22 Kas 2009

Annemin Çantası




“Bu çantanın çıtçıtı koptu “ dedi annem. Yirmi beş ,bilemedin otuz santim boyunda omuzdan çapraz asılan,o üzerinde kumaşı andıran kahverengi zemine sarı desenlerle süslenen Louis Vuitton taklidi çantalardan birini göstererek.


Annem için çok önemli bir çanta. Kimbilir kaç yıldır kullanıyor.Babam vefat ettikten sonra nereye gitse yanında götürdüğü hepimizin yakından tanıdığı meşhur çantası. En son Antalya’da Çıralı’ya keşfe gittiğimizde boynundaydı. Gözlüğü,cüzdanı ve diğer lüzumlu olan şeylerini yıllardır taşıdığı çok faydalı sadık eşyalarından biri.Çıçıtı bozulmuş,işe yaramaz hale gelmiş. Her iki gözüne de katarak emeliyatıyla mercek takılan cyborg kategorisine geçen annemin çantasını da tamir ettirirsek hiç bir sorunu kalmayacak .


İstanbul’da özlediği yerleri yenilenmiş gözleriyle yeniden görmek üzere keşfe çıkacak.Bu keşif seyahatlerinin vazgeçilmez bir aktörü olacağı anlaşılan çantayı da yenilememeiz gerekiyor. Çaresiz aldım çantayı elime tamirci aramaya çıktım.Yenisini alsam ,istemeyecek surat asacak biliyorum. Önce turşucunun oradaki ayakkabıcıya götürdüm.Ne de olsa tamirci ,elinde bir çıtçıt vardır bu işi çözer diye düşündüm.


“Ben bunu yapamam abi.Özel makina gerekiyor.Bu çıtçıtlar mıknatıslıdır .Bende yok.Çantacılara bak.” dedi.


Hayretler içinde kalmıştım.Nihayetinde bir çıtçıt ;hem de mıknatıslı. Nasıl olur da yapılamaz ? Artık bir kez kafama koydum .Hem yürür hem de annemin çantasını tamir ettiririm diye düşündüm. İtalyan yokuşundan Tophaneye kadar indim .


Oradan da trenle Karaköy’e. Orada her şey bulunuyor ya .Ne ararsan Perşembe Pazarı’nda bulursun dedikleri için . Hava güneşli , neredeyse ılık bir sonbahar günü denebilir. Yolun iki yanına belediyenin diktiği o çabuk büyüyen bol yapraklı ağaçları budamışlar.Ağaçların iki dalı kalmış. İnce bir dal üzerinde üç yaprak her halde kasıtlı olarak bırakıldı. Yemyeşil denize kadar uzanan yokuşun aşağısında deniz pırıl pırıl parlıyor. Karnım da aç .En iyisi balık ekmek yemek.Kaç zamandır kafamdan geçiriyor bir türlü cesaret edemiyordum. Karaköy’de balık yemek için bir çok yer var.İlki Kadıköy İskelesi ‘nin orası .


Kapalı Çarşı’nın ihraç ettiği işporta tellalığına benzer tarzda çat pat İngilizce,Almanca,Rusça gerekirse Fransızca kelimelerle sizi davet eden garsonların üzerinize üzerinize gelmesinden rahatsız olmazsanız ne ala. İkincisi Perşembe Pazarı ‘nın Haliç ‘e bakan tarafı balık tezgahlarının olduğu yer .Oraya da Üsküdar motorları yanaşıyor. Bir curcunadır gidiyor.Eğer etrafdaki koku ve pislikten rahatsız olmazsanız orada da yiyebilirsiniz. Üçüncü olarak Eminönü tarafında belediyenin izin verdiği tarafta kayıklarda pişen balıkların servis edildiği yer. Ara sokaklara girip çıkıyorum .Çanta tamircisi arıyorum.


O ara sokaklarda kaybolmak işten bile değildir.Nitekim yine kayboldum.Bu kaçıncı kayboluşum. Hanların içine girip çıkarsanız çıkış kapısını bulamıyorsunuz. Yine girdiğim dar sokaktan sahile çıkamadım.Yeraltı camii’nin arka kapısına kadar geldim . Öbür tarafa geçemiyorum.Camiinin içinden geçebilirim ama nedense öyle yapmak istemedim. Her yer elektronik gereçler satan küçük dükkanlarla dolu.


