928'de Anayasa'nın ikinci maddesini değiştirip, 16. ve 38. maddeler gereğince milletvekilleri ile cumhurbaşkanının ant içerken söylemek zorunda oldukları "vallahi" sözcüğünü maddelerden çıkardı.

Ayrıca, 26. maddededi "ahkâmı şeriyenin tenfizi" (şeriat hükümlerinin yürütülmesi) sözcükleri de Anayasa'dan çıkarıldı. İnananların ibadetlerini kendi dilleriyle yapmalarını doğal bir hak olarak gören Mustafa Kemal'in, aydın din adamlarıyla yaptığı görüşmelerden sonra, 3 Şubat 1928'de hutbelerin Türkçe okunmasının kabul edilmesini, dualar ve ezanın Türkçeye çevrilmesi çalışmaları izledi. 5 Şubat 1937'de Anayasa'nın ikinci maddesinde laiklik ilkesine yer verilmesi ve Türkiye Cumhuriyeti'nin laik bir devlet olduğunun yazılmasıyla, laiklik devrimi tamamlanmış oldu.


5 ŞUBAT 1937
30 NİSAN 2007

Aradan geçen yetmiş yıl sonra yeniden tartışmaya başlanıyor laiklik. Belirli militan çevrelerin dışında cumhuriyetin bu temel kavramını tartışmak isteyenlerin sayısının çok fazla olduğunu sanmıyorum . Bu konunun bu kadar üzerine gidilmesinin mutlaka başka nedenleri olmalı. Hazmedilemeyen özgürlükler ,kuralları kendilerine göre değiştirmek isteyen karanlık güçlerin tehdidi altına girmiş durumda .

Bakalım bu 'Karanlık güçler'le ' Aydınlık güçler'in mücadelesi nasıl sonuçlanacak .

Cumhuriyet tarihimizin en önemli ve kritik günlerini yaşadığımızı düşünüyorum.

Laik parti kurulsa acaba seçimlerde kaç milletvekili çıkarabilir ?





29 Nis 2007

BİR PAZAR GÜNÜ BENİ GÜNEŞE ÇIKARDILAR

Günlerden Pazar . Nisan ayının son pazar günü . İstanbul 'da görülmemiş bir hareketlilik var . Çağlayan meydanında cumhuriyete ve demokrasiye saygı mitingi düzenleniyor . Ankara 'dan sonra şimdi de İstanbul .

1923 yılında kurulan cumhuriyetimiz için neden yürüyüş yapılıyor ? Cumhuriyetimiz neden tehlike altında ?Demokrasimiz yeterince olgun değil mi ? 84 yıl cumhuriyet için , demokrasi için yeterince çalışma yapılmadı mı ?


Dış basından olayın nasıl izlendiğine bakalım.

Orta Doğu :

Aljazeera .net
"Massive pro-secular demo in Turkey"



Bir milyondan fazla laiklik yanlısı Türk protesto mitingine katıldı.600 den fazla sivil toplum kuruluşunun organise etttiği protesto mitinginde katılımcılar Türkiye'nin laik kalmasını istediklerini ifade eden sloganlar atmışlardır .Hükümetin anti laik icraatlarını protesto eden katılımcılar başbakan Recep Tayyip Erdoğan 'ın istifasını istemişlerdir .

International Herald Tribune -Europe
SVENSKA DAGBLADET

"İstanbul 'da yüzbinlerce kişi hükümete karşı yürüdü "

Hükümetin icraatlarını eleştiren katılımcılar hükümetin istifasını istediler . Değişik gruplardan oluşan katılımcılar laik bir Türkiye istediklerini belirttiler. Ülkede laik güçlerle islamcılar arasındaki çelişkiler giderek artıyor.
SONUÇ :

Dış basının olaya büyük bir ilgi gösterdiği anlaşılıyor . İşlenen tema ise, iki ayrı kutuba ayrılan ülke siyaseti.Laikler ve İslamcılar . Bu siyasi eğilimlerin arasındaki gerilimin git gide arttığı vurgulanıyor .

Ülke nüfusunun büyük bir çoğunluğu demokrasi ve özgürlüklerden yana . Bu kutuplaşmaları ve bu dayatmaları istemiyor . Bugün Çağlayan meydanında toplanan insanlar çağdaş bir yaşam sürmek istediklerini ,hukukun üstünlüğünü ve Cumhuriyetin temel niteliklerini korumak amacıyla orada olduklarını söylüyorlar .

Hükümetin bunu duymasını istiyorlar. Öte yandan Deniz Baykal 'ın CHP 'sinin artık bu eğilimi savunmaktan çok ülkeyi gerilimli bir ortama soktuğu da vurgulanıyor . CHP tabanı hızla kayıyor .

Bu kayan tabanın birleşeceği bir parti yok .

Cumhuriyetin temel niteliklerine ve demokratik hukuk devletine bağlı milyonlarca insanın bir tek isteği var .

Çağdaş bir ülkede ,kişilik haklarına saygılı bir refah toplumunda huzur içinde yaşamak.






Bunun için halkın daha ne gibi bir bedel ödemesi gerekiyor ? Önümüzdeki günler bu bedelin ne kadar olduğunu gösterecek .Bu bedelin kısıtlanan özgürlükler olmayacağını ummaktan başka bir seçenek de görünmüyor .
1980 yıllarına geri dönelim. Tam yirmi yedi yıl geçmiş aradan.Bu süre içinde siyaset çok kanal değiştirdi. Sistematik olarak ülkenin okumuş kesimi hırpalandı.Cehalet ve populizm meydanı boş buldu.Çoğunluğun azınlığa zorbalığı sistemine dönüştürülen demokrasi anlayışı yaygınlaştı. Cumhuriyeti kuran ,demokrasiyi erdem bilen çağdaş insanlar azınlık oldu. Hakkını aramayı bilen , demokratik hakları ve özgürlükleri için savaşma cesareti olan insanları kim etkisiz hale getirdi ?
"'Biz çoğunluktayız istediğimizi yaparız "'
Bu mantık demokrasiyle nasıl bağdaşır anlamak güç. Çoğunluğun ne gibi hakları olduğu ,azınlığın ne gibi hakları olduğu tartışılmıyor da bambaşka şeyler tartışılıyor.
'Kimi istersem onu seçerim .Çoğunluk bende .' yaklaşımı demokratik bir yaklaşım mı ?
İnsanlar korkuyor . Zorbalıktan korkuyor .Gazeteci korkuyor,televizyoncu korkuyor ,işadamı korkuyor , öğrenci korkuyor , kadın korkuyor , çocuk korkuyor . Bir korku cumhuriyeti olduk.
"Bugün pazar , bizi güneşe çıkardılar " İşte bütün bunları da düşünmek için uygun bir gün.



27 Nis 2007

Türkiye Batıdan nasıl görünüyor ?



Türkiye 'de " Laik"-" İslamcı" kavgası şiddetleniyor .

Associated Press muhabirlerinden Sabrina Tavernise Ankara 'dan bildiriyor.

"Parlementonun boş sıralarının sahipleri laikler islamcı adayı protesto etmek amacıyla seçim oturumuna katılmadılar ."

Yurtdışı yolculuklarında uçakta sabah gazetelerini tekerlekli bir arabayla koridorda dolaştıran hostes, International Herald Tribune,Finantial Times ya da Wall Street Journal koltuklarında oturan yolculara dağıtır. Seyahat eden işadamı ,bu gazetelerin üçünü de yol boyunca evire çevire okur . Hem de çok dikkatli okur,notlar alır. Bilmecelerini bile çözer.Bu üç gazete dünyadaki her ülkeyle ilgili taze haber ve yorumları işadamlarının , yatırımcıların gözüyle inceler .

Yarın sabah İstanbul 'a bir iş için gelen işadamı uçakta bu yazıyı okuyacak.Bir gece önce gelen de sabah kahvaltısında okuyacak. Türkiye'de olup bitenler hakkında fikir sahibi olacaklar. Görüşmelerini yaparken beyinlerinde bir cümle yanıp sönecek.

"LAİKLERLE İSLAMCILARIN KAVGASI "

İkiye bölünen bir Türkiye . Bölünmeyi gerçekleştirenler kimler ? Siyasetciler. Anlamak çok güç . Ülkenin bölünmez bütünlüğünü savunması gerekenler bölünmeyi körüklüyor. Yabancı basın da bunu izliyor. Biz de oradan okuyoruz . Kutuplaşma artık gerçekleşmiş durumda.Yıllardır ülkenin kalkınması için mücadele eden insanlar için ne büyük düş kırıklığı.

'İslamcılar ve laikler '.

Önümüzdeki günlerde bu kutuplaşma ve onun yarattığı sosyal sürtüşme bakalım neler çıkaracak karşımıza .


