28 Eyl 2007

"Cumhuriyetciler "

Entel ve dantel takımların hüzün veren maçı


İkinci cumhuriyetciler,birinci cumhuriyetciler, İslamcılar tartışması git gide yoğunlaşıyor.

Herkesin daha kolay anladığı bir dil olması itbariyle futbol terminolojisiyle gazeteciler arasında bir gruplaştırma , sınıflandırma denemesi yapılıyor.

Bu sınıflandırmanın nedense ideolojik tabanı üzerinde durulmuyor, isimler yan yana sıralanıyor.

Bu konuyla alakalı yazı yazan bazı köşe yazarları yazarlara sırt numarası bile vermişler.

Burada ismini vermek istemediğim bir kaç köşe yazarı kendisinin sırt numarasının on numara olduğunu anlatıyor.

Futbolda on numaralı oyuncunun oyun kurucu olduğunu ve ne yaptığını anlatıyor. Daha bu yılın başlarında gündemde farklı konular vardı:

Askeri darbe olacaktı. Darbe olmayacaktı. Ülke İslamcılığa sürüklenme tehlikesi içindeydi. İslamcılık tehlikesi yoktu. Ilımlı İslam iyiydi. Ilımlı islam ABD politikasıydı. Türkiye'nin demokratik sağlığı AB üyeliğine bağlıydı. Türkiye asıl AB'nin yardımı olmadan gelişecekti.

Kavram kargaşasının bu kadar egemen olduğu ve "entelektüel"in salt kavram olarak bile bir tür rant aracı haline getirildiği bir memlekette, aydın olmak ya da olmamak ne kadar önemli olabilir ki?

Şimdi moda olan duruş nedir?

Entel duruşu mu, yoksa dantel duruşu mu?

İktidara yakın olmak ya da olmamak mı?
Yoksa Modernite mi ? Post modernite mi ?

Bütün bu kavramlar çok akademik.

Anlaması güç.

Sadeleştirilmeleri gerekiyor.

Kimsenin bunlara kafa yoracak zamanı bulamaması çok geçerli bir maazeret.

Peki bunlara kafa yormayıp neye kafa yorulmalı? Futbola kafa yormak daha mı önemli ?

Irak , İran,Suriye ya da ülkedeki yolsuzluklar, kişisel özgürlüklere saldırılar hiç önemli değil mi? Hayır bunların önemi yok.

İşte bu yazıları entel ve danteller maçını yazanları okurken hüzünlenmemek elde değil.

Aydınlanma felsefesinin zor geldiği ve istenmediği, demokratik felsefenin oluşmadığı bir ortamda 'cemiyet, tarikat ve biat' kavramlarının tercih edilmesinin ardında komplo teorileri aramaya gerek yok.

Modernite ve aydınlanmanın disiplinini uygulamaya üşenen entel ve danteller topluluğunun futbol maçının sonucu da belli.

Rüzgar nereden güçlü esiyorsa o taraf kazanacaktır.

Adını kaçıncı cumhuriyet koyarsanız koyun.

Yazan : Ali sarp

21 Eyl 2007

Spinoza , Ethica ya da Hayatın Geometrisi

Ulus Baker ( 1960- Temmuz 2007)

Felsefenin büyük kitaplarının harikulade bir özelliği, hem "sokaktaki insan"ın okuyup anlayabileceği, hem de yalnızca işin "jargonundan" haberdar olan uzmanların, yani felsefecilerin başedebileceği iki ayrı düzlemde yazılmış olmalarıdır.
Yayın dünyamıza üçüncü kez sessizce giren Spinoza'nın Ethica'sı işte bu tür kitaplar arasında belki de tarihsel önemi en yüksek olanlardandır.
Sokaktaki insanın anlayabilmesi bütün teknik okuma zorluklarına karşı, yalnızca mümkün değil, zorunludur, çünkü orada yalnızca ve yalnızca -herkesin doğal olarak "fikir sahibi" olduğu- "günlük hayattan", "yaşam pratiğinden", "tutkulardan", "imgelemden" ve "bireysel ya da kollektif" yaşamdan bahsediliyor.
Buna karşın, ilk bakışta sokaktaki okuyucuyu belki de dehşete düşürebilecek sunuluş biçimi (Öklid geometrisi gibi, tanımlar, belitler, önermeler halinde düzenlenmiş "geometrik" bir sunum), sürekli olarak Tanrı'dan, Tözden, Sıfatlardan bahsedilmesi okurun cesaretini kırabilir. Oysa Spinoza'nın resmettiği "hayatın geometrisi"ydi -fikirlerin ve duygulanışların gündelik yaşamımızda olduğu kadar bütün varoluş hallerimizde (en mistik alanlara varıncaya dek) birbirlerini kovalayıp durdukları, birbirlerini etkiledikleri ve belirledikleri. Böyle bir yaşam portresi modern dünyamıza o kadar uygundur ki, Spinoza'yı günümüzün, hatta geleceğimizin filozofu olarak kabul etmek zorunda kalırız. Ve fikirlerin bir örgütlenmesi olarak felsefe geometrik bir yönteme bu yüzden ihtiyaç duyar -fikirlerden yeni fikirlerin türeyişi... Böylece eğer "geometrik sunuş"ta bir aykırılık görünüyorsa çözüm de hazırdır- Spinoza, yöntemini ne kadar matematikleştirirse o kadar yetkin bir şekilde günlük bireysel yaşamın içine dalmaktadır...

Spinoza, eserinin ilk anlarından itibaren Tanrı'dan, Töz'den, Özler dünyasından filan bahsedip durur: İlginçtir, ne kadar Tanrıdan bahsederse çağdaşları ve ardılları tarafından o kadar "tanrıtanımazlıkla" suçlanmaktadır; ruhtan, tinden ne kadar bahsederse, o kadar "maddecilikle" suçlanmaktadır... Spinoza'yı ilk "modern" filozof olarak algılamak yanlış olabilir, buna karşın onu ilk "laik filozof" olarak tanımlayabiliriz: Bahsettiği Tanrı ne uhrevi dinlerin Tanrısıdır ne de sanıldığı gibi, Descartes gibilerine daha uygun düşen "felsefi Tanrı". Tek bir cümleyle ifade edersek, Spinoza Tanrısı, ezeli-ebedi ve bitimsiz bir üretim kudretidir; her şeyin kendisinden çıkabildiği bir varoluşun sonsuz akışıdır. Spinoza böyle bir Tanrıya mutlak bir ihtiyaç duyar; çünkü dar, sonlu ve belirsiz bir "öznellikle" başlayan bir felsefe (Bacon ile Descartes'ı, bir de Platon, Aristo gibi eskileri kastettiği anlaşılabilir) bize olsa olsa dar ve belirsiz "kavramlar" kazandıracaktır -Tıpkı Rönesans ressamlarının yepyeni biçimleri (çoğul perspektifler), yepyeni renk ve temaları serbest kılmak üzere, insan kalabalıklarının kısıtlı dünyasının "üstünde" yer alan ilahi dünyayı işlemeye girişmelerinde olduğu gibi, Spinoza'nın felsefesinde biçim bulan Tanrı da, kavramların büyük bir güçle fışkıracağı bir kaynak haline gelecektir -bir kavramlar jeneratörü... Dolayısıyla uhrevi dinlerin "kudreti krallarınkine benzetilen" Tanrısı'ndan çok uzaktır -nefret eden, intikamcı, ya da bağışlayıcı, sanki insan tutkularıyla bezenmiş... Bizzat kendisi doğa olduğu için doğal bir zorunlulukla eyler... Ve bu Tanrı, Spinoza bu konuda son derecede açıktır, pekala bilinebilir ve tıpkı bir üçgenin iç açılar toplamının dikaçılı bir üçgene eşit olduğu gibi kesin bir zorunlulukla ispat edilebilir: Tanrı bir "inanç" ilkesine değil, "bilinebilirlik" ilkesine bağlıdır -kısacası o inanılacak bir mercii değil, bilinecek bir varoluştur. Spinoza, yalnız ve yalnız bu açıdan "tanrıtanımaz"dır.

