24 Tem 2008

Anadolu Dilleri

ANADOLU MEDENİYETLERİ VE ANADOLUDA KONUŞULAN DİLLER ÜZERİNE

FİLİZ DİVARCI

Anadolu’ ya yazı MÖ 2. binin başlarında Asurlu tüccarlar aracılığı ile gelmiştir.
MÖ 2. bine ait olan Boğazköy kaynaklarına göre MÖ 3. bin yıllarında Orta Anadolu’da Hattice konuşan bir halkın varlığını kabul etmek gerekmektedir.

Yazılı kaynaklara göre, Eski Anadolu dillerini iki ayrı bölümde toplamak mümkündür.

Birinci bölümde, MÖ 2. binde Anadolu’da yaşamış olan dillerden Hititçe, Luwice (çiviyazılı Luwice metinler ile hiyeroglif ve yazılı dil anıtları, Hiyeroglif Luwicesi), Palaca ve Hurrice yer alır.

İkinci bölümde ise MÖ 1. bin yıllarında Anadolu’da yaşamış belli başlı dillerden olan Urartuca, Frigçe, Lidce, Karca, Likçe ve Sidece yer almaktadır.

MÖ 2. binden 1. bine yazılı kaynaklar halinde intikal eden ve 1. binde de yaşamını sürdüren tek dil Hiyeroglif Luwicesi (eskiden Hiyeroglif Hititçesi) denilen dildir.

Luwice Eski Anadolu’da yaşayan diller arasında ömrü en uzun olan dildir. Anadolu’da şimdiye kadar yapılan kazılar, MÖ 2. bine ait yazılı belge veren iki büyük merkezi meydana çıkarmıştır.

Birinci merkez eski Asur tüccarlarına ait, 10.000 Asurca yazılmış belge veren Kültepe,
ikincisi ise Hititçe, Palaca, Luwice, Hurca ve Hattice tabletin ele geçtiği Boğazköy’dür.

Bunların yanında, Alişar Alaca, Tarsus ve Sultantepe’de de azsayıda tablet bulunmuştur.
Kültepe (Kaneş) Karumu’nun II. İskan katından elde edilen tabletler eski Asur tüccarlarının ticaret arşivlerine aittir.

Bulunan iş mektupları ve belgeleri sayesinde buluntu tabakalarının tarihlenmesi, Asurlu’ların ticari faliyeti ve Anadolu halkı ile nasıl geçindikleri hakkında bilgi edinilmesini sağlamıştır. Burada edebi metinler gayet azdır. Bu metinlerin yazılmış olduğu sistem, tüccarlarla birlikte ortadan kalkmış ve sonradan eski Babil duktus’unu (yazı biçimi) kendilerine mal eden Hititliler tarafından kullanılmamıştır. Hiyeroglif sistemin daha kursiv bir şekline Kargamış’ta bulunmuş bir pithos parçası üzerinde ve Asur’da meydana çıkarılmış kurşun şeridlerde rastlanmıştır. Bu husus bize hiyeroglif yazı sisteminin günlük hayatta da basitleştirilerek kullanıldığını göstermekte ve Mısır Hiyeroglif anıtları yanında, gündelik yazışmaların sistemi olan hieratik ve demotik yazıları hatırlatmaktadır.

Yalnız aralarındaki fark , yazıldıkları dillerin birbirlerine benzemeyen tabiatı ve Anadolu’daki sistemin, Mısır’dakine nazaran resim-yazı’dan daha da uzaklaşarak stilize hale gelmiş olmasıdır.

Anadolu’da görülen Hiyeroglif yazısının dili, ilk defa Hititçe olarak vasıflandırılmıştır. Fakat daha sonra bu dilin luwice’ye daha çok benzediği görülmüş ve “Hiyeroglif Luwicesi” terimleri üzerinde durulmaya başlanmıştır. Mısır Hiyeroglifleri’nde ve Babil çiviyazısında olduğu gibi, bu yazıda şu üç elemandan oluşur:

İdeogramlar, fonetik işaretler ve pre- ve postdeteminatif’ler. Anadolu dil grubuna dahil edilen diller, Likçe ve Lidce hariç çiviyazısını kullanmışlardır. Hint-Avrupa dillerinin Anadolu grubu Hititçe, Palaca, Luwice, Hiyeroglif luwicesi, Lidce ve Likçe’den meydana gelmektedir. MÖ 1400 ile 1190 yılları arasındaki İmparatorluk dönemine ait ilk örnekleri de bulunan Hiyeroglif Luwicesi, MÖ 1200 ile 700 yılları arasına tarihlenen ve esas olarak Güney Anadolu ve Kuzey Suriye’den sağlanan dağınık yazıtlar ve mühürler üzerinde bulunmuştur. Likçe ve lidce ise, MÖ 600 ile 200 yılları arasında yer alan alfabetik yazı niteliğindeki metinlerden bilinmektedirler. Güney Anadolu'da ko’uşulmuş olan Karca’yı da Sidece gibi az sayıda örnekleri belgelenmiş olan Pamphilya ve Psidia dilleri ile birlikte bu listeye eklemek yerinde olur. Doğuda Van Gölü civarında MÖ III. ve II. bin yılın Hurca’sının yerini, MÖ I. binyılda kendisine akraba olan Urartu dili aldı. Bu dillerin her ikisi de, kesinlikle Hint-Avrupalı değildirHatti dili Hitit çiviyazılı metinlerde Hattili olarak görülmektedir. Hatti dili, Kızılırmak kavisinde ve daha kuzey bölgelerde konuşulan substratum dillerinden bir tanesidir. Hint-Avrupalı Hititlerin gelişinden önce burda yaşayan dil, Hatti dili idi. Hitit metinlerinde, Hititli katipler tarafından yazılmış Hatti dili ile ilgili bölümler bulunmaktadır ve bunlar daha çok dinle ilgili konuları içermektedir, yani ritüeller, büyüler, ilahiler, münacatlar ve mitoslardan meydana gelmektedir. Yeni Hitit devleti (MÖ 1400-1190) süresince Hatti dilinin ölü bir dil olduğu belirgin bir şekilde kendini göstermektedir. Hatti dili bir Hint-Avrupa dili değildir. Yapısında ve işleyişinde, prefix’lere geniş çapta yer veren bu dilin de akrabaları bulunamamış ve bu da Sümerce, Kassit dili, Elamca, Hurca ve Urartuca gibi izole bir dil olarak kalmıştır. Hititçe’de ve Palaca’da Hatti etkisi görülür ancak Luwice’de görülmez. Buna sebep, Kızılırmak kavsi içinde konuşulmuş olduğu sanılan Hatti dilinin güneyde kalan Luwi bölgesi ile olan coğrafi uzaklığı olsa gerektir. Hitit dili Boğazköy-Hattuşa devlet arşivinde korunmuş olan yaklaşık 25.000 tablet ve tablet parçacıklarından bilinmektedir. Hitit dili çiviyazılı metinlerde Nesili / Nasili veya Nesumnili "Neşa kentinin dili” olarak kendini göstermektedir. Hitit dili ile ilgili ilk dilbilimsel veriler, MÖ 1900 ve 1720 yılları arasında Anadolu’da özellikle, Kayseri yakınlarındaki Kültepe Karumu’nda yaşayan Asurlu tüccarların, Asurca’nın eski lehçesinde yazılmış ticari belgelerinde rastlanan bazı terimlerinde ve özel isimlerde bulunmaktadır. Hitit çiviyazılı tabletler, Hititlerin başkenti Boğazköy-Hattuşa’dan başka yerlerde nadiren ele geçmektedir. Başka bölgelerden, yani Tarsus, Alalah, Ugarit ve Amarna’dan dağınık örnekler bulunmuştur. Metinlerin çoğunluğu, kehanetler, ilahiler, dualar, söylenceler, ritüeller ve bayramlar gibi dini konularla ilgili olmasına rağmen, bu arşivler, tarihi, politik, yönetimle ilgili edebi ve yasal özellikteki konularla da ilgilidir. Çiviyazısının, MÖ 1650’den hemen sonra, Eski Hitit Devleti’nin ilk yılları süresince Suriyeli katiplerin, Suriye ve yakın çevresinden Hitit başkentine gelmeleri sonucu Anadolu’ya geçtiği de söylenebilir. Yabancı devletlerle yapılan anlaşma ve yazışmalar için Akadça, bu dönemin yazışma ve diplomasi dili olarak kullanılmıştır. Hititçe çiviyazısı asyro-babilonik veya Akad çiviyazısının bir türevidir. Ve onlar gibi bünyesinde üç cins işaret bulunmaktadır. Bunlar, hiyeroglif yazısında değindiğimiz fonetik işaretler, ideogramlar ve determinatif’lerdir. Hitit çiviyazılı belgelerde Palaumnili olarak görülen Palaca, kuzeybatı Anadolu’daki Pala (belki de Grek dönemindeki Blane) bölgesinin dili idi. Eski Hitit Devleti süresince Pala, Luwiya ve Hattuşa, Hitit topraklarının Anadolu’da kalan üç büyük eyaletini oluşturuyordu. Palaca bir Hint-Avrupa dilidir. Pala dili ile ilgili kelimeler, yetersiz olmalarına rağmen, özellikle isim çekim eklerinde, demonstratif ve relatif formlarda, enklitik zamirlerde ve fiil sonlarında görülen benzerlikler, Palaca’nın Hititçe ve Luwice’ye yakın akraba olduğunu doğrulamaktadır. Anadolu’nun Güney kıyılarında konuşulmuş