Önümde kahverengi kürklü şişman , kısa saçlı ve gözlüklü yaşlı bir bayan yürüyor. “Buradan baklavacılara nasıl çıkılor canim ? “ diye dükkanının önünde duran bir esnafa sordu. O da kaybolmuş anlaşılan. İkinci pasajdan ya da camiinin içinden çıkılacağını söyledi esnaf.Yani Kadıköy vapurlarının kalktığı iskeleye. Hemen pasaja dalıyorum .Pasaj da sanki bir labirent.Daracık koridorlar,binaların avluları birbirinin içine açılıyor.


Çıkışı bulamadım.


En iyisi geldiğim yönden geriye dönerek tekrar meydana çıkmak diye düşündüm.Neden sonra meydana çıkabildim.Bu eski binaların nasıl bu kadar balık istifi gibi birbirine yaslandığını da görmüş oldum.Her metrekare değerli. Dükkanların çoğu sokağı ve binaların duvarlarını da kullanıyorlar.Çanta satan bir tezgaha yaklaşıp sordum. “Abi burada bulamazsın.Belki otoparkın orada baklavacıların hizasında bulursun.“ dedi.


Sahile Ziraat bankası ‘nın köşesine çıktım. Buradan her geçtiğimde İmparatorluk dönemini düşünürüm.Eski adıyla Avusturya Bankası , Galata köprüsü ve ötesi .Bu binanın da hazin bir hikayesi var.Çöken iki imparatorluğun kalıntısı olan bu bina ve üzerindeki heykeller ve kabartmalar o zamanın mimari anlayışını yansıtıyor.Bu meydanın eski halini daha çok beğeniyordum.Vapur iskelesi aynı zamanda kitap ve dergi satan ziyaret yerleriydi .


Her ay özel olarak gidip o ayın dergilerini almak , sonra ilerdeki çay bahçesine gidip o dergileri heyecanla karıştırmak artık bir alışkanlık haline gelmişti. Şimdi ne kitap vardı ne dergi ne de çayhane.Bütün sahil boyunca kokoreç,döner,dürüm satan yerler revaçtaydı.Okumak yerine yemek tercih ediliyordu artık.


Biraz tereddüt ettikten sonra balık ekmek 3.5 TL ilanının olduğu restorana giriyorum.Deniz manzarasını koyu renkli camdan yapılmış Kadıköy iskelesi ve yolcu bekleme salonu kapatıyor.Hiç bir şey göremiyoruz.


Yine de oturuyorum.


Kaldırımın üzerindeki masalar hemen hemen dolu. Ekmek arası lüfer yiyeceğim. Soğanlı mı ? Hayır, soğansız.Böyle dedikten sonra acaba soğanlı mı isteseydim diye de hayıflanmadım değil. Ama kararımı değiştirmiyorum.


Yan masada kalabalık bir genç grubu oturuyor. Menemen ve ekmek peynirli kahvaltı ediyorlar.Hepsi sigara içiyor.Üzerlerinden kesif bir sigara bulutu yükselirken kulak misafiri oluyorum.


“Düzmece evlilik yapıp orada kalmayı deneyeceğim valla,” diyor bir bayan sesi.


“Neden olmasın , herkes öyle yapıyor.Bir an önce buralardan kurtulmak için en iyi yol.” Diğer bayan sesi.


“Yav okulu bitireli ,askerliği yapalı iki sene oluyor hala bir iş bulamadım. Öyle baba parasıyla geçiniyoruz.Kazık kadar adam olduk ama ne fayda.Benim de gözüm dışarda .Bir yolunu arıyorum. Neresi olursa artık.” Diyor erkeklerden biri.


Çekinmeden yüksek sesle konuşuyorlar.Hep birlikte onları dinliyoruz.


Balığım geliyor.


Taze yarım ekmek arası fileto lüfer ,yeşillikler ve domates .Nefis. “Bence sen en iyisi Avustralya ‘ya göçmen olarak başvur .” diyor bayanlardan biri.