İkinci paradoks da kolayca çözülebilir: Spinoza sürekli olarak ruhtan, bilgiden, zihinden, idealardan bahsedip durmasına karşın maddecilikle suçlanır -çünkü basitçe her türlü düşünmenin ve tinsel olgunun aynı zamanda "bedensel" olduğunu derinden kavramıştır. Bedeni, filozoflara "ne düşündüklerini ve nasıl düşündüklerini" anlamak için bir "model" olarak önermektedir: Spinoza'nın bu çağrısı aslında hem Hıristiyan tipi ahlaka, hem de filozoflara (özellikle Descartes'a) karşı yöneltilmiş inanılmaz güçte bir protesto kılığındadır -insanlar bedenin ruha boyun eğeceği, onun iradesine tabi olacağı yüzlerce değişik ahlak sistemleri geliştirdiler; oysa bir uyurgezerin uyandığı zaman uykusunda ne yaptığını bilemeyişi gibi, bedenlerinin nelere kadir olduğunu bile bilmiyorlar... Ethica'yı çok yönlü bir kitap kılan da işte budur: Yalnızca bir ahlak kitabı değil, bir davranışlar bilimi, bir doğa felsefesi, bir siyaset ve bir varlıkbilim kitabı.

Beden nasıl bir model olabilir? Spinoza'nın bu modeli sunuşundaki mantık silsilesi o kadar sağlamdır ki, onu takip etmekten başka yapacak bir şey kalmıyor geriye: Bizde bir tarafta dış şeyleri temsil eden, dolayısıyla "nesnel gerçekliğe sahip" fikirler, öte tarafta da bu fikirlerin "belirlediği" "ruhsal haller", yani "duygular" (affectus) var. Günlük yaşam önce fikirlerin bir akışı, bir kovalamacası, bir çağrışımlar silsilesidir -tıpkı şiir okurken imgelerin birbiri ardına ruhumuzu sarması gibi... İkinci olarak nasıl bir fikirler silsilesi varsa, hayatımız "duyguların" birbirini takip edişiyle, birbirlerini yerlerinden söküp atmasıyla, birbirlerini kovalamalarıyla geçer. Bu durum, hem "sokakta" hem "tarihte" hem de Spinoza'nın Ethica'sının "geometrisinde" eş ölçüde geçerlidir. Ama "duyguları" belirleyecek olan fikirler gökten zembille inmezler -onlarla sokakta karşılaşırız, onlarla kitaplarda karşılaşırız, filmlerde, otobüs duraklarında beklerken, reklam tabelalarını seyrederken karşılaşırız- bu karşılaşmaların "bedensel" karşılaşmalar olmadığını söylemek budalalık değilse nedir?
Ancak insanoğlunun "bilinçli" olmasından gelen bir talihsizliği vardır -bilinçli bir varlık olduğunuz için övünmeye erken başlamayın!- fikirler bizde sıra sıra dizilir, birbirlerini takip ederlerken, onların yalnızca "nesnel gerçekliğe" sahip olmakla kalmadıklarını, Spinoza'nın deyişiyle, "fikirlerin de fikirleri" her zaman oluşturulabileceği için, "içsel bir gerçekliğe" de sahip olduklarını unutmamak gerekir. Nedir bu "içsel gerçeklik"? Bu demektir ki, her fikir aynı zamanda bir "şeydir" ve her şey gibi, şu ya da bu oranda "gerçekliğe", yani "kudrete" sahiptir. Spinoza'nın en özgün düşüncelerinden biriyle karşı karşıyayız: Sözgelimi Tanrı fikri, bizzat kendi başına, zihnimizde sonlu bir şeyin fikrinden, bir "örümcek" fikrinden sonsuzca daha fazla "yer kaplar". Yani ondan sonsuzca daha güçlüdür. Ondan sonsuzca daha yüksek bir gerçekliği vardır.

Bu zor dönemeci almalıyız; çünkü Spinoza'nın anahtarı buradadır: Fikirlerin "farklı gerçeklik derecelerine" sahip olmaları, belirledikleri "duyguların" da (affectus) farklı derecelere tekabül etmesine yol açar. Caddedeki kalabalık içinde, epey önce bozuştuğunuz eski sevgilinizin dalgalı saçları bir anda yine yakaladı sizi -eski sevgilinizin fikri, çağrıştırdığı, hafızanıza ait bir dizi fikirle birlikte, sizde bir ruh hali belirlemeden edemez: Bir "duygu" -nefret, içerleme, gocunma... hüzün... Ya da hayır, bunlar "duygu" filan değil, "tutku halleridir"- sevgi, nefret, haset, içerleme, hepsi bedeninizin başına gelen, ürperten ya da gıdıklayan heyecanlardır. Spinoza diyecektir ki, unutmayalım, "bedensel karşılaşmalar", dolayısıyla fikirler hep birbirlerini takip ettiklerine göre, belirledikleri duygular da birbirlerini takip edeceklerdir: Duygular her zaman, bir değişmeler dizisi içinde yaşanırlar. Eski sevgilinizden artık uzaklaştınız, sevdiğiniz bir dost, ona tekabül eden bir heyecan -neşe, sevinç... Hayat böyledir, başka türlü değil: Duygular anlık haller değildirler -Spinoza'nın deyişiyle "varolma kudretimizdeki" artış ya da azalışlardır duygular. Ve biz, kendimizi sokakların tesadüfi keyfine attığımızda, Simmel'in "metropoliten" insanı gibi, sürekli bir "değişiklikler zinciri" içinde yaşamaya mahküm görünüyoruz: Neşe-hüzün-keder-sevinç-hoşlanma-gıdıklanma... Sevinç ile Kederi Spinoza bütün öteki duyguları türeteceği iki temel kutup olarak çekip alır böylece -insanoğlu, yaşamın her düzleminde, birey ya da grup halinde bu iki duygu arasında savrulup durur bir haldedir: Dinlerin Tanrısı öksüz bırakmıştır onu.

Yine de böyle umut kırıcı bir mahkumiyetten çıkış olanağı vardır: Hiç değilse sahip olduğumuz "fikirlerin" duygularımızın akışını, dolayısıyla varoluş kudretimizdeki yükseliş ve alçalışları belirleyebileceğinin farkındayız. Spinoza'nın aslında hiçbir "ahlak"a, hiçbir "törebilim"e sahip olmadığının kanıtı da burada: Her şey "bedenimize ve düşüncemize" uygun gelen "karşılaşmalar" örgütleyebilme işidir. Çünkü aslında "duygulanışlarından başka hiç bir şeyle" tanıyamadığımız bedenimiz, karmaşık yapısı nedeniyle birden fazla yoldan "etkilenebilme", yani "duygulanabilme" kapasitesine sahiptir. İşte Spinoza'nın ahlakı: Tek boyutlu insandan dışarıya çıkış -Simmel'in modern kentlisinin hep maruz kaldığı "yalnızca tek bir türden uyaranlar bombardımanı"nı geriye itmek, inzivaya çekilmek ya da lanetlemek filan değil, uyaranlardan mümkün olduğunca fazla yollardan ve tarzlardan etkilenmeyi başarmak. Etik, iyi karşılaşmalar örgütlemektir.

