29 Nis 2008

Genler ve canlılar


"The Selfish Gene": "Bencil Gen "

Prof. Dr. Richard Dawkins : (Derleyen Halit Yıldırım )


Aile Planlaması Popülasyon büyüklüğü dört şeye dayanır:

Doğumlar, ölümler, iç göçler ve dış göçler.

Dünya popülasyonu bir bütün olarak ele alındığında iç ve dış göç yoktur; geriye doğumlar ve ölümler kalır.
Her çift başına düşen ortalama üreyebilen çocuk sayısı ikiden fazla olduğu sürece, doğan bebek sayısı önümüzdeki yıllarda gittikçe artan bir hızla çoğalmaya devam edecektir.

Her nesilde, popülasyon, sabit bir miktar artmak yerine, ulaştığı büyüklüğün belli bir yüzdesi ile artacaktır.

Nüfus artışı insanların kaç tane çocuk sahibi oldukları kadar, ne zaman çocuk sahibi olduklarına da bağlıdır. Nüfus her kuşak için belli bir oranda artmaya yatkın olduğu için, kuşakların arasını açarsanız, yıllık nüfus artışı daha az olacaktır.

"İkide Dur" sloganı "Otuz Yaşında Başla" ile rahatlıkla değiştirilerek aynı etki sağlanabilir. Ancak her ne olursa olsun, nüfus artışının hızlanması ciddi bir tehlikeyi işaret eder.

Örneğin, Latin Amerika'nın bugünkü nüfusu 300 milyon civarındadır ve bu nüfusun çoğu şimdiden yetersiz bir beslenmeye sahiptir.

Ancak, nüfus bugünkü hızıyla artmaya devam ettiği sürece, 500 yıl sonra öyle bir noktaya gelinecektir ki, insanlar ayakta paketlenmiş bir durumda kıtanın tüm yüzeyini halı gibi kaplayacaktır.

Bu insanların çok sıska olduklarını kabul etsek bile - ki bu gerçekçi bir varsayım olacaktır - sonuç farklı olmayacaktır. Günümüzden 1000 yıl sonra ise, birbirlerinin omuzları üstüne çıkmış olacaklar ve bu halının kalınlığı da bir milyon insandan fazla olacaktır.

Bunun varsayımsal bir hesaplama olduğunu fark etmişsinizdir. Gerçekte böyle olmaması için birtakım nedenler var. Bu nedenler, açlık, salgın ve savaş ya da eğer şansımız varsa, doğum kontrolü. Tarım bilimindeki gelişmelere bel bağlamanın bir yararı yok - "yeşil devrim"lere ve benzerlerine de...

Yabani hayvanlar, hemen hemen hiçbiri yaşlılıktan ölmez: Açlık, hastalık ya da avcı hayvanlar onları yaşlanamadan yakalar. Yakın geçmişe kadar bu insanlar için de doğruydu. Çoğu hayvanlar çocukluklarında ölür, birçoğu ise yumurta aşamasının ötesine geçemezler. Açlık ve diğer ölüm nedenleri popülasyonların neden sınırsız olarak artmadığını açıklar.

Birçok hayvan, enerjilerinin ve zamanlarının büyük bir kısmını, açıkça, doğacıların bölge adını verdikleri bir alanı "korumaya" ayırıyorlar.

Bu olgu hayvanlar âleminde çok yaygın; yalnızca kuşlar, memeliler ve balıklarda değil, böceklerde ve hâttâ deniz lalelerinde bile yaygın.

Wynne-Edwards, bölgeleri için dövüşen hayvanların bir parça yiyecek gibi gerçek bir ödül için değil de, simgesel bir ödül için dövüştüklerine inanıyor.

Birçok örnekte dişiler bir bölge sahibi olmayan erkeklerle çiftleşmeyi reddederler.

Gerçekten de, yenilgiye uğrayıp bölgesi zapt edilen erkeğin dişisi hemen kazanan erkeğe bağlanır.

