30 Kas 2007

Dante ve Kafka


Dante, kraliyet piskoposu Can Grande della Scala’ya 1316 yılında yazdığı bir mektupta, her metnin en az iki ayrı okuması olduğunu yazar:

"Bir anlamı harflerden ediniriz. Diğer anlam harflerin neyin yerine kullanıldıklarındadır. Yani bir sözlük anlamı, bir de alegorik ya da mistik olan anlam vardır."

Dante daha da ileri giderek, alegorik anlamın da üç farklı okumayı içerdiğini söyler.
Örnek olarak da İncil’den şu alıntıyı yapar:


"İsrail Mısır’dan, Yakup’un evi de yabancıların arasından çıkıp geldiğinde, Yahuda bir sığınaktı ve İsrail onun ülkesi."

Dante şöyle diyor:

"Yalnızca sözlük anlamına bakarsak, önümüze konan şey, Musa’nın zamanında İsrail kavminin Mısır’dan kaçışının anlatılmasıdır."

Alegorik olarak ele alırsak İsa tarafından sağlanan kurtuluş kastediliyor.
Analojik olarak (benzerliklerden / çağrışımlardan yola çıkıldığında) ruhun üzüntü ve zavallılığından kurtulup, mutluluğa kavuştuğunu okuruz.


Dinsel açıdan okursak kutsal ruhun, bu yozlaşmanın köleliğinden kurtulup, sonsuza dek sürecek özgürlüğüne kavuşmasını anlatıyor.

Ama tüm bu mistik anlamlar değişik adlar alsa bile, tarihsel ve sözlük anlamlarından farklı oldukları için genelde alegorik adı altında toplanabilirler.

" Tümü olası okumalardır. Kimi okurlar bir ya da iki tanesini yanlış bulabilirler. Örneğin bölümün yer aldığı bağlamı bilmiyorlarsa, "tarihsel" bir okumaya pek güvenmeyeceklerdir. İsa’ya yapılan göndermeyi çağaşımsal [anakronik] bularak "alegorik" bir okumaya karşı çıkabilirler.

"Analojik" (analojiye dayalı) okumalar ya da "anagojik" (İncil’in batini yorumlarına dayalı) okumalar fazla abartılı gelebilir.

"Sözlük anlamına dayalı" okuma bile kuşku uyandırabilir.

"Çıkmak" ne anlama gelmektedir? Ya da "ev"? Ya da "ülkesi"? Görülüyor ki, yüzeysel bir okumada bile okur yapıtın doğuşu konusunda bilgiye, tarihsel arkaplana, gerektirdiği özel sözcük dağarcığına ve o en gizemli şeye, Aquino’lu Aziz Tommaso’nun quem auctor intendit dediği yazarın amacına gereksinim duymaktadır.

Yine de, yapıt ile okur aynı dili paylaştıkları sürece, her okur her metinden -bu metin ister dada, ister yıldız falı, hermetik şiir, bilgisayar el kitabı, siyasi propaganda olsun- bir anlam çıkarabilir.
Ortaçağın ilk dönem bilim adamları ise değişik din kitaplarının sayfaları arasında israrla yaptıkları okumalarında tek bir sesin yankılarını arayıp durdular: Tanrının logos’unu.


1782 yılında, Dante’nin ölümünün üstünden dört buçuk yüzyıl geçtikten sonra, İmparator II. Joseph, Kutsal Roma İmparatorluğu’nda Yahudiler ile Yahudi olmayanlar arasındaki engelleri kaldıran bir bildiriyi, Toleranzpatent’i yayımladı.

Amacı Yahudilerin de Hıristiyan nüfusa katılıp, asimile olmalarıydı.

Yeni yasaya göre ,Yahudilerin de Alman adları ve soyadları almaları gerekiyordu. Tüm resmi yazışmalarda Almanca kullanacaklar, (o güne değin sorumlu tutulmadıkları) askerlik görevi yapacaklar ve seküler Alman okullarına gideceklerdi.

Bir yüzyıl kadar sonra, 1889 yılının 15 Eylül’ünde altı yaşındaki Yahudi asıllı Franz Kafka, ailenin aşçısı tarafından et pazarındaki Deutsche Volks-und Bürgenschule adlı okula götürüldü. Eğitimine, Çek milliyetçiliği ortamında, Yahudiler tarafından işletilen ve öğretim dili Almanca olan bir kurumda, çoktan ölmüş bir Habsburg imparatorunun istekleri doğrultusunda başlayacaktı.Onun yaşamının yanılsaması belki de orada başlamıştı.


Daha sonra 1904 yılında Kafka arkadaşına yazdığı mektupta şunları söyleyecekti:

"Bizi ısıran ve bizi zehirleyen kitapları okumalıyız. Okuduğumuz kitap kafamıza balyoz indirilmiş gibi bizi uyandırmıyor ise, neden okuma zahmetine girelim ki? Senin dediğin gibi, bizi mutlu kılsın diye mi? Aman Tanrım, hiç kitap olmasaydı da o denli mutlu olurduk. Kendimizi azıcık sıkarsak bizi mutlu edecek kitapları biz de yazabiliriz. Bize gerekli olan, en acı verecek talihsizlik gibi bize vuran kitaplar. Kendimizden çok sevdiğimiz birinin ölümü gibi vuran, insanlardan uzaklara, ormanlara sürgün edilmişiz duygusu veren, intihar gibi kitaplar. Kitap, içimizdeki donmuş denize inen balta gibi olmalı. Ben buna inanıyorum. "

F.Kafka (O.Polak mektupları 1904)

OKUMANIN TARİHİ:Alberto Manguel :Çev: Fisun ELİOĞLUYapı Kredi Yayınları

Sokrates, okuma ile okurun yalnızca bildiklerini canlandırabileceğini söylüyordu: Bilgi ölü harfler aracılığı ile edinilemezdi.

26 Kas 2007

Rene Margritte ve yanılsamalar

Yanılsamaların yaşamın gizlerini sakladığı bir çok düşünür ve sanatçı tarafından öne sürülmüştür. Gerçeğin ne olduğu çağlar boyunca sorgulanmıştır . Gerçeklerin aranmasında hangi zaman boyuntunda ve hangi zaman diliminde olunduğuna bağlı olarak bir takım yanılsamalaroluştuğu bazı ressamlar tarafından kanıtlanmak istenmiştir .

Rene Magritte'in "Pipo" resminde "Bu bir pipo değildir" diye yazar.

Ne de olsa resimdeki bir pipo değildir, o bir resimdir. Bizim orada bir pipo görmemiz ise bir illüzyon, yani bir yanılsamadır.

Daha geniş anlamda ele alırsak, sanat ve hatta - gerçek evrenden gelen uyarılar sonucu beynimizde oluşan algılarlarla beslenen bilişin burada gerçeğinden ayrı içsel bir evren oluşturması nedeniyle - yaşamın kendisi de zaten bir tür yanılsama değil midir?

Rene Magritte'in "Human Condition I" başlıklı yapıtı bize resmin resim olduğunu anlatır. Oda ve pencereden gözüken manzara gerçekliği temsil eder. Pencerenin hemen önünde yer alan tuvaldeki resim manzara ile aynıdır ve onu tamamlar. Resmin içindeki resim resimdir, ama resmin bütünü de resim değil mi ?

Görme, gözde başlar ve üç boyutlu gördüğümüz uzayın gözün retinasına düşen görüntüsü de aslında tuvaldeki resim gibi iki boyutludur. Iki göz arasındaki mesafe nedeniyle nesnelerin retinaya düşen görüntüleri arasında bir kayma olur. Kayma miktarı nesnelerin uzaklığına göre değiştir ve bu iki görüntüyü birden kullanan beyinde derinlik algısı oluşur.

Ancak, tek gözle baktığımızda da hangi nesnenin bize daha yakın, hangisinin uzak olduğunu büyük ölçüde anlayabiliriz. Bu yeteneğimiz yaşamımızın ilk yıllarında bilinçsizce öğrendiğimiz bazı ip uçlarından kaynaklanır. Öndeki nesneler arkadakileri kısmen de olsa kapatır. Nesneler uzaklaştıkça daha küçük gözükür.

Yer düzleminde yer alan nesnelerden yakında olanlar, uzakta olanlara göre daha aşağıdadır. Çok uzaktaki nesnelerin renkleri yakındakilere göre daha soluktur. Ayrıca gölgeler de nesnelerin şekilleri hakkında bilgi verir. Yumuşak geçişler, nesne yüzeyinde yavasça değişen eğimi gösterirken, keskin geçişler ise ani yüzey değişimini gösterir. Bu ipuçları, doğru bir biçimde aktarıldığında, resimde derinlik olduğu yanılsaması (illüzyon) oluşur.

I. Dünya Savaşı'ndan sonra Andre Bretton'un öncülüğünde protest bir akım olarak ortaya çıkan ve düşsel bir anlatım tarzı seçen sürrealizmde, gerçeklik kaygısından uzaklaşıldı, gerçeküstü düzeye çıkıldı.

Sigmund Freud'un kuramlarından esinlenen Breton için bilinçdışı, düş gücünün temel kaynağı, deha ise bu bilinçdışı dünyasına girebilme yeteneğiydi. Bilinç ile bilinçdışını bütünleştirmek üzere, düşsel dünya ile gerçek yaşam "mutlak gerçek", ya da "gerçeküstü" içiçe geçiyordu.

Sürrealizm'in resim alanında yer alan sanatçılar, bir uçta ne olduğu tam olarak anlaşılmayan ancak sezilebilen biyomorfik biçimler kullanarak (simgesel sürrealizm), bir diğer uçta ise ayrıntılarının tümü inceden inceye tanımlanmış olmasına karşın usçu anlamı bozarak (veristik sürrealizm) düşsel bir dünya yaratmışlardır.

Sürrealist akımın, resimdeki önemli temsilcilerinden olan Rene Magritte (1898-1967) Belçika'da doğdu ve yaşadı.1916-18 yıllarında Brüksel Güzel Sanatlar Akademisi'nde öğrenim görmüştü.

