21 Ara 2008

Hanuka ve Noel


Anadolu coğrafyası değişik dini inanışların izleriyle doludur .

Örneğin İstanbul ‘un tarihi dokusu içinde dolaşırken (Beyoğlu,Balat,Fatih ) her üç semai dine ait kutsal mekanları ve bu mekanlara devam eden cemaatleri (eskiOsmanlıca adıyla Milletleri ) çok rahatlıkla görebiliriz .
Bugünlerde Yahudi ve Hıristiyan dinine mensup olanların iki önemli bayramı birbiri ardından yaşanacak .

Bu bayramlar hakkında ne kadar bilgi sahibi olduğumuz da içinde yaşadığımız kültürel ortamla alakalıdır .Çocukluğu tarihi doku içinde geçenlerin anılarında bu özel günlerle alakalı bir şeyler vardır .

Hanuka Bayramı

Yahudi dini inanışlarına göre 8 günlük ışıklar bayramı bu yıl 22 Aralıkda başlıyor.: Bu bayramın ritüelik ve sembolik anlamı çok kısa söylemek gerekirse : Makabiler'in zaferi ve bu zafer sırasında küçük bir teneke kandilin sekiz gün boyunca yanması mucizesini anmak amacıyla, her gün bir mum arttırılarak Hanuka mumları yakılır.

Aşağıda Şalom gazetesinde yer alan Hanuka bayramıyla alakalı bir yazıyı ve Güngör Uras ‘ın 2000 yılında Milliyet gazetesinde yer alan yazısını dikkate değer buluyorum :

1) “Şalom Gazetesi 17/12/2008
Yazan Sara Yanarocak

Hanuka bayramı 8 gün sürer: 25 Kislev’den 2 veya 3 Tevet tarihine kadar. Bazı seneler Kislev 29 gün, bazılarında ise 30 gün çektiğinden tarihler bu şekilde saptanır. Bu bayram, Greko Suriye’lilerin ve Hellenlerin Kutsal Tapınak’tan atıldıktan sonra yapılan temizlik ve saflaştırmanın ardından tesis edilmiş bir kutlama haftasıdır
Maymonides’in Hanuka kanunları, 3. bölümünde yazmış olduğu sözlere göre: İkinci Bet ha Midkaş’ta, Yunan imparatorluğunun İsrail halkı üzerine hüküm kurduğunda, dinini, özgürce uygulamasını önlediğini, birtakım yasaklar koyduğu anlatılır. 10 Emir doğrultusunda Tora’yı öğrenmelerini yasaklar. Hatta ellerindeki paraya ve kızlarına el atar. Bet ha Mikdaş’a girerek kutsal bölümlere tecavüz ederler. İsrail halkı bu baskı ve kötülüklerin altında ezilir ve ızdırap çeker. Sonucunda göklerdeki babamız, yüce Tanrı’mız onlara merhamet eder Yunanlıların elinden kurtarmaya karar verir.
Böylece Kohen Gadol ailesi olan Haşmonay sülalesi komutasında yapılan savaşla Yunanlılar öldürülür. İsrail halkı onlardan kurtarılır. 25 Kislev günü Bet ha Mikdaş’a girerler. Tapınakta yeterli saf yağ yoktur. Menoranın kandillerini azıcık saf yağ ile yakarlar. Bu yağ mucizevi bir biçimde 8 gün boyunca bitmeden yanmaya ve etrafı aydınlatmaya yeter. Bu arada ağaçlardan toplanan zeytinler ezilir ve taptaze saf zeytinyağı elde edilerek tapınağa getirilir.
Böylece daha sonra asırlar boyunca; İsrail ulusu o mucizevi 8 gün boyunca bitmeyen yağın anısına her yıl 25 Kislev gününden itibaren 8 gün boyunca evlerinin önünde ışık yakarlar. Bu zaferi kutlarlar. Purimde olduğu gibi oruç tutulmaz, sadece ışıklar yakılır ve bayram edilir. Bu günlere Hanuka adı verilir. Hanuka bir varoluş öyküsüdür ve Yahudi ulusunun Yunanlılara karşı kazandığı bir zaferdir.
Işık Bayramı Hanuka akıl, anlayış, hak ve adalet ışığını simgelemektedir. Bu simgeler karanlık, cehalet, haksızlık ve anlayışsızlığın aşıldığı gerektiği anlamına gelir.
Son zamanlarda Hanuka bayramı evrensel anlamda büyük önem kazanmıştır. Işıklar bayramı, yalnız Yahudilere değil, yabancıların baskısı alitında inleyen tüm uluslara cesaret, umut ve idealizm mesajı verir.
Diğer bayramlarda görülen şekliyle özel bayram yemeklerine Hanukada rastlanmaz. Sadece bazı yörelerde Hanuka Latkes (kızgın yağda kızartılan patetes köfteleri) yenir. İsrail’de bunun yanısıra içinde değişik tadda reçeller ve çikolatalar kullanılan "sufganiya" adlı çörek tüm ay boyunca zevkle yenir.
8 günlük "Hanuka" boyunca her türlü iş yapılabilir. Ancak akşamları Hanukiyalar yakıldıktan sonra iş yapılmaması daha uygun olur.”

