25 Tem 2009

HUKUK DEVLETİ


Kaç zamandır tartışılan bir konu var :Bireysel hukuk ve hukuk devleti :
Tarifine bakalım :
Hukuk devleti; insan hakları ve hukukun üstünlüğüne dayanan, insanlara hukuksal güvence veren, azınlık haklarının korunduğu, çoğunluğun iktidarının sınırlandığı, yargıçların bağımsızlık ve yansızlığının tam olarak sağlandığı, demokratik kuralların tam olarak sağlandığı devlettir."
TV açık oturumlarında bu konu yerine daha farklı hukuki konular konuşuluyor.
  • Nedense "Laiklik" konusu daha moda bir kavram.Oysa bir hukuk devletinde AB normlarıyla uyum sürecinde ele alınması ve toplumun tüm katmanlarına yayılması gereken bilgilendirme kampanyasının bu eksen üzerinden yapılması gerekli. Medyadaki "adliye" haberlerine şöyle bir bakın ;

    Jandarmanın öldürdüğü masum insanlar,
    Devlet ihalelerinde fesat,
    Resmi dairelerin uyguladığı eziyetler,
    Suçsuz yere tutuklanıp hapsedilenler,
    İşkenceye maruz kalanlar,
    Otopark mafyasının kapattığı ara yollar,
    Yol ortasında aleni elle taciz edilen bayanlar,
    Sokak ortasında bıçaklanan turistler,
    Polislerin copladığı talebeler,
    Cinayet işleyip devlet güçlerince serbest bırakılan katiller.....


Öte yandan vergisini ödeyen normal cumhuriyet vatandaşı sürekli feryat ediyor. Ama duyan yok:

"Asayişimizden kendimiz sorumlu olacaksak devlet niye var? Diken üzerinde, sürekli kendimizi, evimizi malımızı nasıl koruyacağımızı düşünerek yaşayıp, yine hırsızların kurbanları arasına katılıyorsak huzurlu olabilir miyiz? Böylesi soruları çoğaltmakta neden hala gecikiyoruz?..Devlet vatandaşın güven ve huzur içerisinde yaşaması için var. Alnımızın teri ile kazandıklarımızı "başımızın gözümüzün sadakası olsun" diyerek harama el uzatanlara kaptırdıktan sonra kendimizi rahatlama yolunu seçecek yerde, hukuk devletinin işler hale getirilmesi için çabalara girişmek zorunda değil miyiz?Asayişin halkın kendisinde sorulduğu bir düzenekte huzur ve güven kavramından giderek uzaklaşırken, hırsızların kol gezdiği, kapanın elinde kaldığı bir anlayışta devlet kavramını tüm sıfatlarıyla sorgulamakta gecikişimizi haklı çıkaracak kaç neden sayabilirsiniz?"
Bizi kim koruyacak ? diye soruyorlar.
Bakıyoruz etrafımıza. Parası pulu mevkisi olanların korumaları var. Çifter çifter korumalar etraflarında cirit atıyor.
Sokakta yürüyen sade vatandaş tüm rüzgarlara açık.
İşin kuramsal yanı ne acaba ?
Temel hak ve özgürlükler alanındaki bilgileri teyiden Türk Hukuk sitesinden bir alıntı :
"Temel hak ve özgürlükler alanında kullanılan kavramların içinde en kapsamlı olanı “insan hakları”dır. İnsan hakları terimi; ayrımsız bütün insanların, yalnızca insan oluşlarından dolayı, insanlık onurunun gereği olarak sahip oldukları hakların bütünün kapsar (Soysal,1986,81). İnsan hakları kavramı, gerçekleşmiş durumdan çok, gerçekleştirilmesi gerekeni, bir ideali deyimler, olması gerekeni anlatır.. “İnsan hakları”, ırk, din, dil ayrımı gözetmeksizin tüm insanların yararlanabileceği haklardır. Bu haklardan yararlanmak bakımından vatandaş ve yabancı arasında ayrım yoktur. "
Uygar dünyada yaygın bir biçimde kullanılan "Hukuk devleti " kavramını inceleyelim : Yine aynı siteden alıntı yapalım
"Hukuk devleti ilkesi ile hukukun genel ilkeleri kavramı önemli bir kavram olarak kabul edilmektedir. Bu ilke ile Anayasanın üstünde yer alan kuralların da varlığı kabul edilmekte, bu kuralların başında ise hukuk devleti ilkesi ve hukukun genel ilkesi kavramları gelmektedir (Kubalı,1964,250). Anayasa Mahkemesi de aynı görüşü paylaşmaktadır. Çeşitli kararlarında Hukuk devleti ilkesi ile hukukun genel ilkelerini birbiri ile ilişkilendirmiştir. Bir kararında ; “ Hukuk devleti; Anayasa ve hukukun üstün kuralları ile kendini bağıtlayıp yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasanın bulunduğu bilincinden uzaklaştığında geçersiz kalacağını bilen devlettir ( ANMKD, Sayı:22, 120 ), görüşünü ileri sürerek hukuk devleti ilkesinin hukukun genel ilkeleri ile güçlü bir bağ içinde olduğunu anlatmak istemiştir. Hukuk devleti ilkesi Avrupa Birliği hukukunda önemli bir yer tutmaktadır. Hukuk devletinde temel hak ve özgürlükler güvence altına alınıp, devletin varlık sebebi olarak bu haklar kabul edilmekte, ayrıca bireylerin hukuki güvenliklerinin sağlanması da öncelikle benimsenmektedir. Hukukun genel ilkeleri ise Anayasa üstü normlar olarak kabul edilmektedir. Başka bir deyiş ile hukukun genel ilkeleri uygar ulusların temel normunun bir parçasıdır. Bu ilkeler toplumsal bir gereksinime, ortak adalet duygusuna dayanarak etkinliğini ve kaynağını ortaklaşa hukuk vicdanına uygunluğundan almaktadır (Kaboğlu,1991,292).Hukukun genel ilkeleri Hukuk ötesi alanlardan hukuksal alana doğru geçiş noktasında bulunmaktadır. Bu ilkeler hukuksal düşüncenin ana çatısını oluşturur ve hukuksal bir pozitif metnin yorumlanmasında önemli bir rol oynar (Kaboğlu,1991,296) .Anayasamızda da devletin temel nitelikleri arasında Hukuk devleti ilkesi sayılmıştır. Hukuk devleti ilkesi temel normun bir öğesi olarak bir toplumun hukuksal yaşamında önemli bir yere sahiptir. Hukuk devleti hukukun egemen olduğu devlet anlamına gelmektedir. Hukuku bağlı hukukun genel ilkeleri üzerinde yükselen, belirleyici özelliği temel hakların ve azınlığın çoğunluğa karşı korunduğu devlet olarak kabul edilmektedir. Hukuk devletinde devletin kaynağı ve devletin gücünün sınırı, insan hakları kavramıdır (Savcı,1980,7; Çağlar,1989,27 ).
Hukuk devletinde hukukun kaynağı insan hakları kavramıdır.
Devletin oluşumu ve devamlılığı bu kavrama dayanmaktadır (Soysal,1986,190 ).
Hukuk devleti; insan hakları ve hukukun üstünlüğüne dayanan, insanlara hukuksal güvence veren, azınlık haklarının korunduğu, çoğunluğun iktidarının sınırlandığı, yargıçların bağımsızlık ve yansızlığının tam olarak sağlandığı, demokratik kuralların tam olarak sağlandığı devlettir."

Acaba biz bu oluşumun neresindeyiz ?

