25 Mar 2008

Likya Cumhuriyeti ve Demos-Kratos











Likya coğrafyasında Ay tanrıçası kültünün izlerini sürerken bir yandan da gözümüzün ucuyla "Yurdum Haberlerini " değişik medya organlarından izliyoruz.
Likyalılar'ın nereden geldiği üzerinde yorum yapmanın ötesinde nereye gittiklerini merak ediyoruz .Bu coğrafyada kültler birbirini mi kovuyor acaba ? Geçmişten şimdiye gelmek yerine şimdiden geçmişe doğru gitmek sanki daha kıolay .
Rumlardan sonra şimdi de "yörükler " oturuyormuş. Kaleköy 'de tanıştığımız Berlin Üniversitesi arkeoloji öğrencisi bu yöreleri ve insanları anlatırken heyecanlanıyor.Özel bir Likya cumhuriyetinden söz ediyor.Bir tür federal yapıya sahip olan kentlerin oluşturduğu parlemento tarafından idare edilen bir antik çağ cumhuriyetinin varlığını kanıtlamaya çalışıyormuş.Doktora tezini bu varsayımın üzerine inşa edecekmiş. Belge topluyormuş. "The republic of Lycia " adlı bir de makale üzerinde de çok ciddi çalışıyormuş.Üç dört göbek arkeoloji geleneği olan bir ailedenmiş.
Bir kültür şoku yaşayıp yaşamadığımızı soruyor .Bu yörenin insanıyla kentlerden gelen okumuş yazmış insanlar arasında oluşan derin uçurumlara bakarak ne sonuç çıkaracağımızı konuşuyoruz.Likya ,Helen,Roma ve Bizans ve Osmanlı kültürüne ait insanların nereye gittiği üzerinde duruyoruz .Parmağımla Mehtap pansiyon 'un özel plajında duran taş mezarı göstererek ,onu inşa eden ustaların bilgisiyle şimdi adada görülen derme çatma iğreti binaları yapan insanların bilgisi arasında kuracağımız orantıdan elde edeceğimiz katsayının işimize yarayabileceğini söylüyorum.
Halk ve İktidar çelişkisinin bir başka fotoğrafını mı çekmeyi umuyoruz ? Binlerce yıl öncesinde varolan çelişki şimdi daha da belirgin.Bilgi farkı daha da belirgin bir biçimde ortaya çıkıyor.
"Demos" yani halk kendine en uygun "Kratos" 'unu yani iktidarını binlerce yıldır arıyor.
Mimozalar ve erguvanların sardığı anfilerde toplanan, "Demos" yani köle olmayanlar, önce parmak kaldırarak karar alma yoluna gitmişler. Parmak kaldırma yönteminden memnun olmayanlar da varmış doğal olarak.Belirli imtiyazlara sahip olanların parmak kaldırmasının daha doğru olduğunu düşünenler yeni bir yönteme geçiş hazırlıklarını yapmışlar. "Temsil ve temessül ". O dönemde kölelerin parmak kaldırma hakkı yokmuş.Hangi dönemde oldu ki ? Zaten antik çağın ana konusu "Kölelik " üzerine .Dinlerin ortaya çıkışının temel dayanağı da bir yerde oraya kadar gidiyor .
Bazı kentlerde kral , rahipler ve toprak sahiplerinin oluşturduğu "Polis devlet " in iktidar olduğu temsili iktidar ve onun yarattığı bir kültür de var incelenmesi gereken.
Kentlerin çoğalmasıyla birlikte halk temsilcilerin insafına sığınıyor. Temsilciler de çoğunluğun menfaatleri için çalışıyor ve azınlıkların çoğunluğa hizmet etmesini şart koşuyor. Böylelikle bireyin ortaya çıkmadığı,birey haklarının Demos -Kratos tarafından iğnendiği bir yapı ortaya çıkıyor.

Kaleköy 'de bir Likya medresesinden dönüştürlerek restore edilen siyah beyaz taşlarla kaplı ilkokulun avlusunda ilerde Simena 'nın kalıntılarını izleyerek çayımızı içerken sohbetimizi sürdürüyoruz.Altı öğrencinin okuduğu Kaleköy ilkokulu öğrencilerinin o günkü ders saati sona eriyor.Öğrencilerden birinin mavi önlüğünün göğüs kısmında bulunan kocaman " Harry Potter" işlemesi dikkatimizi çekiyor.
Gözleri pırıl pırıl parlayan "Yörük "çocuğuna amblemi soruyoruz. Harry Potter 'ın kim olduğunu bilmiyor.
Oraya önlüğünün üzerine nasıl konduğunu da bilmiyor.