Semiyotik


Semiyotik, yeni bir bilim dalı. İşaretlerin yorumlanmasını, üretilmesini veya işaretleri anlama süreçlerini içeren bütün faktörlerin sistematik bir şekilde incelenmesini içeren bir araştırma sahası. Disiplinlerarası bir alan olan semiyotik, değişik işaret sistemlerine dayanan anlam ve bildirişim konularıyla ilişkili yeni bir bilimdir. Semiyotik terimi eski Yunanca’da işaret anlamına gelen semeîon kelimesinden gelir.
Kökeni tarihsel açıdan eski Yunan dönemi metinlerine kadar inmekle beraber, çağdaş semiyotik temelde iki kaynağa dayanır. Bu kaynaklardan birincisi İsviçreli Dilbilimci Ferdinand de Saussure’ün Genel Dilbilim Dersleri başlıklı eseri, diğeri ise Amerikalı mantıkçı Charles Sanders Peirce’ün yazılarıdır.


Saussure langue olarak kabul ettiği dili bir satranç oyununa benzetir.
Langue /dil satranç oyunundaki kurallardır.
Buna karşılık parol/söz satranç oyuncusunun oynadığı kendine mahsus oyundur.
Satranç oyunu, parol/söz olarak kabul edilen dile karşılık gelecek şekilde oynanır.
Dil (Langue) herhangi bir bireysel isteğe veya tercihe bağlı değildir; dilin gayri şahsi yönüdür. İşlevlerini bağımsız olarak gerçekleştirir.
Dil(Langue) oluşturan ses değildir. Ses sadece düşüncenin aracıdır. Tek başına varlıktan yoksundur. Dil yetisinin hem bireysel tarafı hem de toplumsal tarafı vardır.
Bunlardan biri olmadan öbürü düşünülemez. Dil yetisinin kapsadığı şeyler ve çalışma şekli sosyal gelenekle belirlenir. Dildeki işaretlerin biçimsel ağına dayanan kurumsal bir tarafı vardır. Yerleşik bir sistem olduğu kadar, kendi içinde bir tekâmülü içerir.
Yani hem çağdaşın hem de geçmişin kurumudur.


Bu iki düşünür 20. yüzyılın başlarında, işaretin ne olduğuna yönelik teorilerini birbirlerinden bağımsız olarak biçimlendirdiler. Bu teoriler, yirminci yüzyılın ilk yarısından itibaren, birbirinden oldukça farklı pek çok disiplinin temelini oluşturmaya hizmet edecek şekilde gelişmiştir.

Semiyotiğin geliştirdiği kuramlar , edebiyat incelemeleri başta olmak üzere, antropoloji, görsel sanatlar, film incelemeleri vb. pek çok alanın temel inceleme yöntemi haline gelmiştir. Ayrıca felsefi tanımlamaları yoluyla disiplinler arası bir yöntemdir. Kültürel kodlar, gelenekler veya metni anlama süreçlerine göre düzenlenmiş işaretler sistemi olarak araştırılan her şey semiyotik incelemelerin konusu olmaktadır. Antropoloji,Mimarî, moda, edebî metin, mitoloji , resim,film,siyaset,tarih, vb. gibi pek çok farklı disiplin semiyotiğin geliştirdiği yöntemlerle incelenebilmektedir..

26 Nis 2007

Erguvan Esintileri




ERGUVAN AĞACINA YAKIN YAŞAMAK

Kentlerin ağaçları vardır . Tokyo 'nun kiraz ağaçları , Atlanta'nın şeftali ağaçları , Toronto 'nun çınar ağaçları,Antalya'nın portakal ağaçları ,Ayvalık 'ın zeytin ağaçları ve İstanbul 'un erguvan ağaçları vardır. Kentler bu ağaçlarla kurulmuştur.Bu kentli olmak demek bu ağaçlara yakın yaşamak demektir.Kentlilerle ağaçları arasında sanki gizli bir anlaşma var gibidir . Kentlilerin özgür ruhlarının bayraklarında bu ağaçların dallarını görebilirsiniz. İşte ruhlarında bayrakları erguvan dalı taşıyanlar bu kentin çocuklarıdır .



İstanbul 'da benim için yılın en renkli ve en neşeli zamanı erguvan ağaçlarının çiçek açtığı o aydır. Erguvan ağaçları çiçek açtığı zaman bu kent bana çok değişik görünür . Yılın on bir ayı sıkıntılı ,karamsar , nalet ve zaman zaman çekilmez olan kent, birden bire çok cana yakın , çok derin ve içinde yaşaması çok keyifli bir hale gelir . Bu duyguyla kentin zorbalıklarına katlanırsınız. Bu kentle bu denli uyumlu bir ağaç türü daha düşünemiyorum. Kimileri lale amblemini göstererek bana gülümsemişlerdir . Oysa lale bu toprakların bitkisi değildir .Lale ağaç ta değildir .


Bana göre gelincik batıya Hollanda'ya gelin gitmiş sonra , yılllar sonra ana dilini konuşamayan torunu laleyi İstanbul'a eğlenmeye yollamıştır .





Erguvan daha başka bir şeydir . Erguvan hem İstanbul hem de Bizans ' dır . Romalıdır , Osmanlıdır ve Türkiye dir. İmparatorlukların rengidir. Ayasofya'ya bakın , duvarlarında erguvan rengini görürsünüz.Surlara bakın yine erguvan rengini görürsünüz.



ŞİİRİN SİMGESİ ERGUVAN

Şiirlerinden erguvan ağacı geçiren şairlerimiz vardır . Fuzuli,Baki, ve daha niceleri.Benim anımsadığım iki şair ve erguvanlı dörtlükleri :



“Kim bilir ki dün’dür, ölgündür kalbimiz
Yollarsa her zaman biraz küskündür
Yokuşlarda ve inişlerde...
Zamandır seni sardığım kumaş
Bekledin örtünsün ki yavaş yavaş..
Erguvandın, kayboldun dile gelişlerde."

Hilmi Yavuz



"Sevginin çoğul oğlu
Senin ülkende yalnız bütün özlemler
Bilirim yalnız orda, içtenlik, erinç, çoşku
Bayrağındaki bir tek çiçekli dalla
Orda uçsuz bucaksız
Olanca görkemiyle bir erguvan imparatorluğu.”

Edip Cansever






Kentin erguvan coğrafyasını araştırmak üzere yola çıkmadan önce 'Erguvan Dostları Derneği ' başkanı ,bu kentin erguvan sorumlusu misyonunu üstlenen Hüseyin Bey ' i aradım . Erguvan ağaçlarını en iyi nerede görebileceğimizi sordum . Hemen sıraladı eksik olmasın . Tam zamanıymış. Onlar da boğazda tekneyle erguvan seyir turu düzenliyorlarmış. Bu Cumartesi 28 Nisan saat 15:00 de . En çok da boğazın iki yanında görebilirmişiz .




  • Üsküdar Fethi Paşa Korusu
  • Beykoz Çubuklu
  • Vaniköy Papaz Korusu
  • Aşiyan Tepesi
  • Piere Loti Tepesi
  • Mihrabat Korusu

Erguvan turuna çıktığımız fotoğraf sanatcısı Bülent Özgören 'in fotoğrafını çekerek işe başladık. Fethi Paşa korusu gerçekten erguvan ağaçlarıyla dolu. Tam çiçek açma dönemi.Daha sonra sırasıyla turumuzu sürdürdük.Bir kaç saate sığacak bir yolculuk değil bu.



Erguvan gezimizin sonunda içimi bir hüzün kapladı. Artık erguvan ağaçlarının teker teker yok olduğunu görebiliyorum. Yıllar önce İstinye 'den boğazın karşı kıyısına baktığımda erguvan ağaçlarının boğaza sarktığını görürdüm. Her geçen yıl eksiliyor erguvanlar.Ağaç tahribatı bu kentin giderek bir geleneği olma yolunda . Ağaçlar kimsenin umurunda değil. Betonlaşan kentimiz hızla renk kaybediyor . Tarihi doku dönüştürülüyor. İstanbullular buna bu yokoluşa ses çıkarmıyor.Acaba kaç İstanbullu bu konuya önem veriyor ?


Bir kültür başkentinde binlerce yıllık bir tarihi dokuyu keşfe çıkmak ve bu dokuyu yaşamak , bir kültürü güzel çiçekli bir ağaçla betimlemek . Erguvan ağacına yakın yaşamak ne kadar önemli ? Adını bu ağaçtan alan bir renk . Erguvan . Farsi bir kelime. Bir çok öyküsü var . Filistin 'de de rastlanırmış erguvan ağacına .Ben bu konuda bir belge görmedim.


Gördüğüm tek şey erguvan ağaçlarının çiçeklerinin her yıl daha da azaldığı. Yarın ilk işim bir erguvan ağacı dikmek olacak . Gelecek yıl bu zaman o ağacın çiçek açması beni çok mutlu edecek.




Erguvan Ağaç Dikme Kampanyasına sponsor olun :

İstanbul 'un her yıl azalan Erguvanlarını çoğaltmak için bir kampanya düzenlenmiştir . İstanbul 'un belirli yerlerine erguvan ağacı dikilecektir .Ağaçlar sponsorların katkılarıyla belirli aralıklarla belediyelerle kararlaştırılan alanlara dikilecektir.Erguvan Sponsoru ,diktirdiği ağaçların nerede olduğunu ihtiva eden bir sertifika ile ödüllendirilecektir . Kampanyaya katılmak isteyenler aşağıda verdiğimiz hesap numarasına para yatırabilirler.

