25 Ağu 2008

Lost Dizisi ve Dharma


Ünlü TV dizisi "Lost" Hinduizmin temel felsefesine temellendirilmiş metaforlarıyla izleyicilerin hiç alışmadığı bir "zaman" kavramını gündeme getiriyor.

Bir ada . Adada yaşayanların ölüp tekrar dirildikleri , geçmişleriyle geleceklerinin belirsiz bir zaman parabolünde kurgulanan sanal yaşamlarıyla , mucizelere ve sırlara gömülü olaylarla izleyicinin klasik TV dizi tipi olan "Soap Opera " tarzını farklı bir kültürel boyuta taşıyor.

Yahudi -Hıristiyan ve İslam kültüründen gelen izleyiciyi oldukça zorlayan üç boyutlu sıçramalar birbirinden ilginç gizemleri de beraberinde getiriyor .

Senaryo yazarlarının ustaca Hinduizmin temel kavramlarıyla şifreledikleri kişiler ve yaşamları yeni bir TV kültürünü de beraberinde getiriyor.

Adada ilginç sembolüyle de ortaya konan "Dharma İnitiative" kavramı ,"reinkarnasyon " örneklerini de gözler önüne seriyor.

Dizinin şifrelerini çözmek için Hindu felsefesinin temel kavramlarını tanımak gerekiyor :

Hindistan nüfusunun yüzde 80'i olan 600 milyon kişinin kabullendiği Hinduizm, bu ülkedeki en yaygın dindir.

Hindistan'dan başka Nepal'de ve Endonezya'nın bir bölümünde de izlenmesi nedeniyle Hinduizm, Asya'nın en büyük dini niteliğindedir.

Tarihte, İndüs ırmağı çevresinde gelişen uygarlığın Hinduizm'e çok benzeyen bir din geliştirdiği bilinmektedir.

Bu din, daha sonra güneydeki Dravidyanlar ile kuzey Hindistan'ı işgal eden Aryan'ların birleşmesiyle Hinduizm'e dönüşmüştür.

M.Ö. 1000 yıllarında Veda'ların yazılmasıyla bu dinin ilk yazılı kaynakları ortaya çıkmıştır. Hinduizm'in günümüzdeki önemli kitapları:



  1. Krishna'yı anlatan Bhagavad Giita bölümüyle ünlü Mahabharata Destanı,

  2. Rama'nın hikâyesini anlatan Ramayana Destanı,

  3. Veda'lar,

  4. Upanishad'lar ve Purana'lardır.

Hinduizmin temel inanışına göre insanlar, bir seri enkarnasyon yolu ile dünyaya birçok kez gelip gider.

Bu geliş gidişlerin sonunda (yeniden doğma) zincirinin kırılması ile (moksha) -özgürlük- seviyesine ulaşılır.

Her yeniden doğuşla bu ebedi sona biraz daha yaklaşılır, burada belirleyici faktör; sebep ve sonuç yasasını oluşturan (karma)dır.

Yaşam boyunca yapacağınız kötü davranışlar kötü karma oluşturmanıza, sonuçta da aşağı bir beden almanıza sebep olacaktır.

Aksine, bu yaşamınızdaki iyi davranışlarınız iyi bir karma oluşturarak bir sonraki yaşamınızda tekrar doğma zincirinden kurtulmanızı ve özgür kalmanızı sağlayabilir.

Hinduzm'de Dharma adı verilen doğa yasaları, yaşamın sosyal, ahlaki ve ruhsal uyumunu gösterir.

Üç tip Dharma vardır.



  1. Birincisi tüm evren ile ilgili evrensel uyumu belirler.

  2. İkincisi kastları ve kastlar arası ilişkileri anlatır.

  3. Üçüncüsü ise bireyin uygulaması gereken ahlakî kuralları oluşturur.

Hindu dininde üç temel uygulama vardır.



  1. Puja denilen ibadet biçimi,

  2. Ölülerin yakılması,

  3. Kast sisteminin yasa ve kuralları.

Toplumsal yaşamda dört temel kast ve bunların altında yüzlerce alt sınıf bulunur.

Bütün alt gruplar kendilerine özgü tanrı, tanrıça, ve putlara ibadet ederler. Batılıların Hindu dinini anlamakta karşılaştıkları en büyük güçlük, bu kadar çok sayıda tanrıyı ve kutsal varlığı sınıflandırmaktır. Bunu kolaylaştırmak için bütün farklı tanrıların, ana tanrının çeşitli durumlarda yeniden biçimlenen farklı ifadeleri olduğu düşünülebilir.

En üstün gücü sembolize eden, her şeye gücü yeten ve her zaman var olan yüce Tanrı; Brahma'dır.

Brahma'nın üç fiziksel ifadesi vardır.



  1. Brahma - yaratıcı,

  2. Vişnu - koruyucu

  3. Şiva - yokedici ve yeniden yaratıcıdır.

Brahma'nın her yeri görme özelliği nedeniyle dört yöne bakan dört kafası vardır.
Dört Veda'nın bu dört ağızdan yayıldığına inanılır.

Tanrılar, ayrıca bazı hayvanlarla birlikte gösterilir, bu hayvan, o tanrının kullandığı araçtır.

Her tanrı, elinde bir de sembol taşır. Bu sembole ve araca bakarak tanrının hangi konu ile ilgilendiği anlaşılabilir.

Brahma'nın temel enkarnasyonlarından birisi, öğrenme tanrıçası olan Sarasvati'dir.

Bir kuğu üzerinde ve elinde vina adlı bir müzik aleti ile birlikte gösterilir.