Kaçar gibi koşarak uzaklaşıyor.
Arkasından bakıyoruz .

Çocuk yamaçtan aşağıya denize doğru mimoza ve erguvan ağaçları arasında kayboluyor.

23 Mar 2008

Simena ya da yeni adıyla Kaleköy



Artık her yıl doğum günümü seyahat ederek kutlamayı bir gelenek haline getirdim..

Bu yıl da Halit Berdan 'ın tavsiyesine uyup uzun bir süredir görmeyi istediğim bir bölgeye gitmeye karar veriyoruz.

Demre ,Üçağız,Kaleköy, Kaş

Sezonun başlangıcında olmamız nedeyiyle henüz bütün tesislerin kapalı olduğu bir dönemde,tam da mimozaların sapsarı şelaleler gibi her yerden fışkırdığı biz zamanda buraları geziyoruz. Sarıya yolculuk.Mimozaların arasındaki yolculuğumuz başlıyor.

Antalya Demre arası son derece keyifli bir otomobil yolculuğu yapmanıza uygun bir güzergah.Çift yol,asfalt,çoğunlukla denize paralel akan turkuvaz renkli koyların birbirini izlediği ,çam ağaçlarıyla ve tarihi harabeleriyle muhteşem bir gezi yapıyoruz.

Üçağız 'a kıvrıla kıvrıla inen dar asfalt yol balıkçı köyüne iniyor.İnişte "Telemenin evi "nin yanından geçiyoruz.Ümir İriş 'in tavsiye ettiği bir mekan . Eğer bir gece kalmak istersek rahatlıkla kalabileceğimiz bir yer olarak tavsiye aldık .

Sahil tamamiyle restoranlar ve pansiyonlar tarafından işgal edilmiş.Bu tarihi mekanda,binlerce yıllık kültür coğrafyasında bir de mübadele döneminde yağmalama yaşanmış.Anadolu Rumlarının terk ettiği binalara ve tarlalara dağlardan inen yörükler yerleşmiş.

Karnımız uzun bir süredir aç olduğu için yemek yemek zorundayız . Önce iki Alman turistin bira içtiği yere bakıyoruz,Sonra bir motorcu bize yaklaşıp Simena'ya götürebileceğini söylüyor. Sırt çantalı bir kaç bayan görüyoruz . Onları bir motora doğru yönlendiren biririni buralara yerleşen Sitare Ağaoğlu'na benzetiyorum.

Motora binip kayboluyorlar. Bizim motorcu bizi iskelenin yanındaki restorana götürüyor.Restoran sahibi ısrarla bize balık satmaya çalışıyor.İstemiyoruz . Salata yeterli.
Sonra Kaleköy 'e doğru yola çıkıyoruz .Denizin kokusunu getiren ılık rüzgar , suyun altından fışkıran Likya kalıntıları Kaleköy 'e yani eski adıyla Simena'ya gelmekle çok isabetli bir karar verdiğimizi anlatmaya yetiyor.

Güneyde erguvan ve mimoza mevsimi.

Kekova körfezini çevreleyen tepeler erguvan ve mimoza ağaçlarıyla dolu.Simena'ya motorla yanaşırken adanın her yanından fışkıran erguvan ve mimoza ağaçları dikkat çekiyor.

Motorcumuz Yörük Mustafa nereye yanaşmak istediğimizi soruyor.

Adanın ortak kullandığı bir iskele yok.Üçağız'da da yoktu.Restoran ve pansiyon sahipleri kendi iskelelerini inşa etmişler.Her koyun kendi bacağından asılmış buralarda.Ortak bir mimari,tarz ve usul de göze çarpmıyor.

İnsanı yoran bir karmaşa her yerde karşınıza çıkıyor.Adanın en yüksek noktasında Rahmi Koç 'un evi aslında Ege'ye özgü taş ev tarzını yansıtıyor.Adadaki diğer yapıların da bu örneğe bakarak ortak bir yapı üslubu oluşturmaları beklenebilir ama ne yazık ki öyle olmamış.Kent varoşlarında rastlanan çarpık yapılaşma çirkinliği buraları da istila etmiş.Tek istisna ilkokul binası.