Erguvan Sponsoru : Mayc-Net Consulting

Garanti Bankası - Göktürk/Kemerburgaz ŞubesiYTL :479- 6299903 ; Dolar : 479-9099395


Batıda Neler Okunuyor ?


J.R.R Tolkien 'in oğlu Christopher Tolkien ,babasının notlarına dayanarak yazdığı 'Hurin 'İn çocukları ' adlı kitabını yayınlamış.

Babasının 1919 yıllarında kaleme aldığı notları uzun yıllar boyunca gece gündüz çalışarak derlemeyi kendine bir vasiyet addeden oğul Christopher nihayet zoru başarmış. Elrond Meclisi'nden 6000 yıl önce Orta Düya'da geçen mitolojik öyküde bu kez Hobitler yok . İnsanlar,Elv'ler ,Orglar ve kötülükler prensi Morgoth var.

Tolkien 'in tüm eserlerinde kullandığı esin kaynağı Kuzey Avrupa Mitolojik öyküleri tüm kitaplarına damgasını vurmakta. Özellikle ' Eddan ' adlı İskandinav epik destanı gizemli Orta Dünya 'nın kapılarını açmakta. Öykünün kahramanı Turin , yine mitolojik bir isim. Küçük yaşta başına gelen trajik bir kaçırılma olayıyla 9 yaşında , hamile annesiyle Elv 'lere sığınmak zorunda kalır . Babası Lord Hurin Morgoth prensi tarafından kaçırılmış ve esir alınmıştır .Elvler arasında büyüyen Turin ve kızkardeşi ve onların trajik öyküsü Tolkien 'in mitolojik orta dünyasında onu seven okuyucularını bekliyor . Bakalım Türkçeye ne vakit çevrilecek .

THE CHILDREN OF HÚRIN
By J.R.R. Tolkien

(Edited by Christopher Tolkien
Houghton Mifflin. 313 pp. $26

25 Nis 2007

Platon 'un Devlet Kavramı ve On Ders

Altın Çağı'n ayak izlerini arayışımızda karşımıza çıkan bilgelerden biri de Platon .

Platon, iki cephede birden mücadele verir, biri demokratik "hakim ideolojiye", diğeri radikal Sofistlerin şiddetine karşı. Çünkü Platon'a göre, yalnızca uzlaşmacı yasa ilkesi ile donanmış olan demokrasi ideolojisi, polise egemen bir güç sağlamaktan yoksundur ve bu nedenle ölçüsüz arzuların başarıya ulaşmasına, yani adaletsizliğe, ahlaksızlığa ve korkuya yol açmaktadır.

Radikal Sofistlerin öğretisi ise, etkisizlik içine gömülmektedir; çünkü toplumsal yaşamın consensus'ü gerektirdiğini, ne biçimde olursa olsun bir düzene gereksinim duyduğunu kavrayamamıştır. Bu yüzden "devlet" (politeia) zorunludur. İnsanların mutluluğu sağlanacaksa, yeryüzünde doğru bir yaşam gerçekleştirilecekse, insanın onsuz yapamadığı polis, değişmeyi, göreceliği dışlayan evrensel değerler üzerine kurulmalıdır ve otoritesini herkese kabul ettirecek bir meşruluğu içermelidir. Platon, gerçeklerin (ideaların) var oldukları için, böyle bir polisin olası olduğunu belirtir; bu polis ideal devlettir

Sokrates 'in bu çalışkan öğrencisinin düşüncelerini anlamaya çalışıyoruz . Platon 'un ideal devlet nasıl olmalıdır diyalogları on kitapta toplanır . Bu on kitabın bir araya getirilişi ise 'Platon 'un Devlet ' kitabı olarak bilinir . Kitapta on ayrı konuda diyaloglar yer alır . Sokrates bu diyalogların baş kahramanıdır . Bu diyalogları okurken onları bir tür ders gibi özetlemek de yararlı olabilir diye düşündüm .

Birinci Ders :

“Doğruluk, güçlünün işine gelen midir? ”

Doğrunun ne olduğunun bilinmesi gerekir. Doğruluk yoksa iyilik olup olmadığı anlaşılamayacaktır.


İkinci Ders :

"Eğriliğin doğruluktan üstün olduğunu savunanların kazanımları nelerdir ? "

Doğruluk hem kendisi, hem de verdiği sonuçlar iyi olan şey, mutlu olmak isteyenin aradığı şeydir.Doğruluk zahmet karşılığı elde edilen bir şeydir. Toplum kişiden daha büyük olduğu için daha büyük alanda doğruluk, daha büyük ölçüde vardır .İş bölümü ile düzene girmiş bir toplumda az ile yetinen insanlar olduğu için toplumun barış ve sağlık içinde yaşayacağı söylenebilir .

Bolluğa kavuşmuş, yani refaha ulaşmış bir toplumda insan isteklerinin sürekli artacaktır.Sürekli artan istek ve ihtiyaçlar sonunda elindekiyle yetinmeyenler çoğalacaktır.Aç gözlüler komşusunun elindekileri de ele geçirmeye çalışacaktır .Bu nedenle de savaşlar kaçınılmaz olacaktır .Savaşı daha aç gözlü olanlar kazanacaktır. Demek ki eğriler daha kazançlı olacak , doğrular kaybedecektir . .

Üçüncü Ders :

"Kim yalanı ne zaman söyler ? "

Yalanı gerçekten ayrılabilme yetkisi yalnız devleti yönetenlerde olmalıdır. Devletin yararına düşmanlara yalan söylenebilir. Bunun dışında kimsenin bu yola başvurmaması gerekir . Devlette gençlerin akıllı ve uslu olması gerekir. İyi güvenlik güçlerinin yetişmesi için müziğin, beden eğitiminin ve iyi beslenmenin önemi çok büyüktür. Hekim ve yargıçların nasıl olması gerektiği, kimlere iyi hekim, kimlere iyi yargıç denileceği üzerinde anlaşma sağlanmalıdır . Yönetenlere ve yönetilenlere söylenecek yalanların özellikleri belirlenmelidir .

Dördüncü Ders :

"Mutluluk anlayışı nasıl olmalıdır ? "

Devlette üç sınıftan herkes kendi işini yapacaktır. Böylece her sınıf mutlu olacaktır. Zenginlik ve yoksulluk bir yandan sanatı, diğer yandan sanatçıyı kötüleştirecektir. Bu nedenle bu iki kavramın devlete sokulmaması gerekir .Devletin bütünlüğü ve sınırlandırılması çok önemlidir . Her şey eğitim ve öğretime bağlıdır. Kanun koyucunun yapacağı işler dört ana özelliğe göre açıklanabilir .

A) Yiğitlik
B) Ölçülülük
C) Doğruluk
D) Bilgelik

Devletten sonra bireyde de bu değerler bulunmalıdır.Burada “Doğru olmak mı, eğri olmak mı yararlıdır? ” sorusu yine ortaya çıkacaktır .“İyilik içimizin sağlığı, güzelliği, düzeni; kötülük ise, hastalığı, çirkinliği ve çürüklüğüdür”


Beşinci Ders :

"Devlette kadınlara görev verilmeli midir ?

Devlette kadının yeri vardır .Kadınların da erkekler gibi müzikle ve jimnastikle eğitilmesi gereklidir .
Diğer bir sorun ise kadının erkeğin gördüğü her işi görebilip göremeyeceğidir. Cevap evettir, çünkü yatkınlığına göre erkekler nasıl her işi yapıyorsa kadınlar da yatkınlığına göre her işi yapabilir.
Kadın da erkek gibi devlet bekçiliğine elverişlidir ve erkek gibi eğitim görecektir. Bekçilerin kadınları ve çocukları ortak olacaktır. En önemli zorluk budur. Her iki cinsin en iyilerinin en fazla, en kötülerinin de en az çiftleşmeleri gerekir.


Altıncı Ders :

“Bu ilkelerle yönetilen bir devlet gerçekleşebilir mi? ”

Tasarlanana en yakın devleti kurabilme yolu bulunursa devlet kurulmuş olur.
Devletin sıkıntısız olması için filozofların da devlet yönetiminde olmalarıgerekir. Buna alternatif olarak kralların filozof olup devlet gücü ile akıl gücünü birleştirmeleri gerekir .
Filozoflar başa geçmelidir.Çünkü filozoflar gerçeği bilen kimselerdir.