2) Hanuka Bayramı :

Yazan : Güngör URAS –Milliyet 21 Aralık 2000

Ortadoğu'yu fetheden Büyük İskender'in ölümünden sonra Makedonya Krallığı bölündü. Filistin "Selevkiler"in eline geçti. Başlangıçta Yahudilere iyi davranılırken Suriye Helen İmparatoru Antiyohus Epifanes döneminde kısıtlamalar getirildi. Musevilerin Helen putlarına tapmaları emredildi. Musevi takvimine göre, Kislev ayının 25'inci günü Haşmonay ailesinden Matatyau ve "Makabiler" olarak anılan beş oğlu (Yeuda Makabi ve kardeşleri) ile yandaşları Suriye yönetimine baş kaldırdı. Kudüs'ü ele geçirerek, daha önce kapatılmış olan Büyük Mabed - Bet Amikdaş'ı kurtardı. Mabedi putlardan temizledi. Mabette devamlı yanması gereken altın "Menora" yerinde yoktu. Onun yerine bir madenden yapılmış yeni bir Menora bulunup konuldu. Menora'da yakılacak yağın hazırlanması için sekiz güne ihtiyaç vardı. Mabedin bir köşesinde bulunan yağ ise Menora'yı bir gün yakacak kadardı. Ancak bir mucize gerçekleşti. O bir günlük yağ sekiz gün boyunca yandı.

Bu mucizeyi Yahudiler her yıl, sekiz gün boyunca "Işıklar Bayramı" olarak kutlamaya başladı. Hanuka Bayramı aralık ayının son haftalarına rastlar. Hıristiyanların Christmas kutlamalarıyla çakışır.

Kudüs'teki mabette sekiz gün yanan ışık, Yahudilerce "Hanukiya" adı verilen dokuz kollu bir şamdan ile simgelenir. Ortadaki kandil veya mum diğerlerini yakmak için kullanılır. İlk gece birinci mum veya kandil yakılır. Daha sonra her gece birer tane artırılarak son gece sekiz mum veya kandil beraberce yakılır. Hanuka'da yanan mum veya kandilin tüm insanlara cesaret ve umut ışığı verdiğine inanılır.


Noel bayramı

Kaynak : Vikipedia :
“Noel, her yıl 25 Aralık tarihinde İsa'nın doğumunun kutlanıldığı Hristiyan bayramı. Ayrıca Doğuş Bayramı, Kutsal Doğuş veya Milât Yortusu olarak da bilinir.

Noel, her yıl dünyadaki Hristiyanların çoğunluğu tarafından 25 Aralık'ta kutlanır. Kutlamalar 24 Aralık'ta Noel arifesiyle başlar ve bazı ülkelerde 26 Aralık akşamına kadar devam eder. Ermeni Kilisesi gibi bazı Doğu Ortodoks Kiliseleri, Jülyen takviminde 25 Aralık'a denk gelen 7 Ocak ‘ı Noel olarak kutlarlar. Hristiyanların çoğunlukta olduğu ülkelerde pratik olarak Noel tatili yılbaşı tatiliyle birleştirilir.

Bazı Ortodoks kiliselerinin Noel'i Jülyen takvimine göre kutlamasının nedeni, şu an kullanılan Gregoryen takviminin Katolik bir din görevlisi olan Papa XIII. Gregory tarafından düzenlettirilmiş olmasıdır. Noel'i şu anda 7 Ocak'ta kutlayan Ortodoks kiliseleri 2100 yılından itibaren 8 Ocak'ta kutlamaya başlayacaklardır.
Türkiye'deki farklı Kilise ve Noel kutlamaları :

  • Ermeni Gregoryen Kilisesi Mensupları: Türkiye'deki en büyük Hristiyan grup olan Ermeniler Noel'i 6 Ocak tarihinde kutlarlar. Tebrik şekli: Krisdos Dzınav yev haydnetsav! (Mesih doğdu ve belirdi) ve Orhnyal e Dzınuntı yev Haydnutyunı Krisdosi! (Mesih’in doğuşu ve belirişi mübarektir), veya Mutlu Noeller!

  • Rum Ortodoks Kilisesi Mensupları: Rumlar Noel'i 25 Aralık tarihinde kutlarlar. Tebrik şekli: Kala Hristuyenna! (Mesih'in doğumu kutlu olsun) Καλά Χριστούγεννα veya Mutlu Noeller!.

  • Süryani Kilisesi Mensupları: Süryaniler Noel'i 25 Aralık tarihinde kutlarlar. Tebrik şekli: Yaldo Brikho!

  • Katolik Kilisesi Mensupları: Levantenler Noel'i 25 Aralık tarihinde kutlarlar. Tebrik şekli: Mutlu Noeller!

15 Ara 2008

Ümmü Gülsüm

DoğumununYüzüncü YılındaÜmmü Gülsüm

Murat ÖZYILDIRIM

"GİDEN yardan geriye kalan hatıralar;
Ey gönlüm aşk nereye gitti?
bunu sorma artık Herşey bir avuntuydu uçtu ve gitti...
Gözyaslarım aktıkça bana su ver, Ve ben o hatıralar üzerine içeyim..."
1Ümmü Gülsüm, en bilinen lakabıyla "aawaab ash shara"
(Şark Bülbülü), Ortadoğu'da tüm zamanların en güzel sesiydi.
Dindar bir Arap olarak, yoksul ve basit Nil köylüsü geçmişini hiç inkâr etmediği olağanüstü mütevazı kişiliğiyle bütün Arap halkının sevgilisi oldu.

Unutulmaz güzellikteki görkemli konserleri tarab'm yaşandığı bir vecd - esrime rüzgarının estiği büyülü atmosferlere dönüşen yerlerdi. Arapça bir ad olan Ümmü Gülsüm, değişik şekilde Latin harflerine çevrilerek kullanılır;
  • Om Kalthoum,
  • Omme Kalsoum,
  • Umm Kulthum,
  • Om Kalsoum...
  • Ümmü Gülsüm,

1904 yılında (bunu 1898'e kadar götürenler olmakla birlikte genel kabul edilen tarih budur.) Mısır'da Nil Deltası'nda Dakhaliye Eyaleti Sinbillaveyn yerleşimine bağlı, sazdan kulübelerden oluşan yoksul, Tammay az Zahayra köyünde doğar.