Tepede kaleye yakın bir yerde eskiden medrese olarak kullanılan üç yapı ve harika bir avlu ilkokula dönüştürülmüş.Adada görmek istediğimiz üç şey var.Kale,ilkokul ve denizdeki mezarlar.Depremler bu bölgeyi paramparça etmiş.Kent ve binalar çökmüş,deniz çöken çukurları doldurmuş.Ada Simena adlı büyük kentin köyü imiş.

Restoranlardan birine yanaşıyoruz.Hasan Restoran.Denizin üzerine uzattığı iskelesi ve ahşap platformuyla en göz alıcı yapı.Sezon daha başlamadığı için kapalı.Restoran sahibi genç esmer tenli adam ve annesi hortumla plastik sandalye ve masaları yıkıyorlar:

Su buraların en büyük derdi. Yarımadada su yok. Kilometrelerce uzakdan metal borularla geliyor.Çok ciddi bir yatırım su getirmek.Mekanizmanın nasıl çalıştığı,suyun çok pahalı olduğu bu yerde kimin yatırıma nasıl katıldığı da ayrı bir muamma.Hazineye ait olması gereken bu adada nasıl bir hukuki yapı olduğu da öyle.

Söylendiğine göre ada sit alanı olarak ilan edilmiş.Mehtap Pansiyon'un özel plajındaki yarısı suyun içindeki taş kral mezarı bakımsızlıktan neredeyse yıkılacak durumda.Her Turizm Bakanlığı broşüründe yer alan bu üç bin yıldır ayakta duran mezar daha ne kadar dayanır söylemek zor.

Adanın her yanı kaçak yapılarla doldurulmuş.Valilik bu kaçak yapıları yıkmaktan yorulmuş da pansiyon sahipleri yorulmamış.Her sezon başında inşa edilen yapılar sezon sonunda yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyormuş.

Adayı tanımak için dolaşmak istiyoruz.Kaçak binalar arasında keçi yolları oluşturulmuş.Kaleye çıkmak için yapılar arasından geçerek tırmanmak gerekiyor.Herhangibir işaret ya da levha da yok.Metal su borularını izleyerek gidebilirmişiz.

Metal su borularını izleyerek tırmanıyoruz.Tırmandıkça da muhteşem bir manzaranın gözlerimizin önüne serildiğini görüyoruz.Taş mezarların ve eski yapıların denizden taşdığı bu adalarla çevrili koyun Ege'nin en güzel ve gizemli köşelerinden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirsiniz.

Erguvanlar ve mimozalar arasından görünen pırıl pırıl denizin içindeki tarihi keşfetmenin heyecanını duymaya başlıyorsunuz.
Birbiri üzerine kapanan zamanın dönüşümünü Likya dönemi ve öncesini yani Fenike uygarlığının Helen,Roma ve Bizans karmasını taşların üzerine kazınmış şifreleri çözmeye çalışıyoruz.

Klavuzumuz da ay tanrıçası .hangi adla anılırsa anılsın ,ay tanrıçası her yerde karşınıza çıkıyor.

İşte hilalin dolunaya dönüşümü ve sizi kucaklayan Ay tanrıçası kültü.

17 Mar 2008

Anayasa ve güçler ayrılığı prensibi

Anayasal demokrasi ilkesi, siyasal gücü elinde bulunduran kimselerin bu güçlerini kötüye kullanabileceklerinin varsayılmasını şart koşar.’

John Stuart Mill


Anayasal Demokrasi Kavramı, yoğunluklu olarak 18’ inci Yüzyıldan itibaren liberal düşünceye mensup siyaset bilimciler tarafından ortaya atılan ve temellendirilen bir kavramdır.

Demokrasi kavramının sınırsız özgürlük anlamında değerlendirilmesi ve bu değerlendirmenin karşıt düşünce temsilciler tarafından kıyasıya eleştirilmesine karşılık, demokraside de sınırlar olduğu, ancak bu sınırların herkesi kapsadığı ve yasalarla belirlenmesi gerektiği düşüncesi, anayasal demokrasi kavramını doğurmuştur.

Anayasal demokrasi düşüncesinin temel hedefi, iktidar karşısında birey haklarını garanti altına alma, koruma ve geliştirme olduğu için, anayasal demokrasi kavramını, demokratik hukuk devleti veya hukukun egemen olduğu bir çizgide yürüyen demokrasi olarak da ele almamız mümkündür.