Açıkça sadık, monogram türlerde bile, dişi erkeğin kendisinden çok bölgesiyle evlenir.

Çok fazla çocuk sahibi olan bireyler cezalandırılır; popülasyon yok olacağı için değil, çocuklarının daha azı yaşamda kalabileceği için.

Çok çocuk doğurma genleri bir sonraki nesile yüksek sayılarda aktarılmaz, çünkü bu genleri taşıyan çocukların pek azı erişkinliğe ulaşabilir.

Doğada, kaldırabileceklerinden fazla çocuk yapan ana babanın çok az torunu olur ve genleri gelecek nesillere aktarılamaz.

Gen Bencildir / The Selfish Gene - Prof. Dr. Richard Dawkins

http://en.wikipedia.org/wiki/The_Selfish_Gene

The Selfish Gene is a book on evolution by Richard Dawkins, published in 1976. It builds upon the principal theory of George C. Williams's first book Adaptation and Natural Selection. Dawkins coined the term selfish gene as a way of expressing the gene-centered view of evolution, which holds that evolution is best viewed as acting on genes, and that selection at the level of organisms or populations almost never overrides selection based on genes.

An organism is expected to evolve to maximize its inclusive fitness – the number of copies of its genes passed on globally (rather than by a particular individual). As a result, populations will tend towards an evolutionarily stable strategy.

The book also coins the term meme for a unit of human cultural evolution analogous to the gene, suggesting that such "selfish" replication may also model human culture, in a different sense. Memetics has become the subject of many studies since the publication of the book.

23 Nis 2008

"Türkiye 10-15 yılda AB üyesi olabilir ."

Bu sözler AB Komisyonunun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn ‘e ait .

Yani 2018 ya da 2023 yıllarında .

O günleri kimler görebilecek acaba ? Belki de o zaman bugün AB konusunda görev yapan bir çok devlet adamı aramızda olmayacak .

Mr. Rehn bir gazeteye şu demeci vermiş :

''Türkiye'nin henüz gitmesi gereken uzun bir yol var. Türkiye 2005 yılında üyelik müzakerelerine başlandığından bu yana hiç olmadığı kadar kritik bir dönemden geçiyor. Tüm taraflar, bir uzlaşma kültürü geliştirdikleri ve gerekli reformlar yapıldığı takdirde ülke bu krizden daha güçlenmiş demokratik kuruluşlarla çıkabilir.'Herkes için konuşma özgürlüğü bekliyoruz. Kadın ve azınlık haklarının korunmasını bekliyoruz. Bunun için yoğun çaba gerekli. Hiç kimse çözümün kendiliğinden gelmesini beklememeli''

Bu sözler kimsenin hoşuna gidecek türden değil. Özellikle de Türkiye’nin AB’ye katılma konusunu bir siyasi strateji haline getirmiş olanlar için soğuk bir duş etkisi yaratan sözler bunlar. Öte yandan AB üyeliği konusu kamuoyunda yeterince anlaşılıyor mu ? İKV 'nin bu konudaki yazısı oldukça aydınlatıcı.

http://www.ikv.org.tr/muzakeresureci.php

Avusturya Dışişleri bakanı Ursala Plassnik’in Ankara ziyareti de değişik yorumlara yol açabilir. Verilen mesajlar hiç de yeni değil.

Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso’nun ardından Ankara ‘ya gelen uzun boylu (1 metre 92 santim ) Avusturya dışişleri bakanı Ursula Plassnik, Türkiye’nin üyelik müzakerelerinin resmen başlatılması için çabaların yoğunlaştığı 2005 yılının sonbaharında “imtiyazlı ortaklık seçeneğinde ısrar etmiş, ülkesinin 2006’nın Ocak ayında AB Dönem Başkanlığını üstlenmesinin ardından tutumunu yumuşatmıştı.