Yıllar sonra çocukluğuyla ilgili bir konuşmasında "...Sinbillaveyn'de olan her şeyi büyük bir ilgi ile dinler, öğrenmeye çalışırdık. Bizim için o zaman dünyanın merkezi Londra, Paris ya da New York değil Sinbillaveyn'di. Oradan daha büyük bir yer görmemiştim..." diye anlatacaktır.


Babası İbrahim el Seyid el Baltacı (öl. 1932) hafız ve köyün imamı, annesi Fatma Maliji (öl. 1947) ev hanımıdır.

Mısır'da kızlar evlenene kadar baba adlarıyla adlandırıldıkları için Ümmü Gülsüm'ün tam adı Ümmü Gülsüm İbrahim el Seyid el Baltacı'dır.

Babası, hafız olması nedeniyle Ümmü Gülsüm'ün gerçek anlamda ilk müzik hocası olarak kabul edilir.

Ümmü Gülsüm, daha çok küçük yaşlarda Nil Deltası'ndaki köylerde özellikle Ramazan gecelerinde evlere giderek Kur'an ve ilâhiler okumaya başlar.

Ümmü Gülsüm'ün sesi dikkat çekicidir ve kısa sürede Nil Deltası'ndaki fakir köylerde tanınmasına neden olur. Babası tarafından da fark edilen sesinin güzelliği nedeniyle dönemin müzik üstadlarıyla tanıştırılmak için 1923 yılında her zaman Arap müziğinin kalbi olma özelliğini taşıyan Kahire'ye götürülür.

Bu kentte, ünlü bestekâr Şeyh Abu'l ala Muhammed ile tanışır ve ondan müzik dersleri almaya, bestelerini okumaya başlar.

Ayrıca klasik Arapça dersleri almak için şair Ahmed Rami ile tanışır ve onun sözlerini yazdığı birçok şarkıyı okur. Bu dönemde henüz büyük bir şöhrete kavuşmamış olan Ümmü Gülsüm, Kahire'nin en zengin mahallelerindeki evlere giderek orada şarkılar okumaya ve kentte giderek daha çok tanınmaya başlar.

Sanatçının dönemin beğeni toplayan aşk şarkılarını repertuarına almaya başlamasıyla ünü daha da artar ve 1928 yılma gelindiğinde Kahire'nin en başarılı müzik icracıları arasında henüz çok genç olan -bu dönemde 24 yaşındadır- Ümmü Gülsüm ismi de sayılır.

Çok fakir ve küçük olan köyünden Kahire'ye geleli henüz on yıl bile olmamıştır. Gülsüm'ün Kahire dışında ilk tanınması başlangıçta doldurduğu taş plak kayıtları sayesinde olur. Bugün bu taş plak kayıtların en erken bilinen kayıtları, 1924 yılına ait olanlarıdır.Ancak onun bir efsane olarak bütün Ortadoğu'da tanınması 1934 yılında kurulan Mısır Ulusal Radyosu ve radyo ile 1937'de yaptığı anlaşma ile başlar.

Buna göre radyo, her ayın ilk perşembe gecesi (eskiden cuma gecesi), Ümmü Gülsüm konserlerini canlı olarak yayınlamaya başlar.

Bu konserler, Türkiye'den Fas'a kadar tüm Ortadoğu ülkelerinde büyük beğeni kazanır. Gülsüm'ün Türkiye'de tanınması ve sevilmesi de bu yıllardadır.

Radyo Konserleri sırasında Arap kentlerinde, halk evlerinde ya da küçük ve dar sokaklarda radyolarının başına toplanarak büyük bir beğeniyle Ümmü Gülsüm'ü dinlerler.Bu unutulmaz radyo konserleri, birçok devletten oluşan Arap halkını uzun süredir birleştiren yegâne şeydir.

Öyle ki Mısır Radyosu'nun konser yayın saatlerinde hiçbir Arap devlet başkanı halka sesleniş konuşması yapmaz. Muhtemelen kendilerini dinleyecek halkın, o sırada radyolarını Mısır radyo istasyonuna yönlendirdiklerini ilirler. Belki kendileri de bu konserleri dinliyordu. Bugün bile birçok insan, Türkiye'den başlayan geniş Ortadoğu coğrafyasında hâlâ o günlerin unutulmaz Ümmü Gülsüm radyo konserlerini anımsar.

Wedad (1936), Nashid al Amal (1937), Dananir (1940), Aydah (1942), Salama (1945) ve Fatma'dır (1947). Özellikle II. Dünya Savaşı yıllarında, başrollerinde Ümmü Gülsüm dışında hâlâ Arap müziğinin en büyük isimleri arasında kabul edilen Muhammed Abdülvahab, Leyla Murad gibi sanatçıların oynadığı bu filmler, ülkemizde de gösterilir ve Türkiye'de de o dönemin en çok izlenen filmleri olur.

Hatta İstanbul sinemalarında hasılat rekorları kıracak kadar yoğun seyirciye sahip olurlar.Klasik Türk Müziğine çok yakın olan Klasik-Arap Müziğinin bolca çalındığı Mısır filmleri, Türkiye'de büyük başarı kazanır. Ancak dönemin yönetimi, güney illerimizde halkın bu filmlere büyük yönelim göstermesinden rahatsızlık duyar.

Bu rahatsızlığın sonucu olarak CHP genel sekreterliği, özellikle Mersin, Tarsus, Adana gibi Arap kültürü etkisindeki kentlerde Arapça filmler nedeniyle Türk dilinin olumsuz etkilendiğine dair bir yazıyı İçişleri Bakanlığı'na yollar.