("Personal Values" isimli yapıtında nesneler uzaydaki yerleriyle uyumsuz büyüklüktedir.
"The Blank Seeing"de arkada kalarak görünmemesi gereken ağaçlar, hatta boşluk ön plandaki atın önüne gelmektedir.
"The Empire of the Light" isimli yapıtında ise ön plandaki ışık ve gölgeler gökyüzündeki aydınlıkla çelişmektedir

23 Kas 2007

Şah İsmail ve Anadolunun tarihi



İSMAİL Reha Çamuroğlu, Everest Yayınları, 2005,

Bir garip sarmaldır Anadolu tarihi. İç içe girmiş çok sayıda tarihi barındırır.

Dalınca geçmişin tozlu sayfaları arasına, hangi yönden baktığınıza bağlıdır hangi tarihi okuyacağınız. Anadolu'nun batısından doğusuna doğru bakarsanız, ağırlıklı olarak Osmanlı'nın tarihidir bu.

Doğudan batıya doğru bakarsanız, Selçukluların, Akkoyunluların, Safevilerin tarihidir okuyacağınız. Aslında aynı tarihtir bu. Aynı dili konuşanların, Anadolu toprakları üzerinde egemenlik kurmak, egemenliklerini Anadolu'yu birleştirerek pekiştirmek isteyen, çoğu birbiriyle hısım ya da akraba boyların ve beylerin tarihidir.

Olaylar, tarihler, yapılan hamleler değişmez hiç. Değişen tek şey ayrıntılardır. Baktığınız yön, amaçları ve sonuçları değiştiremez ama ayrıntıları öyle değiştirir ki, farklı, yepyeni bir tarih okuyormuşsunuz gibi gelir size.

İsmail, Anadolu tarihini doğudan batıya bakarak romanlaştıran bir kitap.

Erdebil'deki Alevi tarikatının piri Haydar, Uzun Hasan'la Trabzon Rum İmparatoru Kalo İoannes'in kızı Despina'dan olma Marta ile evlidir.

Bu, "birden fazla hükümdarlığın bir tarikatla evliliği"dir aslında .

1487 Temmuz'unun on yedinci günü bu çiftin ikinci bebeği doğar. Tekkenin piri Haydar, yani Marta'nın kocası,oğlunun adını İsmail koyar.

Kimdir bu İsmail? Batıdan doğuya bakarak yazılmış tarihin, tahtını savaş meydanında bırakarak kaçan Şah İsmail'idir.

Batıdan bakan tarih için, bozguna uğratılıp hükümranlığı elinden alınan bir düşmandır İsmail. Doğudan bakan tarih içinse, Anadolu birliğini kurmaya çalışan Türk hükümdarlarından biridir.

Reha Çamuroğlu işte bunu anlatıyor İsmail romanında.

Anadolu tarihinin pek az ele alınmış bir 'karşı ayna'sı tutuluyor yüzümüze. Elbette, her iktidar savaşında bir kazanan, bir de yitiren taraf olacaktır.

Resmi tarihte, nedense hep kazanan tarafın, yani Osmanlının gözünden anlatılır tarihsel olaylar.

Çamuroğlu, bu geleneği yıkıp yitiren tarafın öyküsünü anlatıyor bize, kazanan tarafa çamur sıçratmamaya özen göstererek ama. Yansız bir tarihçinin gözlemleriyle, yitiren tarafın erdemlerini de açıklayarak. Bir anlamda, Leonardo'nun sağdan sola yazısı gibi.

Tarihin değişken yorumlarının olabileceğini dolaylı bir biçimde dile getiriyor. Bir tarafın düşmanı, öteki tarafın kahramanı değil midir her savaşta. Ya bu 'kahraman/düşmanlar' aynı amaç için savaşıyorlarsa? Aynı dili konuşup aynı dine inanıyorlarsa? Bu durumda bir yığın soru üşüşüyor kişinin kafasına. Anadolu birliğine değişik bir açıdan bakmanın tadını yaşadım Çamuroğlu'nun romanını okurken.

Kâfir'in gözlemleri Çamuroğlu'nun bir başka romanıysa, yeniçerilerin ortadan kalkışının öyküsünü anlatıyor bize. Son Yeniçeri, Osmanlıyı zaferden zafere taşımış ama çeşitli nedenlerle yıpratılıp devletle karşı karşıya gelmek zorunda kalmış, kendine özgü köklü bir geleneğe sahip bir askeri ocağın son yıllarını çarpıcı bir biçimde anlatıyor.

Kitabın en ilginç yanlarından biri, olayların bir savaşta esir alınıp sonradan Müslüman ve Osmanlı olan bir 'kâfir'in gözlemleriyle anlatılmış olması;

Osmanlıyı üç kıtada hükümran kılmayı başaran 'devşirme' olgusunu çok çarpıcı bir biçimde, bir roman dokusu içinde anlatması. Kâfiri esir alan yeniçerinin, birkaç yıl sonra on kızıyla evlendirmekte herhangi bir sakınca görmeyişi, imparatorluk ahlakının tipik bir örneği.

Çamuroğlu, bu iki romanıyla Anadolu tarihine, doğudan ve batıdan iki ayna tutuyor. Roman olarak, kusursuz birer yapı içinde. Romanlardaki tarihsel gerçekleri, doğruları, yanlışları tarihçiler tartışsın, bir okuyucu olarak benim damağımda iki güzel roman okumuş olmanın, tarihe çok değişik bir gözle bakmış olmanın tadı var...

Anadolu tarihinin bir bölümüne, değişik bir gözle bakmak isteyen herkese öneririm Çamuroğlu'nun bu iki kitabını. Keşke başka yazarlarımız da bu alana el atsa...

Bilgin Adalı ,2005

19 Kas 2007

Fatih ve Fetih

FATİH VE FETİH
Derleyen: Halit YILDIRIM

KÜLTÜREL BOYUNDURUĞUMUZ: FETİHÇİLİK


Pek çok diğer şey gibi tarihi algılama ve kutlama günlerine ilişkin de çarpık bir durum yaşanıyor Türkiye'de. Oysa aidiyetleri bir yana bırakarak olaya evrensel insanlık ahlâkı açısından baktığımızda, şehrin 29 Mayıs 1453 günü Osmanlılarca işgali ile 15-16 Mart 1920'de İngilizlerce işgali arasında, işgalcilerin kimliği dışında son tahlilde öz olarak bir fark olmadığını görürüz.

Şehrin o anki meşru sahiplerine yabancı olan güçlerin, silah zoruyla işgali anlamında bu iki günün de kutlanması değil, aksine barışçıl ve hakça bir dünya yaratmak için tarihin kaydettiği olumsuzluklar olarak anılmaları gerekiyor. Buna karşılık 6 Ekim 1923 tarihinin, şehrin yabancı tahakkümden kurtarıldığı bir gün olarak kutlanmayı gerektirdiği açıktır.

Resmi tarihlerden bilgi almaya kalktığımızda pek çok soru yanıtsız kalır. Çünkü resmi tarih, bilgilenmemiz için değil, koşullandırılmamız için yazılmıştır. Osmanlı devlet yapısında bir dönemeç olan Çandarlı tasfiyesinin arka planı geçiştirilir.

II. Mehmet'in annesinin Hıristiyan inancıyla ölmüş Madam Mara Despina olduğu ve manastıra gömüldüğü özenle saklanır. Osmanlı'nın Fatih zamanında bir Türk devleti olmaktan iyice uzaklaştığı, buna karşılık gerçek Türk devletleri olan Candaroğulları devletini (1461), Karamanoğulları devletini (1464) yok edip, Akkoyunluları ezmesi Türklüğün gereği gösterilir.


Dukas, şehre girişi, Ulubatlı Hasan efsanesi temelinde değil de, açık bırakılmış olan Kerkoporta Kapısı'ndan gerçekleştiğini, buradan giren 50 kadar yeniçerinin, içerden sura tırmanarak oradaki direnişi kırıp yukarı çıkmaya çalışan diğer askerlere yol açtıklarını yazar. İlginçtir, bazı Osmanlıcılar bunu kendilerine bir hakaret addederler; büyük bir telaş içinde, bir “Kerkoporta hadisesi” (!) olmadığını, şehre “cebren” ve “harben” girildiğini ispatlamaya çalışırlar. Çünkü bu, “Bizans mağlubiyetini tevil ve Türk zaferini küçültmek” anlamını taşıyormuş.

Özel isim olarak sözü edilen bir “Ulubatlı Hasan”a gelince, öncelikle anımsamalıyız ki, ilk Osmanlı kaynaklarının hiçbirinde “Ulubatlı Hasan” adında dev cüsseli bir yeniçeri” yoktur. Osmanlı'nın kendi “milli” kayıtlarında olmayan, kendi genelkurmayının saptamadığı bir efsanedir “Ulubatlı Hasan”.Peki ama nereden çıktı bu “Ulubatlı Hasan”?

Fatih'in, İslam'ın egemenliğinde olmakla birlikte kozmopolit bir İstanbul yaratma çabası, o dönem şeriatçılarını olduğu kadar günümüz Türk-İslamcılarını da önemli oranda rahatsız eden, İslam'ın hoşgörüsü olarak sunulmaya çalışılarak mümkün olabildiğince çarpıtılan olgulardan biridir. Ancak bu iki kesim tepkilerini farklı bir şekilde dile getirmektedirler.

İlginçtir, fetih sonrasında Osmanlılar şehri doldurmakta bir hayli zorlanacaklardır. Gelenlere bedava ev ve iş yeri önerilmesine rağmen şehir rağbet görmeyecektir. Bursalılar, Edirneliler'in yanı sıra köylüler de gelmek istemeyecektir. Uğruna bunca insan öldürülen, bunca yıkım yapılan, “peygamberin vasiyeti olan”, dünyanın en güzel mekanlarından birindeki şu şehre insan bulmakta zorlanılması gerçekten de çok ilginç. Bu dönem “lanetli” muamelesi görüyor İstanbul.
Sonuçta İstanbul sürgünlerin, zorla yerleştirilenlerin şehri olarak kuruluyor.


ÇAĞ AÇMA EFSANESİ!