Barosso ziyaretinin ardından Plassnik ziyaretinin AB ile ilişkiler nezdinde ne gibi bir öneme sahip olduğu da tartışılır nitelikte.

Bu ziyaretin ardından 2005 yılında başlayan müzakerelerin tıkanan başlıklarının ne zaman açılacağı konusunda ortada kesin bir bilgi de yok . Bir anlamda bu yaz açılması beklenen iki yeni başlıkla birlikte müzakerelerin daha da karmaşık bir sürece girdiğini de söyleyebiliriz.
Kişisel özgürlükler,insan hakları gibi konuların yanı sıra Kıbrıs konusunun kilitlediği müzakerelere AKP iktidarının çok sıcak bakmadığı da biliniyor.

Türkiye deki kamu oyunun bütün bu müzakere başlıkları kapsamında gündeme getirilen hassas konulara hazırlanması gereken son derece hassas süreci “türban “ tartışmalarıyla heba eden AKP iktidarı içine düştüğü çıkmaz sokaktan nasıl çıkacağının çabası içinde görünüyor.301 konusunda son derece sert ve kesin bir tutum alan MHP ‘nin hangi tavizle yumuşatılabileceği de büyük bir merak konusudur .

2005 yılında müzakerelerin başladığı günlerde tahmin edilen üye olma süreci 7-8 yıldan, 10-15 yıla yükselmiş durumdadır. Bu süre zammını neye borçlu olduğumuz da siyasi sorumluların hanesine düşülecek ayrı bir not olmalıdır.

16 Nis 2008

Halki Ruhban Okulu





Bu Cumartesi sabahı Kabataş’dan saat dokuz Adalar vapuruna biniyoruz.Heyecanla beklediğimiz gün geldi.Halki Ruhban Okulu’nu görmeye gidiyoruz.Engin uzun bir süredir bu organizasyonun detaylarıyla ilgileniyordu.Adaya varış,faytonların ayarlanması,okulu gezme müsadesi,rehber,sonra dönüş ve öğle yemeği.


Etrafında bu kadar tartışma yaratılan Halki Ruhban Okulu ve sürekli gündemde tutulan okulun açılıp açılmamasına kimin karar vereceğini de anlamak mümkün değil.


Vapurda büyük bir Yunanlı grup var. Çok gürültü ediyorlar.Tatile çıkmış ilkokul çocukları gibi bağırıp çağırıyorlar. Her yaştan insanın bulunduğu bu elli altmış kişilik grubun da okulu gezmeye gittiğini öğreniyoruz.Atina'dan geliyorlarmış..


Aziz Fotios tarafından 900 ‘lü yılarda 6 Şubat tarihinde kurulduğu söylenen bu okulun uzun ve hazin de bir hikayesi var.


Bugün medyaya yansıdığı kadarıyla Türkiye Dışişleri Bakanlığı ile AB ve Yunanistan ilişkileri görüşmelerinde önemli bir gündem maddesi haline gelmiş durumda.


Ortadoks din adamı yetiştirmek amacıyle ilk kez 1844 yılında Patrik Germanos tarafından hizmete alınan okul dünyanın dört bir yanından gelen öğrencileriyle dönemin en önemli kurumlarından biri haline geliyor.


1894 yılında büyük İstanbul depremiyle yıkılan okulu Pavlos Stefanovik ailesi yeniden yaptırıyor.Ünlü Rum Mimar Periklis Fotiadis tarafından yeniden yaptırılan okulun Beyoğlu Zoğrafyon Lisesi ile benzerlikleri var.Yunan alfabesindeki “Pi” harfi biçiminde inşa edilen yapıların üzerinde çeşitli sembolleriden oluşan kabartmalar işlenmiş.


En göze çarpan ise Binanın üzerindeki Yunanca “Alfa” ve “Omega” harfleri .yani “A” dan “Z” ye ,başlangıçtan sonsuza anlamındaymış.