21 Ağu 2008

Surp Asdvadzadzin ya da Anahit günü

Bu hafta Hıristiyanları tarafından üzüm bayramı olarak kutlanmaktadır.Binlerce yıldır bu topraklarda doğan ,yaşayan dönüşen ve ötekileşen inançların hangisinin hangisinden kaynaklandığı günümüzde en karmaşık bulmacalardan biridir .
“Üzümün kutsanması “ ritüeli Hitit,Sumer ,Babil kültünden bu yana Anadolu’nun vazgeçilmez törenlerinden biri olmuştur .
Üzüm ve şarap tanrısı Dionysos adına yılda iki kez yapılan “Büyük Dionysos Ayinleri” Hıristiyanlık dininin yayılışıyla birlikte , bağbozumu ritüelleri doğayı kutsama ayinleri, İsa ile yeni bir boyut, yeni bir evrilme kazanmıştır.
Özde değişen fazla bir şey olmamış. Fakat ritüel tekniği vedoğayı algılama ve içrek tapınım tarzı, şarap ve üzümün yerini,şarap ve üzüm olmaktan çıkarmış, asma kütüğüne yansıyan doğanın kanı kültü olarak algılanır kılmıştır.
Hıristiyanlığın kabulünden sonra kuzey yarım küresi pagan kültürü için bolluk bereket günleri olan Ağustos ortalarına (eski - navasart) da astvatsatsin (meryem ana) ya da verapokhum (göğe alınış) bayramına dönüşmüştür.
Bunun bir nedeni de “Kutsal Meryem”'in vefatının Ermeniler’in en önemli tanrıçası olan “Anahit” gününe rastlamasıdır.Bu günün arifesinde rahip sağ eline makas, sol eline haç alıp tören giysileriyle ve yardımcıları eşliğinde mumlar ve kandiller yakılan manastır olan yerlerde manastırın bahçesine, olmayan köy ve kasabalarda açık hava ayini (andastan) icra ederlerdi.
Bu kutsamadan sonra bağlardan üzümler toplanır, ancak ertesi gün kilisede masdotz (ayinler kitabı) ile kutsanmadıkça üzüm yenmezdi. Geleneklere gore Kutsanan ilk salkım üzüm su kaynaklarına ve haçkarların üzerine bırakılırdı.
Bu zengin binlerce yıllık ritüelin “Surp Asdvadzadzin” ayini olarak günümüzde de yaşıyor olması büyük bir mutluluktur, zenginliktir.Günümüzde Anadolu uygarlıklarının bu zenginliklerini tekilleştirme ve yoksayma ve ötekileştirma çabaları vardır .
Bu çabaların tümü belirli bir inanışın “fanatik” ve “şöven” kılıfı olarak algılanmalıdır

9 Ağu 2008

Zhang Yimou


Ünlü Çinli Yönetmen Zhang Yimou’nun ”Magnum Opus ”u
Pekin Olimpiyat Oyunları Açılış töreni


"Hero","Uçan Hançerler "," Altın Çiçeğin Laneti " filmlerininden birini izleyenler binlerce insanın oluşturduğu kitlenin koreografisinin nasıl yapılabileceği konusunda bir fikir edinmiş olmalılar .
Kitlenin renkli kumaş ,terihi mekanlar ve doğayla karışımının devinimlerinde mükemmelliği yakaladığı "Altın Çiçeğin Laneti " filminin başlangıç bölümü Zhang Yimou 'un "Magnum Opus" u kabul edilebilir.

Pekin Olimpiyat Oyunları açılış töreninin (Büyük bir olasılıkla kapanış törenini de o yapmıştır ) koreografisini yapan Zhang Yimou bir ilki de başarmış oluyor .

Gösteriyi izleyenler hazırlıklar için 12 ay çalışan beş bin kişinin ortaya çıkardığı bu " kitle tiyatrosu" nu izlerken batı için yeni bir sanat dalının ortaya çıktığını keşfediyordu. Oysa Zhang Yimou Mao'nun "Çin Kültür devrimi" nin başlangıcında doğan ve kitle tiyatrolarını seyrederek büyüyen bir sanatçı. Sanatçının tarzının ve yaratıcılığının temelinin insan kitleleri olduğu gerçeğini hemen görüyoruz .Kitlenin uyumlu hareketi .Bireyin yok olduğu ve her seferinde birey olmanın cezalandırıldığı bir dünyada kitlelerle yapılan bir sanat .

Açılış töreninde ortaya çıkan görüntü her ne kadar değişik olsa da yine de bana göre bireyin olmadığı ve bir sistemin çarkları arasına sıkışan insanın dramını anlatması açısından ilginç olabilir . Sosyalist rejimlerin insan kitlelerini yönlendirdikleri bu alan ; "kamusal alan " bireyin yaşamadığı ve varolmadığı bir dünyayı gösteriyor.

Zhang Yimou filmlerinde bana göre hep bu metaforu işliyor . Varolma savaşı veren bireyin "Hero" da olduğu gibi ,"Altın Çiçeğin Laneti"nde olduğu gibi verdiği mücadele sonunda uğradığı trajik yenilginin öyküsü .

Zhang Yimou günümüz Çinli kuşağının en büyük trajedisini gözler önüne seriyor .

6 Ağu 2008

Eşarilik ve Mutezile

İslâm’da “ İman “ve “Hikmet” Mezhepleri ..

“ Eşarilik” ve ” Mutezile.”

Hilmi Ziya Ülken

Eşarilik, İslam düşüncesinin iman felsefesidir. Hikmet ya da akıl felsefesi olan Mutezile’ye tepki olarak doğmuştur. Eşarilik, metafizik konuların akıl ile halledilemeyeceğini imanın akıldan üstün olduğunu savunur. İslam dünyasının bu en kuvvetli kelam akımı kendi adını, mesleğin kurucusu olan Ebu Hasen-i Eş’ari (öl: Bağdat, 935) den almaktadır. Eş’arilik bir kelam doktirini olmakla birlikte onun fıkıh ile ilişkisi vardır. O suretle ki, her kelam doktrini fıkıhta berli bir görüşe karşı gelir.