Resmi tarihlerde İstanbul'un fethi, aynı zamanda “Orta Çağ'ı kapatıp Yeni Çağ'ı başlatan” bir olay olarak aktarılır. Ancak sıra bu iddianın gerekçelendirilmesine gelince dikkate değer hiçbir açıklamayla karşılamayız. Bununla birlikte fethin “çağ açtığı”, dolayısıyla Fatih'in “çağ açan” olduğuna ilişkin iddia, ifrat düzeyinde yinelenmeye devam edilir. 29 Mayıs 1453, “çağın değiştiği gün!” ilan edilir.

İddianın biçimlenmesinde gariplikler vardır üstelik. Örneğin Cumhuriyet sonrası sağcı tarihçiliğin icadıdır bu “çağ açma” esprisi. Hatta, kimi ilerici yazarlarımızın, (hatta daha gariptir bir Rum yazarımızın) bile teşne olabildiği bir iddiadır.

İstanbul'un fethedildiği o yüzyılda Orta Çağ, gerçekten de tarihsel ömrünü tüketmiş, çözülme sürecinde epey mesafe kat etmiş bulunmaktaydı. Ancak Batı dünyası, diğer bir dizi olanak ve iç ayrışmayla Orta Çağ'ı aşma süreci yaşarken, Osmanlı, ne yazıktır ki İstanbul'la birlikte, kendi orta çağının en büyük manevi sembollerinden birine kavuşuyordu. Bu anlamda İstanbul'un fethinin, medeniyet tarihi açısından, Osmanlı'nın orta çağını kalıcılaştırdığını söylemek, “Orta Çağ'ı kapattığını” söylemekten çok daha gerçekçi olacaktır.

Özetle dünya gerçekten de yeni bir çağa yönelmekte, modern dönemin öğeleri fışkırmaktadır birbiri ardına. Bu değişimin öğelerini, bir bütün olarak insanlığın felsefede, sanatta ve bilimde önemli atılımlar yapmasında, üretimde, gemicilikte ve askerlikte yeni teknolojilerin kullanıma sokulmasında ve dünyanın coğrafi keşfinde arayacaksak, açıktır ki İstanbul'un fethi hem bu öğelerden biri değildir, hem de Osmanlı'nın bu gelişmenin dışında kalmasını engelleyici bir işlev görememiştir.

Bu durumda teslim etmek zorundayız ki, İstanbul'un fethinin, dünyanın sonraki biçimlenmesi üzerinde doğrudan ve temelli bir etkisi yoktur. Nitekim şehrin Hıristiyan dünyası için ekonomik bir önemi ve Haçlı Seferleri'ni kışkırtan bir Kudüs kadar bile manevi değeri kalmadığından dişe dokunur bir yardımla desteklenmemiştir.

Bu bağlamda, tarihsel ömrünü çoktan tamamlamış olan Bizans'ın yıkılmasına “çağ değiştirme” gibi hamasi bir anlam yüklemenin, komplekslerimizi dışa vurmaktan öte hiçbir maddi temeli yoktur.

Tüm bu aktardıklarımızın ışığında artık rahatlıkla yineleyebileceğimiz gibi, Fatih ile safiyane cihat ve gazacılık arasında çizilen paralellik doğru değildir. Fatih tıpkı diğer benzerleri gibi, karşıt dinlerden insanlara saldırdığı kadar kendi inancından olan insanlara da saldırmış olan bir imparatordur. Onun diğer Müslümanlardan ilhak ettiği toprakların genişliği Hıristiyanlardan ilhak ettiği topraklardan daha geniş, öldürdüğü Türk ve Müslümanların sayısı öldürdüğü Hıristiyanlardan daha fazla olmuştur.

Lamartine, Fatih'ten, “Padişahlar içinde en az inanç sahibi” olanı diye söz eder. Fetih ile birlikte, “erdemleri ve kusurlarıyla Bizans'ı sindirmiş” yeni bir Osmanlı gerçeği inşa etmiştir. Gerçekte Fatih, Osmanlı'nın şeriatı en çok revize eden, şeriata değil koşullara uygun bir imparatorluk keyfiyeti güden, deyim uygunsa laikliğe en yakın Osmanlı padişahı olmuştur.

Abartılı bir iddia olmakla birlikte Sadi Irmak'ın şu ifadesi bütünüyle temelsiz değildir: “Fatih'in bütün yerli ve yabancı çağdaşları şu noktada birleşmektedirler ki, O, belki bütün zamanların ilk laik Müslümanıdır. Sarayında Müslüman ve Hıristiyan bilginler yan yana yaşamakta ve itikat konuları dahil her ilmi meseleyi en büyük bir müsamaha ile tartışabilmekteydiler.”

“Fatih'in en fazla dikkate değer taraflarından bir tanesi de onun 18. asrın sonlarına kadar gelip geçmiş Osmanlı padişahları arasında taassuptan en fazla sıyrılanı ve Batı'ya karşı yakınlık duyanı olmasıdır”

Veli adıyla bilinen oğlu II. Beyazıt, sofu ve barışsever bir hükümdardı. Babasının 'bir fitneciler ve riyakarlar sürüsü yüzünden Peygamber Hukuku'nu ihlâl etmiş olduğuna' inanıyordu. Fatih'in İtalyanlarca yapılmış olan resim ve heykellerinin büyük bir bölümü tiksintiyle elden çıkarıldı.
Bugün İngiltere'de British Museum'da olan Bellini'nin meşhur portresine gelince, önce üzerine boya geçirilerek imha edilmek istenmiştir. Babinger'e göre ise Fatih'in ölümünden sonra II. Beyazıt tarafından sattırılmıştır. Sonuçta resim, İngilizlerce temizlendikten sonra müze koruması altına alınmış ve bu sayede günümüze ulaşma şansını elde etmiştir.


Fatih sonrası Osmanlı sarayı hızla çoraklaşmaya başlayacak, din eğitimi dışındaki dallar tasfiyeye uğrayacak, bununla kalmayıp din eğitimi de tek tipleşecektir.

Çandarlı'nın boğdurulduğu 1453'ten, 16. yüzyıl sonuna kadar iktidar olan 48 vezir-i âzamın sadece dördü Türk-Müslüman soyundandır. Bu durum Fatih ile başlamak üzere Osmanlılığın “milli” kimliğini ne kadar çok yitirdiğinin göstergesidir. Bu vezir-i âzamların üçü ayrıca hadım edilmiş olmak üzere hepsi kendi ailelerinden koparılmış Hıristiyan kökenlilerdir.

Osmanlı geleneği kendini Müslüman-Türk halktan öylesine ayırmıştır ki, Saray erkanının din değiştirmiş veya değiştirmiş görünen Hıristiyan kapıkullarından oluşması bir yana, kendi geçmişleriyle bağları canlı pek çok ünlü Osmanlı büyüğü ile karşılaşırız. Birkaç örnek vermek gerekirse; Vezir-i âzam Mahmut Paşa, 1457'de Sırbistan'da büyük Voyvoda olan Mihail Angeloviç'in kardeşidir. Vezir-i âzam Hersekzade Ahmet Paşa, Hersek Dükü'nün kardeşidir. Meşhur Sokullu Mehmet Paşa Peç Başpiskoposu'nun kardeşidir.

Kimsenin kuşkusu olmasın ki eğer Osmanlı gücünü süreğen koruyabilmiş olsaydı, bugün Türklükten söz etmek mümkün olmayacaktı.

Bu açıdan Fatih, Türklüğü küçümseme ifadesi olarak kullanan Osmanlı saray geleneğinin uç noktalarından biridir. Padişahlar Müslümanlığı hiç olmazsa kimlik olarak kullanmış, kendilerini onun gazileri olarak sunmuş, egemenliğin güvencesi için de olsa işgal ettikleri topraklara Müslüman nüfus yerleştirmiş ve ayrıcalıklı din olarak Müslümanlığın yayılmasını sağlamışlardır.

Ancak aynı şeyi Türklük açısından söylemek mümkün değil. Türkçe'nin Saray'a girmesine izin vermeyen Osmanoğulları, tüm yazışmalarını, edebiyatlarını Arapça ve Farsça üzerinden yapmış, giderek bu iki dilin belirlediği ve halkın anlamadığı bir Osmanlıca kırma dil üretmişlerdir. Yunus Emrelerin, Karacaoğlanların, Pir Sultan Abdalların Türklüğü açıktır, ama Türkçe konuşmayan ve yazmayan bir Fatih'in Türklüğünü ve Türklüğü yücelttiğini ispatlamak için bilimsel ahlâk dışında yollara başvurmak gerekecektir.

Burada üzerinde asıl durulması gereken olgu, bu ölüm vesilesiyle Osmanlı Sarayı'nda süregelen iktidar çatışmasının birdenbire ilginç boyutlara tırmanmasıdır. Öyle boyutlu bir çatışma ki Fatih'in naaşı ortada kalıyor. Ortada kaldığı kesindir çünkü üstünde mum bile yakılmıyor, kendi sarayında kokmaya bırakılıyor Fatih'in cesedi, öyle ki yanına kimse yanaşamayacak hale geliyor, çünkü o sırada Saray'da kıran kırana bir iktidar savaşı sürmektedir.

Ölümünün üzerine ortada kalakalan Fatih'in cesedi ile nihayet 11 gün sonra ilgilenilecektir; İshak Paşa'nın oluruyla kokmuş cesedin üzerine nihayet mum yakılacak, Kethuda Kasım cesedin içini boşaltıp ilaçlayacaktır. Ancak bekletme işi devam edecektir; ta ki Beyazıt'ın, 21 Mayıs 1481'de İstanbul'a gelmesine kadar. İşte bunun bir gün sonrasıdır ki, Fatih'in 18 günden beri beklemekte olan cesedi gömülebilme olanağına sahip olacaktır.



Özetle, Fatih'in son günlerinde Osmanlı sarayı'nın durumu, II. Murat'ın son yıllarındaki Saray'ın durumu gibidir. Ancak bu kez saflar ve misyonlar değişmiştir. Sanılanın aksine Fatih, kadir-i mutlak güçte değildir. Gerek süreğen savaş politikasının kapıkullarındaki tepkisi, gerekse halka yüklediği vergiler ve para değerinin sürekli düşmesinin yarattığı tepkiler onu iyice güçten düşürmüştür.