“Yok canım en iyisi Kanada.Benim bir arkadaşım başvurdu ,üç ay içinde cevap geldi. “


Tam o sırada kürklü yaşlı bayan salına salına geçiyor , baklavacıları bulamamış anlaşılan .Ama doğru yöne doğru ağır ağır ilerliyor. Göz göze geliyoruz . Elimle yönü işaret ediyorum. Gülümsüyerek başını sallıyor.Baklava mı alacak yoksa başka bir şey mi yapacak ? Kıyafetine bakılırsa Namlı ‘da yemeğe gidiyor gibi ama bilinmez.


Tam balığı bitirmek üzereyken kadıköy vapuru yanaşıyor. Yolcular birbirlerini ite kaka çıkıyor.Çıkan hemen sigara yakıyor.Sigara yakmak için duranların arkasındaki grup da duruyor.İtiş kakışın nedeni sigara içenler.Restoranlardan fırlayan garsonlar müşteri avına başlıyor.Her türlü şaklabanlık mübah.Özellikle çiftlere ve bayanlara yöneliyorlar.


“Matmazel silvuple .... Mösyö .....”


“Kokoreç Mr.; Dürüm ... Döner Mis....“


Elinde bir tek papatya tutup onu bayanlara ikram edenler , parmağıyla 1 dakika yaparak :


“One minüt Mr.” Diyenler .


Oradan hızla yürüyüp baklavacıların orada olduğu söylenen çantacıya geliyorum. Büyük bir mağaza .Her tür çanta bavul satıyorlar.


Umutsuzca kapıdan giriyorum. Oraya kadar gitmişken sormadan dönmek akıllıca değil.


Orta yaşlı ,uzun boylu çok kibar bir bey ve ona çok benzeyen babası olduğunu sandığım kişi gülümseyerek çantanın hikayesini dinliyorlar. Raflarda ünlü markaların çeşitli modelleri var.Taklit mi yoksa gerçek mi anlamak zor.


“Bu çantanın tokası düşmüş .Mıknatıslı bir çıtçıtı vardır onun .Gitmiş.Bizde olsa takardık ama yok.Bu modellerden biz satmıyoruz. Çanta tamir edenlere göstermelisiniz .


“Acaba yenisini mi alsam ? Ne kadardır bunun yenisi ? “ diye soruyorum. “Kim bilir ? Ama bence tamir ettirin.Anneniz bu çantaya alışmıştır.Şimdi yeni bir çantaya adapte olması zordur.O bunu özellikle seçmiştir.Bakın hafif .Boynundan da asıyor.Fermuarlı gözü var.bence yaşlı bir bayan için mükemmel.Nerede oturuyorsunuz ? Fatih ‘ e gidin diyeceğim ama, orada da bırakın üç gün sonra alın diyecekler.


Beyoğlu’na Cihangir ‘e baktınız mı ? “ “Evet zaten Cihangir ‘de oturuyoruz.Orada çanta tamiri yapan bir yer yok benim bildiğim . “ diyorum. “Eskiden oralarda ara sokaklarda ,han içlerinde olurdu .” diyor babası. “Her halde kapattılar ,hiç rastlamadım ..” “Siz en iyisi şuradan tünele binip Beyoğlu’na çıkın ,orada han içlerinde hala tamirciler vardır.Bir şekilde bunun tamirini yaptırırsınız , olmazsa artık çaresiz Fatih ‘e gideceksiniz. “ Tünel tıklım tıklım.Karşıda oturanların çoğu Beyoğlu’na gitmek için bu yolu kullanıyor aslında. Keyifli bir yolculuk .Vapura bin, Karaköy ‘e gel, oradan Tünel .Ne trafik var ne de sıkışıklık. Neden insanlar bu yolu kullanmazlar anlamak zor.Arabalarına çok bağlılar.


O arabanın rahatlığı yok mu ? Her şeye değer . En sevdiğim meydan .Tünel meydanı.Çok hızla değişiyor.Daha da değişecek. Önce Simit Dünyası geldi,sonra köşedeki dört mevsim lokantası kapandı Gloria Café oldu, Cihangir ‘deki Leyla geldi arkasından kırtasiyecinin yerine de bir bar açıldı .Ara sokaktan artık geçmek çok zor.Ucuz bira ve patates kızartması olarak başlayan talebe yerleri yavaş yavaş tür değiştiriyor. Ne ararsan bulabileceğin bir meydan.Her tür yiyecek ,içecek bulunuyor.her keseye göre yer var.