Eşarilere göre akıl hiçbir zaman mutlak gerçekliğe ulaşabilecek bir alet değildir. O, duyularda ve zihinde bizi daima aldıttığı gibi en yüksek şeklinde tekafi-i edille dedekleri çelişken hükümleri oluşturmuştur. Aklın niheyette kendi kendini nakzeden bir takım küllü hükümlere ulaşmaktan başka bir şey yapmadığını ve akıl vasıtasıyla metafizik meselelerin halledilemeyeceğini gösterir. Eş’ariliğin bu safhasında en büyük rolü oynayan ve kelamı felsefeye karşı savunarak İslam (H.Z. Ülken,İ.Düşüncesi, s:38) dünyasında bir süre felsefe hareetin sarsmış,fakat eleştirileriyle yeni fikirlere kapı açmış olan İmam Gazali olmuştur. Gazali, adeta İskoçya okulu fideiste’lerinin Batı felsefesinde oynadıkları rolü kelam felsefesinde oynamıştır.

Eş’ariliğin kurucusu Ebu’l- Hasen, önce Mu’tezile okulundan Ebu Ali Cübbani’nin öğrencisiydi. Yaşamının büyük bir kısmını onun düşüncelerini savunarak geçirdi. Fakat bir gün ikisi arasında üç kardeşle ilgili bir tartışma geçti. İslam felsefesinde “üç kardeş davası” diye ünlenmiş olan bu tartışmadan sonra Mu’tezile ve Eş’arilik akımları tümüyle ayrılmışlardır.
Eş’ari sordu: Üç kardeşten biri mümin, biri fasik (sapkın) biri de çocuk olarak ölmüş olsa ceza gününde bunların durumu nedir?

Cübbanî yanıt verdi: Mümin mükafat görür; sapmış(fasik), cezasını çeker; çocuk kurtulur.
- Çocuk ya müminin derecesini almak isterim derse?
-Senin onun kadar iyilik ve doğruluğun yoktur denir.

-Eğer iyilik yapmadıysa buna sebep Allah’tır. Vaktinden önce ölmeseydi aynı şeyi (o kadar iyilik ve doğruluğu )yapardı.

-Yaşamış olsa asi olacaktı.
-O halde asi olana ne için ceza vermiyor?

Cübbani, buna yanıt veremedi ve “ sen dinden şüpheye düştün” dedi; Eş’ari de “Hayır, dinden şüpheye düşmedim, ama senin ilahi hikmet teorin sukut etti.” diye yanıt verdi.
Eşari’nin yaşamı, tartışmalar ve eleştirilerle geçti. Akıl yoluyla gerçeğe ulaşılamayacağını göstermek ve çelişkileri açığa çıkarmak onun başlıca işi oldu. Sonradan başka bir doğrultuda bu fikirleri yakın neticelere ulaşmakta olan İbn Külab ile birleşti. Böylece Eş’arilik kuvvetlenmeye başladı.

Ebu Hasan’dan sonra bu akımı İmam Bakıllani ve Ebu’l-Maali sürdürdüler. Onun açtığı çığırda yürüyerek Eşariliği geliştirdiler. Ve ensonunda Gazali’nin felsefeciler ve eski kelamcılara karşı açtığı büyük mücadele ile Eşari’lik büsbütün sağlamlaştı.

Mutezile de her ne kadar filozof iseler de felsefeleri kelamın hakim birkaç sorunu etrafında dönüp dolaşıyordu. Oysa Eşariler, felsefenin bütün sorunlarına değindiler. Allah problemini halledebilmek için varlık ve bilgi problemlerine kendi yöntemlerine uygun yanıtlar verdiler. Filozoflara göre bir gören nefis bir de görülen zat vardır. Bu zat veya zatlar gerçek küllidirler. Yani İslam filozofları,Eflatunla Aristo’yu birleştiriyorlar: Gerçek aynleri kabul ettiklyerinden dolayı Eflatuncu yani realisttirler. Bir hayvan sürüsü deyince 500 hayvanın toplanmını değil, fertlerin üstünde bir şey anlarlar. Onlar tasavvuri bir takım mahiyetler değildir; sırf zihinde mevcut değildirler. Bir canlılar veya cansızlar sınıfı denildiği zaman yalnız o sınıf oluşturan fertleri değil, onların üstünde gerçek bir mahiyet görürler. Batı Orta Çağında realistler Eflatun’u izlemekte idiler. Bunlara karşı Abélard, Aristo’nun yeni bir tefsiri ile mefhumculuğu(conceptualisme) kurmuştu.

Kelamcılar bu konuda felsefenin tümüyle karşısındadırlar. Onlara göre (s:39) külli mücerred, bir zihni itibardır. Külli (universel) dediiğimiz şey hariçte yoktur.Külliler zihnin bir itibarından,beş külli kelimeden ibarettir. Bundan dolayı kelamcılar ‘(özellikle Eşariler) esas itibarıyla isimcidirler. Sonradan Eşarilerin bir kısmı yeniden realizme döndüler.