Böylece, “II. Mehmet 1481 yılında öldüğünde, gerçi eskisinden daha geniş ve güçlü bir imparatorluk bırakıyordu; ancak, yorgun bir ordu, sıkıp suyu çıkarılmış ve hoşnutsuz bir halk, öfkeli ve bölünmüş bir seçkinler topluluğu da...”


KAYNAKÇA
FATİH ve FETİH-Erdoğan AYDIN
Cumhuriyet Kitapları-8. Baskı : Aralık 2006

14 Kas 2007

Milliyetçilik

Milliyetçilikler Meselesi Üzerine Notlar

Bir Ulus Baker analizi :

1. Çağımız, kitleler karşısında duyulan bir korku içinde.

Bu korku bir taraftan devletçi bir mutlakçılığın imgelerini, öte yandan kamu vicdanının elektronik bir denetimini de birleştirmekten geri kalmıyor. Bu korkunun öteki kutbundaysa “devrimci” şiddet (bunun ‘sosyalizm’ çerçevesinde kurulmuş olmasının zorunlu olmadığı da artık günümüzde, İslam ve milliyetçilikler sayesinde ortaya çıkıyor) ya da terörizm yer alıyor.

Her ne hal ise, “totaliterlik” söylemlerinin belli bir süre oluşturduğu mitos, varlığını farklı düzlemlerde sürdürmeyi seçiyor. Geçmişe, özel olarak sosyalizmin geçmişine oranlıyor kendini.

Ancak “totaliterlik” tezlerinin içselleştirilmiş oluşunun, “milliyetler” sorununun patlayışını yaşayan günümüzde bazı varsayımlar uyandırabilme konusunda özel bir yeteneği var. Bu varsayımların bağlandığı temel varsayım, içten ya da dıştan bir ölüm tehdidiyle karşı karşıya kalan, mutlak, kökten, ölümcül bir olumsuzlukla yunmuş yıkanmış, ve asıl önemlisi, bireyler üzerinde mutlak bir tekbiçimlilik kurabileceği düşünülen “toptan” bir kitle hareketi varsayımıdır.

Bu düzlemde insan çoğullukları yalnızlıkla, dışa kapalılıkla, bu arada modernliğin son görüntüsü “yabancı korkusu”yla betimlenmiş bir yalnızlık içinde soğurulmaya çalışılır.

Bu varsayımın (totaliterlik tezlerinin belirdiği çeşitli alanların yanında ve ötesinde) bir metafiziği ve bir romanı da vardı: Eğer bu metafizik Hannah Arendt ve Leo Strauss tarafından verildiyse, “roman” ise bir bakıma Orwell tarafından verilmişti.

İster roman isterse metafizik çerçevesinde olsun bu varsayımın belirgin bir özelliği var: Her zaman aktüel olduğunun “kanıtlanabilmesi”.

Bu kanıtlanabilirlik, totaliterlik tezlerinin özel bir efekti olarak düşünülebilir. Hiç kimse, tarihin ya da kendi özel biyografisinin belli bir anında, Orwellvari bir cehennemde yaşamakta olduğunu hissetmemiş olamaz.

Bunun milliyetçilikler meselesini ele alma yönünde temel bir öneme sahip olan birkaç temasını saymaya çalışalım:

1. Egemenlik problematiğinin (siyasal düşünce ile eş uzamlı olan) mutlak bir şartlandırma ile tam olarak örtüştürülmesi.

2. Sunî bir dilin yaratılmasına kadar varan bir “mutlak” propaganda düşüncesi.

Öyle ki, bu sunî dilin sözcükleri bile düşünme özgürlüğünü yok etmektedir.

Milliyetçilik sorununun bu iki temel varsayım üzerinde tartışıldığı söylenebilir.

(Siyasal aktüelliğin dayattığı totalitarizm varsayımı,) global ve birleştirici söylemlerin çöktüğü iddia edilen günümüzde, insan, sanki totaliterlik konusunda insanlığın temel, vazgeçemediği bir ihtiyacı varmış gibi, sözgelimi sosyalizmin çöküşüyle milliyetçilik cereyanlarının bu totaliterlik varsayımının karşılaştığı boşluğu yeniden doldurmak üzere harekete geçme zorunluluğunda olduklarını düşünüyor.

Milliyetçilik, yolundan sapmış (neye göre?) bir modernliğin totaliterlik ihtiyacının dışavurumu olarak kabul edilmektedir.

2. Milliyetçiliğe biçilen bu rol, onun tarihsel anlamının göz ardı edilmesiyle sonuçlanmaktadır.

Ne Ulus-Devlet’in o barok ussallığı, ne Machiavelli’nin Kilisenin ökümenik egemenliğinden kurtuluşun ve özgürleşmenin temel şartı olarak koyduğu ulusal birlik düşüncesi, ne de Alman Romantiklerinin, özellikle Herder’in Kulturnation olarak insanlığın derin ve gizli dayanışma istencinin ifadesi olarak tasarladığı, belki ütopik, ama kesinlikle günümüzün totaliterlik ihtiyacı varsayımıyla açıklanamayacak ulusçuluğu, günümüzdeki tartışmaların odaklaştığı noktaların yakınına bile gelememektedir.

Günümüz tartışmalarında itiraf edilmeden arka planda duran, tartışmaları üstten belirleyen, yine ve yine kapitalizmdir. Doğu Bloku’nun çöküşüyle varolma hakkını kesinleştirdiğini, beraat ettiğini düşünen bir kapitalizmin. Uzun bir süreden beri “ulus-devlet” formunda faaliyetini sürdüren kapitalizm (yüzyılımız başlarında dünya pazarının paylaşılması, özellikle de petrol kuyularının başına sınırları cetvelle çizilmiş ‘ulus-devlet’leri getiren) işleyişini dünyayı ulus devletlere bölerek gerçekleştirmektedir.

3. Milliyetçiliklerin patlayışının “özgürlüğün” kazanılmasının bir bedeli olarak düşünülmesini savunanlara karşı modernlik öncesi siyasal düşüncenin doruklarından birinin, Spinoza’nın, Tractatus théolo-gico-politicus’undan alıntılanmış bir pasajla yanıt verelim:

“Her bakımdan bir Tiran olduğunun belli olmuş olmasına rağmen, bir Monark’ın yaşamını elinden almak daha az tehlikeli değildir... Büyük bir ihtimalle, halk tiranını değiştirebilir, ama Tiran’ı yok etmiş olmaz. Hatta monarşik egemenliği başka bir formla değiştirmesi bile oldukça zordur bu yoldan.” (TTP., XVIII, 308.)

4. Sadece yukarıdaki alıntı bile, sonuçları belirlenmemiş bir özgürlük mefhumunun anlamlılığını tartışma konusu yapmaya yeter.

Devlet toplum ilişkileri, her türlü yapısal, iktisadi ilişkiler düzeyi saklı tutulursa, çok özel, kendine özgü ve indirgenemez bir tutku ilişkisini de içerir: inanç, iman, vatanseverlik vb. Diğer kutuptaysa çıkarlara ilişkin göstergeler, ussal belirlenimler, Devlet ciddiyeti ve devlete sahip olmanın ciddiyeti ve en önemlisi mülkiyet formları yer alır. Kitlesel hareketler tarzında aktüel varoluşunu sürdüren milliyetçilik türünün birinci gruba dahil edilmesi gerektiği açıktır.

5. Milliyetçilik formu altında varoluş şansına erişen, ifade bulan tutkular, tutku olarak kendi içlerinde ne iyi ne kötüdürler. Totalitarizm ihtiyacıyla harekete geçenlerin yanında, tutku olarak aynı öze sahip, ama göreli olarak belli ‘totaliterlik’ formlarını karşısına alan özgürleşmeci tutkular da sözkonusudur.

Tutkular ve ussallık modernliğin birbirine karşıt hale getirdiği bu iki temel güç, milliyetçilik perspektifi içinde bir barışma mekanı oluşturabilirler.

Bu geçici olsa bile, özellikle Kulturnation (kültürel ulus) ile Staatnation’u (devlet-ulus) birleştirme hülyasıyla hareket eden Alman düşünürlerinin 19. yüzyılda temellerini attıkları bir ulusçuluk geleneği içinde, oldukça derin bir ifade bulabilirler.

6. Kulturnation ve Staatnation, farklı varoluş biçimlerine, farklı ifadelere, farklı tarihçelere ve tarihsel güzergâhlara sahip iki çizgi olarak çıkıyorlar karşımıza.

Yunanlılar Hellas’ın dilsel, dinsel ve kültürel birliğini tek bir devlet haline gelmek yolunda hiç sorunlaştırmadılar. Aksine bu kültürel birliğin temel formu olan Site, İskender egemenliği altındaki birleşme ile yıkıma uğradı.

Öteki poleis karşısında kıskançlıkla savunulan polis, Staatnation devreye girdiği anda yokoldu. Bu durum, Kulturnation’u Staatnationsuz kavrayamayan devlet hikmetine yürekten inanmış ulusçuluk cereyanları açısından anlaşılmazdır.

* Staatnation kuramcılarının hedefi sanıldığı gibi bir Kulturnation’un birleştirilmesi değildi.

Hedeflenen daha çok, Staat’ın tanımladığı bir arazi (ulusal sınırlar) dahilindeki nüfus üzerinde kurulacak bir “créole” egemenliği, heterojen bir nüfusun işlenmesi, yola konulması ve birçok anlamda homojenleştirilmesiydi.

Herder’in Kulturnation’u için o kadar tanımlayıcı olan dil birliği Staatnation modusunda yürütülen projelerde ancak ikincil, bağımlı bir role sahiptir.

Staatnation idealiyle Kulturnation’un özdeşleştirilmesi bir sentez olmaktan çok, Kulturnation’un devlet mantığının temel ihtiyaçlarına oranlanması, bağımlı kılınmasıdır.