Yedinci Ders :


"Filozof devlet adamı neden önemlidir ? "

Devlette iyilik ve bilgi kavramlarını bilen kişilerin bulunması çok önemlidir . Eğitimin amacı da insanları iyi fikrine çekmektir. Bu nedenle filozofların devlet işlerine bakması gereklidir. Bu yüzden de filozof devlet adamı yetiştirilmesi gerekmektedir. Filozof devlet adamı, sayı bilgisi, geometri bilgisi, astronomi, armoni, diyalektikaya hazırlık ve bilginin bölümleri gibi dersleri okumalıdır.
Bu bilgileri ise anlayışı güçlü, yani öğrenme kolaylığı olan kimselere, en dayanıklı ve yiğit kimselere vermek gerekir. İnsanları mutluluğa ulaştıracak devlette mutlaka bir veya birkaç filozof başta olmalıdır.

Sekizinci Ders :

"Devletin ideali nedir ?"

Devletin ideali en iyi devlet olmak olmalıdır . Dört bozuk devlet düzeni ve bu dört bozuk düzene uygun dört ayrı insan tipi vardır . Devlette bozulmayı oluşturan insan tiplerini şöyle sıralayabiliriz .

  • A) Timokrasi insanı
  • B) Oligarşi insanı
  • C) Demokrasi insanı
  • D) Zorbalık insanı

Zorunlu ve zorunsuz istekler ,zorbalık gibi birçok değişik kavramın kol gezdiği bozuk devlet düzeni iyi bir devlet ideali değildir . Devletin ideal devlet olması iyi ve bozuk olmayan bir düzenle mümkün olabilir .

Dokuzuncu Ders :

"Zorbalık Nedir ?"


Ruh zorbalığa alışabilir . Zorbalık da erosla alakalıdır . Zorbalık ruhların düşeceği küçük ve büyük kötülüklerdir.

“Zorba mutlu mudur, mutsuz mudur? ”

Zorba mutlu değildir , çünkü zorbanın ruhu da dilediğini yapamaz ve tutkunun sürdüğü yere gider.
Tasalar ve üzüntüler içinden eksik olmaz.

Üç çeşit insan vardır:

a. Bilgi sever
b. Ün sever
c. Para sever,

Bu üç zevkin en hoşu birincisidir. Filozof da en çok birinciyi sever.

Onuncu Ders :

"Ruhumuz nasıl kurtulur ? "

Ruhun kurtuluşu ve huzuru için sanatla uğraşmak gerekir . Şiir , ruhu eğitecektir . Tragedya ve komedya ruhu dalgalandıracaktır . Yaratma işlemiyle ruhun ölmezliği, ruhun özü ortaya çıkacaktır . Ölümden sonra ruh yeni bir hayatı seçecektir. Bu seçimle ruhun ve onun içinde yaşadığı insanın kendini nasıl kurtarabileceği belli olacaktır .

24 Nis 2007

Platon ve Filozof Krallar




“Toplumlar, filozofların kral, ya da kralların filozof olduğu güne kadar, rahat huzur yüzü görmeyeceklerdir.”

Platon ' un sözleri. Nam-ı değer 'Aristokles ' ya da Maşrık tabiriyle ' Eflatun ' . Kimilerine göre aristokratik, eşitsizlikçi oligarşik görüşler. Kimilerine göre ise, insan düşüncesine evrensel bir temel oluşturabilmek için, aklın üstünlüğünü ve yönetimin akla ait olduğunu, felsefî düzeyde kanıtlama girişiminden başka bir şey değil.

Platon ,Antik Yunan 'da, ' Altın Çağ ' da ilk akademiyi kuran filozof olarak da biliniyor . Dokuz yüz yıl süren bir felsefe okulu . Platon okulu . Felsefeyi sokaklardan dört duvar arasına taşıyan Platon şöyle söylüyordu :

"İnsanlar bir mağarada yaşıyor . Yüzleri de mağaranın duvarına dönük. Bu duvarda yansıyan canlıların gölgelerini görüyorlar. O gölgelere göre yorum yapıyorlar.Oysa yüzlerini mağaranın ağzına dönseler gerçekle karşılaşacaklar. "


PLATON FELSEFESİNİN ANA TEMASI

"Ruh ölümsüzdür ve birçok defalar yeryüzüne gelmiştir. Bu arada yeryüzünde ve Hades’te (öbürdünyada,yeraltında ) bulunan her şeyi görmüştür. Yeryüzünde (doğada) her şey de birbirine bağlı olduğu için, ruh bunlardan birini görünce, sürekli bir araştırma ile ötekilerini de bulabilir ve anımsayabilir.

Ruhta doğru tasavvurlar, önce, bilinçsiz bir halde bulunurlar; bunlar, ilkin, bir rüya gibi kımıldanır; uygun sorular ve araştırmalarla sonunda aydınlık bir bilgi halin gelirler.

Öğrenmek, eskiden bilinmiş bir şeyi yeniden hatırlamaktan, anımsamaktan (anamnesis) başka bir şey değildir. "

Bu anlayış , Platon, felsefesinin iki anagörüşünü açıklamaktadır .:

1-Ruhta bilinçsiz bir halde bulunan doğuştan tasavvurların olduğu,
2-Doğru sanı ( orthe doxa) ile bilgi (episteme) arasındaki karşıtlıkların varlığı .

Platon felsefenin bilgi anlayışından doğan ana metafizik düşüncesi, iki dünyanın ayırt edilmesine dayanmaktadır. Bu dünyalardan biri varolanı , öteki ise hep oluş halinde olup hiçbir zaman varolmayanı içine alır.



Birincisi akıl bilgisinin , ikincisi de doğru sanının konusudur.


Platon’un ideal devletinin yasası, tam bir aristokrasidir, “en iyilerin”, yani bilgililerin, erdemlilerin,elitlerin başta bulunmasını isteyen bir devlet biçimidir.

Bu devlette kanunların konulması, topluluk hayatının düzenlenmesi işi filozoflara, bilge kişilere verilmiştir.





Politea dialogunda Platon yalnız yukarı zümreyi ele alır, bunlar devletin bekçileridir (phylakes). Halk (demos) bilgiye değil de, gelenek –göreneğe dayanan erdemlere değer vermekte devletle ilgilenmemektedir.



Ama koruyucular (askerler ) takımı da kesin anlamında erdemli değildir, çünkü bunlar da felsefi bilgiden yoksundurlar. Bunlara verilen eğitim, ancak kendilerini kabalıktan, kırıcılıktan kurtarıp onlara ölçülü bir cesaret sağlar.

Devlet öğretisinde Platon halkı kendi haline bırakır. Halk avamdır. Elitler , koruyucular aracılığıyla devleti yönetirler.

Böylelikle Yunan devlet düşüncesinde 'Sparta' ve 'Atina' uslübu ortaya çıkacaktır.





Sparta elitlerin müdaheleci Platon tarzı yönetimi , Atina ise saf halk demokrasi taraftarı olan site devletleridir.


17. yüzyılda Britanya İmparatorluğu ve tüm Avrupa Yunan tarihine merak salmışlardır . İngiliz ve Fransız tarihciler- Atina ile Sparta tarzı üzerine kuramlar üretmişlerdir . Günümüze kadar gelen demokrasilerde 'Kuvvetler ayırımı prensibi'nin kaynağı Platon 'un devlet tezinde gizlidir .

İmparatorlukların idaresi halkın idaresine bırakılamayacak kadar değerlidir .Büyük Britanya İmparatorluğu , 18. yüzyıl boyunca dünya hakimiyeti kurmuş ve Sparta tarzı devlet idaresini benimsemiştir . Sonunda imparatorlukla ,demokrasi arasında bir tercih yapmak zorunda kalmıştır . Hindistan ve diğer sömürgeleri terk etmesinin esas nedeni budur . Şimdi günümüzde ABD, aynı tercihi yapmakla karşı karşıya kalmıştır.




Önümüzdeki günlerde ülkemizde cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra sık sık demokrasimizde 'kuvvetler ayrımı ' üzerinde konuşulacaktır .Demokrasiyi öğrenen halkımız Atina ve Sparta arasındaki farkı , elit ile avam arasındaki farkı anlamak ya da anlamamak tercihi ile karşı karşıyadır .


İşte bu tartışmalar iki yüz yıl geç kalmış olsa da Platon 'un devlet tezini temellendirdiği :

Gelenekçi halk kesimi ve onun değer yargıları (Muhafazakar görüş) , çağdaş bilimsel (epistemik) değerlere bağlı elit kesimler arasındaki siyasi mücadeleye sahne olmaktadır.






22 Nis 2007

Pazar Günü Gazete Okunur

Bir ılık pazar günü gazetelere göz atmak istersiniz :

Bizimkiler :


  • CUMHURBAŞKANI KİM ?
  • Kaçak binaların yıkılmaması belediyeler arasında krize yol açtı .
  • Vahşeti cepe kaydettiler .
  • Kültür bakanlığı bir çok ünlünün terihi eser kolleksiyonlarına el koyuyor .

Onlar :


  • Meksikalı kahve üreticilerine sertifika zorunluğu getiriliyor.
  • Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimleri ülke dışında yaşayanların oy verme işlemiyle başladı.
  • Nijerya'da başkanlık seçimleri sona erdi.
  • ABD Rusya'ya füze kalkanı sistemi desteği verecek.
  • West Bank 'da İsrail Filistin vahşeti artıyor .
  • Virginia Kurbanları J.W. Bush dua ediyor.
  • Gençlerin sigara alışkanlıklarıyla mücadele edilecek.

