28 Eki 2009

“Res Publica” ya da “Cumhuriyet”...

İlk anımsadığım cumhuriyet bayramı, babamın görevli olarak annemle birlikte katıldıkları “resm-i geçit “ adı verilen törendi. Beş ya da altı yaşında olmalıydım .Ankara Hipodromunun şeref ve kapalı tribünleri yüksek derecedeki devlet görevlileri ve ailelerine ayrılmışken , geçit alanı verilen yolun öbür yanında “halk” için kurulan basamaklı boru sistemiyle oluşturulan portatif tribünler vardı. Halk tribünleri cıvıl cıvıl görünüyordu gözüme ;,seyyar satıcıların cirit attığı bölgede çocuklar ellerinde envayi çeşit yiyecek ve oyuncaklarla koşuşturup dururken bu yanda simsiyah elbiseler içinde kolonya kokan adamların ve kırmızı rujlu parfüm kokan iri bayanların arasında sandalyenizde mum gibi oturmak zorundaydınız. Askerler uygun adımlarla geçerdi,bitmek tükenmek bilmeyen birlikler, birbiri ardından geçer dururdu. Ön sıradaki “porokol” ayakta geçenleri selamlardı.Her birliğin kendi bandosu olurdu. Önce bando muazzam bir tempoyla yerini alır ,sonra birlikler geçer ,en son bando alanı terk ederek yerini bir sonraki birliğe bırakırdı. Törenin en heyecanlı anı , Harp Okulları bandosunun yerini alıp ,harp okulu öğrencilerinin geçişinin başlaması idi. Harp okulları öğrencileri ayaklarını zemine o kadar sert vururdu ki ayak sesi trinünlerin her yerinde yankılanırdı.Onlar geçerken kadınlar hüngür hüngür ağlar,erkeklerin de gözlerinde yaş olurdu.Sonra zırhlı birliklerin geçişi başlar, en son da havada duman bırakarak geçen jetlerle tören noktalanırdı.

Ertesi yıl bu törenlere katıldığımda üzerimden çekingenliği atarak benim gibi aynı ortamı paylaşan yaşdaşlarımla korkumu yenip tören sırasında etrafı gezmeyi,oyalanacak bir şeyler aramayı akıl edebildim.Orada öylesine rahat koltuklarda kımıldamadan oturuyorsunuz.Ayaklarınız yere bile değmiyor.Bir süre sonra koltuğun kenarları bacaklarınızın alt bölümünü uyuşturuyor.Kalkıp şöyle bir dolaşmak istiyorsunuz. Korkuyorsunuz.Bakışlar ve o ortam sizi korkutuyor.Neden korktuğunuzu bile bilmiyorsunuz.Azarlanmak,cezalanmak ya da daha ağır bir şey .Etrafınızda hep azarlanan insanları görüyorsunuz. Daha az yüksek olan memur daha yüksek olan memurdan şiddetli bir azar işitiyor.Azarlama zinciri rütbeye göre uzayıp gidiyor.Yapılacak en doğru şey. Hiç kımıldamadan bir put gibi durmak ve söyleneni harfiyle yerine getirmek. O zaman azarlanmıyor ama ödüllendirilmiyorsunuz da .Öğle yemeğini hazırlayan garsonları sürekli azarlayan sert bakışlı ve iri yarı adamdan herkes korkuyor. Garsonlar bize gizlice bir parça sosis, kanepe,elma gibi yiyecekler veriyorlar.Kötü bakışlı adam bundan hiç hoşlanmıyor.

“Bana bakın koşuşturmayın buralarda.Hadi bakalım yallah...”

Çaresiz oradan uzaklaşıyoruz. Yapacak hiç bir şey yok .Sıkıntıdan patlamak üzereyiz. Üzerimizdeki alışık olmadığımız giysiler,yeni ayakkabıların da bunda payı yok değil. Daha eğlenceli olacağını düşündüğümüz şeyi yapmaya karar veriyoruz. Karşı tarafa , halk tribünlerine yapacağımız bir ziyaret bizim can sıkıntımızın tedavisi olacaktı. Sabah saaat dokuzda başlayan tören öğleden sonra saat üçe kadar sürüyordu. Arada öğle yemeği de vardı. Envai çeşit yiyeceğin yerleştirildiği uzun masaların süslenmesini seyretmek, kaçamak tadına bakma oyunu oynamak kötü bakışlı adamın bizi azarlayıp yeniden kovalamasına da katlanmak gerekiyordu. Bu da bir tür oyun sayılabilirdi aslında.