olan Luwi dili, üç büyük dönemden –yani Hitit İmparatorluk (MÖ 1400-1190), Geç Hititler (MÖ 1190-700) ve Likçe yazıtlar (MÖ 400-200) – gelen belgelerden bilinmektedirler. Luwi dilinin bu değişik zaman birimlerine ek olarak, yazı sisteminde ve diyalektlerinde de bir farklılaşmaya rastlanmaktadır. Bu fark, kendini yazıda, Mezopotamya kökenli çiviyazısı, Anadolu hiyeroglifleri ve Grekçe’den türemiş olan alfabede göstermektedir. MÖ 15. Ve 14. yüzyıllarda iki ayrı diyalektin, yani alfabetik Likçe’nin habercisi sayılan bir Batı Luwi diyalektinin ve bir de Geç Hitit Şehir Devletleri döneminde kullanılacak olan Hiyeroglif Luwicesi’nin atası olarak kabul edilen Doğu Luwi dialektinin olduğunu gösteren delillere rastlanmıştır. Anadolu hiyeroglif yazı sisteminin uzun bir geçmişi vardır. Hiyeroglifler, bazılarına göre, logografik işaretler içeren ve MÖ 18.-17. yüzyıllara tarihlenen damga mühürlerle başlamıştır. En geç döneme ait metinler ise, MÖ 8. yüzyıla tarihlenmektedir. Bazı araştırmacılarda, bu kadar erken bir başlangıç yerine, MÖ 15. yüzyılı kabul etmek eğilimindedirler. Yazıtların coğrafi yayılış sahası, en batıda Spylus ve Krabel’den, kuzeyde Boğazköy ve Alacahöyük’e, doğuda Malatya, Samsat ve Tell Ahmar’a (Til Barsip), güneyde Rastan ve Hama’ya kadar uzanan genişliktedir. MÖ 14. Ve 15. Yüzyıllar arasında kalan “Karanlık Çağ”da yazı, basit başlangıcından çıkıp logogramlar, hece değerleri ve yardımcı işaretlerle birlikte tam olarak gelişmiş bir yazı sistemine doğru tapınakta, orduda, diğer yasal organlarda, kaya yazıtları, mühürler ve tahta tabletler üzerinde kullanılmaktaydı. İmparatorluk dönemine ait Halep yazıtları, Luwi dilinin tartışmalı bir sorun olduğunu yansıtırlarsa da, Geç Hitit yazıtlarının Luwi dilinde yazılmış olduğu belli olmaktadır. Hurri dili Hitit metinlerinde Hurlili olarak geçmektedir. MÖ III. bin yılın son yüzyıllarında Hurriler, coğrafi olarak Kuzey Mezopotamya ovasına ait olan Mardin bölgesinde bulunuyorlardı. Bu semitik ve Hint-Avrupalı olmayan etnik grubun, Doğu Anadolu Dağlarını aşarak Anadolu’ya gelmiş oldukları genellikle kabul edilen bir görüştür. MÖ II. bin yılın başlarında Hurriler, Güney Anadolu ve Kuzey Mezopotamya’ya dalgalar halinde yayıldılar. Daha sonra, MÖ 1500-1400 yılları arasında kalan “Karanlık Çağ” da, Kilikya, Toros ve Anti-Toros (MÖ II. bin metinlerindeki Kizzuwatna) bölgelerine süzülmüş oldukları kabul edilmektedir. Hurca metinler, Urki (MÖ 2300, Mardin bölgesi), Mari (MÖ 18.yüzyıl, Orta Fırat bölgesi), Amarna (MÖ 1400, Mısır), Boğazköy (Hitit İmparatorluk dönemi) ve Ugarit (MÖ 14. yüzyıl, Kuzey Suriye kıyısı) gibi değişik kentlerde bulunmuştur. Mensup olduğu dil ailesi tespit edilmiş değildir. Urartu dili, Hurca’nın geç bir dönemde kullanılan bir diyalekti değildir. Onunla ortak bir atadan gelmesine rağmen, ondan tamamen ayrı bir dildir. MÖ 9. ve 6. yüzyıla kadar geçen zamanda Urartu dili, Van Gölü civarına üstlenmiş, fakat aynı zamanda Modern Rusya’da Transkafkasya’ya, Kuzey İran’a ve zamanında Suriye’nin kuzey bölgelerine kadar da uzanmış olan Urartu Devletinin resmi dili olarak Güneydoğu Anadolu’da kullanılmıştır. Urartu metinleri, Yeni Asur yazısının bir variyantında yazılmışlardır ve daha çok anıtsal yazıtlardan (imar ve sulama faaliyetleri ile ilgili anallar ve adaklardan), tapınakta adanmış olan miğfer, kalkan ve bazı tunç eşyaların üzerindeki küçük yazıtlardan ve birkaç çiviyazılı ekonomik nitelikteki tabletlerden meydana gelmektedir. Urartu dili ve Asurca’da yazılmış olan çift dilli Kelişin, Topzava ve Kevenli yazıtları, dilin anlaşılmasını sağlayacak çok önemli veriler oluşturmaktadırlar. Çiviyazılı Urartu Metinlerine ek olarak, henüz çözümlenmemiş ve hakkında ciddi bir teşebbüsü yansıtacak çalışmalar yapılmamış olan bir yerel hiyeroglif yazısı da vardır. Bu dilinde mesup olduğu dil ailesi tespit edilmemiştir. I. bin yıldaki alfabetik diller ise Frigçe, Lidce, Karca, Likçe ve Sidece’dir. Frig yazıtları ve graffitleri iki kısma ayrılabilir: 1) MÖ 730 ile 450 yılları arasına tarihlenen tipik Frig Alfabesinde yazılmış Eski Frig metinleri, 2) MS I. ve II. yüzyıllara tarihlenen Grek alfabesinde yazılmış epigramlar niteliğindekiYeni Frig yazıtları. Eski