Bu durum, 18. yüzyıl öncesinin o naif, simgesel ve kırılgan “ırklar mücadelesi” kavrayışından oldukça uzak, ulusu nüfusla tanımlayan bir rasyonalitenin içkin ırkçılığıdır. Staatnation haritaysa Kulturnation ormanlar, şehirler, kırlar, denizler, akarsular ve göllerdir. Staatnation’un müdahalesiyle bunlar “kaynak” adını alırlar: Madenler, iklimler, göçler, işgücü; hidroelektrik santralleri, barajlar, ormanlık alanlar. Staatnation devlet mülkiyeti demektir: özel mülkiyet vergiye bağlanır, işgücü denetim altına alınır.

7. Kulturnation/Staatnation ayrımında (ve bunları birleştirme ihtiyacında) Almanya’nın 19. ve 20. yüzyıl macerası Avrupa kıtasında bu bakımdan en aydınlatıcı olanıdır.

10. yüzyılda “Alman Krallığı” denebilecek bir oluşum vardır. Buradan, sürekli değişen sınırlara sahip bir imparatorluğun geliştiğini görüyoruz.

Bu yüzden “Alman Devleti”nin coğrafi birliği hiçbir zaman belli sınırlara irca edilerek tanımlanamıyordu.
Cermen kökenlerden sadece ve sadece bu anlamda söz edilebilir. Bilindiği gibi, Roma imperium’u altında, “özgür” Almanya ile Roma Almanya’sı kültürel ve ekonomik ilişkilerini sürdürmüşlerdir. Bavyera dışındaki bölgelerde, 3. yüzyıldan başlayarak Stamme birlikleri oluşur.

Kavim göçleri başlayınca Cermenler güneybatıya doğru ülke değiştirirler. Ardından Hıristiyanlaşma gelir ve İskandinav dünyasıyla ve kültürüyle son bağlantılar da kopuverir.


Wagner’in ve daha sonra Nazi ideologlarının aradığı Cermen kökeni işte budur.

Hiçbir romantizm tarihin belli bir okunmasının dışında değildir. Fransız Devriminin bir yıl öncesinde, “Sur l’histoire de la France”ta bir yıl sonraki devrimin beklentisi içindeki sahte papaz Abbé Hably “anlatılan hikayelerin ulusların yüzünü değiştirebileceğini” yazıyordu.

Bir anlatı olarak tarih okuma eninde sonunda tarihin akışını şekillendirdiği bir boyuta sahiptir. Kavimlerin savaşı olarak okunan tarihten sınıfların savaşı olarak okunan tarihe, uluslar savaşı olarak okunan tarihten, sistemler savaşı olarak okunan tarihe bir geçiş vardır.

Bir bakıma, savaşsız düşünülemez olan bir bir tarih tarihçesi vardır karşımızda. Prusya’nın bürokrasi, aristokrasi ve otokrasi tarafından belirlenen daha kısa bir tarihçesi, “herşey devlet için” modelini benimseyen Nazilere bu uzak söylemlerden daha yakındır bir bakıma. Nietzsche’nin faşizmin bir ideologuna dönüştürülmesi sürecine, Cermen eski tarihinin ulusal bir tarihe dönüştürülmesi tekabül eder.


(*) Bu iki alan, sanıldığı gibi birbirlerine zorunlu bir bağımlılık içinde değildirler. (Hiç değilse antikite tarihi bunu gösteriyor.) Biraraya gelişleri, birbirleriyle içiçe geçişleri modernliğin müdahalesini şart koşar.

Ulus Baker 'i sevgiyle anıyoruz . Y.Ç:

12 Kas 2007

Franz Kafka


A. Ömer Türkeş 'in bir Kafka incelemesi :

Yaşamı boyunca pek tanınmayan, tüm yazdıklarının imha edilmesini vasiyet ettiği yakın arkadaşı Max Brod’un ‘ihaneti’ sayesinde hikaye ve romanlarıyla bir edebiyat efsanesine dönüşen Franz Kafka, 1883’te, Alman asıllı Yahudi bir tüccarın en büyük oğlu olarak Prag’da doğdu.

İlk ve orta öğrenimini Alman okullarında tamamladı.

1901’de Karl Ferdinand Üniversitesi’nin kimya fakültesine kayıt yaptırdıysa da, karar değiştirip önce edebiyat ve sanata yöneldi, en sonunda annesiyle babasının isteğine uyarak hukuk eğitiminde karar kıldı.

Üniversite yılları verimliydi Kafka’nın. 1902 yılında tanıştığı Max Brod sayesinde Prag’ın edebiyat çevrelerine açıldı.

Nietzsche’den, Darwin’den ve ‘sosyalizm’den etkilendi.

Dini inançları olmamakla birlikte, etnik kimliği nedeniyle Yiddiş tiyatro çalışmalarında yer aldı.

1906’da hukuk doktoru olduktan sonra bir yıl mahkeme stajı gördü. 1908 ortalarında Bohemya Krallığı İşçi Kaza Sigortaları Kurumu’na hukuk danışmanı olarak girdi.

Yarı zamanlı bu iş sayesinde yazmaya zaman ayırabiliyordu. Sanılanın aksine ne içine kapanıktı ne de sosyal ilişkileri zayıftı.

Yürüyüş yapmayı, yüzmeyi ve kürek çekmeyi, dakika dakika planladığı seyahatlere çıkmayı seviyordu. Kadınlarla ilişkisiyse ikircikliydi; bir yandan fahişelere düşkünlük gösterirken diğer yandan tutkulu romantik aşk arayışındaydı.

Evliliğe her zaman soğuk bakan Kafka, 1912’de nişanlandığı Felice Bauer’le sıkıntılarla dolu beş yıllık nişanlılık süresinden sonra 1917’de ayrıldı.

Bu dönem aynı zamanda Kafka’nın en verimli çağıydı: Bir gecede yazdığı ’Dos Urteil / Yargı’, en önemli yapıtlarından ’Die Venvandlung / Değişim’ ve yarım bıraktığı ’Der Verschollene / Kayıp’ romanı, çocuk ile aile arasındaki çatışmaları konu alan hikayeleriyle tematik bir bütünlük gösterirler.

Kafka bu dönem içinde, ’Der Prozess / Dava’ romanını ve ’In der Strafkolonie / Ceza Sömürgesi’ adlı uzun hikayesini de tamamlar.

Felice Bauer ile 1917’deki ayrılığına eş zamanlı olarak yakalandığı verem hastalığının aslının psikolojik olduğuna, evlenmemek için vereme yakalandığına inanıyordu Kafka.

Hastalığı sayesinde I. Paylaşım Savaşı’na katılmadı. 1918’e kadar zamanının büyük bir kısmını kırsal bölgelerde geçirdi, sağlığıyla ilgilendi, yaşayış ve kültürlerini bilmediği Doğu Avrupa Yahudilerini incelemeye ve İbranice öğrenmeye başladı.

1919 yılında geçirdiği ağır grip veremini iyice azdırdı. Bu sırada Julie Wohryzek ile kısa süreli bir nişanlılık dönemi geçirmişti. 1922’de emekli edildi; ki bu, onun maddi durumunu olumsuz biçimde etkiledi.

Sağlığı ile birlikte moralinin de iyiden iyiye bozulduğu bu dönemde tanıştığı Çek gazeteci Milena, Kafka’nın hayatında önemli bir yer kapladı.

Evli bir kadın olan Milena ile Kafka arasındaki dostluk 1920-1923 yılları arasında mektuplarla sürdü ve Kafka güncelerini Milena’ya bıraktı.

Üçüncü romanı ’Dos Schloss / Şato’yu 1922’de yazdı Kafka.

’Sevgili Milena’, çok sonraları -Kafka’nın üçkızkardeşi gibi - hayatını Alman toplama kampında kaybedecekti. Kafka, aile bağlarından, maddi ve manevi yıkıntılarla yaşadığı Prag’dan 1923’te Berlin’e giderek kurtuldu.

Berlin’de Polonyalı Ortodoks bir Yahudi ailesinin kızı Dora Dyment ile tanıştı; ve hep aradığı türden bir aşka kavuştu.

Ancak ailesi bir kez daha engel olmaya çalıştı Kafka’ya. Bu kez boyun eğmedi; belki de hayatında ilk kez mutlu ve coşkulu bir ruh hali sergileyen Kafka, Dora ile Berlin’de yaşamaya başladı.

Ne var ki hastalığı son safhasındaydı. ’Ein Hungerkünstler / Açlık Cambazı’ adlı hikayesini tamamlarken hastalığı şiddetlenince 1924’te Prag’a döndü. Viyana yakınlarındaki bir sanatoryuma yatırıldı. 3 Haziran’da öldüğünde henüz kırk yaşındaydı.

Kafka Prag’da gömüldü.

Hemen hemen bütün eserleri ölümünden sonra Max Brood tarafından yayına hazırlanan Kafka, 1920’lerin sonunda önce Alman edebiyat çevrelerinin ilgisini çekmişti. Ancak 1950’lere gelindiğinde ünü bütün Avrupa’yı kapladı.

Kafka’ya gösterilen ilgide dönemin ruhsal ve zihinsel atmosferiyle yazarın temaları arasındaki şaşırtıcı örtüşmenin etkisi inkar edilemez.

Yalnızlık, yolunu şaşırmışlık, arayış, saçma yaşamın doğallığı, kalabalıklar, yabancılaşma, kısaca modern bireyin bunalımları ya da kabusları...İşte bütün bunlarla örülüdür Kafka’nın hikayeleri.

Ama büyüklüğü o kabusları hikayeleştirmesinde değil, hikaye ediş tarzında, uslubuyla yarattığı Kafkaesk dünyasındadır.

Anlattığı o akıl almaz hikayeleri, en olmadık zamanda yaptığı ayrıntı aktarımları yardımıyla gerçekliğe bağlayan Kafka’nın ironisi, bir şatoyu, bir davayı ve böcekleşmiş bir bedeni, anlamlı metaforlara dönüştürür.