Sanıyorum katıldığım üçüncü törende halk tribünlerini ziyaret edebilme cesaretini gösterebildim. Rahatlıkla bu arada gidip o tribünleri dolaşıp gelebilirdim. Yaklaşık altı yedi saat askeri birliklerin ve devlet kuruluşlarının resmi geçidi sürüyordu. Öğle yemeğine kadar dünya kadar vaktimiz vardı. Benim gibi iki dirhem bir çekirdek giyinmiş yaşıtım bir çocukla birlikte kararlı bir şekilde yerlerimizden ayrıldık,merdivenlerden inerek geçit alanının kenarına geldik. Başlangıç noktasına kadar yürüyüp oradan karşıya geçecektik. Öyle de yaptık. Karşı tarafa geçer geçmez farklı bir dünyaya geçtiğimi fark ettim. Sesler,kokular bakışlar ve davranışlar tamamiyle hiç tanımadığım bir dünyaya aitti. Şaşkınlıkla tribünlere doğru yürüdük.Yaşıtlarımız bizi yadırgayan bakışlarla süzerken, tribünlerin arka tarafına geçtik. Orada balonlara tüfek atma,tahta topla labut devirme,tavşanlara fal çektirme,balyozla vurup güç gösterme gibi lunapark eğlencelerinin yanı sıra macun,kağıt helva,pamuk helva ,sucuk ekmek,çiğ köfte,köfte ekmek,pilav,burma tatlı, revani,kestane,ciğer ekmek,salatalık,turşu,ayva,elma,muz gibi yiyecekleri satan bir seyyar satıcılar ordusu bağıra çağıra müşteri çekmeye çalışıyorlardı. Birden fark ettim ki cebimde iki yüz elli kuruşum var ,diğer çocuklarda da dört beş r lira ya çıkar ya da çıkmazdı. Para işini unutmuştuk. Cebimizdeki parayla burada çok şey yapmamız mümkün değildi. Yine de hiç yoktan iyiydi. Dikkatli harcarsak ve açgözlülük etmezsek bu gözümüzün önünden gelip geçen bu karnavaldan ve ziyafetten biz de az da olsa faydalanabilecektik.

Halk tribünleri uzayıp gidiyor. Biz de tribünler boyunca ağır ağır yürüyoruz. Bir çörek alıp üç kişi paylaşıyoruz. Taş gibi bir şey .Dişlerimi acıtıyor. O sırada bando değişiyor. Sonra bir burma tatlı .Keskin bir tadı var.Genzimi yakıyor. Alkışlar ,alkışlar. Yeniden bando değişiyor. Rap rap rap....Asfalt zemine vurulan ayakların çıkardığı tok ses tribünlerde yankılanıyor. İki seyyar satıcı kavga ediyorlar.Alt alta üst üste ,yerlerde yuvarlanıyorlar.Kimse ayırmıyor onları .Seyrediyoruz. hayatımızda duymadığımız küfürler.Sülale,ırz,döl gibi bilmediğimiz kelimeler.. Bir kadın küçük çocuğunu dövüyor. Önce yüzüne tokat atıyor.Çocık hüngür hüngür ağlarken kadın bu kez onun poposuna şaplaklar indiriyor.Pamuk helva. Hiç bir şey anlamıyorum. Bir grup delikanlı tribünlerin altında yere yatmış gülüşüp duruyorlar. Kalan son parayla da bir tane kağıt helva alıp biz de tribünün altına giriyor onlara doğru yaklaşıyoruz.Tribünlerde oturanların bacakları görünüyor.Delikanlılar bacaklara bakıp gülüşüyorlar. Oturup tribünlerin altında helvamınız yemeğe hazırlanırken ,sırtımızda şaklayan copun acısıyla ikiye katlandım.Acayip suratlı kısa boylu şişman üniformalı bir polis elinde copu burnumuza doğru sallıyordu.

“Kadınların bacaklarını seyrediyorsunuz değil mi lan dürzüler .. Sizin ananızı .....”

Şaşkınlıkla olduğumuz yerde kalalalmıştık.Kağıt helvayı yere atıp biz de oradan kaçıyoruz.Coplu polis arkamızdan kovalıyor.

“Sizi namus düşmanı piçler...”

Orada daha fazla kalamazdık. Koşarak geldiğimiz yoldan protokol tribünlerine döndük.Bizi durduran da olmadı. Ter içinde kalmıştık.Karnım ağrıyordu.Copun sırtıma indiği yer ateş gibi yanıyordu. Öğle yemeği sona ermiş herkes yeniden localara dönmüştü. Bizimkiler beni görünce burada bir şey söylemeyecekler ama evde mutlaka büyük cıngar çıkacaktı.ben ağır bir ceza alacaktım.Belki de dayak yiyecektim.Akşama meşale alayını seyredemeyeceğim kesindi.İşin kötü yanı karnım da zil çalıyordu.Belki de o iyi kalpli garsonlardan bir şeyler isteyebilirdim.