Mümkün olduğu kadar fazla yollardan sevinç türetmek formülü böylece yerine oturmaktadır. Peki bunun yolu nedir? Spinoza, açıkçası başlangıçta umutsuz gibidir. Biz, sonlu varlıklar olarak, doğru zamanda doğru yerlerde kolay kolay olamayız: Karşılaşmalarımız ya edilginlik hallerimizdir (tutkular=passio) ya da tümüyle tesadüflere kalmış budalalıklarımız. Üstelik siyasal rejimlerimiz de, şöyle bir tarihe göz attığımızda, iyi ve mutlu karşılaşmalara olanak sağlama konusunda pek cömert değillerdir. Tam aksine, tiranlıklar ve dinsel-teokratik rejimler, bendelerinde mümkün olduğunca "kederli" duygular uyandırmak zorundadırlar. Tractatus Theologicus Politicus kitabının ana programı bu hali aydınlatmaktır: Rahip ile despot, elbirliği içinde, kederli duygular ekip dururlar -"korku", "nefret", ama aynı zamanda "umut", "güven", "imrenme"... Hiçbir siyasal iktidar yalnızca şiddet, baskı ve korku üzerinde varlığını sürdüremeyeceği için, "umut" ve "güven" duygularına da başvurmak zorundadır. İşte bu yüzden, Spinoza, bütün filozofların aksine ilk "demokrat" filozof olmuştur.

Spinoza, böyle bir düşünce çizgisi üzerinde, "bilgiyi" tam bir "olumlu duygu"ya dönüştürmeye çabalamaktadır -fikirlerimiz, duygusal hallerimizi onayladıkları gibi, onları üretebilme yeteneğine de sahip oldukları ölçüde, "edilginlik" hallerimiz olan bazı tutkular belli bir oranda güçlenmemiz ve sevinçli tutkulara geçebilmemiz için bir araç olabilirler. Öncelikle, bizde üç tür fikir bulunduğunu anımsamak gerekir -birincisi "etkilenme fikirleridir", ikincileri "mefhumlardır", üçüncüler ise "özlerin fikirleridir". Birinciler bizde hep vardır, ikincilere kısmen ve bazı hallerde sahip oluruz, üçüncüler ise, doğru dürüst "felsefe yapmadıkça" çok zordurlar. Kurtuluş, yükselme, ya da "çıkış" hep mahkum göründüğümüz "birinci tür" fikirlerden ikincilere ve üçüncülere doğru hareketimizdir: Ama olağan insanlık halindeki "yükselip alçalmalarla" ve savrulmalarla belirlenmiş fikirler ve duygular sıralanışı insanı hep "etkilenme fikirleri"nin dünyasına kapatmaktadır -Spinoza'nın "affectio"su... Bu, kısaca söylemek gerekirse, "bedenin belli bir şeyden etkilenmesi" demektir: Güneş ışınları bedenimde gezinirler... Ve izlerini bırakırlar. Bu noktada önemli olan, bu türden fikirlere sahip olduğum ölçekte ve sürece, onları bedenimde "izler" halinde barındırmayı sürdürmem ve bu "etkilenmelerin" nedenlerinden asla haberdar olmamamdır. Bedenim, duyularım etkilenmiştir ama neyin tarafından, hangi yollardan etkilendiklerinin fikri elimde değildir -güneş kili katılaştırır, mumu ise eritir... Bunlar bile "etkilenme fikirleri" olmakla kalırlar. Bu, gündelik hayata aktarıldığında yalnızca şu anlama gelir: "etkilenme fikirlerinin" etkisi altında kalmakla sınırlandığım ölçüde "karşılaşmaların tesadüfüne bırakılmış" halde yaşarım. Bedenim çeşitli şeyler tarafından çeşitli yollardan etkilenip durur; ama ne yazık ki hiçbir şey elimde değildir -ve yine ne yazık ki, insanların büyük bir bölümü, böyle yaşamayı sürdürür.

Sihirli yükseliş "beden nedir peki?" sorusunun sorulduğu andan itibaren başlayacaktır. Spinoza beden sorusunu hep "güç" ve "kudret" terimleri içinde düşünmeye eğilimlidir -bir beden neler yapmaya muktedirdir? Bir bedeni anlamak demek, onun başka bedenlerle içine gireceği temasları ve karşılaşmaları kavrayabilmek demektir- beden kudreti sorusu, bizi böylece Spinoza'nın temel programının en önemli çizgisine taşıyacaktır: Güce dair hukuksal biçimin derin eleştirisi. Blyenbergh adlı, sıkı Hıristiyan ve gençten bir mektup arkadaşı bir ara Spinoza'yı şu sorularıyla bunaltmaya girişir: Bayım sizin felsefenizde "kötülüğün" yeri nerede? Tanrının buyruğunca yasaklanan, "günah" olan, ve Adem'in "düşüşüne" (cennetten kovuluşuna) götüren "kötülük" hani? Spinoza önce işi saflığa vurur: Kötülük yalnızca bir bedenin karakteristik birleşimini, organizmasının düzenini dağıtan veya zarar veren bir karşılaşmadan ibarettir. Tanrının gözünden bakıldığında da böyle bir şey asla kötü filan değildir. Spinoza "skandalı" başlamıştır. Blyenbergh ısrar eder: Bayım, siz şeytanın ta kendisisiniz! Tanrının ahlaki yasağı ve cezası sizin felsefe sisteminizin neresinde duruyor? Spinoza bu soruyu, biraz sabırla ve neşeli bir "Ademin düşüşü" öyküsüyle yanıtlar -tabii kendi yöntemince: Sürekli olarak Adem'e elmayı yemesini yasaklayan Tanrı örneğini önüme sürüp duruyorsun. Üstelik bunu bir ahlak yasası olarak kabul ediyorsun. Ama bu iş hiç de bildiğin gibi olmadı. Tanrı Adem'e yalnızca elmayı yerse zehirleneceğini, başka bir deyişle elmayla karşılaşmanın Adem'in bedeninin karakteristik bileşimini bozacağını anlattı. Elma senin için zehirdir. Ama Adem, Hıristiyanların inandığının aksine "ilk insan" olduğu ölçüde hiç de anlayışlı ve yetkin biri değildir -eğer elmayı yediyse bu Tanrının buyruğuna boyun eğmediği ve günah işlediği anlamına gelmez. Olsa olsa elmanın kendi bedeninin içsel düzenini bozacağı konusunda hiç bir gerçek bilgiye sahip olmadığı, kısacası ne kendi bedenini ne de elmayı, ayrıca kendi bedeniyle elmanın karşılaşmasıyla neler olacağını hiç mi hiç bilmediği anlamına gelir.

Böylece her şey, bedenin gücünün nelere muktedir olduğunun bilgisine nasıl sahip olunabileceği tartışmasına bağlanacaktır. Bir beden, sonsuz bir derecelenme üzerinde belli bir kudret derecesinden başka bir şey değildir. Ve kudreti "hukuksal olarak", yani Tanrı'nın "yasaklama" iktidarı terimleriyle ele almaya kalkışmak tam bir felaket olmuştur: Spinoza'nın kitabının birinci bölümü bu felaketi anlatır -insanlar, Tanrının ve kendilerinin bilgisine asla sahip olmadıkları ölçüde onun kudretini (sonsuz bir yapıp etme kudretidir bu) kralların kudretiyle karıştırırlar- Tanrıya beşeri özellikleri malederek onun sonsuz "sıfatlarını" birer "karaktere", "kişisel özelliklere" tercüme ederler. Spinoza'nın birinci kitabının stratejisi, dinler tarihine yönelik en etkili saldırıyı hazırlar -Tanrının "bir" olması, "bağışlayıcılığı", "yargılayıcılığı", vesaire, bütün bunlar "sıfat" filan değil, Tanrı açısından hiçbir karşılığı olmayan beşeri atıflardır (propria).