En güzeli de o alternatif çok. Seçme özgürlüğün var. Oysa benim şu çantayı tamir ettirecek alternatifim bir tane bile yok görünüyor. Hanlara bakarak yürüyorum.İşportacılara soruyorum . “İlerde kemercinin üstünde var.Tamir de yapıyor galiba.” Dediler. Kemercinin üst katında bir çantacı var.İçeride iki müşteri var.Esmer genç bir adam gülümseyerek ne istediğimi soruyor. Durumu anlatıyorum .


Çantayı alıp inceliyor. “Mmm. Anneniz kaç yaşında diye soruyor . “ Söylüyorum. “Bende bir mıknatıslı parça olacaktı .Bakayım duruyor mu ? “ dedi . Mıknatıslı parçayı buldu, o arada gelen bir kaç müşteriyle de ilgilendi.Raflara dizili çantaların üzerine fiyatlar çok iri harflerle yazılmasına rağmen yine de fiyat soranlar çoğunluktaymış.Çekmeceden bir de deri parça kesti, onu da yapıştırdı. “Benim yapabileceğim bu kadar.Sen yine de bir dikiş attır kenarlarına sağlam olsun. Anneye söyle dua etsin.


Hadi selametle “dedi.Israr etmeme karşın para da almadı. “Biz Kemahlı’yız .Büyük depremde bizim sülalnin yarısı ve babam ölmüş.Annem dayımlarla buralara göçmüş gelmiş yerleşmiş .Annem bu çantacıda ,yani bu aynı dükkanda tezgahtar olarak çalışmış yıllarca .Sahibi rummuş.Altmış olaylarında dükkan hasar görmüş . Onlar da göçmüş gitmişler .Dükkanı da anneme bırakmışlar.


Öylece düşünsene . Hiç parapul istemeden devretmişler. Annem tek başına çekip çevirmiş dükkanı. Adını değiştirmiş.bayrak asmış filan işte . Belli olsun diye .Ben de annemin vefatından sonra memuriyeti bıraktım,belediyede çalışıyordum. Şimdi annemin işini yürütüyorum işte. Söyle dua etsin yeter .


Ölen annemin ruhuna fatiha..” dedi . Teşekkür ettikten sonra çantayı alıp oradan çıktım.Tamiratı daha tam olarak bitiremedik.Şimdi bir de dikiş attırmamız gerekiyor.Han geçidinin oraya yaklaşırken oradaki deri eşya,kemer satıcıları aklıma geldi. Hemen girdim. Danışman Han Geçidi deniyor oraya .Sarmaşıklı dar parke taşlı yolun iki yanı takı satan bir metrekarelik dükkanlarla dolu.Sarmaşıkların arasından kırmızı levhayı görüyorum . “ Yıldız Deri :Her türlü ayakkabı ,çanta deri eşya tamiratı yapılır” Avlunun sol tarafında çaycıların orada olduğunu sanıyorum.


Oraya doğru yürüyorum.Tabureler üzerine oturan gençlerin çoğunlukta olduğu küçük tıkış tıkış bir alan.Avlunun ortasındaki daha geniş alanda oturan hemen hemen yok gibi. Görünürde ayakkabıcı filan yok.


Çaycı türbanlı genç bir kız.Ter içinde ofur pofur bardaklara çay dolduruyor.Ayakkabıcıyı soruyorum . “Baba baksana birini soruyorlar .”diye yaşlı bir adama bağırdı. “Burda ayakkabıcı yok evladım .” dedi yaşlı adam. “Ama levhası var .” dedim. “Ne levhası ? Biz kaç yıldır buradayız ben ayakkabıcı bilmiyorum .” dedi. “Bakın şurda asmanın orada sallanan kırmızı levha “ dedim elimle o yönü göstererek.


O zaman gördüm dükkanı. Küçük bir dükkkandı.çantalar,deri eşyalar asılıydı vitrin olarak kullandığı duvarlara. Genç bir adam çantayı aldı.Şöyle bir baktı.


“Engin abiii... “ diye içeriye doğru seslendi.


Gözlüklü ince uzun boylu kültürlü yüzlü bir adam geldi. Elimdeki çantayı aldı. Evirdi çevirdi. O arada ben çantanın hikayesini özetleyiverdim.