21 Tem 2009

Frank McCourt




İrlandalı kökenli ABD'li yazar ,Frank McCourt yakalandığı hastalığa yenildi ve 78 yaşında NewYork'da vefat etti. McCourt 'un, 1996 yılında Pulitzer Biyografi ödülü alan ve 1999 yılında uzun metrajlı filmi yapılan, "Angela'nın Külleri" romanında, yazarın çocukluğunun İrlanda'nın Limrick kentinin kenar mahallelerindeki sefaletin en ince ayrıntısına kadar esprili bir dille aktarıldığı yoksulluk, açlık ve alkolizm evrensel bir perspektifle bir insanlık trajedisi olarak okuyucusuyla buluşuyordu.
1931 yılında NewYork ‘da İrlandalı göçmen bir ailenin ilk çocuğu olarak doğan McCourt, ABD 'deki ünlü ekonomik kriz nedeniyle İrlanda ‘ya geri dönme kararı alan ailesiyle birlikte fakirliğin ve sefaletin ağır bataklığında nasıl yaşadıklarını anlattığı biyografik romanı “Angela’nın Külleri “ ile 1966 yılında tüm edebiyat çevrelerinde tanındı.
Babası alkolik olan Frank , Limrick ‘de yaşadıkları evi ,sürekli yağmur sularının doldurduğu çürümüş tahta döşemesiyle giriş katı ve farelerin cirit attığı evi şaka yollu anlatırken gıda yetersizliğinden ölen üç kardeşini , kazandığı üç beş kuruşu çocuklarına süt almak yerine alkole yatıran babasını da karikatürize edebiliyordu.
Romanın esas başarısı McCourt ‘un böylesine ağır ve trajik bir öyküyü esprili bir dille okuyucusuna sunabilmesinden kaynaklanıyor kanımca.İrlanda 'da üç yıl bulunduğum süre içinde hemen hemen her hafta sonu Dublin 'den 1,5-2 saatlik mesafedeki kentleri keşfe çıkardım. Civar kentlerdeki Publarda düzenlenen şiir,müzik ve komedi matinelerine katılmak büyük bir keyifti. Böylesine kültür düzeyi yüksek,barışcı insanların yaşadığı bu küçük adadaki mucizeler arasında her gün keşfedilecek bir şeyler bulabiliyordunuz. Limerick de ziyaret ettiğim kasabalardan biriydi."Shannon havaalanı"nın bölgede açılışıyla birlikte gelişen ekonomik koşullar fakirliği silmiş götürmüş olmalıydı.Benim gördüğüm ,rengarenk kapılarıyla tipik İrlanda evlerinden çıkıp neşeyle koşuşan çocuklardı.

O zamanlar McCourt'un kitabını okumamıştım.İrlanda 'da tanınmamış bir çok usta yazar var.Özellikle Dublin publarında düzenlenen edebiyat matinelerinde karşınıza çıkıveriyorlar.Tek kitaplı yazarlar.Kiminin belki de hiç bir vakit tanınma şansı yok.Ama edebiyat kalitesi olarak belirli bir geleneğin temsilcileri orada Dublin 'de Cork da ve Belfast 'da mütevazi yayınevleri tarafından yayınlanıyorlar :
Belki bir gün onların adlarını da duyarız :

McCourt 'un kitabı 27 ülkede dört milyondan fazla satmış. 17 dile çevrilen kitap aşağıdaki ödülleri kazandı.
· The National Book Critics Circle Award
· The Los Angeles Times Book Award,
· The ABBY Award
· The Pulitzer Prize for Biography