Bizim medyamız ısrarla magazin okuyucusuna yönelik yayınını sürdürmeye devam ediyor.Haber ufku ise Ankara ile kısıtlı.Haberin merkezi Ankara .

Öte yandan yetişkin nüfusun % 25 'i oy vermeye bile tenezül etmiyor.Gazete tirajlarının toplamı 3 milyonu geçmeyen,kitap satışlarının 3 bini geçmeyen ülkemizde magazin haberciliğiyle tiraj artırılmak isteniyor.

Oysa genç insanlar dünyayı tanımak istiyor.Dünyada neler olup bittiğini öğrenmek istiyor.Kendi ülkelerindeki kültürel değerleri tanımak istiyor.

Ankara'nın misket havası artık bıktırdı.



21 Nis 2007

Kant ve 'Disinterestedness' Sorunsalı

E. Kant ' a göre sanat içinde iki paradoks taşımaktadır .

1-Sanat kendi varolma amacını içinde taşır , kültür ise sosyal bir iletişimi mümkün kılan mental enerjiyi yönlendirir.
2-Doğanın bilincinde olmasak bile sanatta doğanın bir izi vardır .

Kant ,sanatın bir amaç uğruna üretildiğini , öte yandan amaçsız görünse bile bir amaca yöneldiğini , doğal olmayan bir yolla üretildiğini ama izleyenlere doğal göründüğünü söylemektedir.


Kant’ ın sanata ilişkin düşünceleri onun doğadaki güzelliğin nasıl değerlendirildiğiyle ve bu sürecin çeşitli çıkarımlarıyla ilişkilidir.

Kant ,güzelliğin gerçek değerlendirmesini dört ana özelliğe göre açıklamıştır .

1) Saflık - disinterested,
2) Evrensellil -universal,
3)Gereklilik - necessary,
4)Nedensellik - purposive without a purpose (Burnham).

Kant, rasyonellik ve estetik değerler arasında bir fark olduğunu söylemiştir.Bu farkı yaratan değer yargıları ,bilinen belli kavramlara bağlı değil, içsel olan özümsenmiş yargılarla ilişkilidir demiştir.

Bu nedenle gerçek bir güzellik değer yargısı saftır ,ve bilinen bir kavrama ait değildir.

Güzellik karşısında , onu taktir etmek ya da tarafsız kalmak arasında bocalamak ise Kant 'ın estetik kuramının en ilginç yönüdür .

Is it humanly possible to be completely intuitive, to experience something through sensation alone without applying past experiences or previous knowledge? Can an observer of “Starry Night” look at the swirls of blue, yellow, and black without attaching the sensation of movement in the night sky, imitated by the painting, to previous sensations and experiences of looking up at the stars? Is the judgment of art and beauty really free from social, political, and cultural factors? Other philosophers and thinkers like Nietzsche and Freud would argue that art is related to individual will; Marx would contend that all art, as cultural production, is political in some sense, and Expressionists, like Van Gogh, would disagree with disinterestedness by affirming that art is understood in terms of affective response (Burnham).
As a work of fine art, Kant would say that Van Gogh has succeeded in fulfilling the first paradox of purposefully creating something that has no purpose, or conceptualizing a non-concept in his painting of “Starry Night”. Abstract ideas of peace and tranquility are given form, although they are neither clearly nor conceptually defined. Van Gogh would be considered to possess “genius” or the “innate mental predisposition (ingenium) through which nature gives the rule to art”(174), because of his ability to capture an aesthetic concept and bring it as close as possible to a concrete form. Kant would argue that Van Gogh was guided by some visceral force to purposefully create “Starry Night” without committing it to a clear conceptual purpose.
“Starry Night” illustrates the second paradox of appearing natural despite the fact that it was obviously produced, because the painting is pleasing without bringing attention to the intentionality of its creation. In this second paradox, Kant is explaining the aversion that we feel toward art that seems forced or contrived. We appreciate fine art, he would argue, because it is so skillfully crafted that we initially conceive of it as if it were something that simply was. We can later appreciate the technique and style that the artist has used to create the work, but as an object of aesthetic pleasure, its beauty is best judged by its form, and not how that form was achieved.
Kant’s theory of fine art and beauty focuses exclusively on those works that cause pleasure and internal harmony or the “free play” of the mental faculties. His definition of art is seen as limited by the standards of today’s art scene, which includes works that are neither beautiful nor pleasing. However, regardless of Kant’s shortsightedness in excluding things such as personal interest from the evaluation of art, he succeeds in providing an in-depth analysis of the reasons why some works evoke our appreciation and spark our imagination while others do not. His ideas of purposiveness without a purpose and appearing natural although being produced help to explain why some works of art seem to please without communicating a specific message or conveying a direct idea. Although many works of art are clearly intended to convey a social or political message, like “Guernica” by Picasso, others, like Van Gogh’s “Starry Night” are simply pleasing to behold. Kant’s contribution to the field of aesthetic criticism is significant, regardless of the inability of his theory to encompass everything that we now define as “art”. As Freeland mentions, “Kant’s view of beauty had ramifications well into the twentieth century, as critics emphasized the aesthetic in urging audiences to appreciate new and challenging artists like Cezanne, Picasso, and Pollock”(15), and his focus on significant form continues to shape the way we view and justify art.

20 Nis 2007

Mısırlı Hermes , Romalı Theodosrus ve İskenderiye Patriği Theophilus







“Tefekkür yoluyla eriştim Atum’un bilgisine”



Mısırlı Hermes ,toplumsal ve ruhani hiyerarşinin en üstünde yer alıyordu. Mısır toplumu ruhani değerlere göre bir hiyerarşi kurmuştu.Firavunlar piramidin en üstündeki tanrılardı.Onların gücü ise ruhban sınıfı tarafından sağlanıyordu.Ulu rahibin başkanlığındaki inisiye edilmiş ruhban sınıfı son derece karmaşık olan Mısır dinini uygulayan tapınaklarda farklı bir yaşam sürüyorlardı.

Mısır dininde hatasız,mükemmel bir insan görünümündeki Hermes ,Grek/Helen kültüne geçtiğinde birden hataları olan , hırsızlarla, kurnazlık ve uyanıklıkla geçinen insanların tansısı olarak karşımıza çıkacaktır . Bu da Mısır ve Helen toplumları arasındaki farktan kaynaklanmaktadır . Helen site devletlerinin kültür yapısı Mısırlı Hermes 'i bu şekilde senkretize etmiştir. Yine aynı dönemde belirgin bir etkisi olan Yahudi kültürü Hermes 'i farklı yorumlamıştır .Enoch kavramı sembollerin , sayılara gizlenmiş bilgilerin ve göksel sırların sahibi olarak bilinmektedir . Bütün bu sırları bilen ulu varlıktır Enoch .Varllığını sürekli gizleyerek ,bilgilerini saklayarak yaşama savaşı veren Yahudi topluluğu bir gün vadedilmiş topraklara bu gizli bilgiler aracılığıyla ulaşacağına inananlardan oluşuyordu.


Mısır konusunda bilgilerimiz hala sınırlı. Mısır dini, Mısır dili ve Mısır yazısı ,Mısır tapınakları hala çözülmeyi bekleyen gizler taşıyor.Avrupalı ve Amerikalı arkeologların yüzlerce yıllık çalışmaları filin sadece kuyruğunu ya da hortumunu betimlemeye yetiyor . Mısır'ın gizemleri orada keşfedilmeyi bekliyor.Belki de çölde bir yerde , bir mağarada gizli parşömenler keşfedilmeyi bekliyor. Kurman tabletleri nasıl bir çağa ışık tuttuysa , bulunacak tabletler de başka bir çağa ışık tutacak.

Meşhur İskenderiye kütüphanesi .Bu kütüphanede yakılan binlerce belge , kitap . Yok edilen ve tarihin karanlığına terk edilen bir çağ.

Tarih İmparator Theodosrus 'u ve emri uygulayanları ,özellikle de zamanın İskenderiye Patriği Theophilus 'u lanetle anacaktır. Bu Romalılar, Mısır dilinde ne kadar Mısırca konuşan insan ,yazı ,belge ,kitap ,kabartma varsa yok edilmesini emrediyor. Tam cümlesiyle şöyle diyor :.

"Mısır kültürünü yok edin ."

Askerler imparatorun emrini yerine getiriyorlar . Tarih MS. 303.


Hermes bir Mısırlıdır. Ve Mısır uygarlığının baş mimarıdır. Bu Mısır uygarlığının kuruluşu Büyük tufandan önce başlamış ve tufandan sonra Mısır uygarlığı açıkça ortaya çıkmıştır. Hermes’in yaşadığı dönemin tufan öncesi ve sonrası dönem olduğu hakkında anlaşmazlıklar olsa da onun Mısır uygarlığının kurucusu ve temel öğretilerin oluşmasında katkı sağlayıcı olduğu konusunda genel bir kanı vardır.