İlk Eşari kelamcılara göre metafizik tefrika halindedir. Her biri ayrı bir yol tutmuş olup mutlak gerçeğe ulaşmak konusunda hiçbir zaman birleşemezler. Buna onlar--yukarda gördüğümüz gibi- tekafi-i edille diyorlar. Bu, Arsito’nun önsel dediği ve Yunan septiklerinin metafiziğe hücum için kullandıkları delilin aynıdır. Fakat akılcı kelamcılar bunun aleyhindedirler. Onlara göre ihtilaf olması zaruridir.Bir meselede bilgi yokluğu,o meselede vücuoun yokluğuna delil olamaz. Bugün bilmerdiğimiz şeyin yarın bilinmemesi lazım gelmez. Madem ki bazı metafizik hakikatleri düşünüyoruz;o halde birgün insanların bazı metafizik hakikatlerde birleşmesi mümkündür. Akıl şimdi metafizik konuları halledemiyorsa,ilerde ona ulaşacağı için imanını kaybetmesi doğru değildir. Buna benzer delilleri Auguste Comte’a karşı bazı yeni metafizikçiler,örneğin Fransa’da Gabriel Séailles ileri sürmüktedir.

Görülüyor ki Eşari felsefesi önce bir iman felsefesi halinde başlamışken,sonradan aklı ilerisinde zengin bir ufuk halinde görmüş ve metafiziği büsbütün bırrakmamıştır. Felsefeye uzun müddet hücum ettikten sonra, nihayet onun delillerini alarak raslyonal bir kelam kurmaya çalışmıştır. Bu artık Mutezile’nin ilkel rasyonalizmi değil,fakat İslam ilmi ve felsefesinin gelişme çağında onun bütün yapıtlarından yararlanan sistemli felsefi kelam akımıdır. Gazali’den sonra rasyonal kelam akımını açanlar Fahreddin Razi, Amidi, Nasıreddin Beyzavi’dir.
İlk Eşarilerle bunlar arasında felsefi düşünce bakımından köprü görevini gören Gazali’dir.

(H. Z. Ülken, İslam düşüncesi, s: 38-40)

5 Ağu 2008

ALEXANDER SOLJENİTZİN

Geçtiğimiz Pazar gecesi “Demir Perde Dönemi”ne damgasını vuran ilk Sovyet Sistemi Muhalifi edebiyatçı ,düşünür kalbine yenildi. 89 yaşında Moskova’da vefat eden Alexander Soljenitzin, on yedi sene Sibirya’da sürgünde kaldıktan sonra 1962 yılında çıkan ilk kitabı “İvan Denizoviç ‘in yaşamında bir gün “ adlı kitabıyla tüm dünyada büyük bir olay yarattı.

Özellikle Batı basını bu birden bire ortaya çıkan Stalin dönemi Sovyet Sistemi eleştirisini belki de edebi olmaktan çok siyasi bir platform üzerinde algılanmasına neden oldu .

Ünlü eleştirmenler Solzhenitsyn ‘in Tolstoy, Dostoyevski and Çehov kadar iyi bir yazar olduğu üzerinde görüş birliğine vardılar.Soğuk savaşın en sert geçen yıllarında batı dünyası ilk kez kültürel bir alana taşınan detant politikasını tırmandırmaya başlıyordu.

1970 yılında Nobel Edebiyat ödülüne layık görülen yazarın kırkdan fazla dile çevrilen kitaplarının otuz milyondan fazla okuyucuyla buluştuğu bildiriliyor. Nobel ödülünü kazanan yazar Kruşçev ‘in yayınlanmasına izin verdiği ilk kitabıyla Sovyet rejiminin Pandora ‘nın kutusunu açılmasına neden olacağını acaba tahmin etmiş miydi ?

Bütün eserleri Türkçe ‘ye de çevrilen yazar nedense Türk edebiyat dünyasında pek sevilmedi.Bunun birinci nedeni belki de yazarın siyasallaşan ismi ve batının tüm gücüyle Sovyet rejimine yüklendiği bir kültür simgesi haline gelmesiydi.

Türk edebiyat okuyucusu klasik Rus edebiyatıyla , Bolşevik edebiyatı ve daha sonra da muhalif Rus edebiyatı arasında bir köprü kuramadı..

Giderek ünlü Rus yazarın ölümü aradan 24 saat geçmesine rağmen bizim medyamızda pek yer almadı . Bu da acaba neyin göstergesi ?

Kuzey Kafkasya’daki Kislovodsk’da 11 Aralık 1918’de dünyaya gelen Soljenitsin, Sovyet Ordusunda 1939-1945 arasında 4 yıl görev yaptı ve 1942 yılında yüzbaşı rütbesiyle İkinci Dünya Savaşı’na katıldı.

Yayınlanan Kitapları :

  • "Ivan Denisoviç’in Yaşamında Bir Gün" (1962)
    "İlk Çember" (1964)
    "Kanser Koğuşu" (1966)
    "Kırmızı Tekerlek" adındaki 4 ciltlik uzun tarihsel roman.
    "1973’te Paris’te yayınladığı Sovyet hapishanelerindeki durumun anlatıldığı 3 ciltlik "Gulag Takımadaları 1918-1956"

3 Ağu 2008

Molla Lûtfi

Bir Osmanlı aydını trajedisi :

“Temelden yenileştirici olması gereken bir hukuk anlayışı, tümüyle daha önceden varolan hiç bir öğretide bulunamaz Eğer her devlet belirli bir tipte bir uygarlık ve yurttaş yaratmaya ve bunu tutundurmaya, bazı tedbirleri ve davranışları yok edip yerlerine başkalarını getirmeye kalkarsa, hukuk bu amaca hizmet eden bir alet olur.” Antonio Gramsci

23 Ocak 1495 tarihinde At Meydanında ( Sultan Ahmet Meydanı) başı kılıçla kesilerek idam edilen , Fatih Sultan Mehmet döneminin bilginlerinden Molla Lütfi (Mevlana Lütfi ), ‘nin trajik hikayesi bilim,din , devlet ve adalet anlayışının Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk kuruluş yıllarında nasıl oluştuğunu göstermesi açısından günümüzün kimi olaylarına da ışık tutacak özelliklere sahiptir.