Frank McCourt



İrlandalı kökenli ABD'li yazar ,Frank McCourt yakalandığı hastalığa yenildi ve 78 yaşında NewYork'da vefat etti. McCourt 'un, 1996 yılında Pulitzer Biyografi ödülü alan ve 1999 yılında uzun metrajlı filmi yapılan, "Angela'nın Külleri" romanında, yazarın çocukluğunun İrlanda'nın Limrick kentinin kenar mahallelerindeki sefaletin en ince ayrıntısına kadar esprili bir dille aktarıldığı yoksulluk, açlık ve alkolizm evrensel bir perspektifle bir insanlık trajedisi olarak okuyucusuyla buluşuyordu.
1931 yılında NewYork ‘da İrlandalı göçmen bir ailenin ilk çocuğu olarak doğan McCourt, ABD 'deki ünlü ekonomik kriz nedeniyle İrlanda ‘ya geri dönme kararı alan ailesiyle birlikte fakirliğin ve sefaletin ağır bataklığında nasıl yaşadıklarını anlattığı biyografik romanı “Angela’nın Külleri “ ile 1966 yılında tüm edebiyat çevrelerinde tanındı.
Babası alkolik olan Frank , Limrick ‘de yaşadıkları evi ,sürekli yağmur sularının doldurduğu çürümüş tahta döşemesiyle giriş katı ve farelerin cirit attığı evi şaka yollu anlatırken gıda yetersizliğinden ölen üç kardeşini , kazandığı üç beş kuruşu çocuklarına süt almak yerine alkole yatıran babasını da karikatürize edebiliyordu.
Romanın esas başarısı McCourt ‘un böylesine ağır ve trajik bir öyküyü esprili bir dille okuyucusuna sunabilmesinden kaynaklanıyor kanımca.İrlanda 'da üç yıl bulunduğum süre içinde hemen hemen her hafta sonu Dublin 'den 1,5-2 saatlik mesafedeki kentleri keşfe çıkardım. Civar kentlerdeki Publarda düzenlenen şiir,müzik ve komedi matinelerine katılmak büyük bir keyifti. Böylesine kültür düzeyi yüksek,barışcı insanların yaşadığı bu küçük adadaki mucizeler arasında her gün keşfedilecek bir şeyler bulabiliyordunuz. Limerick de ziyaret ettiğim kasabalardan biriydi."Shannon havaalanı"nın bölgede açılışıyla birlikte gelişen ekonomik koşullar fakirliği silmiş götürmüş olmalıydı.Benim gördüğüm ,rengarenk kapılarıyla tipik İrlanda evlerinden çıkıp neşeyle koşuşan çocuklardı.

O zamanlar McCourt'un kitabını okumamıştım.İrlanda 'da tanınmamış bir çok usta yazar var.Özellikle Dublin publarında düzenlenen edebiyat matinelerinde karşınıza çıkıveriyorlar.Tek kitaplı yazarlar.Kiminin belki de hiç bir vakit tanınma şansı yok.Ama edebiyat kalitesi olarak belirli bir geleneğin temsilcileri orada Dublin 'de Cork da ve Belfast 'da mütevazi yayınevleri tarafından yayınlanıyorlar :
Belki bir gün onların adlarını da duyarız :

McCourt 'un kitabı 27 ülkede dört milyondan fazla satmış. 17 dile çevrilen kitap aşağıdaki ödülleri kazandı.
· The National Book Critics Circle Award
· The Los Angeles Times Book Award,
· The ABBY Award
· The Pulitzer Prize for Biography