Blyenbergh ise hâlâ ısrarcıdır -peki annemi öldürmem ahlaki bakımdan toptan anlamsız mıdır? Kötülük nerede? İki eleştirisi vardır Spinoza'ya: Tasvir ettiğiniz doğa sürekli bir birleşme ve bozulma halinden oluşan bir kaosa benzemiyor mu? Düzen nerede? Spinoza nazikçe cevaplar: Doğanın tümü açısından bakıldığında her şey bileşmedir ve bozulma, dağılma diye bir şey yoktur -yalnız bizim anlayış gücümüz açısından bakıldığında "bozulmadan", "dağılmadan" bahsedebilirsiniz. Bu açıklama Blyenbergh'e bir soru şansı daha verecektir: Anlaşıldığı kadarıyla bütün ahlaki meseleyi belli bir kudret derecesi olan "ben"in ilişkilerine uyan, hoşuna giden ile gitmeyen arasındaki farklılık üzerine kuruyorsunuz -yani bir "öznellik"... Ve bu öznellik açısından kusur ile erdemi ayırdeden şeyin ne olduğu felsefenizde tümüyle eksik- kusur ile erdem, sisteminizde yalnızca bir hoşlanma meselesi halinde...

Spinoza'nın Blyenbergh'e verdiği cevap, işte, bütün felsefesinin özünü dışavurmaktadır: Tamam, der, Neron'un annesini öldürmesi bir erdemsizliktir. Ama insanlar aynı şeyi, annesini "bedeninin aynı hareketiyle" yani bir hançeri tutup bir bedene daldırma hareketiyle öldüren Orestes için neden söylemiyorlar? Doğa ve Tanrı açısından bakıldığında, Neron'un annesini öldürüşündeki "olumlu unsur" (şimdilik bekleyin!) bunun bir suç olmadığını gösterir. Spinoza bu garip metinde ne demek istemektedir? Orestes de "aynı niyetle" annesini öldürmüştü. Neron'un cinayetini bir "suç" haline getiren tek özellik, bunu yaparken dışarıya "hayırsız, boyuneğmez ve hırçın" bir evlat olarak "görünmesidir". Spinoza bu kadar "hırçın" ve "zalim" olabilir mi? Meselenin aslı, Spinoza'nın "imgeler kuramı"nda yatmaktadır. Buna göre, Neron'un cinayetindeki "olumlu unsur", onun bedeninin "gücü dahilindedir" ve tümüyle "meşrudur". Doğanın bahşettiği en yüksek hakla yapılmıştır. Olumsuz tek unsur (erdemsizlik işte budur), onun, bu eylemi gerçekleştirirken ürettiği bir imgenin varoluşu ve bu imgenin "annesinin ölümünün imgesi", yani "iç düzeni dağıtılan ve bozulan" bir bedenin imgesi oluşudur. Bu eylemiyle Neron, "kendi açısından" kötü bir imge tarafından etkilenmiştir -"karakteristik ilişkileri çözülen annesinin bedeni." Başka bir deyişle, kendisinin "yapıp etme güçleri" azalmış- kederli bir duyguyla (nefret, öç vesaire) etkilenmiştir. Babasının katili anası Klytemnaistra'yı aynı beden hareketiyle öldüren Orestes'in durumu ise tümüyle farklıdır. Toplumsal ahlak bu işi meşru bir "öç" olarak kabul etse de, Etik açısından bakıldığında olayın bütün görünüşü değişecektir -Orestes, annesini öldürürken, kendi karakteristik ilişkilerini annesinin ölümünün imgesiyle değil, babasının yaşamının imgesiyle birleştirmektedir. Alınan bir öç yoktur- babasıyla güçlerinin bir birleştirilmesi vardır.

Bununla, Spinoza'nın Ethica'sının ana formülüne erişiyoruz: Tutkularla gerçekleştirilebilen her şey akılla da gerçekleştirilebilir. Elbette kurulu siyasal rejimler, din ve ahlak sistemleri aklın herkes tarafından serbestçe kullanılmasına kolay kolay rıza göstermezler. Ethica'nın "siyasal" yönü böylece mutlak bir "eleştiri" hareketi olarak belirecektir -hukuksal biçimlerin eleştirisi, despotizmin eleştirisi, ama en önemlisi "ideolojinin eleştirisi".

19 Eyl 2007

Akıl ve Zekâ

Akıl aslında bir kabiliyettir, zeka da öyle...

İkisi arasındaki en önemli fark, bir başkasından akıl alabilirsiniz ama zekayı asla. O, her insanın kendisine mahsustur. Bir hastalık söz konusu olmadığı sürece şüphesiz herkesin aklı vardır. Akıllı olmak, kendi davranışlarını bilmek, kontrol edebilmek, doğru ve yanlışlarını değerlendirebilmek yeteneğidir.

Akıl, insanı hayvandan ayırt eden en önemli faktördür. Hayvanlar yalan söyleyemez ama insanlar sık sık bu yola başvurur. İşte insandaki yalanla gerçeği, doğru ile yanlışı ayırabilme, bir konuda fikir yürütebilme, görüş belirtebilme yeteneği akıldır.

‘Ah şimdiki aklım olsaydı` lafını çok işitmişizdir. Demek ki, akıl insan olgunlaştıkça da değişiyor ve insanın kendisi de bunun farkına varıyor. Bir insan değişik fikirlerle diğerinin aklını karıştırabilir. Hayret verici, şaşırtıcı şeyler insanın aklını durdurabilir.

Bir şeyin içeriğini anlamamak `akıl erdirememek` olarak nitelendirilirken başkalarının çözemediği bir sorunu çözen kişiye `bir tek o akıl etti` denilir. Birine bir yol göstermek ona `akıl vermek `tir. Bir şeyi hatırlamak, unutmamak ` akılda tutmak `tır. `Akılsız` tanımı ise doğru ve isabetli düşünemeyen anlamında kullanılır.

Zeka ise bir olayı önce anlama, ilişkileri kavrama, yargılama ve açıklayarak çözme yeteneğidir. Genel olarak zekanın 12 yaşına kadar hızla geliştiği sonra gelişme hızının yavaşlayarak 20 yaşına kadar sürdüğü, orta yaşlarda ise zeka seviyesinin sabit kaldığı kabul edilir.

Zeka hayvanlarda da vardır. Hayvanlarda zeka bir nevi içgüdüsel olaydır. Şüphesiz hayvan zekası insana göre gelişmemiştir ama her iki zeka türü de sinir sistemi ile ilgilidir. İnsanı ayıran, evriminde oluşmuş konuşabilirlik özelliği, dik durabilmesi, el yapısı nedeniyle aletleri kullanabilmesi ve gelişmiş beyin ve sinir sistemidir.

Zeka, bir insanın her türlü olay karşısında aynı yeteneği gösterebileceği anlamına gelmez. Bir müzik bestecisi kendi duygusal yapısının içersinde en karışık eserleri aklıyla değil zekası sayesinde oluşturur. Biz bu kişilere `müzik dehası` diyoruz. Ancak bu müzik dehaları en basit bir matematik problemini bile çözemeyebilirler.

Sonuç olarak zeka, ruhsal olaylara, algı ve hafıza yeteneğine, tutkulara, eğilimlere, iradeye ve bilgi edinme isteğine göre farklılıklar gösterebiliyor. Akıl somut olarak ölçülemez ama zeka pek sağlıklı olmasa da IQ denilen bir testle ölçülmeye çalışılıyor.