Frig metinleri, bir orta ve birde Doğu olmak üzere iki gruba ayrılmaktadır. Orta grup metinleri, Midas kenti ve civarında bulunmuştur. Doğu grubu metinleri ise Frigler’in doğuya doğru yayılmış oldukları enuzak alanlarda, örneğin Hattuşa’da, Alacahöyük ve civarında, Tyana’da ele geçen yazıtlarla birlikte Gordion’da bulunmuştur. Frig dilinin Hint-Avrupa özellikleri konusunda kesin bir görüş birliği bulunmaktadır. Frig dili, Hint-Avrupa dil grupları arasında daha çok Grekçe ile alakalı olarak kabul edilmiştir. Bunun yanı sıra, bazı bilim adamları, Frig dilinin Anadolu ve Balto-Slav dilleri ile ilişkileri olabileceği ihtimali üzerinde durmuşlardır. Amerikalı Rodney S. Young, Gordion’da bulunmuş olan yeni verilr ışığında yapmış olduğu çalışmada, Eski Frig alfabesinin Kilikya ve Kuzey Suriye kıyılarında kullanımış olan bir proto-tipe bağımlı olabileceğini öne sürmüştür. Buna karşılık, Frig alfabesinin Grek alfabesinden türemiş olduğunu öne süren eski görüşlerin elimine edilmesine gerek yoktur. Tarihi olarak Frig alfabesinin bir proto-tipten türemiş olması hiçbir problem doğurmamaktadır, çünkü MÖ 8. yüzyılın ikinci süresince bu topraklarında Grek yerleşim yerlerinin varlığı, arkeolojik bulgularla olduğu kadar , Geç Grek tarihi kaynakları ve Asur analları tarafından da fazlası ile tastik edilmiştir. Bununyanı sıra, Fransız dilbilimci Michel Lejeune tarafından ortaya konan Frig alfabesi ile ilgili bazı deliller, bu alfabenin Grek alfabesinden türemiş olduğunu öne süren araştırmacılar için gene delil teşkil etmektedir. Gömüt, adak ve çok sayıda graffitiden meydana gelen Lidce metin ve yazıtlar, yaklaşık 70 civarındadır. İki küçük çift dilli, Grekçe-Lidce ve Aramca-Lidce olarak yazılmış olan metinler, araştırmalar için büyük yararlar sağlamışlardır. Lidce metinlerin yaklaşık on kadarı MÖ 7. Ve 6. yüzyıllara kadar tarihlenebilmekte, fakat pek çoğu MÖ 4. Yüzyıldan gelmektedir. Lidya alfabesi bir Doğu Grek alfabesinden türemiştir. Grek alfabesindeki fazla sesler, örneğin “ks, ps ve ds” gibi, özel Lidce sesler için kullanılmıştır. Ayrıca ek işaretlerin bazılarıda, ya Anadolu alfabesinden alınmış ya da serbest bir şekilde yaratılmıştır. Çalışmaların sonucunda Lidce’nin Hint-Avrupa özelliklerine sahip olduğu ve Hititçe ile akraba olduğu ortaya çıkmıştır. Lidce’de Anadolu dillerindeki genel durum olarak, ayrıca bir dişil cinse rastlanmamıştır. Karca yazıtlar yaklaşık yüz kadardır. Bunların büyük bir kısmı, Mısırda bulunmuş graffitilerden oluşmaktadır. Bunlar, MÖ 664-525 yılları arasında yer alan Saiti dönemi Mısır Firavunlarının hizmetinde bulunan Karyalı tüccarlar tarafından orada bırakılmışlardır. Kısa ve küçüktürler. Ayrıca Karya topraklarında da yazıt bulunmuştur. Bunlar diğerlerine oranla çok daha uzun oldukları için önem taşımaktadırlar. Atina’da da Grekçe-Karca küçük bir çift-dilli yazıt bulunmuştur. Karya dilinin Hint-Avrupa dilleri arasında Anadolu dilleri grubunda sınıflandırılabileceği görüşü uygun, fakat henüz kanıtlanmamıştır. Şimdiye kadar bulunmuş Likçe yazıtlar ise 150 kadardır.Yerel bir Likçe alfabede yazılmışlardır. Lidce’de olduğu gibi bir Doğu Grek proto-tipinden değil, Batı Grek proto-tipinden kaynaklanmıştır. Likya sikke yazıtları, MÖ 500 ve yaklaşık olarak 360 yılları arasında bir döneme tarihlenirse de, Likya anıtsal yazı geleneğinin daha uzun dönemlerden itibaren MÖ 3. yüzyıla kadar sürmüş olabileceği düşünülmektedir. Yapılan çalışmalarla Likçe’nin bir Hint-Avrupa dili olduğu ortaya çıkmıştır. Side dili hakkındaki bilgiler MÖ 5. ve 3. yüzyıllara tarihlenen Side sikkeleri üzerindeki yazılardan ve MÖ 2. ve 3. yüzyıllara tarihlenen ikisi çift dilli beş yazıttan gelmektedir. Side dili özel ve yerel bir niteliğe sahiptir. Grekçe bir niteliğe sahiptir. Grekçe bir proto-tipten ziyade, semitik bir yazı sisteminden türetilmiştir. Grek etkisi, çift dilli yazıtlarda da ortaya çıktığı gibi, hemen hemen hiç yoktur. Side dili hakkında ilk güvenilir çalışma Helmut Th. Bossert tarafından 1950’de gerçekleştirilmiştir. Side dilinde bulunan bir grup işaretin değeri henüz karalaştırılmamıştır. Bunun yanı sra, araştırmalar,metinlerin verimli bir analizi ile dilin sınıflamasını yapabilecek bir aşamaya ulaşamamıştır.