Bu yüzden Arap filmleri Türkiye'de yine yaygın gösterilmekle birlikte artık Arapça değil Türk besteci ve yorumcuların seslendirmeleriyle halkın beğenisine sunulur.Bu, bazen filmin müziğine sadık kalınıp Türkçe söz yazılarak, bazen de tamamen bağımsız bir başka şarkı bestelenip yorumlanarak yapılır

Münir Nureddin Selçuk, bu Arap filmlerinde en çok Türkçe sözlü beste yapan ve bestesi seslendirilen sanatçı olur. Bu filmlerden sonra Türk film piyasasında da çok sayıda şarkı söylenen filmler yapılmaya başlanır ve Arap filmleri bir süre sonra Türk film piyasasından çekilmek zorunda kalır.

Ümmü Gülsüm, 194O'lı yıllarda tüm Arap dünyasında tanınan bir numaralı yıldızdır. Ümmü Gülsüm, çoğunun sözlerini
  • Ahmed Rami.
  • Ahmed Şevki
gibi Mısırlı tanınmış şairlerin yazdığı
  • Zekeriya Ahmed.
  • Rıyad el Sunbati
gibi bestecilerin çalışmalarını seslendirir.

Okuduğu şarkıların söz yazarları arasında Suudi Arabistan Kralı Faysal da bulunur. Batı çalgılarıyla desteklenerek oluşturulan büyük orkestralarla Klasik Arap Müziğine getirdiği yeniliklerle çağdaş Mısır müziğinin kurucusu olarak kabul edilen Mısırlı besteci ve yorumcu

  • Muhammed Abdülvahab'ın
besteleri ise Gülsüm'ün en güzel okuduğu şarkılar olarak kabul edilir.

Sanatçı, 1946 yılında önemli bir troid bezi rahatsızlığı ve ardından depresyon geçirir. Hastalığı yüzünden gözleri irileşir, sahnelerden ayrılmayı düşünecek kadar ümitsizliğe kapılır.

Ümmü Gülsüm, beraber yaşadığı annesini 1947 yılında kaybeder. Bu tarihten çok kısa bir süre sonra rahatsızlığı nedeniyle Amerika'ya gider. Ancak sanatçı oradayken bu kez de kardeşi Halid'in ölüm haberini alır.Bu zor zamanlara karşın Ümmü Gülsüm kendisine karşı savaşını kazanır ve sahnelerde şarkı okumaya devam eder.

Sefahate düşkünlüğüyle bilinen Kral Faruk yönetimindeki Mısır, Arap dünyası için en önemli ülkedir. Kraliyet ile sanatçının ilişkileri çok iyidir. Ümmü Gülsüm, Kral Faruk için düzenlenen konserlerde şarkılar söyler.

Ancak 1946 yılında kralın amcalarından Şerif Sabri Paşa'nın Gülsüm'le evlenmek istemesi, bir süre Mısır kraliyet ailesi ile sanatçının arasını açar. Aile, Ümmü Gülsüm'ü çok sevmekle beraber soylu bir Mısırlı olmadığı için sıradan bir köylünün saraya gelin olmasını uygun bulmaz ve bu evlilik girişimlerini şiddetle kınar. Aristokrat çevreler de bu evliliğe aynı tepkiyi verirler. Sabri Paşa ile evlenmeyi arzu eden Ümmü Gülsüm, bu tepkilere çok üzülür.

Bu evlilik gerçekleşmez.

Bu hayal kırıklığının ardından aceleyle Udi Mahmud Şerifle evlenmeyi kabul eder. Ancak sonraki yıllarda her ikisi tarafından bir hata olduğu kabul edilen ve hayranları tarafından da tasvip edilmeyen evlilik, yalnızca birkaç gün devam eder. Bu yıllar sanatçının hem sağlık hem de duygusal bakımdan zor zamanlarıdır.Ancak sanatçı için yalnızca sağlık sorunları değil ülkenin siyasî durumu da büyük bir üzüntü kaynağıdır.

İsrail devletinin kurulması Arap halklarını ayağa kaldırarak büyük tepki toplar. Ümmü Gülsüm de dahil tüm Mısır'ın büyük bir zafer beklediği Mısır Ordusunun, 1948 Arap-İsrail savaşında, İsrail karşısında uğradığı utanç verici yenilgi sanatçıyı derinden yaralar.

Mısır Ordusuna, verdiği konserlerle destek olmaya çalışır. Bu konserlerden birinde, dinleyiciler arasında, birkaç yıl sonra Mısır'ı ve tüm Ortadoğu'yu derinden etkileyecek olan Arap milliyetçiliğinin en önemli isimlerinden biri olan Albay Cemal Abdülnasır da vardır.

Mısır, İsrail karşısındaki yenilginin intikamını almak ister. Arap milliyetçiliği sesini gittikçe yükseltmeye başlar. Sonunda 23 Temmuz 1952'de Mısır'ın yenilgisine karşın bir savaş kahramanı olarak kabul edilen Albay Cemal Abdünnasır iktidarı ele geçirir.

Kral Faruk, İskenderiye Limanından yatına binerek Avrupa'ya gider. Faruk'un halk gözündeki itibarı, gerek Filistin için yapılan savaşta alınan yenilgi ve gerekse sosyal yaşamındaki skandallar nedeniyle oldukça düşmüştür. Ancak Faruk, bütün bu olumsuzluklara rağmen İskenderiye Limanından, toplanan binlerce Mısırlı tarafından gözyaşları içinde uğurlanır. Değişik kişiliği nedeniyle bir iç savaşa neden olmadan sessiz sedasız Mısır'ı terk etmiştir.


Mısırlı devrimciler iktidarı ele geçirince, her yerde yapılan devrimler gibi ilk iş olarak, eski krallık rejimine ait ne varsa -izlerini sadece hatıralarda kalacak şekilde- silmeye başlarlar. Bu tehlikeli günlerde radyolardaki Ümmü Gülsüm'ün ünlü konserleri de yasaklanır.

Sanatçı bu yasağa çok üzülür ve bir gazeteci dostunu arayarak üzüntülerini dile getirir. Bu gazeteci de Cemal Abdülnasır'la görüşmeye giderek konuşma arasına "Efendim, Ümmü Gülsüm'ün radyo konserlerini neden yasakladınız acaba?" sorusunu ekler.