Okulun kütüphanesinde 120 binin üzerinde kitap bulunuyormuş.Her biri son derece kıymetli ve nadir tarihi taşbaskı,elyazması ve matbaba baskısı kitaplardan oluşan bu kütüphane güvenlik nedeniyle ancak özel izinle gezilebiliyormuş.


Okul 1971 yılında kapatılıyor.Kapatma gerekçesi de çok iyi anlaşılmıyor.1960 darbesinden sonra oluşan gerilimli ortamda önce okula yabancı öğrencilerin gelişi yasaklanıyor ,daha sonra alınan bir dizi kararla tüm özel okullara yönelik kararnameyle de okulun kapanması gerçekleşiyor.
Fener Patrikhanesine bağlı sadece manastır olarak hizmet veren binalar Heybeliada’nın en yüksek noktasında Ümit Tepesi adı verilen yerde bulunuyor.


Engin ve arkadaşlarıyla İskele çaybahçesinde bulunuyoruz .Elli kişilik bir grup oluşturuyoruz. Çaybahçeleri ve restoranların yer aldığı iskele meydanının arkasında faytonlar bizi bekliyor.Hızla döne döne yukarı çıkıyoruz.Fayton sürücüsünün çılgınca atları kırbaçlamasının ve telaşının nedenini daha sonra anlıyoruz.Müşteri kapma yarışı.


Okulun bahçesine girer girmez erguvan ağaçları sizi karşılıyor.Bahçe usta bir elin kurguladığı bitkilerle hemen sizi etkiliyor.Binanın tam karşısına gelen yerde bulunan tarihi iki zeytin ağacı en az beş yüz yaşında olmalı.Bahçedeki ağaçların bir çoğu en az iki yüz yıllık.Marmara’ya bakan yamacın kıyısında yükselen servi ağacı her halde manastırla yaşıt.


Okul binası ,manastır ve konuk evinden oluşan üç muhteşem bina, itinayla bakımı yapılan ve bir botanik cennetine dönüştürülen bahçesiyle görülmeye değer.Adanın en yüksek tepesinde olmanın ayrıcalığı da dört yönü aynı anda görebilmeniz.


Mor salkımlı yolu geçip manastıra giriyoruz .Selanik Üniversitesi’nden Prof. Sotirios Varnalidis ve rehberimiz Stelyo bize manastırın tarihi hakkında bilgiler veriyorlar.


Daha sonra Prof. Varnalidis ile küçük bir sohbete dalıyoruz.Okuldan 1964 yılında mezun olmuş. Yabancı öğrencilerin yasaklanması üzerine Selanik Üniversitesi’ne transfer edilmiş.Anlaşıldığı kadarıyla Selanik Üniversitesi teoloji bölümü Halki Ruhban Okulu’nun hem öğrencilerinin hem de öğretmenlerinin sığınağı olmuş.


Heybeliada Ruhban Okulu’nun kapanması İstanbul’un kaybı Selanik’in de kazancı olmuş.

