28 Ara 2010

Mutlu Yıllar Dileriz

Küba'da yağmur altında dans eden bu çocuğu kaydeden fotoğraf sanatçısını tebrik ediyoruz.

Bu fotoğraf www.boston.com sitesinden alınmıştır. Üç bölümlü bu diziyi incelemenizi tavsiye ediyoruz.
YAZI

20 Ara 2010

Şeb-i Yalda[1]


Mevlana kültünde yaygın olarak bilinen ”Şeb-i Arus” törenleri vasıtasıyla “Şeb” ve yanlış olarak kullanılan “Şeb-i Aruz “ kelimesi Türkçede tanınmaya başlamıştır. Oysa “doğru olan kullanım “Şeb-I Arus” dur. “Aruz” kelimesi bilindiği gibi edebiyatta kullanılan bir kavramdır ve farklı bir anlam taşımaktadır. Oysa “Arus” kelimesi “gelin,düğün” anlamındadır. Mevlana’nın ölüm tarihi olarak belirlenen 17 Aralık “Şeb-i Arus-Düğün(Gelin) Gecesi” şenliği, Mevlana’nın aşkına (tanrıya ) kavuşması metaforu olarak Konya’da artık her yıl yapılmaktadır. Şeb-I Yalda geleneği ile tarihlerin birbirine bu kadar yakın olması bir bağlantı olup olmadığı konusunda tereddüt etmemize neden olmaktadır.[2] Stoacı felsefeye göre kozmik olayların profane bir anlamı bir bağlantısı vardır.[3]Bu anlamda Mevlana şenliklerinin Şeb-i Yalda geleneği ile bir bağlantısı olup olmadığı tartışmalıdır. Nitekim Hz.İsa’nın doğum günü olarak kabul edilen 25 Aralık tarihi de Gregoriyen takvime geçişte 4-5 gün ötelenmiştir. Esas itibariyle gündönümü yani güneş takvimine göre yapılması gereken takvim üzerinde yapılan değişiklikler bir yerde Pagan epifanilerle bağlantının kesilmesi amacını taşımaktadır. Nitekim Hıristiyan dünyasında Hz. İsa'nın doğum günü konusunda iki ayrı tarih kullanılmaktadır. 25 Aralık ve 6 Ocak. Doğu kilisesi 6 Ocak tarihinde doğum yortusunu gerçekleştirmektedir.

Kadim dinlerde iki temel hiyerofaniye[4] rastlıyoruz. Güneş ve Ay hiyerofanileri. Güneşin ve ayın hareketlerine göre kurgulanan ve kutsallaştırılan kültlerin dünyanın hemen hemen her yanında görüldüğünü biliyoruz. Kuzey ve Güney yarımkürelerde simetrik olarak ters zamanlanan güneşe bağlı ekinoks ve gündönümleri kültlere bağlı epifanilerin de kaynağını oluşturur.[5] Zayeshmehr[6] olarak da bilinen yılın bu en uzun gecesinin sabahına, kadim İran dinine göre Ahriman ‘ın karanlık güçlerinin bozguna uğramasına saatler kaldı. 21 Aralık ya da 22 Aralık gecesi dünya güneşin etrafında çizdiği Kuzeye doğru elips yolculuğunun en uç noktasında duracak, eksen değiştirerek Güneye dönecektir. Bütün gece ateşler yakılacak. Ulu rahiplerin bu gece için hazırladıkları kutsal iksir “Soma” içilecek ve Ahura Mazda’nın zaferi kutlanacaktır. Bakireler sevgilileriyle birlikte olma fırsatını bu gece elde edecekler, sabaha kadar kendilerinden geçerek dans edecek ve güneş doğarken gönüllerindeki sevgiliye sarılarak uyuyacaklardır. Binlerce yıl öncesine dayanan gelenekler bunlar; Hint, Sümer, Babil , Akad ve Mısır dinlerinin sekretize olmuş bakire anneden doğan güneş tanrısı “Mithra” gelenekleri Yahudi Hıristiyan kültüründen gelenlere biraz tanıdık gelebilir. Neyin nereden ve ne zaman geldiği konusu kültür tarihinde “hermenötik” yöntemle anlaşılır kılınabilir. Nihayetinde ortada bir belge olmadığına göre dileyen dilediği gibi yorumlayabilir.