Cumhuriyet bayramı kutlamalarının gecesinde de “meşale alayı” nın geçişi heyecan yaratırdı. Yine askerler ellerinde dumanlar çıkaran teneke meşalelerle rap rap geçerler ,caddenin iki yanına sıralanan halk da onları alkışlardı.

Yaşım ilerledikçe bu törenlere katılmayıp, daha farklı programlar yaptığımı anımsarım.Küçük yaşta katıldığı bu sadece askerlerin rap ..rap geçtikleri ve hipodromdaki protokoldeki sert bakışlı büyüklerimizin ötesinde cumhuriyet kavramının ne demek olduğunu çok sonraları öğrendim.

Lisede yurttaşlık bilgisi dersinde “cumhuriyet “ konusu işlenirken “Hilafet” in kaldırılması konusuna dikkat çekilirdi. Özellikle de tarih dersinde Mahmud Hoca’nın cumhuriyet konferansını soluk almadan dinlerdik.

“Çocuklar, o yılları gözünüzün önüne getirin. Vatan elden gitmiş.Koskoca imparatorluk Sevr anlaşmasıyla paramparça edilmiş. Padişah Vahidettin İşgal altındaki ülkesinden bir İngiliz gemisine binerek kaçmış. Saray ihanet içerisinde ..... Ankara ‘da TBMM açılmış. Atatürk konuşmasında şunları söylüyor...”

Mahmud Hoca’nın derslerinde sınıfda çıt çıkmazdı.Nefes almaya bile korkardınız. Korktuğumuzdan değil. Hocaya duyduğumuz saygıdan. Dersini o kadar ciddiye alırdı ki, kırk dakika süren dersin planını dakika dakika başlıklarıyla tahtaya ders başlamadan yazardı.Siz sınıfa geldiğinizde o plana bakar ona göre dersi rahatlıkla takip ederdiniz.Hoca sakin bir ses tonuyla anlatırdı:

“Cumhuriyet, kelime anlamı olarak o ülkenin devlet başkanının “monarşi,kraliyet,hanedan” mensubu olmaması demektir. Latince “ Res Publica”, halka ait ,halkın idaresi gibi anlamlar taşımaktadır. Bu kelime ilk kez Rönesans döneminde ünlü devlet adamı ve filizof Niccolo Maciavelli tarafından kullanılmıştır. İki tür idareden söz edilmiştir. Birincisi bir kralın (Hanedan mensubunun ) idare ettiği devlet sistemi , diğeri ise halkın ( seçim yoluyla ) temsiliyle oluşturulan sistem. “

“Res publica” terimi Roma İmparatorluğu döneminde bazı yazarlar tarafından bir çok kez kullanılmıştır .İngilizce’ye girişinin de bu yolla olduğu söylenmektedir: “ Commonwealth “ kavramı İngiliz Kraliyet ailesinin “Res Publica “ tercümesi olarak bilinmektedir.Örneğin İngiltere monarşi ile idare edilirken Avustralya,Yeni Zellanda,Güney Afrika ve Kanada kraliçenin mutlak hakimi olduğu “commonwealth” ülkeleri olarak bilinmektedir..

M.Ö. yani Antik Çağ diye adlandırdığımız Atina ve Sparta sonrasında, Roma İmparatorluğu dönemi de monarşi ile halk idaresinin çaşitli alanlardaki , özellikle de siyasi anlamda iktidar mücadelesine dönüşmüştür. Bu dönemi yaklaşık dört bin yıllık bir dönem olarak kabul edersek; ABD ‘nin bağımsızlık mücadelesi,Fransız ihtilali tarihte monarşi karşıtı halk hareketleri olarak başlayıp ,günümüzde görülen fakat birbirinden temelde belirgin ayrılıklar gösteren cumhuriyet yapılarına kadar uzanan iki yüz yıllık çağdaş bir dönemi de dikkate almalıyız.

Nitekim altı yüz yıllık bir tarihi olan Osmanlı İmparatorluğu onun öncesinde beş yüz yıllık Selçuklu İmparatorluğu sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti bir çok bakımdan günümüz cumhuriyetlerinden gerek temel öğeleri gerekse de gelenekleri açısından farklılık göstermektedir.