KAYNAKÇAMilattan Önceki Dönemlerde Anadolu Dillerine Toplu Bir Bakış, Alkım Konferansları, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 1989 .Dinçol, M. Ali, Eski Anadolu Dillerine Giriş, İTÜ Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1970 .Alp, Sedat, Hitit Çağında Anadolu, Tübitak yayınları, 2001.

16 Tem 2008

Ergenekon ve Agarta


Parlak Horoz Devri geldiğinde, büyük üstatlar Agarta'nın mağaralarından çıkacaklardır."
Okült Yazılar Arşivi


”Ergenekon ”savcılık idaanamesiyle “Agarta” kelimesi gündemimize giriverdi. Bir tür ”Okült söylence” olarak da bilinen” Agarta”nın gelip Türkiye’nin gündemine oturmasının mutlaka bir nedeni vardır .

Agarta kelimesini açıklamaya çalışalım.


Aslında 1968 yıllarında Hindistan Pakistan çelişkileri döneminde ortaya çıkan ”Agartala Komplosu ” olarak da bilinen siyasi bir skandalı da anımsatan bu kelimenin günümüz siyasetiyle hangi anlamda bağdaştırıldığı da çok net anlaşılmış değil .


Agarta kelime olarak Budist kökenlidir Budistler in bir bölümü yeraltında bir dünya veya kudretli bir imparatorluk olduğuna inanırlar Bu inanca göre, yer altı dünyasında milyonlarca kişi yaşamaktadır Başkenti ”Şamballa” olan bu imparatorluğun yöneticisi doğuda “Dünyanın Kralı” olarak bilinir.bu açıklamayı deli saçması olarak bulanlar da yok değildir .


Agarta’yı ”Mu uygarlığı ” na bağlayanlar da vardır.


Söylenceye göre çeşitli kayıp kent ”Atlantis ” de yaşayan ”MU ” rahiplerinin kurduğu bir tarikat olarak da biliniyor . Çeşitli uygarlıklarla temas halinde olan Mu bilim rahipleri ,daha sonra yeraltına inme gereği duymuşlar. Birbirlerine tünellerle bağlanan, dağlar içindeki yeraltı kentlerinde saklanmayı tercih ettikleri ileri sürülmüştür. Agarta’nın üstün yetenekli bir grup ve örgüt olarak , insanlığının tekamülü için çalıştığı vetam olarak tariff edilemeyen “ilahi bir hiyerarşi'” ye hizmet ettiği varsayılır.


Dünyanın Efendisi ve "Kutup" olarak ifade edilen ve "Brahatma" veya "Brahitma" adıyla belirtilen Agarta tarikatının lideri, dünyayı idare eden İlahi Hiyerarşi'nin emsilcilsi olrak da kabul edilmektedir. Kimilerine göre bu lider Dalay Lama ‘dır .


Bazı “Yeni dalga “ (New Age ) akımlarına mensup insanlar AGARTA’lıların bizimle aynı dünyayı paylaşan ama farklı bir vibrasyonel düzeyde bulunan yüksek bir uygarlık düzeyine ulaşmış gelişmiş bir insan gurubu olduğuna inanmaktadır.”Demir Çağı” , “Altın çağı “,”Gümüş çağı “ gibi dönemlere ayırdıkları uygarlık tarihini yorumlama biçimleriyle son yirmi yıldır çok moda kuramlar üretilmiştir.


Yine bu inanışa göre Agartalılar ruhsal güçlerini kullanabildikleri için bizimkine nazaran daha ruhsal esaslar üstüne kurulmuş bir toplum düzenine sahipler.İnsan beyninin ve zihnin evrenle ve evrenin sonsuz boyutlarıyla olan bağlantısını keşfettikleri için ve zihnin, düşüncenin, şuurun sonsuz potansiyellerini bilmekle kalmamış bunu kullanabilme olanağınıda elde etmiş oldukları için bizlerden çok daha ileri bir uygarlık olma şansını elde etmiş oldukları varsayımına dayandırlmaktadır.


Giderek görüleceği üzere Agartalıların uzaydan geldikleri ve gizli bir tarikat gibi çalıştıkları varsayımı vardır. Atlantis ve Mu uygarlıkları ,Mısır Piramitleri ‘nin gizemleri ,Nakallar gibi söylence boyutuna yükselmiş ve “Yeni Dalga “ hareketinin temel kuramların varsayımlarından olan Agarta ‘nın Türkiye ‘nin siyasi yaşamıyla ilişkilendirilmesi de çok ilginçtir.


Hiç şüphesiz , Ergenekon söylencesinin de bir anlamda Agarta söylencesi ile bağlantılandırılmasının Mısır Piramitlerinin uzaylılar tarafından inşa edildiği varsayımına benzemektedir.


Bugün Türkiye’de en yoğun dönemi yaşanan siyasi krizin hukukun üstünlüğü prensibi yerine ,bu söylencelerle çözülebileceğini zannedenlerin olması , içinde bulunduğumuz “traji komik “ kültür fakirliğinin bir başka göstergesidir.