Başını salladı . “Beş dakika sürmez,” dedi.


Ben oradaki çantaları incelerken en makbul çantaların paraşüt kumaşından yapıldığını söyledi. Çok sağlam olurmuş.Evladiyelikmiş. Modelleri gösterdi.Çok şık değişik çantalar.İhtiyacım olsa hemen alacağım . Neden sonra ,Engin Abi elinde çantayla geri geldi .


“İşte beyefendi . Budur .İyi ki buraya bir çantacıya geldiniz.Bakın yepyeni oldu.” Dedi.


Çantaya pırıl pırıl bir toka takmıştı.Kenarlar da dikilmiş köşe kısımlar yuvarlak hale getirilmişti.


“Beş lira yeter.Bu arada çantanın gizli gözünden şu resim çıktı “dedi bana uzatırken.


Resme baktım. Rengi kaçmış ,siyah beyaz bir fotoğraftı. Babamın annemle birlikte belli ki bir fotoğrafçıda gençlik yıllarında çektirdikleri bir resimdi.İkisi de neşeyle gülümsüyordu .


Bu resim sanki yılların ötesinden çantanın içindeki gizli kapıdan çıkıp bana ulaşmış gibiydi.


Caddede yürürken bazen basit bir tamiratın bile saatlerce insanı uğraştırabileceğini düşündüm.


Eskiyi tamir etmek,şimdiye taşımak zordu.


Benim kazancım ise annemle babamın hiç şimdiye kadar görmediğim bir fotoğrafını elde etmek olmuştu.


Sonbahar güneşi ilerde tünel meydanına doğru batarken binaların üzerinden yeni ayın incecik silüetini gördüm .


İçim sevinçle doldu .

20 Kas 2009

De facto

Bu heykel 1600 yılında Roma 'da Campo Dei Fiori meydanında diri diri yakılarak idam edilen Giordano Bruno 'nun heykeli.

Bana göre günümüzde yalan yanlış kullanılan latince "De facto" teriminin de babası.
"De Jure" ise karşıt anlamını oluşturuyor.

Giordano Bruno neden yakılarak idam edildi ?

Dante'nin "İlahi Komedya " sını yazdığı 1300 yılından tam üç yüz yıl sonra .

Bruno aslında epistemolojinin ve semantiğin ilk örneklerini vermesiyle de tanınıyor. On üç yaşında eğitim gördüğü Aziz Dominikan manastırından bir Dominican rahibi olarak mezun olduktan sonra yolculuğu başlıyor . Felsefe ana dal olmak üzere bilimle de ilgileniyor. "De Umbras Idearum, " (Düşüncelerin gölgeleri ) adlı kitabı yayınlanıyor. Ardından bir kitap daha geliyor "Ars Mernoriae" (Hafıza sanatı ) . Bruno yazılarında düşüncelerin gerçeğin gölgeleri olduğunu savundu. Kiliseyi hedef aldığı ve Hıristiyan inancının akıl ve mantık dışı dogmalardan ibaret olduğunu savunduğu kitabı yayınlandıktan sonra buz gibi rüzgarlar esmeye başladı. Bruno etrafındaki dostların birer birer yok olduğunu gördü. Sonrası Paris . Yıl 1581 .Daha sonra İngiltere ve sürgün hayatı.Üniversitelerrde felesefe dersleri vererek yaşamını sürdürmeye çalıştı.Kilisenin gazabı her gittiği yerde onu takip etti .

Ölümünden sonra neler söylendi ...

"Bruno was born five years after Copernicus died. He had bequeathed an intoxicating idea to the generation that was to follow him. We hear a lot in our own day about the expanding universe. We have learned to accept it as something big. The thought of the Infinity of the Universe was one of the great stimulating ideas of the Renaissance. It was no longer a 15th Century God's backyard. And it suddenly became too vast to be ruled over by a 15th Century God. Bruno tried to imagine a god whose majesty should dignify the majesty of the stars. He devised no new metaphysical quibble nor sectarian schism. He was not playing politics. He was fond of feeling deep thrills over high visions and he liked to talk about his experiences. And all of this refinement went through the refiners' fire -- that the world might be made safe from the despotism of the ecclesiastic 16th Century Savage. He suffered a cruel death and achieved a unique martyr's fame. He has become the Church's most difficult alibi. She can explain away the case of Galileo with suave condescension. Bruno sticks in her throat. "