4 Nis 2008

Din ve Devlet İlişkisi

Osmanlı İmparatorluğu'nun çökerken geride bıraktığı en çetrefilli miras hiç şüphesiz “din ve devlet işleri” dengesinin sağlanması konusudur.
Devlet-i Al-i Osman, her şeyden önce İslam dünyasının “halifelik” makamını da bünyesine katmış dini bir kurumdu. Sultan ve kulları yüzyıllar boyunca “din ve devlet“ kurumunun imparatorluk coğrafyasında ve ötesinde korunması, yaşaması ve yayılmasını misyon edinmişti.
"İslamda ruhban sınıfı yoktur" genel önermesine karşın gerek “Sünni” gerekse de “Şii” mezheplerde zaman içerisinde güçlü bir "ruhban" sınıfı ortaya çıkmıştır. Osmanlı’da ulema sınıfı İran'da ise Molla sınıfı. Osmanlı İmparatorluğu bürokrasisinde “Ulêma“ sınıfının ortaya çıkışı yavaş yavaş oluşmuş, zaman içerisinde devletin en mahrem yerlerine kadar etki edecek yaygınlığa erişmişlerdir. Bilimin yerine dini yorumların egemen olduğu bu “yorumcu” okumuş kesim Arapça diline olan hakimiyetleriyle ve kutsal metinlere getirdikleri yorumlarla dönemin etkili sınıfı olmayı başarmışlardır. Aslında bu kutuplaşma yalnızca İslam dinine özgü bir olgu da değildir.
Dinle devlet işlerinin birbirine karıştığı tüm sistemlerde değişmeyen denge olarak karşımıza çıkmaktadır. Tarih bu örneklerle doludur. Sultanlar ulemaya danışmadan karar alamaz olmuşlardır. Klasik anlamda rönesans öncesinde batı dünyasında da görülen ruhban sınıfının devlet işlerini eline geçirmesi Osmanlı'da da gerçekleşmiştir.Sultanlar kendi kişiliklerinde yaşadıkları bu ikili çelişkiyi zaman içerisinde devlet bürokrasisine de yansıtmışlardır.
Bu ikilem, giderek devlet kademeleriyle olan ilişkilerinde “hazine” ve “kadı” arasına sıkışan “tımar” sahibi Sipahilerin yani toprak sahiplerinin de zaman içerisinde “reaya” denen tarım işçilerini de içine alan sosyal ve ekonomik yapının temel taşı haline gelmiştir.
Devlet ve din ilişkileri yalnızca Osmanlı İmparatorluğu’nun içinden çıkamadığı bir sorun değildir. Bütün uygarlıklar isteselerde istemeselerde bu olguyla hesaplaşmak zorunda kalmışlardır.
Din ve devlet işlerinin ayrılması her siyasi sistem içerisinde farklı bir biçimde gerçekleşmiştir. Bu çerçevede “seküler “ ve “laik” iki ayrı sistemden söz edebiliriz.
Örneğin İngiltere'nin başı çektiği ve daha sonra da ABD'de de belirgin hale gelen “seküler” sistem, kesin bir ayırım getirme esasına dayanmıştır. Anayasaya konan ve değiştirilemeyecek bir kanunla din ve devlet işleri kesinlikle birbirinden ayrılmıştır. Bugün ABD anayasasına dinle ilgili bir madde ilave etmek sonsuza kadar yasaklanmıştır. Devlet ve din yollarını ayırmışlar, herkes kendi yoluna gitmiştir.
Bizde ise gelişme farklı olmuş din devletin himayesi altına alınmıştır. Bir anlamda ulema geleneği sürdürülmüştür. Din görevlileri devletin maaşlı elemanıdır. Bu anlamda din ve devlet birbirinden ayrılmış olmamakta dinin devlete değil de devletin dine olan etkisinin daha fazla olması amaçlanmıştır.
Bugün “türban” konusuyla simgeleşen ve parti kapatma boyutlarına kadar giden mücadele aslında Osmanlı’nın yıllardır yerleştirdiği “ulema” geleneğinin hortlamasından başka bir şey değildir. Yıllar boyunca devletin maddi olanaklarla desteklediği, kontrol altında tutmaya çalıştığı bu kurum alttan alta büyümüş, serpilmiş ve bugün kendi ayakları üzerinde durmak istemektedir.
Bugün gelinen noktada batılı toplumlar gibi artık anayasaya kesin ve kalıcı bir madde koyarak din ve devlet işlerinin sonsuza kadar ayrılmasını sağlayacak reformun yapılma zamanı gelmiştir. Bu yapılmadığı müddetçe, “takiyye” ve “şeriat geliyor mu?“ ,”İran olmayalım .” tartışmaları süregidecektir.
Tek çözüm geniş çaplı bir anayasa değişikliğiyle “diyanet işleri başkanlığı“ ile birlikte din ve devlet işleri kesin ve sonsuza kadar devletten ayrılmalıdır.