Tokat doğumlu olan Mevlana Lütfi, devrin Osmanlı âlimleri arasında sezgisi, zekâsı, yorumları, çeşitli öteki olumlu özellikleri ile apayrı bir yere sahipti. Cesur, çekinmesiz, sözünü esirgemeyen, hiçbir otorite önünde baş eğmeyen, sözü ve eli can yakan Mevlâna(Molla ) Lütfi, çoğu üst kesim devlet bürokrasisinin tepkisini çekmiştir. Dürüstlüğü ve sadakati, gösterişten nefreti, sahte değerleri, rüşveti ve riyakarlığı hiç çekinmeden yerden yere vurması, Molla Lütfi’nin trajik sonunu hazırlamıştır.

Molla Lütfi’nin üst mevkilerde bulunanlara yönelttiği eleştiri okları çok ses getirmiştir. Hak etmeyen bir kişinin öğretmen olarak atandığı “Darülhadis” (üniversite) in, bu yüzden “darülhadese” (tuvalet) e dönüştüğünü yazdığı “Harnamesi “ ünlüdür.

Devrin ” âlimlerinin” yanlış ve kusurlarını eleştirip, onların hatalarını dile getirince, kıskançlık ve düşmanlıklarını üstüne çekti. Zaman içinde tek başına kaldı. Bir kaç yıl içerisinde tüm bürokrasiyi kendine düşman etmişti.her geçen gün sayıları artan düşmanları çareyi hakkında “dinsiz ve imansızdır ” diye dedikodular yaymakta bulmuşlardır.

İmparatorluğun bir ölçüde içten içe çürümesine neden olan işte bu Molla Lûtfi karşısında toplanan ve ilk filizlerini veren taassup, aradan geçen yüzlerce seneye rağmen gücünden hiçbir şey kaybetmeden günümüz aydını için de çözümlenmesi gereken bir bulmacadır.
Molla Lütfi’nin “dinsiz”,”imansız”,”zındık “ olarak suçlanmasının nedeni , aslında aranan bahane makamında namazda insanın tam olarak Tanrı’ya bağlanmasını örnekleyen şu olayı bir dersinde öğrencilerine anlatmış olduğu varsayımına dayanmaktadır .

“Bir savaş sırasında, Ali bin Ebu Talib’in kutsal bedenine ok girmiş. Vuruşma ve savaş nedeni ile bu ok kırılmış ve ucu onun bedeninde kalmış. O okun acısı Ali’nin ciğerine işlemiş, canını çok yakmış. Bu yaralayan okun ucundan açılan yara günden güne gelişip içine işlemiş ve temiz yaratılışlı Ali canından usanıp kendisinin bu biçimde bir derde uğramasından çok yaralanmış. O kan döken derdi (oku), bulunduğu yerden çıkarmak için cerrahlar işe girişince, o büyük adam dayanamayarak ağlayıp sızlıyormuş.

En sonunda, bir gün namaz kılarken, kendini tam olarak tanrıya verdiği sırada, cerrahlar işe girişip oku onun bedeninden çıkardılar. Fakat o yüce yaradılışlı bunu duymadı ve oku çıkardıklarını bile anlamadı…”

Molla Lütfi’nin bu öyküyü aktardıktan sonra, şu cümleyi söylediği söylenir:
“Gerçek namaz budur. Yoksa bizim kıldığımız kuru eğilip doğrulmadır. Onda yarar yoktur”.
Molla’nın düşmanları bu cümleye sarılmış ve hemen devrin padişahı Bayazıt Han ‘a yetiştirmişlerdir :

Bayazıt Han , karar vermeden once çok sevdiği ve değer verdiği bilim adamının bir bilimsel heyet tarafından yargılanmasını ister. Teşkil edilen heyet hemen araştırmalara başlar: Elimizde bir belge olmadığı için bu heyette kimlerin bulunduğunu bilmiyoruz.Ama Molla’nın tüm düşmanlarının eline büyük bir fırsat geçtiğini söylemeye gerek yok.

«Namaz dedikleri kuru bir eğilip doğrulmadır, onda yarar yoktur-,
Molla’nın çok eleştirdiği düşmanlarından oluşan heyet , cümlenin söylenme nedenini açıklamaz ve , devrin kadısı da tanık yeminine göre, Molla Lûtfi ‘nin dinsizliğine hükmederek, idamına karar verilir :

İdam sebebi tam olarak nedir ?

Burada dikkat çeken husus o devirde ve öncesinde “dinsizliğin “ idam sebebi olmasıdır. Aykırı düşünce ve inançların şiddetle cezalandırılması geleneği eskidir.İktidarla bütünleşen ruhban sınıfı resmi inanç sisteminin dışındaki inanışları ve bu sistemlere ait fikirleri “öteki” kılar ve en sert bir biçimde yargılar . Osmanlıda “heterodoksi” akımların yaşamasına izin verilmemiştir. En iyi örnekleriden biri de “Hurufi katliamı”dır . Osmanlı tarih kitaplarına geçen kara bir leke olarak durmaktadır.

Hurufilik, İslam uleması tarafından ilk zamanlarında aşırı bir mezhep gibi görüldü ama “Fazlullah”'ın daha sonraları dünyanın, ahıretin velhasıl herşeyin temelinin kendisi olduğunu söylemesi ve "Ben, aslında Hazreti İsa'yım, dünyayı kurtaracak Mehdi, benim" demesi üzerine Hurufiler kâfir kabul edildiler.

Resmi ruhban sınıfı tarafından Hurufiler'in siyasi iktidarı ele geçirmeye kalkışacakları söylemleri üzerine, Timur'un oğlu Mirânşah, 1394'te Hurufilerin şeyhi Fazlullah’ ı yakalatıp kafasını kestirdi. Sonra derisini yüzdürdü, cesedini ip bağlatarak pazarda dolaştırdı, etini köpeklere yedirdi ve vücudundan kalanları ateşe attırdı.