En uzun gece Farsça adıyla “Şeb-i Yalda”. Eski yılın bitip yeni yılın başladığı Pers takvimine göre yılbaşı olarak kabul edilirdi. .

Bu yıl bir başka kozmonolojik olay daha gerçekleşiyor. Ay tutulması. 456 yılda bir tekrarlanan bu olayın da ayrı bir anlamı olduğunu kadim Mısır ve Babil dinlerinde izlemek mümkün. İslam dininin yayıldığı yedinci ve sekizinci yüzyıllardan sonra ı İran’da ay takviminin de kullanılmaya başladığını söyleyen kültür tarihçileri, Samanilerin kadim Pers kültürünü korumaya çalıştıklarını ve ”Şeb-i Çele”-”Şeb-i Yelda’”yı bütün İranlı atalarının anısına hala kutladıklarını söylüyorlar.[7]

Kerrazi, Mehr’in anlamının güneş ve güneşin İran ve Hint halklarının bir totemi olduğunu Zerdüşt dönemine kadar bu kutsamanın tarihi arka planı olduğunu hatırlattığı açıklamasında, güneşe tapınmanın İran sınırlarını aşarak Roma’ya ulaştığını, Roma krallarının bu ayini kabullenerek uyguladığını ve Roma krallarından Julianos’un halkı Hıristiyanlıktan Mehr Peresti’ye (Mitraizm-Güneşe Tapınma) döndürmeye çalıştığını ileri sürüyor.

Mitraizm’de “Hore Ruz” yani güneş günü olarak adlandırılan bugünün hala takvimlerde değişmeden devam etmektedir. Mezdek taraftarı olan Horremiddiniler de kışın ilk günü Şeb-i çele-Şeb-i Yalda’yı “Horrem Ruz” (Kutlu Gün) olarak kutsamışlar ve özel kutlamalar yapmışlardır.

Eski İran kültürünün bu izleri bugün bile Afganistan ve Tacikistan’da Pamir ve Bedehşan bölgelerinde devam etmektedir.

Ayı şekilde eski Ermeni takvimlerinde yeni yıl Avista sözü olan “Nov Serde”den (Soğuğun Başlangıcı) etkilenerek “Nav Asard” olarak adlandırılmış ve yeni yıl olarak kutlanmıştır.

Zerdüştler tarafından dini kutlama olarak kabul edilmeyen Şeb-i Yelda halk tarafından kutlanmış ve Zerdüştler de sonunda bunu kabullenmişlerdir.

Eski zamanlarda İran’da Şeb-i Yelda sabahı doğacak güneşi görmek için inşa edilen binalar da olmuştur ve İran’da sadece Kaşan kentinde Niyaser binası bu tarihi olayların şahidi olarak bugüne kadar gelmiştir.

Son yıllarda yapılan bazı araştırmalar Dört Eyvan Niyaser binasının eski inançlara göre kışın başlaması, güneşin doğuşu ve yılın dönemlerini hesaplayabilmek için özel hesaplarla inşa edildiğini ortaya çıkarmıştır.

İran’da Şeb-i yelda gecesi herkes evine karpuz götürür ve o akşam karpuz mutlaka yenir.

Halk İran’da Şeb-i yelda gecesi yeteri kadar karpuz yenirse kış boyunca soğuk ve hastalıktan korunacaklarına inanırlar.

İran’ın hemen hemen her yerinde bugün de kutlanan Şeb-i Yelda kutlamalarından bölgelere göre değişiklikleri görmek mümkündür.

İran’da Şeb-i Yelda gecesi kutlamalarında bölgesel ortak olan şey herkesin karpuz yemesidir.

Şeb-i Yelda gecesi İranlı ailelerde büyük küçük herkes bir araya gelir, sözlü ve nişanlılar bu gece birbirlerine meyvelerle süslenmiş tabaklı hediyeler gönderir, evlerine misafir olur ve sözlü ya da nişanlı kız bu ziyarette damat adayına kesilmemiş kumaş ve elbise hediye eder.

[1] Şeb-i Yalda:Shab e Yalda: Bir isim tamlaması olarak kullanılr. Şeb : Gece , Yalda : Doğum anlamında kullanılmıştır.Osmanlıcaya dönüşürken Yelda, uzun anlamıyla bütünleşmiştir.

[2] Mevlana'nın Doğum tarihi (6 Rebiu'l Evvel, 604) 30 Eylül 1207'dır. Bazı araştırmacıların tespitine göre, O'nun doğum tarihi 1182'dir.