Hermetizm, Hermes’e atfedilen yazıların gösterdiği bütünsel bir anlayışın ismidir. Hermetik düşünce sadece Mısır ve Mısır dinini değil bütün insanlığı etkilemiştir. Yeni platonculuk, rönesans, reform hareketleri ve İslam’daki mistisizm düşüncesinin temelleri Hermetik metinlere dayanır. Kabalist anlayış, simya geleneği, hristiyan gnostizmi, pagan rahiplerin mistizmi Hermetik geleneğe bağlıdır.

Hermetik düşüncenin Essenilerle de ilişkisi olduğunu belirtenler vardır. İslam anlatılarında ilk göğe çekilen peygamber olarak İdris kabul edilir. Göğe çekilmek göksel olanla bütünleşmek ve fiziki olarak da orada ve yerde var olmak anlamındadır. Hermetik anlayış İslam içinde Rafizilik, Mutezile, İsmaililik olarak kendini açıkça sunmuştur. İlmi nücun (astroloji), ilmi simya ve İhvan-ı safa risalelerinin çoğunluğu hermetik metinlerle doludur. Bunlar arasında Ebu Bekr Muhammet İbn Zekeriyya El Razi (simyacıdır) ve bir Karmarti olan Abdullah İbn Meymun cesaretle Hermes’in ismini zikredebilenlerdendir.

Hermetika adlı eser kimi yorumculara göre aslında kadim kutsal yazı ile yazılmıştır daha sonra eski Mısır dili ile kaynaşma olmuş ve Mısır diline dönüşmüştür. Fakat bu metinler M.S. 3. yüzyılda İmparator Theodosrus’un himayesindeki zamanın İskenderiye Patriği Theophilus’un fermanı ile Mısırca yazılan her eserin ortadan kaldırılması ve Mısırca konuşanların öldürülmesiyle ortadan kalkmıştır.

Bu baskı döneminden kaçan mistikler kadim yazı formu ve Mısırca yerine Grek alfabesini kullanarak birçok teoloji kitabının yazıldığı Kopt dilini kullanmışlardır. Bu dil 17. yüzyıla kadar yani bu dili bilen rahipler yaşadığı süre içinde var olmuştur.

Günümüzde metinler eski Mısırca değil, Grekçe, Latince, Arapça ve Kopt dilindedir. Hermetik felsefe, Mısır uygarlığının içine sinmiş bir şekilde yaşarken örgütlü bir dine dönüşen Güneş Tanrı dini, Hermetik düşüncenin rahipler arasında bir sır olarak yaşamasına sebep olmuştur. Bu senkretik anlayış piramitlerin birer inisiyasyon merkezi olarak çalışması ve bu inisiyasyonlardan yararlanan birçok mistiğin yetişmesine olanak sağlamıştır. Bunların arasında Fisagor, Eflatun ve Hz. Musa sayılabilir.

Hermetika günümüze Grekçe’ye çevrilmesi sayesinde ulaşmıştır. M.Ö. 3. yüzyılda birçok astroloji metni Grekçe’ye çevrilmiştir. Bu zamanda Toth’un yazıları da Grekçe’de dolaşmaya başlamıştır. Hermes Trismegistus’a atfedilen eserler Grekçe’de hem bir kadim bilgiler ansiklopedisi hem de simya, astroloji, tıp, botanik gibi pratik amaçlara yönelik bilgi kaynağı olarak kullanılmıştır.

Hermes’in metinleri felsefi ve teknik olarak ikiye ayrılabilir.

Felsefi kısmı, içsel dünya ve Tanrısallık hakkında bilgilerin işlendiği;

Corpus Hermeticum,
Stobaeus Fragmanları,
Viyana ve Nag Hammadi papirüsleri
Logos Teleios

Diğer metinler ise astroloji, simya, anatomi, tıp, botanik, ile ilgili bilgileri içerir.

Grekçe’ye oradan da Latince’ye çevrilen eserler 7. yüzyıldan itibaren Arapça’ya da çevrilerek İslam dünyasında önemli bir yer tutmaya başladı. İslam dünyasında Hermes, İdris peygamberle ve mistik Enoch’la özdeşleştirildi.

Grekçe’den Arapça’ya çevrilen eserler arasında şunları sayabiliriz.

Kitabu’l-esrar.
Nevamis Hirmis.
Risale fi ilm el-ketif.

Arap yazarların hermetik felsefeyi konu alan ve hermetik etki taşıyan yapıtlardan birkaç örnek vermek gerekirse şunlar belirtilebilir.

Kitab Esrar el-kamer.
Adab ül-felasifa.
Muhammet ibn Umeyl Teymimi’nin Kitab şerh ül-suver

Kitab gayet ül hakim.
İhvan us safa risaleleri.

Günümüzdeki Hermetika çevirileri Grekçe ve Latince eski belgelerden yapılmış çevirilerdir. Olabildiğince başarılı çeviriler mevcuttur. Hermes’in metinleri yaygın olarak kullanılan bütün dillere çevrilmiştir. Hermes’in kendisinin çeviriden dolayı oluşabilecek anlam ve tesir azalmasına dair uyarısına rağmen insanlık bu arıtıcı kaynaktan kendini uzak tutmamış ve farklı dillere çevirileri yapılmıştır. Hermetika’nın her çevirisi çağının ve döneminin donanımının üstünde bir anlayışa hitap edebilme imkanını sağlamıştır.

Hermes’in “Tefekkür yoluyla eriştim Atum’un bilgisine” sözlerini unutmamak gerekir .

Giambattista Vico


"İnsanları kaç gruba ayırabilirsiniz bay Vico ? "

"Çok kolay : Dört gruba :"

"1-Aptallar.:
Bunlar hiç bir şeye dikkat etmezler.yaşam önlerinden akar geçer. Bunlar geçip giden yaşamlarının farkında bile değildirler.Gerçekler onları ilgilendirmez. Kendilerinden başka hiç bir şey görmezler.

2-Akıllı ama cahil olanlar.:
Bunlar detaycıdırlar.Her detaya dikkat ederler.Ana konularla değil de basit ve küçük hesaplar peşindedirler.O kadar cahildirler ki bir meselede esas olanı detayından ayırt edemez hep yanlış yaparlar.Sonra da dövünürler.Bunların biraz cevval olanları iş işten geçtikten sonra hatalarının farkına varırlar.

3-Bilgili ama basiretsiz olanlar :.
Bunlar da en yüksek düzeydeki gerçeklerden en basitlerine kadar her şeyden bir sonuç , bir gerçek çıkarmaya çalışırlar.Bunlar hayatın zor yollarında hiç bir zaman yönlerini bulamayıp savrulanlardır . Sürekli zorluklar içinde boğulurlar.Zekaları onların en büyük düşmanıdır . Dur durak bilmeden didinip dururlar.

4-Bilgeler.
Bunlara söylenecek bir şey yok . Onlar o kadar az ki . Görseniz hemen tanırsınız . Hiç hata yapmadan her şeyin doğrusunu yapar bilge kişiler. "
"Bu sınıflamaya girmeyecek olan kişiler sizce var mıdır ? "
"Dört grup hepsini kapsıyor . Sizin bir öneriniz varsa söyleyin . "
18. yüzyıl insanlarını sınıflıyor ünlü İtalyan düşünürü.Günümüzde bu sınıflama geçerli mi acaba ?
Artık kimse Aptal değil . Aptal olanlar dönüşüm geçirdi . Bilge olanlar da eskisinden daha çok . O zaman daha başka sınıflamalar yapmak gerekecek her halde .


Harran ve Hermes



Harran ovası hep GAP projesiyle birlikte dile geldi.







Çok az kişi Urfa'ya 50 kilometre uzaktaki tarihi Harran kentinin kültürel öneminden söz etti.





Hermes 'den söz edenler ,onun Harran bölgesinde doğan ve yaşayan mistik bir kişi olduğunu söylerler. Sabiilik inancının merkezinin Harran olduğu söyleniyor. Bu bölgede MÖ. 2 binli yıllarda Hanok ' a ve İdris peygambere ilişkin öyküler anlatılır .








Harran bölgesi Hermes 'i yakından tanımaktadır .İdris peygambere ait olduğu söylenen metinler ,Hermetik özellikler taşımaktadır .Bu metinlerin kime ait olduğu konusunda tartışmalar henüz bir sonuca ulaşamamıştır. Harran'da yaşadığı söylenen Hermes , Merkür gezegeniyle ilişkilendirilen bir pagan tanrı olarak da bilinmektedir.Merkür, Sümer tanrılarından 'Nebo ' nun da sembolüdür.









Eski metinlerde Hermes 'in Harran kentinde yaşayan yarı tanrı ,mistik bir kişi olarak adı geçmektedir.Merkür ve Ay sembollerini kullanmaktadır . Mısır ' a seyahat eden orada krallık yapan ve daha sonra yurduna geri dönen ve değerli bilgiler getiren ermiş bir kişi olduğu da eski metinlerde yazılıdır .