Zeka herkeste vardır, belirli bir düzeyde tabii ki, bazen az bazen fazla. Ancak herkeste var. "Zeki" dediğimiz insanlar bu zeka mefhumuna fazlasıyla sahip olduğunu gösterenler."Akıllı" dediğimiz insanlar ise sahip oldukları zekayı en iyi kullanabilenler.

Yazan : Tamer Ayan

“ETİK” OLMAK YA DA "ETİK" OLMAMAK




Etik, felsefenin en eski ve en temel disiplinlerinden birisidir.

Etik soru ve sorunlar, felsefenin başangıcından bu yana filozofları en çok meşgul eden soru ve sorunlar arasında yer almıştır ve günümüzde hala bu sorular ontolojik önem açısından yerlerini korumaktadır.

Filozofların etiğe olan ilgisinin derecesinde zaman zaman değişiklikler olsa da etik sorunlar hep felsefe sorunları içinde önemli bir yer tutmuştur.

Değişen tarihsel ve toplumsal koşullarla birlikte, yeni kimi etik sorunların ortaya çıkmasının sonucu olarak, kimi yeni etik sorular da ortaya atılmış, fakat insanın yapısında temelini bulan ana sorular Antikçağ’dan günümüze sorulagelmiş; bu sorulara filozoflarca çeşitli yanıtlar verilmiştir.

Her ne kadar, etik ahlak felsefesi olarak felsefe literatüründe yer almış olsa da, bu iki sözcük arasındaki (etik ve ahlak) kimi karışıklıkları önlemek açısından bu iki sözcüğü birbirinden ayırmak yerinde bir çabadır çünkü ahlak sözcüğü günümüzde farklı bağlamlarda ve farklı değer yargı sistemlerini nitelemek için de kullanılmaktadır.

Harald Delius, etik-ahlak kavramları arasındaki ayrım hakkında şunları söylemektedir:

Moral (ahlak) ve etik sözcükleri arasında günlük dildeki çok anlamlılık, geçişlilik ve kaypaklığa rağmen, iki sözcüğü birbirinden ayırmak konusunda ufak da olsa bir ölçütümüz vardır. Ahlak’ın olgusal ve tarihsel olarak yaşanan bir şey olmasına karşılık, etik bu olguya yönelen felsefe disiplininin adıdır. Bu nedenle, günlük dilde alışkanlıkla bir ahlaksal problemden söz edildiğinde, aslında bunu etik’e ait bir problem, bir etik problemi olarak anlamak gerekir”
(Delius 1997, s. 336).

Nicolai Hartmann da bu iki sözcük arasındaki ayrımı ortaya koymaya çalışırken, morallerin çokluğuna karşılık etiğin tekliğinden söz eder. Bununla kastettiği bir felsefe disiplini olarak etiğin tekliğidir ve bu disiplinin görevi, herhangi türde bir moral (ahlak) geliştirmek ve bu ahlaka uyulmasını öğütlemek değil; tersine ahlaksal bağıntıları tartışmak ve onların niteliği üzerine görüş belirtmektir (Delius 1997, s. 336).

Örneğin “ahlak bozuldu” diyenlerin, “ahlaka aykırı yayınlardan”, “milli ahlak”tan, söz edenlerin, bu bağlamlarda kullandıkları “ahlak” ile kastettikleri hep “insanlararası ilişkilerde kişilerin uymaları beklenen –talep edilen– davranışlardır. Yapılması-yapılmaması gereken, izin verilen-verilmeyen; teşvik edilen-yasaklanan davranışlardır; başka bir deyişle belirli bir grupta ya da genel olarak iyi sayılan-kötü sayılan davranışlardır (Tepe 1998, s. 12). Bu ‘sayılan’ davranışlar çeşitli değer yargıları sistemlerini bize yansıtırlar. Bu genel değer yargıları ise, kişilerin belirli koşullarda başka insanlarla ilişkilerinde yaptıklarının; her biri tek-eşsiz ve karmaşık bir bütün olan eylemlerimizin değeri konusunda yargıda bulunmak için kullanılmaktadır (Kuçuradi 1994, ss. 20-21). Ahlaktan, genellikle yapıldığı gibi, davranışlara ilişkin belirli bir yerde ve zamanda geçerli olan değer yargıları sistemleri anlaşıldığında, farklı gruplarda farklı değer yargılarının ya da aynı grupta farklı zamanlarda farklı değer yargılarının olması; böylece aynı eylemin, farklı ahlaklar tarafından farklı biçimlerde değerlendirilmesi, birisinin iyi dediği bir eyleme ya da duruma bir diğerinin kötü demesi çok doğaldır (Tepe 1998, s. 13). Bunun sonucu olarak da ahlakın, - ama bu arada etik bu anlamda ahlakla eş anlamı görüldüğünde – etiğin de göreli olduğundan söz edilebilir. Ahlakın bu anlamı, etikten kesinlikle ayrılması gereken bu anlamı, birincil olandır.Ahlak sözcüğü zaman zaman ikinci bir anlamda ‘ahlaklılık’ anlamında da kullanılmaktadır. Bu anlamda ahlak ya da ahlaklılık, “insanlara, insan olarak eşit muamele yapmak gerekir”, “sözünde durmak gerekir”, “ırk, dil, din ayrımı yapmamak gerekir”, “işkence yapmamak gerekir” gibi doğrudan ya da dolaylı olarak “insanın değeri”nden”, “insanın değerinin bilgisi”nden çıkarılan ilkelerin dile getirdiği şeydir. Bu ilkelerin bize söylediği aslında şudur: bir insan başka insanlarla ilişkilerinde o ilkenin talep ettiği şekilde davranırsa, insanın yapısal olanaklarının gerçekleşebilmesini engellememe olasılığı artar (Tepe 1998, s. 13).

Başka bir deyişle, insan, ilgili ilkenin dile getirdiği gibi ve ilkenin ölçülerine uygun bir şekilde davranmalıdır. Eğer davranırsa, insan olma değerine zarar verme olasılığı çok azalır (Kuçuradi 1994, ss. 29-30). Önemli olan insan tarafından eylem sırasında doğru değerlendirmenin yapılıp yapılmadığı değil, ilkeye uygun davranılıp davranılmadığıdır.

Sonuç olarak, tarihsel ve kültürel bir varlık olan insan, sağlam bir şekilde bütünlüklü moralitelerin yalnızca tek birinin değil, fakat bir çoğunun bıraktığı mirasla yaşamaktadır. “Yaşam, tek bütüncül bir ahlakın içine sığmayacak, sığdırılamayacak kadar geniştir. Tarih de tek bir ahlakla açıklanamayacak kadar zengindir. Aristotelesçilik, ilkel Hristiyan saflığı, aristokratik tüketim, demokrasi ve sosyalizm gelenekleri, tüm bunlar bizim moral vokabullerimiz üzerinde izlerini bırakmışlardır. Bu moralitelerin her biri içerisinde, önerilen amaç veya amaçlar, bir kurallar kümesi, bir erdemler listesi vardır. Fakat söz konusu amaçlar, değerlerin değerlendirilmesi ve erdemler farklı farklıdır” (MacIntyre 1998, s. 15). Alasdair MacIntyre’ın Ethik’in Kısa Tarihi “Homerik Çağdan Yirminci Yüzyıla” isimli kitabında yazmış olduğu bu cümleler de morallerin çokluğunu ve kuralların farklılığını vurgulamaktadır. Etik’in yapması gereken bu zengin mirasın içindeki ahlaksal bağıntıların, ilişki türlerinin niteliğini tartışmak, bunları açıklamak ve değerlendirmektir.
“ETİK”KAVRAMSAL BİR DEĞERLENDİRMEKurtul GÜLENÇ Maltepe Üniversitesi, Felsefe Bölümü, Öğr. Gör
KAYNAKÇADelius, Harald (1997) “Pratik Felsefe Disiplinleri-Etik”, Günümüzde Felsefe Disiplinleri, çev. Doğan Özlem, İstanbul: İnkılâp Yayınları.Kuçuradi, İoanna (1994), Uludağ Konuşmaları, Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları.Kuçuradi, İoanna (1998), İnsan ve Değerleri, Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları.MacIntyre, A. (1998), A Short History of Ethics: A History of Moral Philosophy From the Homeric Age to the Twentieth Century, London: Routledge.Tepe, Harun (1998) “Bir Felsefe Dalı Olarak Etik: “Etik” Kavramı, Tarihçesi ve Günümüzde Etik”, Doğu Batı, sayı: 4, s. 11-27.