10 Kas 2009

Berliner Mauer ya da Berlin Duvarı





Berlin Duvarı , ya da yıllarca "Utanç duvarı" (Schandmauer) olarak da anılan ve Batı Berlin'i bir ada gibi abluka altına alan bu betondan sınır, 9 Kasım 1989 'da Doğu Almanya'nın, isteyenlerin Batı'ya gidebileceğini açıklamasının ardından tüm tesisleriyle birlikte yıkıldı.

Bugün yirminci yıldönümü kutlanıyor...

Tüm önemli medya organları , 'Berlin Duvarı'nın yıkılışının 20. yıldönümünü n kutlama programını naklen yayınlıyor.BBC 'den izliyorum.Bu akşam tarihi bir anı yaşayan Berlin , tüm dünyaya Merkel aracılığıyla tek bir mesaj veriyor:Merkel , duvarın yıkıldığı 9. Kasım 1989 gününün Almanya'nın 'yakın tarihinin en mutlu günü' olduğunu belirtti. Mesajında duvarın yıkılması ile Alman birliğinin de önünün açıldığını belirten Merkel, "Bu gün, çok sayıda insanın hayatını değiştirdi - benim hayatımı da." dedi.Berlin-Wilmersdorf'taki Robert-Jung-Oberschule öğrencileri tarafından yapılan 'Domino Galerisi', Potsdamer meydanı, Brandenburger Kapısı ve Reichstag hattı üzerinde 1,5 km uzunluğunda. Bin renkli sütundan oluşan sembolik duvarın ilk sütununu Polonya eski Devlet Başkanı Lech Walesa ve dönemin Macaristan Devlet Başkanı Miklos Nemeth birlikte yıktılar.

İki buçuk metre boyunda domino taşları ünlü Brandenburg kapısı boyunca yerleştirilmiş. Tanıdık bir yüz görüyorum davetliler arasında: Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Berlin Eyalet Başkanı Klaus Wowereit'ın davetlisi olarak 34 ülkeden yeni ve Almanya'nın birleşmesine katkısı olan eski devlet başkaları, Berlin duvarının yıkılışının 20. yıldönümü kutlamalarına katılmak için Berlin'de bulunuyor. Bunların arasında pala bıyıklı birisi var. Polonya tersane işçisi Walesa. Onur konuğu olarak hazır bulunuyor.

Sembolik olarak da domino taşlarını o hareket ettiriyor. Daha sonra Gorbaçov 'un konuşmasını izliyoruz....Berlin Duvarı , gençlik yıllarımı geçirdiğim Stockholm 'de çok üzerinde konuşulan ve tartışılan bir konuydu.Duvarın sembolik anlamı üzerinde farklı görüşler vardı.Yirmi yaşlarımdaydım.Dünyayı yeni yeni tanıyordum.Akşamları toplandığımız mahalle restoranımız ,Lasse'nin Krog'unda tartışırdık.VPK 'lular Sosyal Demokratlar ve SPK 'lular .Kentin Güney yakasına tutucu partililer gelmezdi.Orada lasse'nin yerinde şaraplar , biralar içilir duvar tartışılırdı.

VPK 'nun meclis üyesi çınlayan sesiyle haykırıyordu: "Kapitalizmi dışarıda tutmak için yapılan bu duvar" onu kimse dinlemezdi genellikle.Doğu Almanya'dan,Polonya'dan , Çekoslovakya ve Litvanya 'dan kaçan muhaliflerin de bulunduğu o ortamda kimse bu beylik lafları dinlemek istemezdi.

Lasse bunu bilir gülerek şarap servisi yapar arada gitarıyla ortalığı yumuşatırdı.Kapitalizmin uzak tutulması için yapılan komunist duvar bende hep büyük Çin seddini çağrıştırmıştır.Çinliler duvarları kime karşı inşa ettilerse Berlin duvarı da o fikirden hareketle oluşmuş bir insanlık ayıbıdır aslında .

Pink Floyd 1979 yılında "The Wall " adlı albümünü yayınladı.Bu albüm üzerinde de çok tartışıldı..