13 Tem 2008

Babil , Asur ve Anadolu Toprakları


"CREDO QUIA ABSURDUM EST!"
( Zırva olduğunu biliyorum, ama inanmak istiyorum)

Tevratta "Daniel Peygamber " bölümünde ayrıntılı olarak Babil kentinden sözedilmektedir.

Heredot kayıtlarında da aynı yönde bir açıklama yer alır.

Babil Fırat nehrinin her iki yakasında kurulmuş büyük bir alanı kapladığı söylenir.Heredota göre Babil, kenti çevreleyen büyük duvarları ve bu duvarların üzerinde yer alan kuleleri ile ünlü idi.

Bu duvarın kalınlığı 20 metreydi.Duvarların üzerinde yeralan kuleler ise 250 adetti.

Kenti çevreleyen duvarların dört bir yanında toplam 25 Bronz kapı vardı.

Babil kelimesi Tevratta geçen ibranice bir kelime olan "Babel"den türetilmiştir. karmaşa anlamındadır.

Babil Nemrut tarafından Babil kulesi çivarına kurulmuş olarak kayıtlarda da vardır.Arkeologlara göre ise kent Sümer adını verdikleri ve Kutsal kiaplarda "Sennaar" yada "Şinar" diye geçen topraklardır.

Fırat - Dicle nehirleri arasındaki alan yazılı tarihte Akad - Sümer devleti olarak bilinmektedir.

Kısaca bu alana Mezopotamya denilmekte. Sümer topraklarıdaha güneyde yer almakta idi.

Sümerlerin moğol boylarından olduğu ve ortaasyadan göçlerle bu bölgelere geldiği varsayılmaktadır. Sümerlerin kimliği hâlâ tartışmalıdır. Hint-Avrupalı olmadıkları gibi, Sami de değillerdir.

Son dönemlerde onların Türklerle akrabalığını kanıtlanmak için bir dizi çaba sarf edilmişse de, yapılanlar oldukça amatör kalmaktadır.

Çünkü bu bağlantıyı kuracak elimizde hiçbir sağlam kanıt bulunmamaktadır. Nitekim Türkçe yazılı kaynakların ortaya çıktığı miladi VIII. Yüzyıl ile Son Sümer yazıtlarının kayıtlı olduğu M.Ö. 2200 tarihi arasındaki 3000 yıllık boşluğu dolduracak en ufak bir dil verisine rastlanılmamaktadır.

Her ne kadar Türkçe ile Sümerce arasında bazı ortak kelimeler bulunsa da, o kadar benzerlik Sümerce ile diğer diller arasında da mevcuttur.

Sümerlerden sonra Sami kökenli Akkad’lar bölgeye egemen olmuş, onları Babilliler ve Asurîler izlemiştir. Bu arada bölge sık sık Lulube, Kuti, Med gibi göçlerin de saldırısına uğramıştır. Her üç kavimin de etnik terkibi meçhuldür.

Kuzeye yerleşen ve Kuzeyi işgal eden Akadlar ise sami boylarından olup hazar bölgesinden geldikleri sanılmaktadır. O yıllarda Dicle ve Fırathiçbir yerde birleşmeden basra körfezine dökülürlerdi. Bugün iki nehrin birleşti büyük bir havza oluşmuştur. Bu alanda yapılan çalışmalarda çoksayıda arkeolojik buluntuya rastlanmıştır.


Sami ırkından olan Babilliler, M.Ö.2050'ye doğru Babil ("Tanrının kapısı") kentine yerleşip, daha sonra Kaidelileri ve Sümerlerin dışındaki yerli halk ile Sami karışımından oluşan Asurluları egemenlikleri altına aldılar.

Çok geçmeden, birbirinden güçlü hükümdarlarıyla, Babil'i bölgenin siyaset ve din merkezi haline getirdiler.

Tevrat’taki Yeşaya, Yeremya, Hezekiel ve Yeremya Kehanetleri de bu dönemden söz eder :

M.Ö. 586 yılında Babil hükümdarı Buhtunnasr Kudüs’ü yakıp yıkmış, buradaki Samariya Yahudi Krallığına son vermiş ve bütün Yahudileri Babil’e sürgün etmiştir. Yahudi “büyük sürgünü”nün hikâyesi böyle başlamıştır.

Bugünkü Irak bölgesi babil krallığının bir bölümünü kapsamaktadır.

Bölgeye dağılan Yahudi kabilelerinin önemli bir bölümü Anadolu ,İran , kafkaslar ve Hazar bölgelerine dağılmıştır.

Pers Kralı Darius Yahudi kabilelerden bir ordu kurmuştur. " Pers " kelimesinin buradan kaynaklandığı söylenmektedir.

Bugünkü İran, Irak ve Anadolu bölgelerinde yaşayan toplulukların etnik ve dini aidiyetlerinin gerçek kaynaklarını araştırmak ve doğruları bulmak hiç de kolay bir şey değildir.

Hiç şüphesiz din kitaplarında yer aldığı kadarıyla o dönemin tarihi ve toplulukların konuştuğu dil anlamında büyük bir karmaşa vardır.

Bu karmaşanın "Babil Krallığı " ile başladığı ve birbiri içine "senkretize" olan "din" ve "dil" birliği olan toplulukların izini sürmek daha da güçleşmiştir.