17 Tem 2009

Günter Wallraff


Tebdil-i kıyafet gezme konusunda en önemli ve en sosyal içerikli çalışmayı hiç kuşkusuz araştırmacı Alman yazar Günter Wallraff yapmıştır. İki yıl süreyle Türk işçisi Ali Levent Sığırlıoğlu’nun kılığına ve kimliğine girerek bir ilki başarmış,gazetecilik alanında hatırı sayılır bir ün ve saygı kazanmıştır.
21 Ekim 1985’te de “Ganz Unten ,En Alttakiler” reportaj kitabı yayınlanan Wallraff ,siyah peruk ve koyu renk lenslerle bir Türk işçisi kılığında çok zor koşullarda çalışılan ağır sanayi montaj fabrikasının kanun ve yönetmelikleri ne şekilde esnettiğini de ortaya çıkararak ciddi siyasi bir malzemeyi de gözler önüne sermiştir.
Alman gazeteci Dirk Bitzer, Wallraff 'ın kitabının tanıtım yazısında şunları söylüyor:
"O dönem, “işçi kiralama firması ” olarak bilinen bazı kuruluşlar, bünyelerinde bulunan işçileri başka firmalara kiralıyorlardı. Wallraff ve mesai arkadaşları bir çok firmanın yanısıra Thyssen’in fabrikalarını da temizliyorlardı. Çoğu yabancı olan işçiler için 24 saatlik vardiyalarda, insan sağlığı için çok gerekli olan kask ve maske gibi sağlık araç ve gereçlerin olmaması hiç de yadırganacak bir olay değildi. Thyssen’in temizlik firmasına ödediği 52 Marklık saat ücretinin 25 Mark’ı kiralık firmaya ödeniyordu. Zincirin son halkası olan ‘Ali’ bu paranın sadece 9 Mark’ını alabiliyor, üstelik ‘Ali’nin sağlık ve sosyal sigortası da ödenmiyordu. Sizin anlayacağınız Modern köle ticareti! "
Bugün aradan geçen 24 yıl sonra farklı bir tabloya baktığımızı Hürriyet Gazetesi'nden Yalçın Doğan özetliyor:
"AB'deki her altı yabancıdan biri Türk. AB dışından gelen her dört yabancıdan biri Türk. AB ülkelerinde halen 3.9 milyon Türk yaşıyor. Bunların yüzde 37'si yaşadığı ülkenin vatandaşlığına geçmiş bulunuyor.AB'de yaşayan Türklerin yıllık toplam geliri 24.6 milyar Euro. Bunun 4.7 milyarı tasarruf ediliyor, 19.9 milyarı tüketime gidiyor."
Bütün bu bilgilerin ışığında artık iki farklı tablo görüyoruz.Alman toplumunun kanun ve yönetmenliklerine tabii olarak yaşayan Türkler'in Türkiye Siyasetiyle bağlantılı olarak yürüttükleri kampanyalar kanun denetimine girmiştir: "Jetpa","Deniz Feneri ","Radikal islami tarikat" bağlantıları Alman makamlarınca yakından takip edilmektedir.
Artık Almanya'da "Saf Türk işcisi Ali" dönemi kapanmış, şark kurnazı "Jet Fadıl " ve "Deniz Feneri " ve bilinmeyen dolaplar dönemi açılmıştır. Türkiye 'ye akan 4.7 Milyar Eouronun izi de sürülmeye çalışılmaktadır.
Wallraff gazeteciliği ne yazık ki artık Türkiye'de karşılığı olmayan bir kurdur.Apti İpekçi,Uğur Mumcu ve Çetin Emeç tarzı tamamiyle yok olmuş,onun yerine ,medya sahipleri ve onların çıkarlarını korumakla görevli editöryal kadroların karakteri gereği çamur atma, cinayet, seks ve rüşvet ağırlıklı magazin haber gazeteciliği kuruna geçilmiştir..
Bu anlamda günümüz medya idarecileri de 15-20 dakikalık kostüm değişikliğiyle yapılan "Şark usulü Empati Kurnazlığı" reportajlarını yeterli bularak yayınlamaktan çekinmemişler,bu tarzın da çağdaş Türk gazeteciliği'nin çok önemli bir devrimi olduğunu ifade etmişlerdir.Siyasi olarak cepheleşen medya artık habercilik görevini "Sahibinin Sesi " makamında yayınlamaktadır.
Türkiye'de artık gazetecilik bu dengeler üzerinde yapılmaktadır.

10 Tem 2009

Borges'in Erguvani Bakışı


Arjantinli yazar Jorge Luis Borges bir öyküsünde İrlandalı bir kralla bir saray şairinin ilişkisini anlatır. Kral kazandığı savaşlardan ve fetihlerinden sonra nesiller boyu sürecek,dillerden düşmeyecek bir methiye ister.
Saray şairi de üzerinde bir yıl çalışarak bu methiyeyi yazar. Krala okur .Kral ve etrafındakiler hiç ses çıkarmadan dinlerler.Kralın pek beğenmediğini anlarız bu methiyeyi . Şairi gümüş bir ayna ile ödüllendirir. Şair işte bu gümüş aynaya bakarak krala methiye yazmayı sürdürür.Öykünün sonunda kralın verdiği hançerle kendini öldüren şair ve bir fildişi kutuda saklanan ve hiç okunmayan bir beyit kalır geriye.

Borges 'in bir kitap kurdu olduğunu biliyoruz. Bu öyküyü hangi alegoriye göre seçtiğini biraz araştırmak gerekli.