.Ama şimdi yirmi yıl sonra Berlin duvarı bana çok eskide kalmış bazı değer yargılarının yittiğini anımsatıyor

.İnsanlar acaba daha mı özgür , daha mı mutlu ?

Buradan İstanbul'dan Berlin 'e uçup o domino galerisinin yıkılışını izlemek isterdim .

Sonra da belki de Brandenburg meydanında bir yerde bir şeyler içerdim....

9 Kas 2009

Mobbing



Toplumun belirli kesimlerinin pek fazla ciddiye almadığı,giderek çağımızın en önemli psikolojik ve sosyolojik kavramlarından biri haline gelen "Mobbing " üzerine çalışma yapan,önlemek için çareler üreten kurumların tüm çabalarına karşın hızla tırmanan bir eğriyle bir çok kişinin yaşamını etkileyen ama bir toplumsal hastalık olduğu giderek bir suç olduğu bilinmeyen bir davranış biçiminden söz ediyorum.

Kelime anlamı olarak psikolojik baskı uygulamak,taciz,şiddet vb. gibi(1) bir toplulukta çoğunluğun birey üzerinde kurduğu bir tür kuşatma olarak açıklanmaktadır.Mobbing özellikle okullarda, işyerlerinde,derneklerde,siyasi partilerde ,daha doğrusu belirli bir hiyerarşik yapılaşmanın olduğu tüm kurumlarda , yukarıdan aşağıya doğru katı ve zayıf bir denetimin olduğu,hiyerarşinin üst basamaklarında olanların altta kalanlara çeşitli nedenlerle psikolojik baskı uygulaması ve bu baskıya maruz kalanların sürekli bir biçimde artan baskıyla yıldırılması ve pasifize edilmesi amacıyla uygulanan toplu şiddet ve baskının kurumsallaşmasıdır.(2)

Özellikle bireysel hukuk ,hak ve özgürlüklerden ziyade kavim geleneğinin hakim olduğu hiyerarşik yapıya göre şekillenen kurumlarda , "lider" olan ,kendisine rakip gördüğü ya da fikir ve davranışlarından hoşlanmadığı kişileri bertaraf etmek amacıyla, liderlik ettiği bireylere hedef gösterme yolunu tercih eder. Siyasi partilerde,vakıflarda,bürokraside bunun bir çok örneği görülebilmektedir.

Bilim adamlarının geçtiğimiz yüzyılın başında bazı hayvan gruplarında gözledikleri "bullying" davranışının daha sonra insan topluluklarında da gözlendiğini müşahade edilmiştir.Kavramın ana çıkış noktası budur. Okullarda şekillenmeye başlayan liderlik vasıfları ön planda olan (Burada fiziki güç ön plandadır ) zayıf olanlarla önce alay edilmesiyle daha sonra da taciz edilmeleriyle başlar mobbing. Lider çocuk bilinçsizce ya da bilerek ve isteyerek daha doğrusu haz alarak taciz ve şiddet uygulamaya başlar.önce kendisi sonra da etrafında oluşmaya başlayan "mobb" (sürü) ,tacizin kapsamını ve hedefini genişletirler.Bu taciz sürüden ayrı tutarak ötekileştirmek gibi bir görüntü alabileceği gibi fiziki olarak dövmek yaralamak gibi çeşitlilik de gösterebilmektedir. Ortam da buna müsait ise sistem bir mobbing lideri daha üretmiş demektir.Bu konuda araştırma yapan İsveçli araştırmacı Heinz Leymann kayda değer bir rapor hazırlamıştır.(3)

Bir zorbanın yönlendirdiği Mobbing' e maruz kalan kişiler genellikle : (Sn.Tülin Yıldırım'dan alıntı )

• İşini çok iyi, hatta mükemmel yapan,
• İlişkileri olumlu ve çevresindekilerce sevilen,
• Çalışma ilkeleri ve değerleri sağlam, bunlardan ödün vermeyen,
• Dürüst ve güvenilir, kuruluşa sadık,
• Bağımsız ve yaratıcı,
• Zorbanın yeteneklerinden üstün özelliklere sahip olan.
• Bazen de işyerinde sessiz, iletim kuramayan işçilere yönelebiliyor.
• Zorbanın genel özellikleri aşırı kontrolcü, korkak, nevrotik ve iktidar açlığı gibi niteliklerle tanımlanır.