Cemal Abdülnasır hayretle gözlerini açarak "Ümmü Gülsüm konserleri yasaklandı mı? der ve hemen emir subayına radyo müdürünü çağırması emrini verir.Radyonun devrim sonrasındaki yeni müdürü derhal gelir.

Abdülnasır, soğukkanlılıkla "Biz radyoda Ümmü Gülsüm çalınmasını yasakladık ?" der. Müdür pişkin pişkin "Evet efendim, eski rejimin sembolüydü, bu nedenle artık radyomuzda Ümmü Gülsüm çalmıyoruz." deyince, sakin Cemal Abdülnasır birden küplere binip "Pekâlâ piramitleri yasakladınız mı?-Ya şu akan Nil'i yasakladınız mı?-Onlar da eski rejimin simgeleriydi! Derhal Ümmü Gülsüm konserleri yayınlanmaya başlansın!" emrini verir.

Radyolardan yeniden Ümmü Gülsüm şarkıları ve konserlerinin yayınlanmasıyla birlikte, sanatçı ile Nasır milliyetçiliği adeta bütünleşir. Bu dönemde Ümmü Gülsüm, 1954 yılında Kahire'ye gelerek tıp okuyan Asyutlu Dr. Hasan Hifnavi ile evlenecektir. Mısır krallık rejiminin simgesi kabul edilen sanatçı, artık hem Nasır'ın hem Arap milliyetçisi rejiminin gözbebeği olur. Radyo konserlerine, o zaman için çok yaygın olmamasına karşın televizyon kayıtlarını da ekler.

Bugün Tunus, Paris-Olympia gibi bazı konserlerinin, siyah beyaz tv konser kayıtları bulunmaktadır.Ümmü Gülsüm'ün Arap ülkeleri dışında ilk ve tek konseri, Kasım 1967'de Paris Olympia Konser Salonunda verdiği unutulmaz konserlerdir.

Ümmü Gülsüm'den yıllar sonra burada ilk kez etnik sazlar eşliğinde 30 Mart 1997'de Bülent Ersoy konser verir.Ümmü Gülsüm'ün, Mısır'ın 1967 Arap-İsrail Savaşı sonrası aldığı yenilgiyle yıkılan gururunu ayağa kaldırmak için verdiği konserler son derece önemlidir. Bu konserler, gerçek bir vatansever olan ve Mısır halkının gönlünde her zaman yeri bulunan sanatçıyı bir kez daha farklılığıyla gözler önüne serer.

Arap-İsrail Savaşı zaten güçlü olmayan Mısır ekonomisini yıkar. Üstelik halk büyük yenilgi nedeniyle moral öbozukluğu içindedir. Tüm bu olumsuzluklar içinde Ümmü Gülsüm, önce Mısır'da kentleri dolaşarak kalabalıklara konserler verir. Bu konserlerin ilki Damanhur'da düzenlenir.Ümmü Gülsüm, tüm bu konserlerden elde ettiği geliri olduğu gibi hükümete ya da yerel yönetimlere bağışlar.

Bununla yetinmez ve Mısır'a maddî katkı toplamak üzere, bir dizi konser vermek için 1970 yılında Arap ülkelerine gider.

Önce Tunus, daha sonra Libya, Fas, Lübnan, Sudan ve Kuveyt. Bu yurtdışı konserlerden yaklaşık 520.000 dolar ve Mısır'da da 1.202.900 dolar toplar. Ümmü Gülsüm, ölümüne kadar Mısır hükümetine yardım için yaptığı çalışmaları Irak, Bahreyn ve Abu Dhabi'de sürdürür. Mısır hükümeti için -bağışladığı kendi mücevherleriyle birlikte- yaklaşık 2.530.000 dolar yardım toplar.

Konserleri sırasında Libya'da trajikomik bir olay olur. Arapların İsrail karşısındaki hezimetleri, Filistinlilerin düştüğü acıklı durum gibi etkenlerle Ortadoğu'da hızla yükselen Arap milliyetçiliğinin Libya temsilcileri, Abdüsselam Callud ve Muammer el Kaddafi'dir.

Bu ikili, 1969 yılında Libya Kralı ve aynı zamanda Türk dostu bir aileden gelen İdris es Senusi'ye darbe planlamaktadırlar. Devrimin tüm şartları 21 Mart tarihinde hazırken. Ümmü Gülsüm'ün Bingazi'ye gelerek konser verecek olması tüm planlan alt üst eder.

Darbeciler ve kral ailesi tam kadro konseri zevkle izler. ayakta alkışlarlar. Sonuç: Libya'nın "ünlü" devrimi ancak beş ay sonra gerçekleşir.Ancak, ilerleyen yaşına bakmaksızın konserden konsere koşan sanatçı, artık sağlık sorunlarıyla uğraşmaya başlar. Eski rahatsızlıkları yeniden ortaya çıkmaya başlar. Ümmü Gülsüm bu dünyadaki sona doğru ilerlemektedir. Sanatçı 1972 yılında verdiği bir konser sırasında bayılacak gib olduğunu ve çok yorulduğunu söyler. Bu, sanatçının verdiği ne yazık ki en son konserdir.Sanatçının sağlık sorunları başlar. Ancak kimsenin kendine konduramadığı ölümü Ümmü Gülsüm de üzerine kondurmaz.

Ölümüne dek çevresindekilerle hep, bir sonraki konseri nerede, nasıl vereceği üzerine planlar yapar. Son şarkısı, sözlerini Muhammed Abdülvahab'ın yazıp bestesini Beliğ Hamdi'nin yaptığı "hakam aleyna el havca" adlı parçayı 13 Mart 1972'de stüdyo kaydı için okur.