Ali Sarp 5 Nisan 2008

2 Nis 2008

Nisan-Nissan-Nisag-April-Avril-Aviv

Yağmurlar çimleri ıslatıyor ve gökgürültüleri birbiri ardından patlıyor , yeşillenen ağaçların ve otların üzerinde beliren rengarenk kır çiçekleri bir mesaj iletmek ister gibi size göz kırpıyor.
Kısacası "göğün yere indiği zamanlar " denen dönem başladı.Nisan ayına girdik.
Bizim paralelimizde havalar soğuk ama ,çok renkli,daha güneyde ise Kenan 'da ve Mısır 'da hasat zamanı .

Nihayetinde her yıl tekrarlanan bir döngünün başlangıcı. "Avril " , "Nissan " ya da "Aviv".
Tevrat 'a göre, evren altı günde yaratılıyor ; ilk gün "1. Aviv" ,yeni yılın ilk günü ,Exodius 'un başlangıç tarihi da 14 Nisan olarak kabul ediliyor. ; Sümerlerde harman zamanının ilk günü , "turfanda ayı ." kutsal ay.Yahudi takvimdeki yedinci ay.

Sümer dilinde Nisag , Babil takvimindeki ilk ay : Nisan ...
Gündüzün geceyle eşitlendiği "Passover" günleri.
"Nissan" otomobil markasının amblemi de bu eşitliğe göre tasarlanmış.

Osmanlı öncesinde ve sonrasında İslam'ın kabulünden sonra zaman ve takvim içinden çıkılması imkansız bir hale gelmiştir.Bugün bile anlamakta zorlandığımız" Hicri kamer" ve "Hicri şems" takvimleri tam bir bulmaca haline dönüşmüştür :

"Hicrî Şemsi "Takvime "Rumî Takvim" de denir. Hz. Peygamberin Kabe'ye geliş günü olan miladi 20 Eylül 622 tarihini, Hicri sene başlangıcı olarak kabul eden, Arapça'da güneş anlamına gelen "Şems"kelimesinden de anlaşılacağı üzere, dünyanın güneş etrafındaki dolanımını esas alan bir takvimdir.

Rumi takvim Osmanlı devletinde miladî tarihiyle 13 Mart 1840 tarihinde kabul edilmiş ve o gün karşılığı olarak Rumî takvimde 1 Mart 1256 günü olarak saptanmıştır.
Rumî takvim miladî takvim gibi bir güneş yılını esas aldığı için, Rumî takvim Hicrî (Kameri=ay) takviminden farklı olarak miladi yılın sabit olarak 13 gün geride takip etmiştir. Rumî yılbaşı olarak 1 Mart günü kabul edilmiştir.Bu doğal olarak miladi takvimin kabulünden sonra tam bir karmaşaya dönüşmüştür.

Giresun'da ayların daha farklı adlandırıldığını görüyoruz:Zemheri (Ocak), Gücük (Şubat), Mart (Mart), Abrul (Nisan), Mayıs (Mayıs), Kiraz (Haziran), Orak (Temmuz), Ağustos (Ağustos), Haç Ayı (Eylül), Avara (Ekim), Koç Ayı (Kasım), Karakış (Aralık).
Zamanla ve takvimle zaten sorunu olan Anadolu insanı neyin hesabını tutacağını şaşırmıştır.
Bugün hala bu şaşkınlık sürmektedir.