Türkiye Cumhuriyeti ‘nin nasıl kurulduğu kadar ne tür bir cumhuriyet olduğu ve ne aşamalardan geçtiği ;giderek diğer benzer “Res Publica” siyasi sistemleriyle benzerlikleri ve farklılıklarının belirlenmesi de önem taşımaktadır.

Peki bunu nasıl yapacağız ?

Özellikle tarihi perspektif içerisinde özellikle Avrupa’da şehir cumhuriyetleri olduğunu da unutmamalıyız ? Örneğin Venedik Cumhuryeti,Cenova Cumhuriyeti, vb. Bu cumhriyetlerde elit bir halk grubunun ki bunlara “seçkinler” demek de doğru olabilir,seçilerek idareyi ele aldıkları bilinmektedir.Örneğin Dante ‘nin İlahi Komedyası Floransa Şehir Cumhuriyeti tarafından sürgüne yollandığı 1300 yıllarında kaleme alınmıştır.Dante banker bir ailenin mensubu olarak girdiği Floransa Cumhuriyeti parlementosunda muhalefet tarafından sürgünle sonuçlanacak bir siyasi mücadelenin içine girmiştir.Ünlü eserini de sürgündeyken yazmıştır.Dante’nin “cumhuriyet “ anlayışı aslında “Platon” un “devlet “ yaklaşımıyla paralellikler de göstermektedir.

Bugün etrafımızda birbirinden çok farklı “cumhuriyet”ler görmekteyiz.

Halk Cumhuriyeti,İslam Cumhuriyeti,Liberal Cumhuriyet,Demokratik Cumhuriyet,Sosyalist Cumhuriyet, gibi yapısal anlamda farklı siyasi rejimlerden söz edebiliriz.

Hanedan üyelerinin kabul edilmediği bu siyasi rejimin başı ,“Cumhurbaşkanı “ sıfatı hepsinde ortaktır. Öte yandan cumhurbaşkanının yetkileri konusu farklılıklar göstermektedir.ABD,Fransa,Almanya cumhurbaşkanları ile Türkiye cumhurbaşkanı arasında siyasi anlamda yetki farklılıkları vardır.Bu farklılıkların siyaset bilimi anlamında incelenmesi de o siyasi rejimlerin işleyişi ve yapısı hakkında çok önemli bilgiler verecektir. Her şeyden önce siyasi liderlerin nasıl seçildiği ayrı bir inceleme konusudur. Kimi cumhuriyetlerde cumhurbaşkanı direk olarak halk tarafından seçilirken (ABD) , kimilerinde dolaylı olarak parlemento tarafından seçilir (Türkiye ).

İşte Mahmut Hocamız bizi buraya kadar ışığıyla aydınlatıyor, temel bilgileri dağarcığımıza adeta sıkıştırıyordu.

Ortaokuldan liseye geçerken Cumhurbaşkanımız 1960 askeri rejiminin temsilcisi general Cemal Gürsel, Liseden üniversiteye geçerken de 1966 yılında bu sihirli koltuğu devir alan bir diğer general Cevdet Sunay cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturuyordu. Nitekim aynı koltuğa bir diğer general Fahri Korutürk 1973 yılında ,Kenan Evren ‘de 1982 yılında oturacaktı. Böylelikle Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı altı dönem asker kökenli siyasetcilerce,beş dönem de sivil siyasetciler tarafından temsil ediliyordu.

Asker ve sivil değişiminin yaşandığı çalkantılar , genç Türkiye Cumhuriyeti siyasi tarihinde kalıcı izler bırakacak, cumhuriyet rejiminin halk (seçmen ) tarafından yeterince anlaşılması bağlamında temel eksikliklerin de bulunduğunu kanıtlayacaktı.1923-1946 yılları arasında seçimlerde birinci turda oylamaya katılanların tümünün oyuyla (firesiz) ; Mustafa Kemal Atatürk 1923-1935 arasında dört dönem ,İsmet İnönü ise 1938-1946 yılları arasında dört dönem. (Son seçimde 451 milletvekilinin 388 oyunu alarak seçilmiştir),Celal Bayar 1950-1957 arasında üç dönem seçilmişlerdir.

Seçimle değil de “atama”yla cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan tek cumhurbaşkanı Kenan Evren ‘dir.

Dünyada Suriye , Kuzey Kore anayasalarında belirtilmediği halde ictihaten seçimle değil de monarşilerde olduğu atamayla babadan oğula siyasi erkin geçirildiği de görülmektedir.