Fazlullah'ın idamından sonra sayıları ve güçleri giderek artan Hurufiler’i her yerde sıkı bir takibe aldılar Ele geçirilenlerin ya derileri yüzüldü, yahut yakıldılar; hayatta kalabilenler de, kurtuluşu Anadolu'ya geçmekte buldu. Hurufiler, Fatih Sultan Mehmed'in iktidar yıllarında sayıların ve harflerin cazibesiyle hükümdarı bile etkileyerek saraya sızmayı ve devlet işlerine müdahale etmeyi başardılar. Ama, devletin güçlü veziri Mahmud Paşa yine o devrin en güçlü din âlimlerinden Fahreddin-i Acemi'den "kâfir oldukları" gerekçesiyle Hurufiler'in canlarının alınması gerektiği yolunda bir fetva çıkartınca, Fatih'in söyleyecek sözü kalmadı. Neticede, Edirne'deki o büyük ateş yakıldı ve aykırı düşünceler onu taşıyan insanlarla beraber yakıldı. .(2)

On beşinci yüzyılda Hıristiyan dünyasında din savaşları patlak verir.Luther ve Calven gibi reformistler yeni bir akım başlatmaya muaffak olurlar. Osmanlı İmparatorluğu topraklarında ise Molla Lûtfi gibi reformistlere göz açtırılmadı. Dinsel kökenli baskı tüm aydınlar üzerinde bir karabasan olarak kullanıldı. “Dinsiz”,kâfir, “din elden gidiyor”, “şeriat” vb dinsel suçlamalarla tüm aydınlar ya susturulmuş, ya yargısız infazlarda katledilmiş yahut da, “gâvur icadı”, “Islâma aykırı”, “şeriata aykırı” diyerek (matbaanın gelişindeki tepki gibi), Cehalet arttıkça, din, tüm uygarlık ve aydınlar üzerinde engelleyici ve baskı aracı olarak kullanılmıştır.

Molla Lütfi,’nin Şii,Hurufi, Alevi,Mecusi olduğu tezini ileri sürenler de vardır . Bir matematikçi olan Molla Lûtfi ’nin eserlerinde hurufiliğin ya da bir başka dinin izleri görünmez. Öte yandan kütüphane müdürü olduğu dönemde bu sayede pek çok değerli kitaplardan bir çok şeyi öğrenmiş olacağı varsayımı oldukça güçlüdür. Arapça ifarsça ve Yunanca okuyup yazdığı anlaşılmaktadır. Sinan Paşa, Fatih tarafından Sivrihisar’a sürülünce, Molla Lütfi de hocası ile birlikte gitmiş, Sultan II. Beyazıd’ın tahta çıkmasının ardından hocasıyla birlikte İstanbul’a dönmüştür.

Önce Bursa’daki Yıldırım Beyazıd Medresesi’nde, sonra Filibe’de ve Edirne’de medrese hocalığı yapmıştır Molla Lütfi’nin, çoğu Arapça olan eserleri günümüze kadar popülerliğini korumuştur.
Taz’ifü’l-Mezbah (Sunak Taşının İki Katının Bulunması Hakkında) adlı kitabı iki bölümden oluşur. Birinci bölümde kare ve küp tarifleri, çizgilerin ve yüzeylerin çarpımı ve iki kat yapılması gibi geometri konuları ele alınmıştır). Molla Lütfi, ünlü ”Delos Problemi’ nin çözümünü bulduğunu ve bunun hikayesini anlatır.

. Basit bir soru: Bir cismin boyutları iki katına çıkarsa hacmi kaç katına çıkar? İki katına değil, sekiz katına çıkar. Zamanın geometriden habersiz kadıları, bu tür sorunlarda yanlışlık yapıyordu. Molla Lütfi, bu karışıklığı gidermişti.

Molla Lütfi’nin bu problemi, İzmirli Theon’un yapıtından öğrendiği anlaşılmaktadır. İzmirli Theon, İskenderiye Kütüphanesi müdürü Eratosthenes’e atıfta bulunarak, Delos Adası’nda büyük bir veba salgını çıkınca, ahalinin Apollon rahibine başvurduğunu ve bu salgının geçmesi için ne yapak gerektiğini sorduklarında, rahibin tapınaktaki sunak taşını iki katına çıkartmalarını tavsiye ettiğini, böylece kolaylıkla çözülemeyecek bir matematik probleminin ortaya çıkmış olduğunu yazar. Mimarlar bu işi başaramayınca, Platon’un yardımını isterler. Platon, rahibin sunak taşına ihtiyacı olmadığını, ama Yunanlılara matematiği ihmal ettiklerini ve küçümsediklerini söylemek maksadıyla bu problemi gündeme getirdiğini bildirdikten sonra, problemin orta orantı ile çözülebileceğini ifade etmiştir.

Molla Lütfi işte bu öyküden esinlenerek bu küçük eserini yazmıştır.Kitabında, kübün iki kat yapılmasının, yanına başka bir küp eklemek olmadığını, onu sekiz kere büyütmek demek olduğunu açıkladı. Molla Lütfi bu problemin orta orantı ile çözülebileceğini söyleyerek bu yöntemi açıklar.Bilimlerin Konuları ( Mevzuatü’l-Ulüm ) adlı eserinde ise yüz kadar bilimi tasnif ederek konularıı ve yararlarını tanıtır.