[3] David Ulansey:Mitras,Arkeoloji ve sanat yayınları,Çeviren: Hüsnü Ovacık,1989

[4] Hiyerofani: Hiyerofani , kutsallaştırma anlamında kullanılan bu kavram, dinler tarihçisi Mircea Eliade tarafından çok sık kullanılmıştır. (hierophany) kelimesi Yunancadır. Hieros: kutsal, phainein: göstermek demektir. Ilahinin veya kutsalın, özellikle kutsal bir yerde, nesnede veya durumda meydana gelmesidir.

[5] Epifani: Dini bayram, özel gün.

[6] Bakire Anahita ‘dan doğan yeni güneş Mithra ..

[7] Prof. Mir Celaleddin Kezzazi

16 Ara 2010

Muharrem (1)

Muharrem, dinler tarihinde pek çok önemli olaya işaret etmektedir.

Şöyle ki; bu ayda Hz. Adem, cennetten dünyaya inmiş, Nuh Peygamberin gemisi karaya çıkmış, H. İbrahim ateşten kurtulmuş ve Hz. Musa Kızıl Deniz’i geçmiştir. Bunun için adı geçen peygamberler bu ayda iki gün oruç tutarlardı. En önemlisi de Hz. Muhammed’in sevgili torunu Hz. Hüseyin ve ehl-i beytten çok kişi zulümle katledilmiş olmalarıdır(Cibali Dedesi, 99/12:120).


Alevîliğin ortaya çıkmasına etki eden tarihsel ve sosyal faktörlerden birisi ve belki de en başta geleni, Hz. Hüseyin’in Emevi Halifesi Yezid’in adamları tarafından

Kerbela’da Muharrem ayının onuncu günü şehit edilmesidir. Alevî grupları bunu unutmamış, her yıl Muharrem ayında onun anısına oruç tutarak ve kurban keserek bu yası devam ettirmektedirler. Kerbela faciası, Sünnî-Alevî farklılaşmasının dönüm noktalarından birisini, bir başka söyleyişle miladını oluşturmuştur.

Hz. Hüseyin’in, Emevi Halifesi Yezid’in adamları tarafından Kerbela’da şehit edilmesi, İslâm tarihinin en trajik olayıdır. Alevî grupları bunu unutmamış, her yıl Muharrem ayında onun anısına oruç tutarak ve kurban keserek bu yası devam ettirmektedirler.
Alevî inancına göre, Hz. Hüseyin’in şehit edileceği vahiy ile Peygamber’e bildirilmiştir. O Hz. Ali’ye o da Hz. Fatıma’ya söylemiştir. Hz. Fatıma, babasına bu çocuğun yasını kim tutacak diye sorduğunda, gaipten bir nida geldi: “Peygamber hanesine bağlı olanlar, bu yası ve matemi yineleyecekler ve kıyamete kadar bu durum devam edecektir(Türkdoğan: 1995:474).
Yine Alevî teolojisine göre Hz. Muhammed, torunları Hasan ile Hüseyin’in şehit edileceklerini bildiği için bunların yasını önceden tutmuştur. O, torunları Hz. Hasan’ı bir kucağına, Hz. Hüseyin’i bir kucağına alarak severdi. Bir gün Cenab-ı Hak Cebrail’e emreder: ” Biri yeşil, biri kırmızı ve biri siyah üç don al, Hz. Muhammed’e götür.” Cebrail bu donları Hz. Muhammed’e getirir. O, Cebrail’e bu donları niçin getirdiğini sorar. Cebrail şöyle açıklar: Şu yeşil donu torunun Hasan zehirlenerek öldürüleceği için, şu kırmızı donu torunun Hüseyin Kerbela’da kılıçla vurularak kanlar içinde şehit olacağı için, şu siyah donu da sen şimdiden Kerbela’nın matemini tutmak için giyeceksin, der(Er, 1994:45).