Her karakter, her eylem ve her ayrıntı göründüğünden farklı anlamlar yüklenirken Kafka okuyucuya kesin bir şey göstermez, ima eder. Bu imacı yaklaşım, yaşamın başka sunumlarını sorguluyan daha yukarıdan bir sunum olarak işlerlik kazanır ve çok katlı okumalara açılır.

Kafka’nın dünyası çok katlı okumalara öylesine açıktır ki, birbiriyle çatışan görüşlerin hemen hepsine malzeme sağlayabilir. Edebiyat tarihinde metinleri Kafka kadar didiklenen bir başka yazar bulmak zordur.

1950’lerde Lucas, Adorno, Benjamin, Brecht gibi Marksistlerin gerçekçilik üzerine yaptıkları canlı, zengin ve eşsiz tartışmalarda merkezi bir yer tutan Kafka, Varoluşçu yazarlar - özellikle Camus - tarafından da benimsenmiş, çevrildiği dillerin edebiyatlarına yayılan etkileriyle 20. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vurmuştur.

Ancak yaratıcılığının büyüklüğü üzerindeki fikir birliği eserleri üzerindeki yorum farklılıklarını gidermemiş, tersine her geçen gün ortaya atılan yeni yeni yorumlarla bu farklılıklar derinleşmiştir.

Sontag’ın ifade ettiği gibi, ’Modern yorumlama biçeminde metin deşiliyor, deşilirken de yok ediliyor; metnin ‘arkasında’ bir şeyler aranıyor; deşilerek, gerçek olduğuna inanılan alt-metin ortaya çıkarılmaya çalışılıyor.

En çok tutulan, en etkili modern öğretiler, Marx’ın ve Freud’un öğretileri, sonunda çok ayrıntılı yorumbilim dizgeleri, saldırgan ve saygısız yorum kuramları olup çıkıyor.

Gözle görülebilen tüm görüngüler, Freud’un deyişiyle açık içerik olarak tanımlanıp bir kefeye konuyor. Bu açık içeriğin de, altında yatan gerçek anlamı örtük içeriği bulup çıkarmak için didik didik edilip bir yana atılması gerekiyor.

Marx’ta devrim ve savaş gibi toplumsal olaylar, Freud’da bireyin yaşamına ilişkin olaylar (nevroz belirtileri ya da dil sürçmeleri) ve metinler (düşler ya da sanat yapıtları) bunların hepsi yorumlanacak şeyler olarak ele alınıyor.

Örneğin Kafka’nın yapıtları en azından üç yorumcu ordusu tarafından kitle talanına uğramıştır. Kafka’da toplumsal alegori bulanlar, yapıtlarında çağdaş bürokrasinin yarattığı sıkıntıların ve çılgınlıkların örneklerini, bunların sonucunda doğan buyurgan devleti görürler.

Ruh-çözümleme alegorisi bulanlarsa Kafka’nın, babasına karşı duyduğu umarsız korkunun, hadım edilme endişelerinin, iktidarsızlık duygusunun, düşlere sığınmasının örneklerini görürler.

Kafka’nın yapıtlarını dinsel alegori olarak görenler de ‘Şato’daki K.’yı cennete girmeye çalışan biri, ‘Dava’daki Joseph K.’yıysa Tanrı’nın amansız, gizemli adaletiyle yargılanan biri olarak kabul ederler..

. ’Yorumlardan hangisinin Kafka’nın metinlerini daha iyi açıkladığını söylemek zor.

Çünkü Kafka’nın kendisi de bir çözüme ulaşmamış, gördüğü karabasandan uyanmamıştır.

’Kafka’nın gerçeği, gerçeği görmeyen, düş gören bir insanın gerçeğidir.’ Benjamin’in sözleriyle,

Kafka’nın eseri sanki ayrı bir yerde, kendiliğinden oluşmuştur, Kafka’nın kendisi de eserinden ayrı bir yerdedir ki bu, eserlerini bütün ilişkilerden, yazarından bile koparır.

Öyleyse Kafka sorununun üstesinden gelebilmek için tutulacak yol ne olabilir? ’En doğrusu, şu soruyu sormalı: ne yapmıştı Kafka? ’

Nedir Kafkaesk?

Bu sorunun yanıtına yaklaşabilmek için önce hikaye ve romanlarıyla başlamak, yani Kafkaesk dünyaya adım atmak gerekir.

Önce çok kısa özetleriyle başlayalım: ’Yargı’ düğünü arifesinde ruhsal açıdan babasına bağımlı olduğunu kabullenmek zorunda kalan ve babasının kendisi için verdiği ölüm kararına isteyerek boyun eğen genç bir adamın; ’Değişim’, bir sabah uyandığında kendisini böcek olarak bulan Gregor Samsa’nın hikayesidir. ’Kayıp / Amerika’nın kahramanı 16 yaşındaki genç Karl Rossmann, hizmetçiyi iğfal ettiği gerekçesiyle ailesi tarafından yollandığı Amerika’da hayata tutunmaya çalışır.

’Dava’nın konusu hiçbir neden gösterilmeksizin dava edilmek üzere tutuklanan banka memuru Joseph K.’nın suçsuzluğunu umutsuzca kanıtlama çabasıdır. ’Ceza Sömürgesi’nde bir bilim adamı, kendisine ne gibi suçlar yüklediğini anlatan darbelerle yaralana yaralana korkunç bir biçimde öldürülür. ’Bir Akademiye Rapor’ yavaş yavaş insana dönüşen bir maymunun ağzından aktarılır. ’Şato’da K. adlı adam arazi ölçüm işleri için çağrıldığı şatonun sahibine ulaşmak çabasıyla geçirir günlerini... İşte Kafkaesk’i oluşturan hikaye ve romanlar bunlar... Peki nedir Kafkaesk? Milan Kundera, ’Roman Sanatı’ adlı kitabında dört belirleyici nitelik saptamış. Kundera’ya göre Kafkaesk’in ilk niteliği şu: ’[Kişiler] kurtulamadıkları ve anlayamadıkları tek ve dev bir labirentsi kurumdan başka bir şey olmayan bir dünyadadırlar’. İkincisi; ’[Kişiler] için olası başka hiçbir dünya olmadığına göre onların bütün varlığı bir hatadan ibarettir’. Üçüncüsü; ’Cezalandırılan cezanın nedenini bilmez. Cezanın saçmalığı öylesine katlanılmazdır ki, suçlanan kişi huzura kavuşabilmek için cezasına bir doğrulama bulmak ister: Ceza suçu arar’. Ve dördüncüsü; ’Kafkaesk dünyada komik trajiği güçlendirmek için değil, onu anlamsız kılmak için kullanılmıştır’.Kafka’nın hikaye ve romanlarını incelemek için iyi bir izlek sunmuş Kundera. Gerçekten de ’Değişim’, ’Amerika’, ’Dava’ ve ’Şato’da karşımıza çıkan kahramanlar hep aynı labirentlerle, aynı anlam yitimleri, anlamsız suçlamalar ve cezalarla karşılaşırlar. Kafka’nın Türkiye’de popülerlik kazanmış metinlerinde ’Değişim’, ’Dava’ ve ’Şato’da kolaylıkla izlenen bu özellikleri, bugünlerde iki farklı yayınevi tarafından basılan ve daha az bilinen ’Amerika/Kayıp’ romanı üzerinden incelemekte fayda var. Kafka Amerika’da’Kayıp’(Amerika) romanı şu cümlelerle açılır: ’Hizmetçi bir kız tarafından baştan çıkarılıp kendisinden bir çocuk peydahladığı için yoksul ailesi tarafından Amerika’ya gönderilen on altı yaşındaki Karl Rossmann, hızını kesmiş gemiyle New York limanına girdiği bir sırada, uzun süredir izlediği Özgürlük Anıtı’nı aniden güçlenen bir güneş ışığı altında gördü. Anıtın kılıcı tutan kolu daha bir yükselir gibi oldu şimdi; bedeninin çevresinde ise rüzgarlar özgürce esiyordu.’ İlk bakışta hiçbir alaycılık taşımayan bu ifadeler Kafka’nın ironik anlatımının karakteristiğidir. Çünkü, ilerleyen sayfalarda Karl’ın bedeninin çevresinde özgürce esen rüzgarlarla Karl’ın Amerika’da sürdürdüğü boyun eğmiş, bağımlı hayat tam bir zıtlık yaratacaktır. Elbette yazar da bu zıtlığı bilmektedir, ama yergisinin kılıcını keskinleştirmek için bilmezden gelmiştir. Yaşanan olaylar kendi içlerinde öylesine mantıklıdır ki; bu mantık içinde tüm dünyayı hem komik hem anlamsız hem de acımasız kılarlar. Hikayeyi üçüncü tekil şahsın ağzından anlatan Kafka, olayları, durumları, kişileri ve diyalogları sanki kendi sözü yokmuşçasına aradan çekilerek dillendirir. Öyle ki Karl Rossmann’ın karşılaştığı olaylar aslında onun algı ve yorumlarını sürekli dışlayacak, genç adamın saçma sapan, önemsiz durumlar karşısında takındığı ciddi tavır bir durum komedisine dönüşecektir. Yeni ayak bastığı New York’ta tesadüfen karşısına çıkan senatör dayısı sayesinde bir anda talih kuşu konmuştur Karl’ın başına. Yüzlerce odalı saray yavrularında, parıltılı eşyalar arasında, zenginliğin alemet-i farikası sayılan aktivitelerle geçen günler çok çabuk tükenecek, dayısı tarafından nedensizce suçlanan Karl, bir anda kendisini Amerika’ya özgü dipsiz yoksulluk içerisinde bulacaktır. Kafka’nın kâbusuKafka’nın absürd/saçma mizah anlayışı Karl Rossmann kimliğiyle bürünür ete kemiğe. Diğer romanlarında olduğu gibi, Karl da zayıflık, itilmişlik, güçsüzlük ve çaresizlikle malüldür. Ama o bu malüllükten etkilenmez. Tıpkı Dublin sokaklarında bir ileri bir geri dolanan ’Ulysses’in kahramanı Bloom gibi o da yeni bir sanat öğrenmektedir: Görmek ve görmemek. Karl görür ve gözler, ama merceğine takılanlarla duygu ve düşünceleri arasına bir sınır çekmiştir. Her şeyi fark eder, ancak hiçbir şeye yoğunlaşmaz, hiçbir şeyden kırılmaz, hiçbir şeyi kötüye yormaz. Öyle ki zenginlikten yoksulluğa savruluşu bile büyük bir etki yaratmayacaktır üzerinde. Düştüğü en zor, en acımasız koşullarda kendi yolunu bulmasını, dış dünyayla iç dünyası arasına bir mesafe koymasını, durumdan ‘yararlı’ dersler almasını bilir; ’Kafka metinlerindeki tutunamayan tip, sırf tutunamadığı için güçlü kalmış gibidir.’ Bu, büyük kentlerin ve kalabalıkların, dış dünyanın etkilerinden kaçmanın yegane yoludur; bir eksiklik veya yokluk olmaktan çok, kişinin kendisini korumasını sağlayan etkin bir araçtır . Karl’ın Amerika’sı, Kafka’nın Amerika’sıdır. Kahramanının kendisini korumayı becerdiği metropol kalabalığı, Kafka’nın kabusudur. Karıncalar imparatorluğunu hatırlatan New York şehri ’dolaylı ilişkilerin uçsuz bucaksız labirentini, modern yaşama biçimlerinin getirdiği bölünmeleri, karmaşık, karşılıklı bağımlılıkları dile getirmesiyle’ Kafka’yı yıldırmıştır. Romanın pek çok bölümünde görmediği ama tahayyül ettiği metropolden manzaraları aktarır. Bir alıntıyla örnekleyelim:’Karl’ın memleketinde böyle bir yerden bütün manzara ayaklar altında olabilecekken, buradan görüne görüne adeta tepeleri budanmış iki sıra halindeki binaların arasından dümdüz, bu nedenle de kaçarcasına, yoğun sisler içinde bir katedralin müthiş siluetinin yükseldiği uzaklara doğru uzanan bir yol görülebiliyordu. Sabah olduğu kadar akşam ve de gece görünen düşlerde yoğun bir trafik akıyordu bu yoldan; yukarıdan bakıldığında, sanki sil baştan, çarpılmış insan yüzleriyle her türden araba çatısından bir karışım oluşuyor ve bundan da, gürültü, toz ve kokularından, kat kat çoğalan vahşi, yeni bir karışım yükseliyor, bunların tümüne de, nesne kalabalıklarından durmadan saçılan, alıp taşınan ve yeniden yeniden getirilen güçlü bir ışık egemen olup nüfuz ediyordu; bu, büyülenmiş gözlere öyle bedensel bir şeymiş gibi görünüyordu ki, sanki sokağın üstünde her şeyi kaplayan bir camın her seferinde yeniden, olanca gücüyle parçalanacağı izlenimi veriyordu.’Kalabalıklar içinde yalnızlaşmanın ve yabancılaşmanın dehşeti kadar aile kurumunun toplumsal iktidarın yapıtaşı olduğunu da fark etmişti Kafka: 1912 yılında yazdığı ’Yargı’ ve ’Değişim’ hikayeleri gibi ’Amerika’ romanında da birey- toplum çatışmasını aile kurumu etrafında işlemiştir. Bu noktada yazarın kendi tarihine, babasının baskıcı kişiliğine ve mutsuz ailesine birebir karşılık gelecek motifler bulunabilir. Ne var ki edebiyat aracılığıyla başka bir gerçeklik düzleminde yeniden inşa ettiği Kafkaesk dünya, yazarın biyografisine indirgenemez. Kafka’nın kahramanlarının ellerinde olmadan gelişen, onların sadece yüzleşmek zorunda kaldıkları olaylar aslında modern insanın yaşamak zorunda kaldıklarına dair güçlü eğretilemelerdir. Kendi özel dünyasının nevrotik olup olmadığının hiçbir önemi yok, önemli olan onun modern çağ nevrozlarının anlatıcısı olması, bireyin nevrozlarını hepimize ait olan bugünün dünyasının nevrozları haline getirmesidir. ’Bir insanın özgünlüğü ne kadar büyükse, o insan boğuntu karşısında o kadar çaresiz kalır,’ demişti Kierkegaard. Kafka bu özgünlükten fazlasıyla nasibini almıştı; Lucas’ın ifadesiyle ’gözü dönmüş ve ürkütücü bir boğuntu karşısında ne yapacağını bilemeyen modern bireyin / yazarın klasik örneğiydi’ o.