13 Eyl 2007

Eylül

Eylül, Gregoryen Takvimi'ne göre yılın 9. ayı olup 30 gün çeker.

Arapça eylûl, Süryanice "üzüm" anlamındaki aylûl'den (üzüm ayı) gelmektedir.

Hristiyan Türkler bu aya "İstavroz ayı", "Haç ayı" ya da Karadeniz'de değiştirilerek "İstavrit ayı" derler.

Akadlıların altınca ayı olduğunu ve sevinçten haykırmak anlamına geldiğini savunan araştırmacılar da vardır .

Eylül adının İngilizce karşılığı olan "September", Latince 7 anlamına gelen "septem" den gelir. Eylül, M.Ö. 153 e kadar, eski Roma takviminde 7. ay idi.


Eylül denince bazılarımızın aklına Mehmet Rauf 'un ünlü romanı da gelebilir .

Bu Romanın özetini yapan bir eleştirmen şöyle söylüyor :

Bu romanında kişisel duyguları ile insanlık düşünceleri arasında çırpınan ve bunun savaşını veren bir erkek ve bir kadının dramını dile getirmektedir.

Bahsedilen romanın kahramanları Suat, Necip ve Suat'ın kocası Süreyya Beydir.

Süreyya Bey ve Suat Hanım birkaç yıldır evli çifttir. Süreyya Bey memurdur.
Fazla zengin olmadığı için babasının yardımıyla geçinmektedirler.

Yazları genç çift; babasının çiftlik evinde yaşarlar. Babasından defalarca başka bir ev almalarını, kendilerini yalnız bırakmalarını istese de babası, oğlu Süreyya Beyin sözlerini dinlemez ve yeni bir ev satın almaz.

Süreyya ve Suat'ın evine, Süreyya'nın akrabası olan ve Süreyya'nın çok sevdiği, güvendiği Necip gelip gitmektedir.

Necip'in eve geliş gidişlerinde yine akrabalarından olan Hacer de eve gelir. Hacer, Necip'le ilgilenir, fakat Necip Hacer'e karşı ilgili değildir.

Suat; yaz aylarında yazlıkta bulunmayı çok ister. Suat, babasından yazlık kiralamak için para ister. Babası parayı gönderir. Necip ve Suat bir yalı kiralar eşyalarını oraya taşırlar.
Bununla Sürayya'ya sürpriz yaparlar. Yalıda herkes hayatından mennundur.

Necip, kış ayını da yalıda geçirmek istese de Süreyya buna izin vermez, konağa inilir.

Artık; Suat ve Necip birbirlerini çok sık görmezler. Hacer ve diğer komşuların dedikoduları iyiden iyiye yayılır. Bu konuşma ve dedikodular Suat ve Necip'in görüşmelerinin azalmasına sebep olur.

Mutsuz günlerin devam ettiği günlerden bir gün Necip, konağa ziyarete gider. O gün konakta yangın çıkar, herkes dışarı fırlar.

Suat, bilerek yangında dışarı çıkmaz. Bunun üzerine Süreyya ve Necip, Suat'ın odasına dalarlar.

Süreyya da tam odaya girmek üzereyken tavan alevlenir, odanın içindeki genç kadın ve genç erkeğin üstüne tavan çöker. Sonunda olanlar olur ve her ikisi de bu yangında ölür.

12 Eyl 2007

Korku ve öğretilen dünya

Korku Zorla öğretilir ..


Size ‘öğretilen ve anlatılan dünyanın’, anlatıldığı gibi olduğunu söyleyenler sadece anlatanlardır.

Korkmanız, çekinmeniz, endişe etmeniz gerektiği söylenen her şey, bu betimlemenin pençesindeki insanların fikirleridir.

Oysa bunlar olumsuz duygulardır ve hiçbiri dünyaya geldiği haliyle insanın mayasında olan hisler değillerdir.



İnsan korkusuz doğar.

Korku, zorla ‘öğretilir’

Herkes sizi gösterir.

Çünkü herkesi siz yarattınız.
Bu dünyayı siz yarattınız.
Bu sizin dünyanız.
Sizi arayan arkadaşınız sizsiniz.

Çalışanlarınız, üstleriniz, aileniz, hepsi sizsiniz.

Yay da, ok da, hedef tahtası da; hepsi sizsiniz.

Önünüzde gelecek varken, geçmişle uğraşmayın.

Ama geleceği de yeni bir ‘eski geçmiş’ yaratmak için yaşamayın.

Onu şekillendirin; bu kez şekillendirin; geçmişinizin tekrarlarından kurtulun.

Mea Culpa… Başınıza gelmiş ve gelecek her şeyin tek sorumlusunun kendiniz olduğu gerçeğiyle barışmayı reddettiğiniz her gün tedavi süreciniz gecikecek, ‘yeni bir eski geçmiş’ için her seferinde yeni bir adım attığınızla kalacaksınız.

Gerçek, düş artı(+) zamandır.

İnanmak için görmeyi beklemeyin. İnanın ki, görebilin.

Beden olmadan düşleyemezsiniz. Düşleyen bedendir. Ona çok iyi bakın.Gereğinin ötesinde yiyecek, içecek, gereğinin ötesinde uyku, gereğinin ötesinde seks, hiçbir şeyin çözümü olmadığı gibi, çözümün üstünü örten uyuşturuculardır.

Uyuşturucu almayın.

Beyninizi örtmeyin.

Orada geleceğiniz şekilleniyor.
Dünyadaki en büyük ekonomik gerçek ‘mutluluk’tur.

Ekonominin tanımı mutluluktan başka hiçbir şey değildir.

Her zaman iyi bir ekonomist olun.


Düşleyin, düşleyin, düşleyin…


Düş, var olan en gerçek şeydir.


–Tanrılar Okulu (arka kapak), Stefano E. D’Anna (Haluk Kurt tarafından derlenmiştir)
Bu konuda farklı düşüncelerin yer aldığı bir yazı aşağıdaki Linkden okunabilir :
Okumak için Buraya tıklayınız
*********************
Not : Mea culpa (mea kulpa diye okunur-latince-),fransız edebiyatında "La Chanson de Roland" diye anılan, haçlı savaşları sırasında hristiyanların kazandıkları zaferlerin, şövalyelerin kahramanlıklarının anlatıldığı destanda geçen,"benim suçum" anlamındaki, Rolandın ölümünün yaklaştığını hissettiği anda göğüsüne vurarak tanrıdan merhamet dilemek ve günahlarını affettirmek için söylediği kelime bütünüdür. Bunu söylemesi,onun tanrıya olan inancının, vatanseverliğinin,cesaretinin,fiziksel ve kişisel gücünün,efendisine duyduğu sadakatin göstergesidir...Destana göre,"mea culpa", onun tüm günahlarından arınmasını sağlamış, onun iyi bir hristiyan olarak ölmesini ve gökten inen melekler ve azizler tarafından cennete götürülmesini sağlamıştır.