Kimi İslam ülkelerinde de “”İslam Cumhuriyeti “ tanımı kullanılmaktadır.Bu tanımın kullanılmasındaki ana neden anayasa yerine “Şeriat “ yani Kur’an fıkıh kurallarının kullanılmasıdır.Mısır,Pakistan ve diğer körfez ülkeleri bu türden cumhuriyetlerdir.

Sonuç olarak cumhuriyet bayramlarında 1923 yılından bu yana bu topraklarda neler olup bittiğini analiz edebilmek ve bir birey olarak nerede durduğunu kavrayabilmek hiç de kolay değil.

Peki şimdi esas sorumuza gelelim .Bu topraklarda daha önce hiç cumhuriyet olmadı mı ? Osmanlı İmparatorluğu öncesinde,örneğin MÖ. 200 yıllarında Likya şehir cumhuriyeti konusunda ne biliyoruz ? Fazla bir şey bildiğimiz söylenemez.Eğer bu topraklarda bir cumhuriyet geleneği varsa en azından bunun tarihsel perspektifi içerisinde incelenmesi gerekir. Eğer Atina, Sparta şehirlerinde cumhuriyetten söz edilebiliyorsa,Roma İmparatorluk geleneğinde halk idaresi söz konusu ise o zaman Tarsus,Efes,Sardes, Bergama ve İstanbul şehirlerindeki cumhuriyet uygulamalarından da söz etmek gerekir. Bu gelenekler bugünkü anlamda bir cumhuriyet uygulaması olarak nitelendirilemez ama en azından bu topraklarda binlerce yıllık bir cumhuriyet geleneğinin varlığından söz edilebilir.Monarşi ve Cumhuriyet bu topraklarda binlerce yıllık bir siyasi mücadele sonunda bir noktaya ulaşmıştır.

Cumhuriyet bayramımızın en azından tarihsel perspektif içinde yeni bilgilerle beslenerek ve çağdaş cumhuriyet rejimleriyle karşılaştırılarak daha iyi anlaşılması için gayret etmek gerekir diye düşünüyorum.

Cumhuriyet bayramımız kutlu olsun ....


24 Eki 2009

Don Quixote






İspanyol yazar Miguel de Cervantes'in ölümsüz eseri : DON QUIXOTE



A doughty gentleman lies here;
A stranger all his life to fear;
Nor in his death could Death prevail,
In that last hour, to make him quail.
He for the world but little cared;
And at his feats the world was scared;
A crazy man his life he passed,
But in his senses died at last.

13 Eki 2009

Herta Müller ve Nobel

Bütün dünya edebiyat çevrelerini şaşkınlığa uğratan bir başka karara daha varan İsveç Akademi'si 2009 yılı Nobel Ödülü'nün Romen asıllı Alman Yazar Herta Müller 'e verildiğini açıkladı.

Kimine göre , beklenen bir sonuç, kimine göre ise bir süpriz : Ben bu yazarın adını ilk kez duyuyorum. Okuyacağım ama , nereden başlasam diye düşünüyorum.Elime geçen bir dergi yazısından bir paragrafla yetiniyorum şimdilik...Sonra değerlendireceğiz ....

"1919’da yapılan barış antlaşmalarından sonra Avusturya Macaristan’ın eyaleti olan Banat, bir kısmı Macaristan’da kalmak üzere, Romanya ve yeni devlet Yugoslavya arasında bölünmüştü. Bölgedeki küçüklü büyüklü köyler birbirinin aynı görünüyordu. Çoğu Türk savaşlarından sonra boş olan bu büyük bahçeli, küçük evli köylerde oturanların Macar, Romen, Sırp, Alman, Bulgar hatta Doğu ve merkez Avrupa’dan buraya davet edilen Ruthenianlar olduklarını anlamak için tek gösterge bahçe ve ev kapılarının üzerindeki kilise işlemeleriydi."

Herta Müller işte bu köylerden biri olan, Romanya’ya bağlı Nitzkydorf (Timeşvar) köyünde büyüdü.

“Saat dörttü / akşamüstüydü / ve ben beş yaşındaydım / Çocukken bile otuzumun ortalarında gibiydim”

“Birilerinin öldüğü her yerde, birileri de kendini evinde hisseder.”

"Everything I have I carry with me.
Or: everything that's mine I carry on me.

" I carried everything I had. It wasn't actually mine. It was either intended for a different purpose or somebody else's. The pigskin suitcase was a gramophone box. The dust coat was from my father. The town coat with the velvet neckband from my grandfather. The breeches from my Uncle Edwin. The leather puttees from our neighbour, Herr Carp. The green gloves from my Auntie Fini. Only the claret silk scarf and the toilet bag were mine, gifts from recent Christmases."

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...