Fatih Sultan Mehmet ve İmam Gazali

Fatih Sultan Mehmet, ’in Molla ’nın hocası Ali Kuşçu ile olan iyi ilişkisi ilk zamanlarda oldukça iyi iken ,Sultan İmam Gazali’ yi okuduktan sonra , etrafındaki ulemanın teşvikiyle gergin bir hale geldiği söylenir .İmam Gazali ’nin nin aklın güçsüzlüğünü savunan eserini (Tehafütü’l Felasife)’yi Fatih ’in saray ulemalarından Hatibzâde ve Molla İzari ’nin savunduğu da bilinmektedir. ..
İmam Gazali bu eserinde İbni Sina’nın aklı esaslı ölçü yapmasına itiraz ederek;
“Akıl ile her şey ölçülmez ve zayıf ve aciz olan akıl ölçüsüne itimat edilemez” diyerek iddiasını ispatlamak istemiştir.

Bu eser yazıldıktan yaklaşık yüz yıl sonra Endülüslü İbni Rüşd,(3) Gazali’nin görüşlerine itiraz ederek akıl ve imandan hangisinin üstün olduğunu inceledi; aklın üstün olduğu sonucu ile bunu ispat için (Tehafütüt-tehafüt) adlı eserini yazdı.

Fatih Sultan Mehmet, kafasına takılan bu felsefi sorunu etrafındaki ulemaya danışarak çözme yoluna gitti. Hocazade ile Alaeddin Tusi’ ye bu eser konusunda görüş bildirmelerini istemişti.Bildirilen görüşlerin mahiyetleri konusunda kesin bir belge elimizde bulunmamaktadır. Rivayete göre Sinan Hocazade incelemesini dört ayda, Tusi’nin ise altı ayda bitirmiş olduğu saraydan emeklerine karşılık gönderilen paraların farklı olması yüzünden bazı sorunların yaşandığı da bilinmektedir.

İslam dünyasinda Farabi ve lbni Sina gibi düşünürlerin önderliğinde Antik Yunan ve Mısır filozoflarına ilgi doğmuştu.Bir ölçüde islam alemi kendisini ”Aydınlanma ” olarak kabul edilebilecek ”Hikmet ” yoluna doğru götüren düşünce akımlarını yakalamış görünüyordu.

(1)Molla Lütfi Türbesi :Defterdar Caddesi üzerindedir. H.900(M. 1495) tarihinde idam edilmiş olan Molla Lütfi'nin mezarı Defterdar Mensucat Fabrikası'nın içinde kalmışken 1987 yılında fabrikanın yıktırılmasıyla ortaya çıkmış ve 1995 yılında da restore ettirilmiştir. Kaynak: Eyüp Rehberi

(2) Hurufilik nedir ? MURAT BARDAKÇI- SABAH
Temeli ses, harf ve sayı kavramlarına dayanan "Hurufilik", Arapça "harf" sözünün çoğulu olan "huruf" kelimesinden gelir ve "harflerle ilgili" demektir. Hurufiliğin kurucusu olan Fazlullah, mezhebinin kurallarını Farsça olarak kaleme aldığı ve "Câvidannâme" ismini verdiği kitabında ayrıntılarıyla ama sembollerle dolu bir şekilde anlatır. Mutlak gerçeği ruyasında gördüğünü iddia eder, sisteminin temelini Arapça'nın 28 harfine Farsça'ya mahsus dört harfin ilâvesiyle ve bu harfler arasındaki matematik ilişkiler vasıtasıyla geliştirir. Fazlullah'ın sistemi, en basit ifadesiyle şöyledir: İnsanın yüzünde yedi adet "hat" vardır ve bunlar iki kaş, dört kirpik ve saçtır. Doğumla vârolan bu özellikler, "anne hatları"dır. Erkeklerde "baba hatları" denilen ve ergenlik çağında ortaya çıkan bıyık, sakal, burun hattı ve dudak altı çizgisi de on dört adettir. Toplamı 14 olan bu hatlar, çıktıkları yerlerin de ilâvesiyle 28'e, saçın ve dudak altındaki hatların da ikiye ayrılmasıyla 32'ye yükselir. 28 sayısı Arapça olan Kur'an'ın, 32 de Farsça Câvidannâme'nin yazılışında kullanılan harflerin sayısıdır. Fazlullah, temeli bu basit hesaba dayanan Câvidannâme'sinde daha sonra değişik matematik hesaplamalar yaparak dinle ilgili yeni kurallar koyacak ve aynı hesaplama biçimleriyle kâinatın geleceğinden sözedecektir. Bütün bu bilgilerin yazılı olduğu Câvidannâme'nin nüshaları asırlar boyunca defalarca imha edildi ama çok sayıda nüshası bugüne kalmayı başardı. Farsça'ya âşina iseniz ve Hurufi sembolleri konusunda bilginiz varsa, şimdi elyazması kitaplıklarımızda muhafaza edilen bu son derece enteresan eseri incelediğiniz takdirde İslam'ın matrixçi gizli mezhebinin sırlarına daha derinden vâkıf olabilirsiniz. Hurufi inancının ileri aşamalarında "ebced" denilen bir hesap metodundan kaynaklanan ve sayılar yardımıyla geleceği belirlediğine inanılan bir sisteme rastlanır. "Cifir" adı verilen, yüksek matematiği andıran ve sıkı kurallara bağlı olan sistemin temeli, alfabedeki her harfin belli bir rakam değeri taşımasına dayanır. Her kelimenin, kendisini meydana getiren harflerin değerlerinin toplamı olan bir sayı karşılığı vardır. Geçmiş asırlarda yaşayan ve çoğu Hurufi olan cifirciler kehanetlerini açık açık değil, şifreyle yazmışlardır ve cifrin Türkiye'deki bilinen en büyük üstadı, 1830'ların başında büyücülük suçlamasıyla idam edilen şair Müştak Baba'dır. Müştak Baba'nın ölümünden sonra, 1846'da basılan "Divan" ındaki bazı şiirlerinde çok sayıda kehanete rastlanır. Şair, Ankara'nın 1923'te İstanbul'un yerini alıp başkent olacağını tâââ 100 küsur sene öncesinden söylemiştir. Şimdi, şairin ağdalı bir dille yazdığı şiiri günümüz Türkçesi'ne nakledelim:"1000 mânâsına gelen ELF sözü, güzeller beldesinin başına EFSER, yani tâc olarak konursa, o belde İstanbul'dan farksız olur. Sonra, Yunus Suresi'ndeki NUN ve KafSuresi'ndeki KAF harfleri alınır. Resul'ün, yani Hazreti Peygamber'in RI harfi de bunlara ilâve olunmak ister ve maksad "hây-ı huy" sözündeki "HE" harfi ile tamamlanır. Ey anlayışlıların padişâhı olan Sultan Hacı Bayram! Senin bulunduğun o güzel belde, bu değersiz kul Müştak'tan hürmet istiyor!" Müştak Baba, şiirin ilk mısraında "1000" mânâsına gelen "elf" ve "tâc" demek olan "efser" sözlerini veriyor ve "efser"in başına "elf"in ilâve edilmesi gerektiğini söylüyor. Ebced hesabıyla 341 tutan "efser"e "elf"in, yani "1000" sayısının ilâvesiyle, Ankara'nın başkent yapıldığı 1923'ün Hicri takvimle karşılığı olan 1341 çıkıyor. Şair, sonraki mısralarda sırasıyla "elif", "nun", "kaf", "rı" ve "he" harflerini veriyor. Bu harfler, bu sırayla yazıldıklarında ortaya "Ankara" kelimesi çıkıyor. Yani, Müştak Baba, "Ankara"nın eski harflerle yazılışı olan "A-N-K-R-H" harflerini sıralıyor, "Güzeller beldesi ve Hacı Bayram'ın memleketi olan Ankara, 1341 yılında başlara tâc olacak ve İstanbul'dan -yani, şiirin yazıldığı zamanın başkentinden- farksız hâle gelecek" diyor.