10 Eyl 2007

Yeni Lumpen Kültürü

Artık sokaklarda belirgin bir insan tipi algılanır oldu .
Yolda yürüken size dik dik bakan ,trafikte sizi sıkıştıran,yüksek sesle küfürler eden insan tipleri . Kentlerin varoşlarından gelen belirli bir yaşam tarzını benimsemiş 'lumpen ' toplulukları .
Lumpen, 19. yüzyıl siyasi düşünürleri ve sosyologları tarafından, toplumun en alt kesimlerini, dışlanmışları, sosyo-ekonomik açıdan en düşük sınıfını anlatmak için kullanıldı. Kelime , işçi sınıfının, en alt, sanayi tarafından dışlanmış, ağırlıklı olarak işsiz-güçsüz hayatını kazanabilmek için gündelik işlerde çalışan, örgütsüz grubu tanımlar.

Lumpen kelimesi, toplumun işsiz-güçsüz alt tabakasını olduğu kadar, popüler kültür ürünü ve halk şakşakçısı sanat akımlarını, zengin ama kalitesiz yaşamları anlatmak için de kullanıldı.
Lumpen kültürün elle tutulur hale geldiği futbol stadyumlarında, takımı için ölmeye geldiğini ilan eden taraftarın yenilgi sonrasında aynı takımın futbolcu ve teknik direktörünü lanetlemesi bunun tipik bir örneğidir... Semt pazar yerlerine dönük bir anlaşmazlığın veya otopark sahipliği konusundaki bir çatışmanın ölümle sonuçlanmasının temelinde yine bu duygunun hakimiyeti vardır.

Eğitimsizlik ve öfke, yaşamı günübirlik yaşama ve duyguları şiddetle ifade etme alışkanlığını da beraberinde getiriyor.

Her an kavga etmeye hazır lumpen çetelerin işgal ettiği büyük kent caddelerinde alttan alta kabaran bir öfke grubu her şeyi yıkıp dökmeye hazır bekliyor .

Türkiye, 1980’li yıllardan itibaren çok önemli iki değişim yaşamıştır.

12 Eylül darbesinin ardından toplum çok ciddi bir depolitizasyon sürecine itilmiş, kitlelerin apolitikleştirilmesi hedeflenmiş, özellikle sol büyük bir baskı altına alınarak ezilmiş, Amerikan yanlısı İslamcı gruplar kollanmış, Türk siyasetindeki dengeler hızla değişmeye başlamıştır.

Yükselen bölücü terör nedeniyle Doğu ve Güneydoğu bölgelerinden anakentlere göç başlamıştır. Anakentler ayrıca, kırsal kesimde yaşanan yoksulluk nedeniyle, ülkenin diğer bölgelerinden de göç almıştır, almaya devam etmektedir.

İç göç nedeniyle anakentleri kuşatan varoşlar sürekli büyümüş, buralarda yaşayan insanların büyük bir bölümü kent yaşamıyla bütünleşemediği için “kent köylü” olarak adlandıracağımız kitleler ortaya çıkmıştır.Bu kitleler yeni lumpen grubunu oluşturmaktadır .

Bu yeni lumpen kitlenin yeni bir kültüre ihtiyacı vardı . Bu kültürü yaratma süreci de şov, magazin, eğlence, dedikodu, arabesk, futbol gibi kitleleri uyuşturmaya, düşündürmemeye yönelik programlara ağırlık veren bir medyanın katkısıyla daha da hızlanmıştır.

Ülke nüfusunun yoğunlaştığı İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Bursa, Mersin gibi anakentlerin çıkardığı toplam milletvekilli sayısına bakılırsa, bu illerde çoğunluğu sağlayan siyasi partinin seçimlerden birinci parti olarak çıkabileceği görülecektir.

İşte bu nedenle iç göçün tetiklediği bir diğer değişiklik de, siyasi partiler arasındaki dengelerinin belirlenmesinde yaşanmaya başlanmıştır.

Varoş olarak adlandırılan kenar mahallelerde oturanlar, artık anakentlerin seçmen nüfusunun yüzde 65’ini oluşturuyor. Ve bu kitlelerin yöneldiği siyasi partinin, seçimlerden başarıyla çıkması kaçınılmazdır.

Avam ve lumpen kütürünün hakim olduğu geniş halk kitlelerinin yaşadığı mega kentlerde artık kaçınılmaz bir dönüşüm başlamıştır.

Eğitim sisteminin ulaşmadığı bu çoğunluk, her türlü sosyal krizin ardında yatan , 'Serseri Mayın' ya da İngilizce tabiriyle 'loose Canon' olma durumuna girmiştir.

Bu grubu keşfeden ve etkileyen siyasetcilerin dönemi başlamıştır.

Bu lümpenleşme süreci bir paradoksu da beraberinde getirecektir .

Modernitenin tüm erdemlerinin yerle bir edildiği , bilinmeyen ve bilinemeyen güçlerin yarattığı bir linç dünyası .

7 Eyl 2007

Cemil Meriç Alıntılar

Bir Avuç Duman

"Düşünce bir köprü, kıldan ince, kılıçtan keskin... Kalabalıklar geçemez üzerinden. Ülkeler asırlarca habersiz yaşamış birbirinden. Ne Asya Avrupa’yı tanımış, ne Avrupa Asya’yı. El Biruni boşuna anlatmış Hint'i çağdaşlarına. Kıt'alar kapalı birbirine. Yalnız Kıt’alar mı? Aynı mahalledeki insanlar birbirlerine yabancı. Her ev meçhule giden bir kompartıman. Kompartımandakiler tesadüfün bir araya topladığı üç beş yolcu. Ne Marx’ın annesi oğlunu anlayabilmiş; ne Cromwell, Milton’u. Saint-Simon Ebediyete giden yol tımarhaneden geçer diyor. Tehlikeli bir durak, tımarhane. Birçok yolcular cinnette karar kıldı: Nietzsche, Hölderlin. Comte, ömrü boyunca huysuz bir aşık gibi dalaştı cinnetle. Ayrılan birleşen, tekrar ayrılan bir çifttiler. Ve Rubaçof zindanının duvarında sesler duydu, kelimeleşen sesler. Bir avuç kelime kıtaları birbirinden ayırır, yer sarsıntısı gibi. Uçurumlara köprü atan cümlelerde var. Bir ırmağa benziyor zaman. Hayretten dona kalmış. Perdede hep aynı gölgeler. Karagöz'ün repertuvarı tarihinkinden daha zengin. Juvenal'i öfke şairleştirmiş, öfke yani isyan. Şark'ta fert değil, sokak isyan eder. Sorumsuz ve şuursuz bir bir ayaklanış. Hikmet, hamakatle vuslatı hayatın tabii cilvesi saymaktan ibaret. Batılı için tekamül bir başkalaşma, bir kişileşme. Sürünün tarihi yok. Ama tarihin yaratıcısı o. Sürünün önüne geçmek, sürüden ayrılmak mı? Aradaki mesafe uzayınca, evet! Coşmak lazım, diyor Saint-Simon, yaşamak lazım. Hem zirvelerde, hem uçurumlarda yaşamak. Dizginleri gerilen at şahlanır, ama kanatlanmaz. Tecrübe, harem ağalarının silahı. Büyüklerin bu koltuk değneğine ihtiyacı var mı? İsa tecrübesiz. Saint-Just tecrübesiz olduğu için ulu. Tecrübe, bayalığa alışmak ve bayağılaşmak. İnsanları eskisi kadar sevmemek. İnsanları ve eşyayı. Galiba ölmek de bu. "

Cemil Meriç

Bu Ülke

"Düşünce Dünyasında hiçbir fetih nihai değildir. Hepimiz birer Sizifos`uz. Hele, diyalogun olmadığı bir ülkede... Türk aydınının kaderi mahpesinde şarkılar söylemek. Bu lanetler berzahından nasıl ve ne zaman kurtulacağız? Tefekkür bir arayıştır, içtimai bir arayış. Yazarın tek düşmanı vardır: Bağnazlık. Düşüncenin bütün huysuzluklarına, bütün hoyratlıklarına, bütün çılgınlıklarına selam."