Yılın mevsimlere bölünmesini daha kolay bulan Anadolu insanı seneyi , " kasım" ve "hıdrellez" olarak ikiye bölmüştür..
Kasım, resmi takvim takvimindeki Kasım ayı başında başlar 6 Mayıs'a kadar sürer, Hıdrellez ise 6 Mayıs'ta başlayıp Kasım'a kadar sürer.
Anadolu'nun doğu bölgeleriyle, öteki bölgelerde özellikle Alevi topluluklar arasında nevruz (22 Mart, eski Martın dokuzu) yılbaşı sayılır.
Bu tarih, ilkbaharın başlangıcı olarak bir çok kültürde yılbaşı sayılmıştır.Doğu Anadolu geleneklerinde nevruzu, Nuh Peygamberin gemisinden çıkıp Ağrı'nın tepesinden yanındakilerle Sürmeli Çukuru'na indiği gün sayma inanışına rastlanmaktadır.

Bahardan söz ederken , büyük usta İgor Stravinsky'nin "Bahar Ayini" yapıtından söz etmemek olmaz .

"le Sacre du Printemps" "The Rite of Spring" "Bahar Ayini"

29 Mayıs 1913 yılında eser Paris ' de ilk sahneye konduğu gece büyük bir skandal yaşanmıştır. Zamanın ünlü bestecisi C.Debussy ,konseri yarısında terk etmiştir. Kendisine nedenini soranlara da ,hiç çekinmeden eseri çok yavan ve sıkıcı bulduğunu belirtmiştir.Oysa Stravinsky bir düşünü müzikle anlatmaya çalıştığını söylemiştir.

Eser iki ana bölümden oluşmaktadır.Bölümlerde derin alegorik öğeler,dini ve mitolojik temalar kullanılmıştır.Kübist sanat akımının ilk ürünlerinin ortaya çıktığı bu dönemde Stravinsky'nin derin alegori kullanımı tutucu romantikler tarafından tepkiyle karşılanmıştır .

Birinci bölümde genç ve yakışıklı erkekleri etrafında toplayan yaşlı tanrıça, onlara yeryüzünü ve yeryüzünün sırlarını anlatmaktadır.Daha sonra genç kızlardan oluşan bir grup,tapınak rahibesi ortaya çıkar.Yoğun bir biçimde kullanılan vurmalı çalgıların eşliğinde gençler çılgınca bir dansa başlarlar."Yeryüzüne tapış" adlı birinci bölüm son derece hareketli danslarla sürer,kızlarla erkeklerin rekabeti bir savaşa dönüşür.Sonunda erkekler yalnız kalırlar.Tanrıça yeryüzünün gizemlerini anlatmayı sürdürür.

İkinci bölüm "Kurban" adlı gizemli bölümdür.Bir Fenike dini inanışının değiştirilerek işlendiği bu bölümde tapınak rahibeleri aralarından birisi kurban olarak seçilir.Kurban olarak seçilen bakire genç kız ölene kadar çılgınca dans eder.Bölüm bakirenin ölümüyle sona erer.

İgor Stravinsky ilk eserlerinde müzikle çeşitli kültürlerin mitolojik öykülerini anlatmaya çalışmıştır.1910 yılında "Ateş Kuşu" ,1911 yılında "Petruşka " adlı yapıtları en iyi örnekler olarak gösterilebilir.
Hiç şüphesiz bu türün en iyi örneği olarak kabul edilebilecek "Bir bahar Ayini "ustanın en önemli eseridir.

1 Nis 2008

Charles Dickens

Tüm zamanların en iyisi ve en kötüsüydü...

Akıl çağı, budalalık çağı, inanç çağı, kuşku çağı, ışık mevsimi, karanlık mevsimi, umut baharı ve umutsuzluk kışıydı...

Yaşamak için hem çok şeyimiz vardı, hem de hiçbir şeyimiz yoktu.

Topumuz dosdoğru öte yanı boylayacaktık. Kısacası, o çağ şimdiki zamana o kadar benziyordu ki, gösteriş yapmayı seven bilmişler iyi ya da kötü şeyler arasında bir karşılaştırma yapıldığında, bu çağın her yönden en üstün olduğunda direniyorlardı.

Charles Dickens

(İki Şehrin Hikayesi)

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...