İrlandalı Kıral kimdir ?
Saray şairi kimdir ?
Neden böylesine bir ilişki kurulmuştur ?
Bunlara teker teker bakalım :

Öncelikle İrlandalı Kıral konusuna eğilelim: Tarihi açıdan bakıldığında İrlanda hiç bir vakit İngiltere'nin etkisinden kurtulamamıştır.Bağımsız bir kırallık asla olamamıştır.Dublin 'de bir süre yaşayan biri olarak şunu söyleyebilirim.İrlanda'nın bir tek kıralı vardır. O da James Joyce 'dır.Onun kırallığı belirgin bir şekilde kentin üstüne sinmiştir.

James Joyce neyi anlatmak istemiştir ? Katılmasam da "zalim" bir alıntı yapalım :

"Taşralılık, dünya ufkunu görememe, dar görüşlülük, ufuksuzluk Dublin’in ve Dublinlilerin ortak paydalarıdır. Sokakları, barları, limanları, istasyonları bu suça ortak eder. Kilise kıskacı, fanatik milliyetçilik, dar görüşlü aileler, yaşanan olumsuzlukların en büyük sorumlularıdır.
Dublin, öykülerde kötülük saçan bir organizma olarak çizilir. Baskıcı, otoriter çevresel/toplumsal yapı, yeniliğe kapalı papaz hakimiyeti, katı İrlanda milliyetçiliği, anlayışsız ebeveynler/aile, hayatı yaşanılmaz hâle getirmektedir. Joyce bir anlamda çizdiği bu Dublin portresiyle, İrlanda’yı terk edişinin, sürgünlüğünün de gerekçelerini ortaya koymuş olur." Nazmiye Denizer
Bu açıklamalar aslında çok sert .Böylesine nefretle kaleme alınan bir kenti idare eden İrlanda kıralı ve şair bir yerde aynı kişidir yani James Joyce 'un kitapların sayfalarına yansıyan hayaletidir.

"Borges, tarihsel olayları, söylenceleri yeniden yorumlar. Gözü hep geçmiştedir. Çünkü ona göre insanlığın bütün bir kaderi aynıdır. Aslında insanlar hep aynı öyküyü anlatırlar ama değiştirerek. Hep aynı acılar yaşanır, aynı trajediler. Sahneler bile aynıdır. Sadece yenilenirler. Hangi yüzyılda yaşarsa yaşasın insan aynı insandır. Buenos Aires’in gecekondu mahallelerindeki insanlık hâllerini, büyük insanlık meseleleriyle, trajedileriyle örtüştürür. “Örü” metninde bunu şöyle anlatır: Sezar nasıl kendini öldürenler arasında Brutus’ü görünce “sen de mi Brutus!” derse, on dokuz yüzyıl sonra, Buenos Aires gecekondusunda saldırıya uğrayan goşo yere düşerken, vaftiz evlatlarından birini görür ve şaşkınlıkla ‘aşk olsun!’ der. Onu öldürenler bir sahne yenilensin diye rollerini gerçekleştirdiklerini bilmezler. Yani tarihsel süreçte değişen bir şey yoktur. Her şey yaşanmıştır, şimdi sadece yinelenmektedir."
Borges yinelenen bir ilişki görmüştür.Kıral yani güç ve şair yani sanat Bir yazarın gümüş aynaya bakarak çıkardığı kendi suretidir anlatılan.
Borges 'in İrlanda'yı üç kez ziyaret ettiği bilinmektedir.1920-1963 ve 1971 yıllarında.Eserlerinde de İrlanda sık sık bir platform gibi kullanılmaktadır.Bir mitolojik mekan gibi soyutlanarak ve sembolleştirilerek önümüze öyküler çıkarılır.Dublin , o eski Viking liman kenti açlığın ve haksızlıkların kol gezdiği bir dünyayı gözlerimizin önüne getirir.İrlanda Borges'in gizli hayal kentidir.

Yirmibir yaşındaki Borges 'in İrlanda'daki ayaklanmalar sırasında İrlanda'ya geldiği ve üç ay kadar kaldığı ve ölümlere şahit olduğu bilinmektedir.Orada yaşadıkları sonra şu satırlara dökülür:

"Of the poet, we know that he killed himself when he left the palace; of the king, that he is a beggar who wanders the roads of Ireland, which once was his kingdom, and that he has never spoken the poem again."

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...