Kayıtlar tam on iki saat sürer ve sanatçı bu süre içinde oldukça bitkin olarak bir sandalyede oturur. Bu, Ümmü Gülsüm'ün son okuduğu şarkıdır ve çok arzu etmesine rağmen "hakam aleyna el hawa"yı sahnede hiçbir zaman okuyamaz.Sanatçı, 21 Ocak 1975'te ölümüne yol açacak böbrek rahatsızlığına yakalanır. Hastaneye yatmayı hiç istemez; etrafındakilere "...eğer yatarsam bir daha çıkamam..." der.

Hastalığı tüm Arap dünyasında yakından izlenir. Mısır'da yayınlanan Al Ahram gazetesi günlük bültenlerle okuyucularına sanatçının sağlığı hakkında bilgi verirken, Suriye Ulusal Radyosu hastaneden telefonla kurduğu canlı bağlantılarla Ümmü Güslüm'ün durumunu dinleyicilerine aktarır. Ancak doktorların tüm çabalarına karşın kurtarılamaz ve 4 Şubat 1975'de yaşamını yitirdiği, Mısır Radyosundan aralıksız okunan Kur'an-ı Kerimle sevenlerine duyurulur.


Tüm Arap ülkelerini kaplayan bir yasla birlikte Mısır'da yaşam durur. Cenazesine birçok ülkeden devlet adamları katılır.

Yaşamında en sevdiği cami olan Seyid Hüseyn Camiinde başlayan cenaze merasiminde, Mısır hükümeti resmî devlet töreni düzenler. Camiden alman naaş, önünde askerî kıta, bando, onların arkasında yüzlerce çiçekle yaklaşık dört milyon kişinin toplandığı Tahrir Meydanına getirilir. Burada toplananlar gözyaşları içinde "güle güle bizim sevgili şarkıcımız" nidalarıyla, sağlığında "Mısır'ın sesi ve yüzü" olarak anılan Ümmü Gülsüm'ü uğurlar.

Bu, Ortadoğu'da sadece o güne değil, bugüne kadar hiçbir sanatçı için toplanmayan olağanüstü bir kalabalığın bulunduğu cenaze törenidir.Unutulmaz Ümmü Gülsüm konserleri, halkın kendinden geçtiği coşkulu gösterilere dönüşürdü.

Önce sahneye kalabalık orkestrası çıkar, sonra sanatçı gelerek sahne ortasına konan koltuk ya da sandalyeye oturarak şarkının giriş bölümünün çalınmasını beklerdi.

Elinde her zaman, elbisesiyle uyumlu bir mendili bulunurdu. Bu mendil onun simgelerinden birisiydi; zaten Ümmü Gülsüm Arapça "sancağın annesi" anlamına gelir.

Sırası geldiğinde ayağa kalkarak mikrofona çok yaklaşmadan şarkıyı okumaya başladığında seyirciler müthiş bir alkışla onu selamlarlardı. Halk üzerinde olağanüstü bir etkisi vardı ve gerçekten çok sevilen bir sanatçı olma başarısını ölene kadar sürdürdü.

İzleyicileri onun sesinin coşkusuyla çoğu zaman kendilerinden geçerek ayağa fırlar, dakikalarca bıkmadan alkışlar, şarkının çok beğendikleri bölümünün yinelenmesi için orkestranın çalmasına izin vermezlerdi.

Ümmü Gülsüm de her zaman mahcup bir eda ile seyircilerini mütebessim bir şekilde ellerini kaldırarak sakinleştirmeye çalışırdı. Bazı konserlerinde halktan kimseler, onun ellerine hatta ayaklarına kapanarak sevgilerini göstermeye çalışırlardı. Birçok kişi de konserler sırasında onu yücelten cümleleri bağırarak sahneye doğru söylemekten çekinmezdi.Ümmü Gülsüm'ün sanatının değeri üzerine kuşkusuz çok söz yazılabilir.

Kadınla erkek arası bir ses olarak nitelendirilebilecek sesinin değeri, okuduğu şarkıları benzersiz ve taklit edilemez hale getirmesi yönünden önemlidir. Sanatçı, süresi 30 dakika olan bir şarkıyı makamsal bütünlüğü bozmadan çok uzatabilir, etkileyiciliğini artırmak için bazı bölümleri yinelerdi.

Ümmü Gülsüm'le şarkılar renk ve ruh bulurlar. Sanatçının 1964 yılında okuduğu unutulmaz besteler arasında, sözlerini Ahmet Şefik Kamil'in yazdığı ve Muhammed Abdülvahab'ın bestelediği "ima Omri" (Sen Benim Ömrümsün) adlı şarkı, bugün bile pek çok seveni tarafından Mısır'da tüm zamanların en iyi parçası olarak nitelendirilmekte ve Gülsüm klasiklerinin birincisi olarak kabul edilmektedir.

Bu şarkının giriş bölümü, yıllar sonra Neşe Karaböcek tarafından Türkçe olarak okunur ve Türkiye'de büyük beğeni kazanır. Zaten birçok Arapça şarkı, Klasik Türk Müziği içinde yorumlanarak ya da arabesk müzikte kullanılarak Türkçe okunur.