8 Tem 2008

Anadolu'nun gizli tarihi


Erdoğan Çınar 'ın " Aleviliğin kayıp bin yılı 325-1325" adlı kitabını okuduktan sonra tarih bilgilerimi bir kez daha sorguladım .


Birinci çıkarım : Tarih Hipotezlerle doludur :


Orta Çağ tarihinin iki yüzyılı Haçlı Seferleri ile dolu geçmiş.Avrupalı Hıristiyanların 'Kutsal Topraklar'ı "Müslümanlar"ın kontrolünden geri almaya yemin ettikleri iddaa ediliyor.Oysa bazı tarihçiler din baronlarının ganimet ve haraç almak uğruna uzak diyarlardaki güçsüz kabileleri vergiye bağlamak uğruna seferler düzenledikleri de bir hipotez olarak önümüzde duruyor .


Haçlı seferleri , 1095 -1096 yıllarındaki "Köylü Haçlılar"ı ile başlayıp 1248 - 1254 yıllarındaki Yedinci Haçlı Seferi'ne kadar toplam dokuz seferden oluştuğu söylenmektedir.Bu seferlerin en kanlı olanlarından biri de İstanbul'da gerçekleşmiştir.Nitekim 1056 yılından bu yana Katoliklerle Ortadokslar arasında bir türlü silinmeyen kanlı çizginin buradan kaynaklandığını söyleyenler az değildir.


İşte bu yıllar Anadolu 'nun gizemli yıllarıdır.Erdoğan Çınar bize bu yıllarla ilgili hipotezini sunuyor.


Bu hipoteze göre Anadolu 'nun gerçek halkı "Aleviler " dir. Kökleri Hitit, likya , Frikya uygarlıklarına ve ötesine kadar uzanan binlerce yıllık bir geleneğin devamı olan "Işık İnsanları " olarak tanımlanabilir.


Aleviler kendi inançlarını muhafaza etmişler ve zaman içerisinde "Takıyye " yöntemiyle Yahudilik,Zerdüştlük,Hıristiyanlık ve daha sonra da Müslümanlık dinleri içerisinde saklanmışlardır.


E. Çınar kitabında bu hipotze uygun olarak Anadolu'da kurulan Divriği,Danişment krallıklarını "Alevi Krallıkları " olarak tanımlamaktadır.


Bu hipotezin doğru olup olmadığını ispat etmek tarihçilerin işidir.Anadolu uygarlıklarının araştırmaları daha başlangıç düzeyindedir.Geçtiğimiz binlerce yılda bu topraklarda yaşayan atalarımızın Orta göçlerle Asya'dan geldiği hipotezi kadar Anadolu insanının Helen ve Roma uygarlıkları kalıntısı olduğu hipotezleri de yavaş yavaş çürütülmektedir.


Etnik kökenlerin araştırılması ne kadar önemliyse ,dil ve din aidiyeti de o kadar önem taşımaktadır.Bu bağlamda yalnızca "etnik" kökene dayalı üretilen hipotezlere dayalı tarih bilgisi üretilerek son elli yılda bazı gerçekler aydınlatılma yoluna gidilmiştir.


Oysa gerçek tarihi mirasımızın ana kaynaklarını ortaya çıkaracak yeni hipotezlerin gözlerimizin önüne çekilen sis perdesini sorgulamamıza yardımcı olacağını düşünmek istiyorum.


Erdoğan Çınar 'ın hipotezi doğru olmayabilir. Ama cesaretle bazı tarihi olaylara yaklaşması açısından önemli bir örnek olduğunu da söylemek gerekir.Erdoğan Çınar 'da bir anlamda bunu yapmaktadır .


Burada esas önemli olan Alevi tarihi olduğu kadar Anadolu tarihinin ana kaynaklarına doğru arkeolojik bir kazı yapmaktır.Bu kazıyı yaparken de " din " ve "dil " gibi günümüze kadar gelen,yaşayan kaynaklara eğilinmesi daha doğru olacaktır.


Alevi ve Anadolu tarihi konularında bir diğer araştırmacı da Reha Çamuroğlu 'dur .


"Tarih,Heterodoksi ve Babaîler " adlı kitabında önsözünde şöyle demektedir :


"Tarihin akışı var mıdır ? Varsa yönü var mıdır ? Tarihin alanı nedir ? ,,Ve her şeyden önce tarih nedir ?Anadolu hep bugünkü gibi miydi ? ,,,,Hangi Anadolu ? ,,,Bugün dahi tek yüzü yok Anadolu'nun .,,, Rumların,Ermenilerin,Arapların,ürtlerin,Selçukluların,Türkmenlerin,babailerin,Anadolu'ları aynı Anadolu muydu ? "


Anadolu 'nun tarihini bir başka açıdan görmek isteyenlere tavsiye edilecek iki kitap :

Erdoğan Çınar ,Aleviliğin kayıp bin Yılı : 2007 Kalkedon Yayınları
Reha Çamuroğlu : Tarih,Heterodoksi ve Babaîler,2005 Kapı yayınları

1 Tem 2008

Kabile Kültürü ve ötesi



Ortadoğu ülkelerinde olup biteni bir batılının anlayabilmesi için öncelikle Arap kültürünü ve bu kültürün ana bileşeni olan "kabile" ya da "aşiret " aidiyetinin anlamını kavraması ve tanıması gerektiğini söylüyor Prof . Philip Carl Salzman.