Ancak hepsinde de amaç, iktidarın keyfi icraatlarının engellenmesi , her eylemin hukuk kurallarıyla sınırlandırılması, fertlerin doğal haklarının devlet karşısında korunmasıdır. Anayasal demokrasinin ilkelerine uyulması bağlayıcıdır.

Bu zorunluluk daha ziyade devlet organlarını; siyasal iktidarı ve kamu görevlilerini konu alan bir bağlayıcılıktır. Bu bağlayıcılık, kamu karşısında fertlerin haklarının en temel güvence alanını oluşturmaktadır.

Çünkü anayasayla belirlenen ilkeler, kişiler arası özel ilişkileri değil, kişilerin devlet karşısındaki konumunu ve devletin kişilere ve kamu alanına yönelik tasarruflarına bağlayıcılık getirmektedir.

Bu şart, anayasal demokrasi düşüncesinin fertlere sunulan kişisel yaşam alanlarının en temel güvencesi olması sonucunu doğurmuştur.

Demokrasi kavramının ‘anayasal’ ön ekiyle birlikte kullanımı acaba bu kavramı başkalaştırmakta mıdır ? Bu soruya cevap arayan James M. Buchanan ‘bugün için demokrasi kavramı tamamen boş bir anlam ihtiva etmektedir. ‘anayasal’ kelimesi, ‘demokrasi’ kelimesinin bir ön eki olarak kullanılmalıdır.

Demokrasinin temel ilkelerinden birisi olan bireysel özgürlük, ancak devletin faaliyet alanı ve çerçevesinin anayasal normlarla sınırlandırılması halinde bir anlam ihtiva edebilir’ diyerek demosun egemenliğinin devletin yani kamusal alanın anayasa ile sınırlandırılmasına işaret ediyor.

İşte tam bu noktada Anayasal sınırların belirlenmesinde ‘hukuk devleti’ ve ‘kuvvetler ayrılığı’ kavramları ortaya çıkıyor. Bu iki ilke dışında ‘şeffaflık’, ‘laiklik’, ‘demokrasi kültürü’, ‘sivil toplum’ ve ‘iktidarın sınırlandırılması’ ilkeleriyle alanı genişletmek mümkündür. ‘Hukuk Devleti’, iktidarın sahip oluğu ‘siyasi’ güç ve yetkilerin çerçevesi ve sınırları mutlaka devlet anayasası içerisinde belirlendiği boyuttur. Bireyleri, devlete karşı korumak için devletin hukuk kuralları (anayasal ve yasal kurallar/normlar) ile sınırlandırılması gereklidir.

İdeal devletin bu boyutu Hukuk Devletiyle mümkündür.

.
"Hukuk Devleti İlkesi Ve Güçler Ayrılığı Anayasal Demokrasinin Temel Güvencesini Oluşturur: Ab Açısından Değerlendirme." başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Murat Türkyılmaz'e aittir ve makale, yazarı tarafından Türk Hukuk Sitesi (http://www.turkhukuksitesi.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır.

9 Mar 2008

Bahar Ülfet ve Uzlet

ERENKÖYÜ'NDE BAHAR

Cânan aramızda bir adındı,
Şîrin gibi hüsn ü âna unvan,
Bir sahile hem şerefti hem şan,
Çok kerre hayâlimizde cânan
Bir şi'ri hatırlatan kadındı.

Doğmuştu içimde tâ derinden
Yıldızları mâvi bir semânın;
Hazzıyla harâb idim edânın,
Hâlâ mütehayyilim sadânın
Gönlümde kalan akislerinden.

Mevsim iyi, kâinât iyiydi;
Yıldızlar o yanda, biz bu yanda,
Hulyâ gibi hoş geçen zamanda
Sandım ki güzelliğin cihanda
Bir saltanatın güzelliğiydi.

İstanbul'un öyledir bahârı;
Bir aşk oluverdi âşinâlık...
Aylarca hayâl içinde kaldık;
Zannımca Erenköyü'nde artık
Görmez felek öyle bir bahârı

Yahya Kemal Bayatlı

DÜŞÜNCE


Ülfet belâlı şey, fakat uzlet sıkıntılı,

Bilmem nasıl geçirmeliyim son beş on yılı?