Bunlar arasında Riyad el Sunbati bestesi olan "Aabal al Leyi" (Gecenin Getirdikleri) özellikle önemlidir. Parçanın giriş bölümü Yıldırım Gürses tarafından "Bir Garip Yolcuyum Hayat Yolunda" şeklinde bestelenir ve büyük beğeni kazanır.Sanatçı, yaklaşık iki yüz seksen beste seslendirir. Bunların en bilinenleri arasında; Alâ Beledi Mahbub (Sevgi Dolu Beldeye -Mısır için söylemiş- 1936), La Talaveyni (1938), Bukra el-Safar (Yarın yolculuk-1940), Ene Fintazarak (seni bekliyorum-1943), Gannili Şuveyye Şuveyye (Bana Yavaş Yavaş Şarkı Söyle-1946), el-Emel (1946), Rubaiyyat el-Hayyam (Hayyam'ın Rubaileri-1949), Şems el-Asil (1955), Miş Mümkün Ebeden (Sonsuza Kadar Olmaz-1961). el-Hob Kida (İşte Böyle Aşk-1961), Zalimni'1-Hob (Aşk Bize Zulümdür-1962), Sıreti'1-Hob (1964), Inta Ömri (Sen Benim Ömrümsün-1964), Baed Annak (1965), Inta el-Hob (Sen Benim Aşkımsın-1965), Emel Hayati (Hayatımın Emeli-1965), Fakkarouni (BeniDüşün-1966), el-Atlal (Harabeler-1966), Hadis el-Ruh (Ruhumun Sözleri-1967), Fat el-Ma'ad (1967), Hazıhı Leyleti (1968), Alf Leyla ve Leyla (Binbir Gece-1969), Daret el-Eyyam (geçip giden günler-1970), El Selasiyeti'l Mukaddese (Kutsal Üçleme-1972), Hakam Aleyna el-Hava (Aşk Aramızda Hakim Olsun-1973) sayılabilir.KaynakçaAlkan 2004 Alkan, T., Her Daim Ümmü Gülsüm, Aksiyon Dergisi sayı 488, İstanbul.Cantek 2000 Cantek, L, Türkiye'de Mısır Filmleri, Tarih ve Toplum dergisi s. 204, İstanbul.Danielson 1997 Danielson, V., The Voice of Egypt, Chicago.Özyıldırım 2001 Özyıldırım, M., Ümmü Gülsüm, Cumhuriyet Dergi, İstanbul.Özyıldırım 2004 Özyıldırım, M., es-sett 100 yaşında, Milliyet Sanat Dergisi Haziran 2004 Sayısı, İstanbul.Toumal999 Touma, H., H., Die Musik der Araben (Çev. Mehmet Şahiner), Internationales Institut für vergleichende Musikstudien Heinrichsofen bücher Wilhelmshaven, Almanya.Tournier 1996 Tournier, M., Atın Damla, Ayrıntı Yay.,

7 Ara 2008

Kurban Geleneği

Kurbanın Kökeni

Bitkisel sunu" olan kutsal ‘ilk ürün’de (Turfanda) olduğu gibi, "hayvan kurban" sunumu da eski toplumun en gerçek ilişkilerini yansıtır.

Eski toplumda insan, giderek ‘insan kurbanı’ halini alacak olan başlangıçtaki yamyamlık geleneğinin dışına çıkabilme yollarını bulmaya çalışmış olmalıydı. Canlı ve ölü bireylerle ilgili olarak var olan ‘iç veya dış yamyamlık’ biçimlerinden uzaklaşabilmenin bir çözüm biçimi olarak, insan (kurbanı) yerine geçmek üzere, hayvan ve bitki ‘geçişmesi’ (substitution) geliştirilmiştir. Tarihte totem tapınmasının ortaya çıkışı, eski toplumun yamyamlıktan uzaklaşmaya başladığı işte bu dönemi de işaret eder.

Toplum yaşamındaki rol ve görünümleri incelenince, hayvan ve bitkilere sunulmuş kutsiyetin hiç de karşılıksız olmadığı anlaşılıyor. Bu kutsallık örtüsünün hemen altında, toplum birimlerin hayvan veya bitki totemlerinin insan yaşamını kurtarıcı özelliği ile karşılaşırız.

Eski toplumda, ‘insan yerine’ geçirilerek, yamyamlığın giderilmesi doğrultusunda bir çözüm aracı olarak kullanılan hayvan ve bitki, bunun karşılığında da insan tarafından kutsanmıştır.

Kutsal totem olarak, "kurtarıcı hayvan ve bitki", işte bu nedenle tapınmaya hak kazanmışlardı. En 'ilkelinden' en gelişmişine değin, bugünkü bütün toplumların yaratılış öykülerinde, bayraklarında, yöresel sembollerinde, eski toplumun giyim-kuşam biçimlerinde ve şaman-büyücü-cadı araç-gereçlerinde sistemli bir biçimde hayvan veya bitki motifi bulunuyor olmasının altında onların insanı yamyamlıktan kurtarma derin etkisi yatar.

Yaşamını borçlu olduğu "kurtarıcı totem"i olan hayvan ve bitkiye verdiği kutsallığın asıl kaynağı, hiçbir şekilde eski insanın, cehalet veya kurguları değildir. Tersine, eski insan, yamyamlığı aşabilmeyi hayvan ve bitki dünyası aracılığıyla sağlayabildiğine göre, bugünkü torunlar, atalarında deha keşfetmeliydiler. (*1)

Eski toplumun canlı ve ölü yamyamlığı, göreneklerde en ağır izleri taşıyan bir uygulamadır. Farklı isim veya görünümleriyle “İsa'nın göğe çekilişi”, ‘Nevruz’, ‘Kurban bayramı’ veya değişik karnavallar vb. üzerinden günümüzde de yaşamaya devam eden bozulmuş görenek kalıntıları, eski toplumun ilk ve son yaz ittifak yenileme buluşmalarının devamıdır ve bu görenekler şu veya bu şekilde eski yamyamlık ve daha sonra onun yerine geçmiş olan insan kurban uygulamalarını yansıtırlar. Bunu bütün tören, bayram veya özel günlerin yeme ve içme (kurban) ile sıkı sıkıya bağlı olan yapılarında da izleriz. Törensel yiyeceklerin dağıtım ve pişirme biçimleri de (çiğ, kızartma, haşlama vb. ) doğrudan doğruya eski toplumun kurban sunma biçimleriyle bağlantı halindedir. Kurbanın kanını akıtma veya kan akıtmaksızın boğma yoluyla öldürülmüş kurban sunma da eski toplum birimlerin geçmiş yamyamlık geleneklerine bağlanır. Ölü ruhuna sunulan yemekler ise ölü yamyamlığının yerine, zamanla geçirilmiş bir uygulama gibi görünmektedir. (*2)

Toplulukların bayrak veya yöresel sembollerinde totem hayvan veya bitkinin eski toplumda böylesine önemli olmasının asıl nedeni, bu bakımdan onların, insan kurbanını engellemeye yardımcı olma özelliğinden başka bir yerde bulunmaz.