4 Eyl 2007

Cemal Süreyya

GÖÇEBE
Sen sık sık gülen gülerken de
Sevecen bir Akdeniz çizgisini
Sol yanına ağzının
İliştiren çocuk özenle
Yabana mı atıyorum yani seni
Yabana mı atıyorum saat altı buçukları
Çocuk ve Allah'ın en eski baskısını
Değil, değil bunların biri
Gözlerimin gemileri kuş istiyor
Açılıp kapandıkça sevdam
Kapanıp açılıyor bir mavi
Şahmaran süt istiyor kefeninden
Üç aylık ölmüş çocukların
Kerem ile Arzu geliyor
Aslı ile Kanber
Ay kana kana batıyor
Ay kana kana batıyor
Eşkiyalar gecenin yangınını izliyor uzakta
Kargapazarı dağlarını dolanan yaşlı ve öfkeli bir otobüsteyim
Jandarma daima nesirde kalacaktır
Eşkiyalar silahlarını çapraz astıkça türkülerine
Ve bu dağlar böyle eşkiya güzelliği taşıdıkça

Patronun karısını zimmetine geçirip
Amasya'dan Kars'a kaçmakta olan sayman yardımcısıyla
Alevilikten konuşuyoruz uzun süre
Yanımdaki hep bir gazetede
Marilym Monroe'nunresimlerine bakıyor
Marilyn Monroe öldü diyorum ona
Ölümü siyah bir kakül gibi alnına düşürmesini bildi
Şimdiyse Cennette Nietzsche'nin metresi olması gerekir
Bunları diyorum daha ne varsa diyorum
İşte hiçbir sebep olmadığını sevişmemeye
İşte çocukluğumdan beri içimde bir önsezi olduğunu
Bunun bir gün birine rastlamak gibi bir şey olduğunu
Belki de bir günler bunun için Aydın'da bulunduğumu
Zaten nedense hep bir şehirden bir şehre yolcu olduğumu
İşte eflatun kakalı çocuklar olduğunu Kütahya'da
Ankara'da dokunak
Yozgat'ta becerik olduğunu
Van'da güreşçi develer gibi süslediklerini kamyonları
İstanbul'da minarelerin lirik olduğunu köprülerinse dialektik
Acemi bir bulut bozuyor bütün görüntüyü eski bir şarkı gibi
Bu şarkıyı ne zaman duysam aklıma
Sinirli bir elin uysal bir bardağa
Çok yukardan döktüğü bir içki gelir
Sonsuz ve olağanüstü bir bira
Köpüklene köpüklene biçimlendirir
Soyunarak ağlayan bir kadını
Acı bilincinde sonrasızlığın
Ama bırakalım bırakalım bunları
Yoldan piyade erleri geçiyor tahta bavullarıyla vebüyük yakalarıyla
Ve faytoncular görüyorum
Yere basışlarındaki ağırlığı azaltmak için
Tanrısal bıyıklarıyla durumlarını paraşütlendiren
Kars'tayım bu ne biçim Kars bir kenarda
Pekala yalçınlık iddiasında bulunabilecek bir tepenin üstünde
Kars kalesi yükseliyor
Gökyüzünü Ankara kalesine göre daha soyut ve daha elverişli bir şekilde
Hırpalayan bu kale de olmasa
N'olacak bakalım hırpalayan bu kale de olmasa
Kuşkusuz artacak yalnızlığım sevgili çocuk
Biliyorsun ben hangi şehirdeysem
Yalnızlığın başkenti orası
Bir de yine sevgili çocuk
Biliyorsun kişi tutkularıyla
Yalnızlığını adlandırıyor o kadar
Arkada bir su devrile devrile akıyor
Rastgele bir ağaca soruyorum
Bir şey var sanki onu soruyorum
Değil orda diyor belki biraz daha ilerde
Tanrı meleğini ağırlamaya çalışanAtaerkil bir aile gözümü alıyor
Dedelerin yüzlerinde erozyon
Silip götürmüş bütün evetleri
Annelerinse ağızlarında hiyeroglif
Babalarınsa ağustoslar atasözleri
Amcalarınsa avdan boş dönüyor elleri
Teyzelerse elleriyle yargılıyor gök güzelliğini
Ablalarınsa boyunları soru işareti
Ağabeylerse utançlarından emrah
Sıralanmışlar su boylarına
Bıçakla soyuyorlar kelimeleri
Ya suya giden küçük kızlar
Onlar
Tıpkı o kuşlar gibi
Uçan daha bir süre
Sonra da vurulduktan
Bir mezarın doğurduğu iştahlı bir çocuktur Anadolu şiiri
Ey şiir arayıcısı ey esrik kişi
Şu son dönemecini de aşınca gecenin
Doğacak gün artık gündüze ilişkin değil
Bu ağartı ancak yürekle karşılabilir
Bütün iş orda işte, ordan usturuplu geçmesini bil
Tutsaksan ellerini sıvışır gibi zincirlerinden
Ve balyozla vursalar mısralarına
Soylu bir demir sesi yükselir
Soylu büyük ve mavi bir demir sesi
Ellerim egece yatısına çağrılmış
VeTeleşsız görünmeye çalışan bir Kafka gibi
Yüzüm giyotine abone

3 Eyl 2007

Sonbahar ve Ahmet Hamdi Tanpınar

Durgun havuzları işlesin bırak
Yaprakların güneş ve ölüm rengi,
Sen kalbini dinle,ufuklara bak.
Düşünme mevsimi inleten rengi
Elemdir mest etsin ruhunu yeter
Eser rüzgarların durgun ahengi.
Yan yana sessizce mevsimle keder
Hicrana aldanmış kalbimde gezin
Esen rüzgarlara sen kendini ver.

Ahmet Hamdi Tanpınar

Ne İçindeyim Zamanın

Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare geniş bir anın
Parçalanmış akışında,
Bir garip rüya rengiyle
Uyumuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.
Başım sukutu öğüten
Uçsuz, bucaksız değirmen;
Içim muradıma ermiş
Abasız, postsuz bir derviş;
Koku bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim

Yorgo Seferis

YADSIMA

Bir güvercin gibi ak
o gizli kıyıda
susadık öğle üzeri:
ama tuzluydu sular.
Sarı kumların üstüne
adını yazdık onun,
ama bir rüzgâr esti denizden
ve silindi yazılar.
Nasıl bir ruh, bir yürek,
nasıl bir istek ve tutkuyla
yaşadık:yanılmışız!
Değiştirdik öyle yaşamayı.

Ezra Pound

BAHÇE
Duvara savrulmuş bir ipek çilesi gibi boşalmışçasına
Tahta bir çit boyunca yürüyor bir patikasında
Kensington bahçelerinin,
Dokunsalar dağılıverecek sanki
öylesine kurumuş ki içi.
Aksi gibi nereye çevirse başını
O mundar, o yedi canlı, topuz gibi çocukları ayaktakımının,
düşün, bu piçlere kalacak yarın dünya!
Geçmiş ondan üremek de, üretmek de.
Güzel ama, ağır bir kokuya benziyor can sıkıntısı.
Biri gelsin yanına konuşsun istiyor han'fendi.
Hani korkmuyor da değil, belli,
ben işleyeceğim diye bu densizliği...

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...