İnsanlar anlaşıldı. Cihânın da sırrı yok,

Kalsaydı terkeşimde bugün tek bir altın ok

En tatlı bir hayâl için atmazdım ufkuma.

Dalsın yakında gözlerim artık son uykuma!

"Yalnız duyan yaşar" sözü, derler ki, doğrudur

"Yalnız duyan çeker" derim, en doğru söz budur.

Gördüm ve anladım yaşamak mâcerâsını,

Bâkiyse rûh eğer dilemezdim bekasını.

Hulyâsı kalmayınca hayâtın ne zevki var?

Bitsin, hayırlısıyla, bu beyhûde sonbahar!

Ölmek değildir ömrümüzün en fecî işi,

Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.

Yahya Kemal Bayatlı

1 Mar 2008

Londra Günlükleri


Dördüncü Gün:

Londra'da dördüncü günümüzü kitapçıları dolaşarak geçirmeye karar veriyoruz .

Bir güne sığmayacak kadar çok kitapçının bulunduğu bu kentte bir seçim yapmak hiç te kolay değil. İngiliz ve Amerikan Edebiyatı ağırlıklı kitapların oldukça zengin bir kolleksiyonunu bulunduran ve dünyanın dört bir yanından ziyaretçileriyle ,düzenlediği edebiyat matineleri ve panelleriyle belirli bir üne sahip olan,The Calder Bookshop 'ı ziyaret etmeye karar veriyoruz.Waterloo İstasyonuna yakın bir sokakta .

51 the Cut .

Sabah kahvesine ve "Modernite ve Roman " paneline yetişiyoruz :

Kitapçının cafésinde oturanlar merakla panelistleri boşuna bekliyoruz: Panelistler kitapseverlerden oluşuyor.tartışmayı da genç bir İngiliz edebiyatçı yapıyor :

Önce modernitetin tanımıyla başlanıyor.

Birinci dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan edebiyat akımı olarak tarif ediliyor.
T.S. Eliot 'un ortaya attığı ahlakçılık ve toplumsal çelişkileri açıklamaya çalışan bir konuşmacı şimşekleri üzerine çekiyor.

Hararetli bir tartışmanın içine çekiliyoruz . James Joyce, Virginia Woolf, W.B. Yeats, Ezra Pound, Gertrude Stein, H.D., Franz Kafka and Knut Hamsun. ve diğer yazarları eserleri birer birer ortaya konuyor.Realist edebiyatın savunuculuğunu yapan bir konuşmacı,her halinden bir kitap kurdu olduğu anlaşılan orta yaşlı bir kitapseverin sorusuyla irkiliyor .


"Gerçekçi edebiyat derken her halde Franz Kafka 'yı söylemek istemediniz değil mi ? " diye soruyor .

Cevap gelmiyor.Modernitenin tarifi yeniden yapılmaya başlanıyor.

Modernite ve gerçek bağlantısı üzerinde durmak gerekiyor. peki ya sanatçının düş gücü , kurmaca metinler ,kurgu: İşte bütün bu öğeleri de ortaya koyarak yeniden tarif etmek kaçınılmaz oluyor Moderniteyi .Yapısal anlamda üstün kılınmak adına bilinçli olarak aşındırılan bir metin , giderek siyasal ideolojinin peşine takılma tehlikesiyle de karşılaşmıyor değil.

Bu anlamda faşizmle flört eden yazarlar yok muydu ? Eliot, Yeats, Hamsun ve E. Pound acaba bu flörtlerinin bedelini ödediler mi ? diye soruyor bir okuyucu.

İnsanın gerçeği arama serüveninde tüm bağnazlıklardan kurtulmak adına cesaretle yürüdüğü bir çetrefil yol olarak da tarif eden çıkıyor.

Bir anlamda da "Aydınlanma" yolunda cesaretle yürüyen yazarlardan söz edilebilir .

Dinin baskısından bilimselliğin gözlemlerine yani sahaya ,dünyaya açılan edebiyatın 'gerçekçilik ' gibi bir şövalyeyle ,'Hümanizm" gibi zorlu bir rakiple hesaplaşması da kaçınılmaz esasında ....

İşte böyle sürdü gitti edebiyat sohbeti ...

Londra'da Waterloo istasyonu civarındaki o kitapçıda .


Tadı hala damağımda ..

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...