‘Kurban’ (sunu) ile ‘insan’ geçişmesi, dilbilimsel bakımdan da izlenebilir. Bütün toplulukların yaşamında derin etkilere sahip olan 'Kurban' sözü, Hintçede, kurban edileni olduğu kadar kurban edeni de içeren bir anlatım özelliği taşımaktadır; kurban eden, kendi için, kendi adına kurban edilen anlamına gelmektedir. Bay Olivier Herrenschmidt şöyle diyor:

''Gerçekten de, kurban eden (sacrifiant), yajamana, kurban etmek (Yaj) fiilinin şimdiki çekilmiş zamanıdır. Kurban eden, kendi için kurban edilendir... Kurban olayının merkezindeki şahsiyet, bizim 'kurban sunucu' dediğimiz şahsiyet, sonuçlarını kendisi için toplamak üzere kurban sunan, kurbanın merkezindeki şahsiyettir...
Kurban sunucunun (Yajamana) kurban sunması kendisi için ve kendi etrafında örgütlenen bir eylemdir. " (Olivier Herrenschmidt: L'homme. Janvier-Juin 1978. S. 8)

Kurban kelimesi, Sümercede de "puhu", yani ‘insanın yerine geçen’ demektir. Dahası, "dinanu" olarak da adlandırılmaktadır ki, burada artık sunulan kurban ile kurban sunucu aynılaşan bir anlam taşımaya başlamaktadır:
“Koyun (urişu), insanın (dinanu) bizzat kendisidir: insan hayatı için bir koyun sunacak; koyun başını insan başı için, koyun boynunu insan boynu için, koyun ğöğsünü insan göğsü için (yerine) sunacak.” (E. Dhorme. Les Religions de Babylonie et d’Assyrie. Page. 229)

İnsan ile hayvan geçişmesini, kuzey Afrika’daki latince yazılarda da buluyoruz. Burada kurban, ‘vicarius’ (vicaire) olarak adlandırılmaktadır ki, bu tam olarak ‘yerine geçen’ demektir. (a.g.e - s. 230)

Kuran’da ise ‘kurban gerdanlığı’ sözcüğü, insan-kurban geçişmesinin şekilsel bir izi olarak bulunmaktadır:

“Ey iman edenler, Allah'ın (koyduğu dini) işaretlerine, haram aya, (Allah'a hediye edilmiş) kurbana, (ondaki) gerdanlıklara, Rablerinin lütuf ve rızasını arayarak Beyt-i Haram'a yönelmiş kimselere (tecavüz ve) saygısızlık etmeyin. ”

Kuran'ın burada saygı gösterilmesini istediği ve gerçek anlamı daha Muhammed zamanında sislere gömülmüş olması gereken 'kurban gerdanlığı', sonraları ‘kurbanın süslenmesi’nin parçası olarak devam etmiştir. Bu ‘kurban süsleme’ işlemi gerçekte, bireyin (aidi olduğu toplum birimin) kimlik belirlenim sembollerinin (renk, totem, damga vb. biçiminde) kendi yerine, kendi adına ve kendi olarak kurban ettiği hayvana taktığı araçlardan başka bir şey değildir.

13.04.2004
Safa Kaçmaz
NOTLAR...

(*1) Gelgelelim, ünlü AnaBritannica’nın kurban sunma kurumunun kökeni anlamaya ilişkin tavsiyeleri hala ‘kurgusal’ alanda dolanmaya devam etmektedir:
“İnsanın kutsal gerçekliğe ilişkin deneyiminin bir görünümü olarak kurbanın dinsel bilinçte derin kökleri vardır. Bu nedenle kurban geleneğinin olası kökenleriyle ilgili her önerme, dinin kökenleriyle ilgili önermeler gibi büyük ölçüde kurguya dayanmak zorundadır. ”(Cilt 14, sayfa 72)

Kurbanın ve eski toplumun bir çeşit yasal düzenlenmesi olan dinin kökenini cehalette, düşler ve korkular dünyasında aramaya pek meraklı 20. yüzyıl bilim dünyasının genel eğilimini de ifade eden bu tavsiye eski toplumun, dolayısıyla yeni toplumun gerçek ilişki yasalarının anlaşılmasının önünü tıkamaktan başka bir işe yaramaz. Nitekim, AnaBritannica okurunu ‘kurgulara’ yönelten tavsiyelerinin sonucunun ne olduğununu da, peşi sıra, büyük bir içtenlikle ve kibarca itiraf etmektedir:

“Özellikle E.B. Taylor, W. Robertson Smith ve J. G. Frazer'ın bu konudaki araştırmaları kurban geleneğinin anlaşılmasına büyük katkılarda bulunmuş, ama doyurucu sonuç vermemiştir. ”
(*2) Kuran’ın 7. yüzyılda hala, insan ‘ölü eti yemekten’ bahseden sözlerini tarihsel bir tanıklık sayabiliriz:
‘Ey iman edenler... Sizden biriniz, kardeşinin ölü (halindeki) etini yemek ister mi hiç? Demek tiksindiniz! O halde Allah' tan korkun, çünkü Allah, tevbeyi çok kabul edendir. Çok bağışlayıcıdır. ’(Hucürat Suresi- 12)

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...