İlahi sırlara vakıf kişilerin kurduğu yedi tapınaktan birinin kutsal kişisi ve ulu rahibi olduğu da söylenmektedir.Bütün bu yorumlar Hermes 'in Helen kültüne dahil edilmesiyle başka bir yoruma , yani Helen yorumuna yol açmıştır. Helen mitolojisinde Hermes tuhaf bir tanrıdır . Zeus ' un yerine geçebilecek kadar güçlüdür.Ama aynı zamanda hırsızlara da yardım edebilmektedir.Helen kültünde Hermes kutsal bilge kişiliğini bırakmış , muzip bir haberci olmuştur . Bunun nedeni de yine Harran 'da saklıdır . Bugün yıkıntılara bakarak , kalıntıların üzerindeki kabartmaları çözmeye çalışarak bir yerlere varmaya çalışabiliriz.

Hermes ve İdris Anadolu'nun araştırılmayı ve yazılmayı bekleyen gizemli öykülerinden biridir .







19 Nis 2007

Hermes mi İdris mi ?





'Hermesü ' l- Heramise' ya da Hermes , Thot ,Hermez -Hürmüz-Buzasaf-Uhnuh-Oziris-İdris-Ahnaton-Hüşeng .

İşte günümüze kadar dilden dile dolaşarak , tarih yapraklarının arasından süzülerek karşımıza her yerde çıkan bir gölge .

Hermes

Her kültür ayrı tarif etmiş.Senkretize olmuş bir isim .Dilden dile değişerek günümüze taşınmış.

Alimlerin alimi,büyücülerin büyücüsü,bilgelerin bilgesi,rahiplerin rahibi ulu rahip ,bilgin kral .

Senkretizm kavramı sanki tam Hermes için seçilmiş . Ama senkretizm yeterli değil ,üç kavram daha eklemek gerekiyor .


İnisiasyon
Holistik
Gnostik


İşte bu dört kavramı açıklarsak Hermes 'i ve kadim öğretileri tarif etmeye biraz yaklaşmış olacağız .

Önce en önemli kavrama eğilelim :

Senkretizm nedir ?




Senkretizm, farklı geleneklerin birbirini etkilemesi sonucu oluşan yeni kültürel yapıları, gelenekleri veya düşünce ekollerini ifade etmede kullanılan az duyulmuş bir kavram.


Kültürlerin, düşünce akımlarının ya da çeşitli grupların oluşumunda senkretizmin önemli bir rol oynadığı bilinen bir gerçek. Yaşanılan bölgelerin coğrafi ve jeopolitik konumları yanı sıra, toplumların birbirleriyle olan ekonomik ve sosyo-kültürel ilişkileri de çeşitli alanlarda senkretist yapıların doğuşuna imkân hazırlamaktadır.

Özellikle Ortadoğu tarihi incelendiğinde kültürel yönden oldukça zengin olan bu yörenin çok eski dönemlerden itibaren senkretist birçok yapıyı barındırdığı görünmektedir.


Öncelikle kavimlerarası komşuluk ilişkileri veya ticari, ekonomik ya da sosyo-kültürel faaliyetler gibi ortak bazı değerlerle ilişki içerisinde olan toplumlar, birbirleriyle doğal bir etkileme-etkilenme durumu içerisinde olurlar. Anadolu zaten binlerce yıldır bu etkileşimin içinde olmuştur. Bu durum zamanla farklı kültürlerden özellikler taşıyan yeni bazı fikir hareketlerini ya da tarikat ya da mezhepler gibi akımların oluşmasına imkân sağlayabilmiştir.


Oluşum biçimi açısından senkretist hareketlerle ilgili grubu ,hakim zengin kültürün istilasına uğrayan zayıf kültürel yapılar oluşturur. Çeşitli nedenlerle bir arada yaşama durumunda olan farklı kültürlerden, hakim kültür karşısında zayıf kültürlerin bir dejenerasyon ve asimilasyon süreci yaşaması sonucu yeni senkretist akımlar ortaya çıkar.


Sürgünler, istila, işgal ve fetih hareketleri ya da daha başka çeşitli nedenlere dayalı göçler sebebiyle farklı toplumların birbirine karışması sonucu, zamanla siyasal ve sosyal yönden güçlü olan toplumların kültürü ile söz edilen yönden zayıf konumda olan toplumların kültürü arasında bir etkileşim yaşanır.


Bu etkileşimde çoğunlukla hakim toplumların kültürü etkin bir rol oynar. Güçlü kültürün etkisine maruz kalan zayıf toplumlar, başta kendi inanç ve yaşam tarzlarıyla ilişkili temel konularda olmak üzere, genellikle bu etkiye karşı koymaya çalışırken, bazen bu toplumlar içerisinde etkileşime karşı değişik tavır sergileyen gruplar da çıkabilir.


Örneğin, bağımlı toplumlar içerisinde yer alan bir grup, bu etkileşime şiddetle karşı çıkarak aşırı muhafazakar bir tutum sürdürebilir ve zamanla yalnızca belirli temel konulardaki etkilenmelere değil, kültürlerarası her türlü diyalog ve toleransa karşı çıkarak tamamıyla dışa kapalı bir tutum da izleyebilir.


Öte yandan, genellikle çoğunluğu oluşturan bir diğer grup ise bu etkileşime açık bir tavır sergiler ve zamanla bunlar arasında kültürel bir yozlaşma ve asimilasyon süreci yaşanabilir. Bunun sonucunda ise, farklı kültürlerden değişik çizgiler taşıyan yeni bazı düşünce ekolleri,siyasal eğilimler , mezhep hareketleri,tarikatler ,tekkeler ,zaviyeler bir takım senkretist akımların tarih sahnesine çıkması kaçınılmaz olur.







Anadolu ,İran ve Ortadoğu’yla ilişkisi açısından yabancı işgal ve istilaları ve sürgün olaylarını tarihte sık sık tecrübe eden halklar Budistler,Yahudiler ,Hıristiyanlar ,Zerdüştler ve Müslümanlar ya da diğer dinden olanlar arasında çeşitli gruplar bu dönemlerde hakimiyetleri altında yaşadıkları toplumların kültürlerinden oldukça etkilenmişler ve zaman zaman senkretize olmuşlardır . Mezheplerin ortaya çıkışları bu baskın kültür etkisiyle oluşmuş olaylardır .

Örneğin ,MÖ 8. yy’da Asurluların İsrail’i işgali sonrası, bu bölgede yaşayan Yahudi halkın paganist Kuzeyde Asur kültünün ve Zerdüşt dininin hakimiyeti altına girmesiyle -zamanla kendi inanç esaslarıyla paganist ve Zerdüşt kültün kaynaştırılması esasına dayalı- senkretist bir hareket şeklinde ortaya çıkan Farisiler ve Esseneler , Samiriler örneğinde olduğu gibi bazen de istilacı güçlerin inanç ve düşünce sistemleriyle yerel kültürlerin meczedilmesi yoluyla yeni bazı düşünce ekolleri, mezhep ve tarikatler ortaya çıkmıştır. İsa'nın doğumuna kadar olan süreç içinde iki bin yıl bu bölgede Budizm,Hinduizm,Zerdüşt,Mısır ,Sümer,Yahudi,Helen ve Roma ve diğer Pagan dinleri birbiriyle senkretizasyon içinde olmuştur .

Oluşumu yönünden senkretist yapılarla ilgili bir diğer grup ise, yeni bir inanç sistemine giren insanların eski inanç ve yaşam tarzlarıyla yenisi arasında bilinçli ya da bilinçsiz bir uzlaşma yolu aramalarıyla oluşmuştur. Zamanla ortaya çıkan senkretist düşünce akımları, dinler veya mezhepler bu biçimde oluşturulmuştur. Burada söz konusu olan uzlaşma, bilinçli kültürel izdivaçlar yoluyla sağlanmaya çalışılabileceği gibi, eski ve yeni arasındaki kültürel münasebetin her anında farkında olmadan vuku bulacak olan doğal etkileme-etkilenme yoluyla da olabilir.

Başta Anadolu ,İran ve Ortadoğu olmak üzere dünyanın birçok yöresinde ihtida hareketleri tarihte önemli bir rol oynamıştır. İhtida hareketlerinde, çeşitli nedenlerle kendi kültürel yapı ve geleneklerine yabancı olan yeni bir inanç sistemini benimseme durumunda kalan insanların, çok az istisnası olmakla birlikte, eskiye ait olan inançlarını bir tarafa bıraktıkları görülmemiştir.


Bunlar, genellikle benimsedikleri yeni inanç sistemiyle taban tabana zıt olan eski inanç ve yaşam biçimlerini terk ederken, benimsedikleri yeni sistemle uyuşan, paralellik arzeden ya da aleyhinde herhangi bir net hüküm bulunmayan eskiye ait bazı düşünceleri, kültürel unsurları, bilgileri, gelenek ve görenekleri yeni inançlarına taşıma temayülü içerisinde olmuşlardır.