Bu kuramsal başlangıçtan sonra esas konuya girebiliriz artık.Mobbing aslında bizim alıştığımız sosyal ortamlarda çok sık kullanılan bir yöntem olarak karşımıza çıkar.Okulda çalışkan olanı "inek" tanımıyla damgalayan düşünce tarzı ,dürüst olanı da "enayi" yaftasıyla kurumsallaştırmaktadır. Kurallara uyan ,dürüst olan , çalışkan olan bu özelliklere haiz olmayan çoğunluk tarafından hep küçümsenerek gülünç duruma düşürülmeye çalışılmaktadır.

Bunun nedeni belirli bir zümrenin tetiklediği "yanlış" değer yargılarının istila ettiği gündelik yaşamımızdır.Trafikten,alışverişe,medyadan siyasete ,evden okula kadar toplumun her kesiminde "mobbing" uygulanmaktadır.

Göründüğü kadarıyla önümüzdeki dönemde en büyük mücadele toplumun değer yargılarının bu anlamda gözden geçirilmesi için verilecektir...

-------------------------------------------------------------

(1)'Mobbing'in sözcük anlamı, psikolojik şiddet, baskı, kuşatma, taciz, rahatsız etme veya sıkıntı vermektir.
Alıntı:Türkiye’de Mobbing davaları – Tülin Yıldırım

(2)The word mobbing is preferred to bullying in continental Europe and in those situations where a target is selected and bullied (mobbed) by a group of people rather than by one individual. However, every group has a ringleader. If this ringleader is an extrovert it will be obvious who is coercing group members into mobbing the selected target. If the ringleader is an introvert type, he or she is likely to be in the background coercing and manipulating group members into mobbing the selected target; introvert ringleaders are much more dangerous than extrovert ringleaders.Alıntı :http://www.bullyonline.org/workbully/mobbing.htm

(3)Heinz Leymann bak: http://www.leymann.se/English/12210E.HTM

3 Kas 2009

Dante


Bugünlerde herşeyin birbirine karıştığı bir ortamda ;Bence Dante 'yi okumak için çok uygun bir zaman .İnsan izah edemediğini,dile getiremediği nesneleri ve olayları hep gizemli bir anlatı biçimine büründürmeyi meziyet bilmiş; doğanın gücüne ve ihtişamına duyduğu hayranlık ötesinde müşterek hakikati sürekli kurcalayıp durmuştur.Aklının almadığını ,gücünün yetmediğini, dilinin dönmediğini kendinden öte bir hakikati kavrayabilmek için gizemli hale getirmiş; idrak engeliyle her karşılaştıkça da semboller yaratmış , bazen de bizzat yarattığı sembolleri herkesin hakikatiymiş gibi göstermek işine gelmiştir.İşte İlahi Komedya 'da böyle bir eserdir.Evrenseldir. Başlangıç dizeleri şöyle:

INFERNO : Canto I

"Yaşamımın tam orta noktasında ,

Kendimi karanlık bir ormanın kıyısında,

Tüm izlerin yokolduğu bir yolda buldum. "

Yani tam 709 yıl önce .

Floransa Şehir yönetimi tarafından kara listeye alınmış “seçkin” bir ailenin mensubu siyasi sürgüne gidiyor.Boynunda idam fermanıyla.

Vatikan 'a karşı çıkan “laik” bir politikacının rakipleri tarafından bertaraf edilmesinin hazin öyküsüdür bu. Siyasi mücadeleyi kaybeden her politikacı gibi o da sonuçlarına katlanmak zorunda kalmış söz ve eylemlerinin .İşte bu sürgün Dante 'nin ömrünün sonuna kadar sürecektir.Vatikan ‘ın gazabı onu her gittiği yerde takip edecektir. Tıpkı bir karabasan gibi :Cennet'i yazarken bile cehennemi anlatmayı tercih edecektir....

Paradiso: Canto XVI

(----)

Irkların kendilerini nasıl feda ettiklerini görmek ,

Tanrının gözleriyle gören biri için hiç de zor değil,

Şehirlerin bile bir gün sonunun geleceğini unutmamak gerek..

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...