(3) İbni Rüşd 1126 yılında Kurtuba’da doğdu. Asıl adı Muhammed, babasının adı Ahmed’dir. Dedesinin dedesi olan Rüşd’ün adından dolayı İbni Rüşd (Rüşd oğlu) diye tanındı. Bilginler yetiştirmiş bir ailenin çocuğudur. Kendisi gibi Kurtuba kadılığı yapmış ve ona adını vermiş olan Ebü’l-Velid Muhammed, Maliki mezhebinin önde gelen bilginlerindendi.İbni Rüşd, her ne kadar Farabi ve İbni Sina’nın yeniplatoncu felsefeden aldıkları ve Aristoteles’e isnat ettikleri «doğuş» (sudur) kuramının Aristoteles’le ilgisi bulunmadığını kesin bir dille ifade etmiş ve böylece çok önemli bir tarihsel yanılgıyı düzeltmişse de, «Faal (etkin) Akıl» denilen ve İslam filozoflarınca Cebrail olduğu düşünülen göksel varlığa o da inanır. Bu anlayışa göre bizim kuramsal aklımızın işlevi bu akılla bağlantı (itti. sal) kurmaktır. İnsan, yaşamı boyunca zihinsel bakımdan geliştikçe Etkin Akılla ilişkisi de güçlenir. Ancak, İbni Rüşd’ün bu görüşünden mistik bir sonuç çıkarılmamalıdır. Çünkü onda Etkin Akıl’la bağlantı, insan aklının epistemolojik bir alanda işleyişi ve ilerleyişidir; tasavvufta düşünüldüğünün tersine, bilgi eyleminde insan zihni sürekli etkin durumdadır; yani ona bilgi verilmemekte, tersine o bilgiyi almakta

1 Ağu 2008

ALO 177


Antalya 'da başlayan orman yangınında 1200 hektar orman kül oldu.


1200 Hektar 10 000 ile çarpılacak 12,000,000 metre kare yani 12 Kilometrekarelik bir orman alanı daha yok oluyor demektir .


Ajansların geçtiği resimlere bakıyorum .


Bir kadın yere oturmuş , ellerini göğe kaldırmış dua ediyor ve ağlıyor ; arka planda göğe yükselen devasa alevler .


Tablo bu.


Çevre bilinci olmayan cahil kitlelerin yol açtığı bir doğa tahribatı daha eskilerine ekleniyor.
Toplumun ve kamuoyunun tepkisi yine aynı.


Çağdaş bir toplum olma yolunda aşılması gereken engellerden biri de geniş halk kitlelerini ormanlarımız ve diğer doğal zenginliklerimiz konusunda bilinçlendirmek.
Bu aslında bir gündem sorunu .


Siyasetin gündemi hiç bir vakit bu konulara ulaşmıyor.


Bu yangın da bir ay önce çıkan Çanakkale orman yangınları gibi unutulacak .
Daha önce olduğu gibi :


T.C. Orman bakanlığı verilerine göre ,1937‘den günümüze 80.000 civarında orman yangını çıktığı ve bu yangınlarda 1.600.000 hektara yakın orman alanının yandığı tespit edilmiştir.


Bu oran mevcut orman alanlarımızın yaklaşık olarak %10 oranına denk gelmektedir.


İstatistiklere göre orman yangınların çıkmasında tespit edilen suş oranı şöyle belirtilmektedir. :


% 6 'i doğal nedenlerle,
% 94 'i ise kaza veya kasıtlı kundaklama ,.


1985 yılından günümüze 234.482 hektar (2.344.820.000m²) orman alanımız yanarak kül olmuştur.


Bu alanların 40.824 hektarı yani ortalama %17‘si ağaçlandırılarak geri kazanıldığı belirtilmektedir.

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...