Ancak eskiyle yeniyi uzlaştırma temayülü, yeni inanç sisteminin özüne, temel yapısına ters olan eskiye ait bazı unsurların, -şekil ve kaynak değişikliklerine tabi tutulmak ve yeni gelenek doğrultusunda yorumlanmak suretiyle- bilinçli ya da bilinçsiz şekilde yeni inanca sokulmaya çalışılması şeklinde de olabilir. Bunu örnekleri de vardır .



İşte bütün bu tarihi gelişimin araştırılması ve dinler tarihinin 3-4 bin yıllık senkretizasyonu ve halkların inanç sistemlerine dönüşümleri çok dikkatle incelenmesi gerekmektedir.
Anadolu Aleviliği, Zerdüşler ,Sabatayistler,İsmaililer ve tüm İslam tarikatleri , giderek Kabbala , Hıristiyan mezhepleri ,Anadolu Ortadoksluğu ve gelişimi bu bölgede bıraktıkları izlerle araştırılması çok zevkli ama bir o kadar da hassas konulardır.Bu coğrafyada yaşayanların ömürleri boyunca araştıracakları zenginlikte tarihi hazineler sunulmuştur. Bu hazinelerin sırrına erişmek için Anadolu uygarlıklarının ayak izlerini sürmek gerekmektedir . Antakya ve Mardin belki de iz sürmeye başlanacak en uygun iki kent .



18 Nis 2007

Pulitzer Ödülleri



"Cumhuriyetimiz ve basın birlikte yükselecek ya da batacaktır.Saf , kokuşmuşluktan arınmış habercilik ,popülist hükümetlerin etkisiyle değil ,iyi eğitilmiş zekaların halkın haber alma isteğine saygı duymasıyla ortaya çıkacaktır.Ticari kaygılarla ,demagoji içine yuvarlanan gazeteler ,zaman içinde kendilerine benzeyen gazeteciler üreteceklerdir.Cumhuriyetimizin geleceğini oluşturma sürecinde özgür gazetecilerin rolü büyük olacaktır . "

Joseph Pulitzer 1847-1911





Amerikan gazetecilerinin rüyası bir 'Pulitzer ' kazanabilmek . Bu ödülü almak ne demek ?


Colombia Üniversitesi tarafından her yıl Nisan ayında açıklanan ödüller bir kaç dalda veriliyor?




Joseph Pulitzer, Mako, Macaristan da 10 Nisan , 1847 de Yahudi bir bir tahıl tüccarı olan baba ve Roman Katolik olan Alman asıllı bir annenin çocuğu olarak doğdu. Çok iyi okullarda okudu.

Hamburg 'da çalışırken ,ABD içsavaşı sırasında Avrupa'dan asker topalayan bir acente vasıtasıyla Boston ' a geldi. Orduya katıldı. Lincoln Süvari birliğinde Alman asıllı bir çok asker vardı. İyi bildiği Almanca ve Fransızcasıyla kısa sürede kendini gösterdi. Savaştan sonra .St.Louis 'e yerleşti . Her işi yapıyordu. Boş vakitlerinde de kent kütüphanesinde İngilizce ve Hukuk çalışmalarına katılıyordu.


Kütüphanenin satranç odası tatil günlerinde satranç meraklılarıyla dolup taşardı.Pulitzer ,bir tatil günü final karşılaşması yapan iki satanç oyuncusunun hamlelerini dikkatle izliyor , bir yandan da Almanca kendi kendine konuşuyordu.


Tesadüfen yanında duran Almanca olarak yayınlanan , Westliche Post, gazetesi sahibi onu dinliyordu. Pulitzer artık bir gazeteciydi..Dört yıl sonra bu dinlenmek bilmeyen sonsuz enerjisi olan gazeteci 25 yaşında neredeyse iflas etmekte olan gazetenin hisselerini aldı. Pulitzer artık yayıncı olmuştu. Daha sonra 1878 yılında St. Louis Post-Dispatch, gazetesini de satın aldı. Aynı yıl Kate Davis, ile evlendi.


Pulitzer kısa sürede güney bölgesinin en tanınmış simalarından biri olmuştu. sabahın erken saatlerinden gecenin geç saatlerine kadar gazetede çalışıyordu. En ilgisini çeken konu yolsuzluklardı.Resmi kurumların yaptığı yolsuzluklar , kanun dışı işlemler en büyük ilgi alanıydı. Kokuşmuş politikacıların peşine düşüp iz sürmesiyle ,her türlü yolsuzluğu belgeleriyle gazetesine taşımasıyla ayrı bir ün edinmişti. Yolsuzlukları ortaya çıkarmasını alkışlayanların yanında , güçlü düşmanlar da edinmeye başladı .Sansasyonel haber yapan bir çok gazeteyle mücadele içine girdi. Skandallar birbirini izledi . Zor günler geçirdi . Yalan haber yazmakla suçlandı.1890 yılında New York 'da yayınlanan The World 'ü satın aldı. 1896 - 1898 yılları arasında Pulitzer , William Randolph Hearst's Journal ile muazzam bir tiraj savaşına girdi.Karşılıklı suçlamalar ,asparagas habercilik suçlamaları , tehditler santajlar ve baskılara karşın Pulitzer geri adım atmadı .


1909 yılında , The World gazetesinde 40 milyon dolarlık bir rüşvet skandalı yayınlanmaya başladı.ABD hükümetinin Panama Kanalı Şirketi'ne ödediği paranın hukuki statüsü tartışılıyordu. Başkan Theodore Roosevelt ve Banker J.P. Morgan, ve daha başka senatör ve yerel politikacıların da adlarının karıştığı bu skandal tüm ülkeyi sallamaya başladı . Baskılara dayanamıyan hükümet mahkemelere baş vurdu ve gazetenin yayınlarının durdurulmasını istedi. Pulitzer hakkında da suç duyurusunda bulunuldu.





Mahkeme tüm ülkenin merakla izlediği celse sonunda suç teşkil edecek bir gerekçe görmediği nedeniyle davayı reddettiğini açıkladı . Bu karar ABD hukuk sistemi ve basın özgürlüğünün büyük zaferi olarak nitelendirildi.Amerikan özgür haberciliğini için bir dönüm noktası oldu.Hiç bir etki altında kalmadan özgür yayın ve dürüst gazetecilik ilkelerinin savunuculuğunu yapan Pulitzer ,1904 yılındaÜniversitede Gazetecilik Okulu kurulmasını önerdi.. Bu öneri orjinal dilinde okuması çok keyifli bir paragraftır . Her gazetecinin bu paragrafı çok dikkatli okuması ve özümsemesi meslek etiği açısından önemlidir .



"Our Republic and its press will rise or fall together. An able, disinterested, public-spirited press, with trained intelligence to know the right and courage to do it, can preserve that public virtue without which popular government is a sham and a mockery. A cynical, mercenary, demagogic press will produce in time a people as base as itself. The power to mould the future of the Republic will be in the hands of the journalists of future generations."







Pulitzer 'in maddi ve manevi desteğiyle 'Columbia School of Journalism' -Gazetecilik yüksek okulu kuruldu. 1911 yılında Pulitzer öldü. Ertesi yıl Pulitzer Ödülü vakfı kuruldu. İlk ödül 1917 yılında verildi. Pulitzer ,vasiyetnamesinde vakıf yönetimini çok dikkatle seçmişti. Gazete yayıncıları, Columbia Üniversitesi başkanı ve öğretmenleri,gazeteci olmayan saygıdeğer kişilerden oluşan 19 kişilik bir kurul.Bu kurul daha sonraki yıllarda değişti. Günümüzde tanınmış gazete yazarları ve yayıncılarından kurulu bir kurul görev yapmaktadır . Ayrıca dört Gazetecilik Akademisi öğretim üyesi teknik danışman olarak kurulda asil üye olarak yer almaktadır. Kurula Columbia Graduate School of Journalism dekanı başkanlık etmektedir .



2 0 0 7 ÖDÜLLERİ

Kamusal Alanda habercilik dalında :
The Wall Street Journal

Ülke çapında Habercilik dalında :
Charlie Savage of The Boston Globe

Uluslararası Habercilik Dalında :
The Wall Street Journal
Eleştiri dalında :
Jonathan Gold of LA Weekly

Başyazı Dalında :
Arthur Browne, Beverly Weintraub and Heidi Evans of the New York Daily News

Haber Fotoğrafları dalında :
Oded Balilty of the Associated Press

Roman Dalında :
The Road by Cormac McCarthy (Alfred A. Knopf)

Tiyatro Dalında :
Rabbit Hole by David Lindsay-Abaire

Tarih Dalında :
The Race Beat by Gene Roberts and Hank Klibanoff (Alfred A. Knopf)

Biyografi Dalında :
The Most Famous Man in America by Debby Applegate (Doubleday)

Şiir Dalında :
Native Guard by Natasha Trethewey (Houghton Mifflin)

Düzyazı Dalında :
The Looming Tower by Lawrence Wright (Alfred A. Knopf)

Müzik Dalında :
Sound Grammar by Ornette Coleman









“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...