Salzman 'ın önümüzdeki günlerde yayınlanması beklenen kitabı "Culture and Conflict in the Middle East" Arap ve Pers giderek Müslüman kültürü üzerine bazı gözlemlere yer veriyor.

Kitabında Suriye , Irak,Filistin ,İran bölgelerinde belirgin olan "Kabile şerefi","kendini feda etmek","cihad" ,"şehadet" gibi son derece önemli sosyal değer yargılarına da yer veren Salzman ,Kanada , Montreal McGill Universitesi 'nde antropoloji dersleri veriyor.

Salzman 'ın yapmış olduğu gözlemlere göre bölgede yaşayan insanlar için akrabalık,kabile,aşiret aidiyeti yaptırımları devlet otoritesininden daha güçlü.

Salzman gözlemlerini bir batılı olarak kaleme alıyor doğal olarak. Endüstri toplumu üyelerine doğuyu anlatmak ne kadar zorsa batıyı da doğuya anlatmak o kadar zor .

Feodal toplumlarda ekonomik olarak bağlı bulunulan birim , aile kabile ya da aşiret olmak durumunda.Birey olmak ,bireysel haklarını istemek bu tür topluluklarda anlaşılır bir değer yargısı değil.
Sosyal birim eğer aile ise aile reisi, aşiret ise aşiret reisi son sözü söylüyor.Tek kutuplu bu ilişkiler yumağı bireyi değil topluluğun belirlediği menfaatleri dikkate alıyor.

Eğer aşiretin menfaatleri çatışmayı gerektiriyorsa , çatışma kaçınılmaz oluyor.Kurbanlar seçiliyor . Kurbanlar zaten kendilerini feda etmeye hazırlar. Kurbanların ailesi ve çocukları saygı görüyor ve ekonomik olarak destekleniyor.

İran 'da Şii dininin belirlediği bir sosyal yapı var : molla bu birimin en tepesindeki idari birim.Herkes bir mollanın idaresi altına girmek zorunda.İşsize iş , hastaya doktor,çocuğa okul ve her türlü ihtiyaca çare mollaya bağlanmaktan geçiyor.

Ortadoğuda devlet ve otorite kavramı soyut anlamından çok somut bir kişiye indirgenmiştir. Bu bağlamda batılı düşünüşten daha daha farklı algılanmaktadır.

Hukuki açıdan devlet, belirli bir toprak üzerinde yaşayan insan topluluklarının bir egemenlik anlayışı ve hukuku içinde bir otorite altında örgütlenmesidir." Siyasal iktidar olarak da adlandırılan otorite , topluluğun alelade bir kalabalık olmadığının, her şeyden önce kendisini yönetme kabiliyetini haiz, siyasal toplum olduğunun göstergesidir.

Ortadoğuda bir aşiretin oluşabilmesi için en az iki Kabile‘nin bir araya gelmesi gerekmektedir.
Bir Kabile 2 Bav‘dan, bir Bav 2 Malbat‘dan, bir Malbat ise 2 Mal‘dan oluşmaktaydı.
Mal ise temel olarak bir aile demekti ve bu aile bir baba, oğul , torun , torunoğlu , torunun torunu ile bütün bunların çocuklarından (ortalama 300-600 kişi arası) oluşmaktaydı.
Eğer bu 5 kuşaktan daha büyük bir aile birliği varsa bunlara Ate, eğer geçmişte akraba olan iki Ate, bir birlik kurmuşlarsa buna da Taxim denilmekteydi.
Aşiretler bu tip yapıların bir araya gelmesiyle oluşuyordu. En az iki aşiret de bir araya gelerek Mîr’likten daha küçük ve bir tür konfederasyon olan Ebr‘i meydana getirmekteydi.

1- Aşirette "aristokrat" bir ailenin ve reisin bulunması,
2- "Abitler" adı verilen hizmetli sınıfın ve ailelerinin bulunması,
3- Aşiret bireylerine ya da aşiretin üst sınıfına ait toprakların bulunması,ya
4- Molla ve şeyh ailelerinin mevcudiyetinden oluşan bir "ruhban" sınıfının bulunması.

Görüldüğü gibi yüzlerce belki de binlerce yılın izlerini taşıyan bu sosyal ve siyasi yapı toprağa dayalı "feodal " birimler oluşturmaktadır .

Ortadoğuda devlet kavramı yeterince anlaşılır bir kavram olmanın ötesinde anlaşılmak ve sözünü dinletmek için "totaliter " dönüşümleri de kendi bünyesinde yapmak zorunda kalmaktadır.
Günümüzde bölgedeki bazı cumhuriyet rejimleri siyasi liderleri sözlerini ancak "aracılar " yardımıyla dinletebildikleri bir tuhaflıklar bileşkesine dönüşmüştür.

Endüstri toplumunun bireyi , feodal yapının kaderci kabile üyesini anlamakta ne kadar zorlanıyorsa ,bir cemaat kulu da özgür düşünceyi anlamakta o kadar zorlanmaktadır.

Çağımızın en büyük paradoksu işte burada, tam gözlerimizin önünde .

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...