Çaresiz kaldığı boğuntuyu ve onun hem tamamlayıcı bir parçası hem de nedeni olan bölünmüş karanlık dünyayı herkesten daha fazla içinde duyumsayarak yansıttı; ’Bu dünyanın, insanı irkilten yanı korkunçluğu değil, olağan görünüşüdür’. Kafka benzersizliğini, bu temel yaşantıyı iletecek dolaysız ve yalın bir anlatım yolu bulmuş olmasına borçludur.

A. ÖMER TÜRKEŞ

10 Kas 2007

Norman Mailer

Ünlü Amerikalı yazar Norman Mailer vefat etti .


İki kez Pulitzer ödülü kazanan Mailer'in 40'dan fazla kitabı ve denemeleri var.

Mailer genç yaşta Amerikan siyasi yaşamı ile ilgili liberal görüşlerini kamuoyuna duyurdu.

Daha sonra Vietnam ve diğer savaşlar konusunda ciddi eleştiriler getirmesiyle de ünlü.


Mailer'in ilk kitabında "The Naked and the Dead -Çıplak ve Ölü" İkinci Dünya Savaşı 'nda öldürülen milyonlarca insanın öyküsünü anlattığı romanıyla tanındı .


Mailer'in eserlerinde sık sık yer verdiği şiddet, cinsel saplantılar ve aykırı bakış açıları muhafazakarları rahatsız ediyordu.

.
Mailer, "The Armies of the Night-Gece Orduları" adlı eseriyle 1968 yılında "Pulitzer Ulusal Kitap Ödülünü,

"The Executioner's Song-Celladın Şarkısı" adlı kitabıyla da 1978 yılında "Pulitzer Roman Ödülünü" kazanmıştı.


Yazar 84 yaşında bugün vefat etti .

7 Kas 2007

Biraz daha Alegori

Alegorilerin söylemek istediği tek şey, anlaşılmaz olanın anlaşılmaz olduğudur.

Alegorik bir metin hiç şüphesiz metnin içindeki unsurların metnin kendisinden çıkarılarak tüm metinleri bir alegori olarak okumanın mümkün olduğu değil, aynı zamanda her okumanın kendi içinde bir alegoriye dönüştüğü ve başka okumaların hedefi haline geldiğidir.

Kendi alegorisine dönüşen yapıt asla bitmez, dini, siyasi, mitolojik, kültürel okuma biçimlerine açılır ve okuruna pek çok kapı aralar.

Simgecilik, deneyimi düşünceye, düşünceyi de bir imgeye çevirir; imge aracılığıyla anlatılan düşünce hep devinim içinde ve ulaşılmaz kalır ve her dilde anlatım bulmasına rağmen anlatılamaz olur.

Alegori ise deneyimi kavrama, kavramı da bir imgeye çevirir; kavram hep tanımlanmış ve imge aracılığıyla anlatılabilir.

Kesinlik isteyen ve arayan bir çağın ya da toplumun edebiyattan beklentilerine cevap vermek üzere geliştirilmiş bir yöntemdir alegori.

Bir belirlenemezlik, muğlaklık bilinci karşısında zihni aydınlatması, tekinsizlik ve tedirginliğe panzehir sunması beklenir. Anlaşılmazı anlaşılır kılmak, yeniden canlandırma yöntemiyle kısmen mümkündür.

Edebiyatçı, eserlerinde alegoriyi kullanmayı seçerse metni, hem kapalı ve sonlu, hem de açık uçludur.
Sonlanır ve bir yere bağlanır ama okuyanda daima devam eder, alegorik yapıt sanki yaşayan bir varlıktır .

Alegori ve Sembolizm

'Alegori', daha dar bakarsak, Batı Avrupa'nın ortaçağda başına tac ettiği bir anlatım yöntemidir.

Tanımlayıcı özelliği, en kısa söyleyişiyle, bir şeyin bir başka şeyi temsil etmesidir. O çağın en tanınmış alegorilerinden biri 'Gül'ün Romanı' adını taşır.
Burada gül, güldür, ama gülden çok, 'sevgili'dir, sevilen kadındır.
Koşukla yazılmış bu hayli uzun anlatıda, erkek kahraman bu güle yaklaşmaya ve onu elde etmeye çalışır. Bunun için çeşitli arkadaşlarından yardım ister ve alır. Bu arkadaşları da 'alegorik' kişilerdir.

Birinin adı 'Bialacoil'dur: Ortaçağ Fransızca'sında, 'nezaket' anlamına gelecek bir kelime, ama ondan biraz daha karmaşık, 'sevimli', 'cana yakın' gibi çağrışımları da var.

Ondan yardım isteniyor, çünkü bu özellik, bir adamın bir hanımın gönlünü kazanma çabasında en önemli yardımcısıdır.

Delikanlı gibi 'gül'ün de böyle alegorik yardımcıları (ya da 'zaaf'ları) var. Gül, tabii, 'iffetli genç kız'ı temsil ettiği için, direnecek. Onun bir arkadaşının adı 'Acıma'. Ama 'Acıma', 'Bialacoil'un da arkadaşı.

Dolayısıyla delikanlı bu kanaldan, yani acımadan yararlanarak güle yaklaşmaya çalışıyor vb. Yani, böyle bir anlatı biçimi alegori.

Ama bununla bitmiyor. En az üç 'anlam tabakası' olacak:

1) Düz anlamı,
2) Manevi-ahlaki anlamı,
3) Teolojik anlamı.

Bu üçüncüde, delikanlının güle erişme çabalarını, insanın Tanrı'ya ulaşma çabalarının alegorisi olarak da okuyabilirsiniz. 'Kutsal Kitap'ı okuma ve yorumlama çabasının sonucu, aslında. Bu kitabın, başka bir çağda yaşayan insanlara 'kriptik' görünen meselelerine, hikâyelerine, o çağ için anlaşılır ve benimsenir bir yorum bulma çabası.


Jorge Luis Borges

El Libro di Arena

Yazarın kitabı 'Kum Kitabı' adıyla olarak Türkçeye çevrilmiş .
Doğumu 24 Ağustos 1899, Buenos Aires-Ölümü 14 Haziran 1986, Cenevre
Arjantin tarihinde önemli yeri olan İngiliz asıllı bir aileden geliyordu.

I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde (1914) ailesiyle Cenevre’ye göçtü. 1919’da buradan ayrılarak Mayorka ve İspanya’da birer yıl kaldı. 1921’de Buenos Aires’e döndükten sonra doğduğu şehri bir anlamda yeniden keşfetti.

1938’de dokuz yıl boyunca çalışacağı kütüphane memurluğuna başladı. Kurgular dizisi ve Alef adlı kitabında toplanan hikâyelerini kaleme aldı. Bu dönemde, H. Bustos Domecq takma adıyla dedektif hikâyeleri yazdı (Don Isidro Parodi İçin Altı Sorun - 1942).

1946’da Juan Peron’un iktidara gelişiyle, kütüphanedeki işinden atıldı.

1955’de Peron devrilince Arjantin Ulusal Kütüphanesi Müdürlüğü’ne getirildi. Aynı sıralarda Buenos Aires Üniversitesi’nde İngiliz ve Amerikan edebiyatı profesörlüğüne başladı.
Kalıtımdan gelen bir hastalık nedeniyle 1920’den beri görme bozukluğu çeken Borges bu yıllarda görme yeteneğini bütünüyle kaybetti. 1961’de Samuel Beckett’le birlikte Formentor Ödülü’nü kazandı.

Latin Amerika´nın ve dünya edebiyatının önde gelen isimlerinden J.L. Borges, çok sayıda yazarın üslübunu, tekniğini ve edebiyat hakkındaki düşüncelerini neredeyse tek başına değiştiren, eserleriyle çağımıza damgasını vuran bir şair, öykü ve deneme yazarı.

Formenter Ödülü´nü aldığı 1961´den bu yana eserleri klasik sayılan ve giderek artan bir hayran kitlesi kazanan, defalarca Nobel Ödülü´ne aday gösterilen Borges, Poe, Kafka, H.G. Wells, Valery, Mallarme ve daha birçok yazardan etkilendi ve kendini her şeyden önce bir okur olarak gördü.

Dost canlısı ve bonkör bir kişiliği olan Borges´in metinlerini dergilere gönderirken fazla rahat davrandığı, eserlerine ilgi gösteren dostlarına öykülerinin teliflerini armağan ettiği, hatta bazılarıyla ortak öyküler yazdığı biliniyor.

İletişim Yayınları 1989´da kurulan Jorge Luis Borges Vakfı´yla yaptığı anlaşmaya uygun olarak, yazarın kimi zaman keyfi sıralamalarla derlenen öykü, düzyazı ve şiirlerini ilk basıldıkları halleriyle yayımlıyor.

Borges, 1930´larda, Arjantin´de çok satan Critica gazetesinin pazar ekine yazdığı yazıları, Alçaklığın Evrensel Tarihi´nde biraraya getirdi.

Gerçek ile hayalin birleştiği bu yazılarda, yaşamöykülerini bilerek çarpıttğı Keşiş Eastman,Kadın Korsan Çingi, Billiy the Kid gibi kötü şöhretli kimseleri anlatırken, kurgunun olgudan daha gerçek, daha inanılır olduğunu belirtmeyi hedeflemişti.

İlk kısa öyküsü ´Mahalle Kabadayısı´nın da yer aldığı bu kitabı Borges, 1954´te yazdığı önsözde, `öykü yazmayı göze alamayan, dolayısıyla da başkalarının masallarını bozup çarpıtarak kendini eğlendiren utangaç bir delikanlının sorumsuz oyunları` olarak nitelemişti. Buna karşılık kitap, Latin Amerika edebiyatını derinden etkiledi ve yayımlandığı tarih (1935) bu edebiyatın bir dönüm noktası olarak nitelendi.

Kitapları :

Alçaklığın Evrensel Tarihi
Alef
Atlas
Brodie raporu
Dantevari Denemeler Shakespeare'in Belleği
Evaristo Carriego
Ficciones Hayaller ve Hikâyeler
Kum Kitabı
Ölüm ve Pusula
Öteki Soruşturmalar
Sonsuz Gül
Yedi Gece
Yolları Çatallanan Bahçe


Dante ile ilgili tüm eleştiri ve yorumları okumuş değilim ( kimse de okumamıştır ), ama sanırım Cehennem'in sondan bir önceki ünlü kantosunun 75. dizesinin yorumunda ortaya sanatsallıkla gerçeklerin birbirine karıştırılmasından kaynaklanan bir sorun çıktığını söyleyebilirim. Bu dizede Ugolino de Pisa oğullarının Açlık Kulesi adı verilen zindanda nasıl öldüklerini anlattıktan sonra acının yapamadığını açlığın başardığını söylüyor ( Poscia, piu che'l dolor, poteil digiuno / ...Acının yapamadığını açlık başardı sonunda ). Dante'nin ilk yorumcularını bu suçlamaları yapanlar arasına katmıyorum.Onlar dizede bir sorun görmüyorlar ve hepsi de dizeden acının Ugolino'yu öldüremediği ama açlığın öldürebileceği anlamını çıkarıyorlar. Canterbury Öyküleri'nde bu olayı kısaca özetleyen Geoffrey Chaucer de onlarla aynı fikirde.Sahneyi bir kez daha gözden geçirelim: Buzlarla kaplı Dokuzuncu Daire'de Ugolino, Ruggieri degli Ubaldini'nin ensesini kemiriyor, sonra da günahkarın kanlı saçlarıyla siliyor ağzını. Ağzını tiksinti verici yiyecekten uzaklaştırarak Ruggieri'nin kendisine ihanet ettiğini, oğullarıyla beraber zindana attırdığını anlatıyor. Düşünde, Ruggieri'nin Dağın yamacında, yanında aç çoban köpekleriyle bir kurt ve yavrularını avladığı geceye dek hücresinin daracık deliğinden bir çok kez ayın doğup batışını izliyor. Şafak vakti kulenin kapısına çekiç darbeleri indiğini duyuyor. Sonra bütün bir gün ve bir geceyi sessizlik içinde geçiriyorlar. Ugolini acı içinde ellerini ısırıyor; çocukları bunu açlıktan yaptığını düşünüyorlar ve babalarına onlara vermiş olduğu bedenlerini sunuyorlar. Ugolino beşinci ve altıncı günler arasında oğullarının birer birer ölümüne tanık oluyor. Sonra gözleri görmez oluyor, ölçüleriyle konuşuyor, ağlıyor, karanlıkta el yordamıyla onlara dokunmaya çalışıyor ama sonunda açlık acıdan üstün geliyor.Dante'nin ilk yorumcularının bu bölüme verdikleri anlamdan yukarıda söz etmiştim. Örneğin, XIV. yüzyılda Rambaldi de Imola: " Demek istediği şu ki onca acının yenemediği ve öldüremediğini açlık teslim aldı. " Çağdaş yorumcular arasında Francesco Torraca, Guido Vitali ve Tomasso Casini de aynı düşünceyi paylaşıyorlar. Bunlardan birincisi Ugolino'nun sözlerinde şaşkınlık ve pişmanlık seziyor; sonuncusu ise " Çağdaş yorumcular Ugolino'nun sonunda oğullarının etiyle beslendiği savını uyduruyorlar; bu sav hem doğaya hem de tarihe aykırı" diye ekliyor ve bu konuda daha fazla tartışmayı yersiz buluyor. Bianchi de akla yakın gelen şöyle bir not düşüyor: " Kimileri Ugolino'nun çocuklarının etini yediğini öne sürüyorlar, pek olası bir yorum değil ama tümden saf dışı etmek de doğru olmaz." Luici Pietrobono dizenin bilinçli olarak yeniden yazıldığını söylüyor.Daha önce söylediğimi yineleyeceğim, bu olasılığı kararsızlık ve kuşkuyla aklımıza getirmeliyiz. Ugolino'nun korkunç suçunu kabul etmek veya yadsımak bu suçu hayal etmekten daha az dehşet verici.Kitabı kitap yapan içindeki sözcüklerdir diye ahkam kesmek tatsız bir gerçeği dile getirmek olarak algılanabilir. Ancak hepimiz şekilden farklı bir içerik olduğuna, Henry James ile on dakikalık bir söyleşinin The Turn of the Screw'un " gerçek " savını açıklayacağına inanmayı yeğleriz. Oysa ben gerçeğin bu olmadığını düşünüyorum; öyle sanıyorum ki Dante de Ugolino üzerine bu üçlüklerde anlattıklarından fazla bir şey bilmiyordu. Schopenhauer baş yapıtının ilk kitabında tek bir düşünceyi işlediğini ve bu düşünceyi aktarmak için daha kısa bir yol bulamadığını söylüyor. Dante ise bunun tam tersini yapabilir, yani Ugolino hakkında tüm düşündüklerini bu üçlüğe sığdırdığını söyleyebilir.Yaşanan gerçek zamanda, tarihte, insanlar birden fazla seçenekle karşı karşıya kaldıklarında birini seçer, diğerlerini yok sayar, böylece fırsatı kaçırmış olurlar. Sanatın umudu ve unutmayı andıran belirsiz zamanı içinde ise olaylar böyle gelişmez. Hamlet sanatsal zaman içinde hem akıllıdır hem de deli. Açlık Kulesi'nin karanlıklarında, Ugolino sevgili cesetleri hem yer hem yemez. Bu duygu kargaşası, bu belirsizliktir işte üçlüğü oluşturan tuhaf madde. Dante bu iki acıyı işte böyle, birlikte düşlemiş, bundan sonraki kuşaklar da böyle düşleyecekler.

Jorge Luis Borges-Dantevari Denemeler- Shakespeare'nin Belleği

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...