Bu olaylar olmadan Hz. Muhammed siyah donunu giyerek matemini tutmuş ve “Her kim zamanı gelince Hz. Hüseyin için ak donunu çıkarıp kara giyerse, yani matem tutarsa ve gözünden bir damla yaş çıkarsa cehennem narından korkmasın, o gözyaşı cehennem narını söndürür, cennete lâyık olur.” hadisini söylemiştir. Bundan dolayı Alevî inancına göre, Muharrem orucu hem farz hem sünnettir(a.g.e:45).
Alevî toplulukları, Kerbela Faciasını yalnızca senede bir defa Muharrem ayında anmakla kalmazlar ve bir yıl boyunca yapılan bütün cem törenlerinde bunu, semah adı verilen bir ritüelle canlandırmaktadırlar. Böylece Alevîler, hemen her cem töreninde Hz. Hüseyin’i andıkları gibi, bu faciaya sebep olan Yezide de lânetler yağdırmaktadırlar.
Türkiye’nin bazı yörelerinde Sünnîlerin, Muharremde sadece aşure pişirilip komşulara dağıtmalarına karşılık Alevîler, hem aşure pişirmekte ve hem de Hz. Hüseyin’in şehit edilmesinin ilk günü anısına kurban(kabir kurbanı) kesmektedirler. Bundan başka o günlerde gece ve gündüz su içmemekte et, soğan ve sarımsak yememekte, yıkanmamakta, tıraş olmamakta, hiçbir canlıyı öldürmemekte, gülüp-oynamamakta ve sonuç olarak Muharremi tam bir matem havası içinde geçirmektedirler.


Hz. Hüseyin’in anılması ve yasının tutulması hususunda, gerek Türkiye dışında ve gerekse Türkiye içinde yaşayan Alevîlerde bazı farklılıklar göze çarpmaktadır. Şöyle ki; Muharremde Anadolu Alevîleri oruç tutarken, İran Şiası oruç tutmaz ve sadece matem için zincirle vücutlarını döverler(Türkdoğan,1995: 56).

Bundan başka Türkiye’deki Alevîler arasında, Muharrem gününün belirlenmesinde bir birlik yoktur. Aslında Muharrem, Kurban Bayramından 17 gün sonra başlaması gerekir. Oysa Yozgat Kababel Alevîlerinde, son 10 yıl içinde Muharremin ayının aynı gün ve aynı aya rastlaması için bir tarih tespit edilmiştir. Bu 27 Mart-8 Nisan tarihleri arasıdır. İşte bu günlerde Kababel Alevîleri Muharrem orucunu tutmaktadırlar(Er, 1994:s.44).”

(1)Doç.Dr. İbrahim Arslanoğlu’nun Alevilikte Temel İnanç Unsurları ve Pratikler adlı makalesinden alınmıştır.

12 Ara 2010

Kar ve Mario Vargas Llosa

Soğukları özlemişim. Sıcağın insanı hamurlaştırması varsa soğuğun da insanı miskinlikten kurtarıp kendine getirişi var.

En azından benim için böyle. Ne de olsa on yıl Stockholm’de yaşamanın verdiği alışkanlık.

Türk Medyasını izlemek artık olanaksız hale geldi. Benim mantık sınırımın ötesine geçen bir tarzda yayın yapan bir medya. Ne de olsa “rating” ve “Takvim -i Vakayi” medyası.

Doğru haber almak için farklı dillerde yayınlanan medyayı izlemekten başka çare yok.

Tüm dünya medyasını ikiye bölen çağın olayı ve kahramanı Jualian Assange.

Wikileaks tüm engellemelere rağmen hızından hiç bir şey yitirmeden belgeleri yayınlamaya devam ediyor. Politikacıların ve geleneksel gazetecilerin yaklaşımı:

“Yok edelim”, “Ödürelim”, “Tutuklayalım.” Özellikle de ABD cumhuriyetcilerinin tepkisi büyük.

Nitekim. Londra’da tutuklanan Julian Assange önemli açıklamalarda bulunuyor. Tutuklanma nedeni ise oldukça absürd. tecavüz sanığı olarak tutuklanıyor. İnanması güç ama yine de batı demokrasisinin iki yüzünü bir kez daha görüyoruz. Belgeler yayınlanmaya devam ederken ilginç polemikler de yaşanmıyor değil.

ABD Obama yönetimi yetkilileri raporları yazan devlet memurlarının görevlerini layıkıyla yerine getirdikleri açıklamasını yaparken raporlarda adı geçen yerel politikacılar ve Cumhuriyetçiler ateş püskürüyor..

Rusya’nın Nato Büyük Elçisi Dimitri O. Rozogin , Assange’ın tutuklanmasının Batıda söz ve düşünce özgürlüğü olmadığını ispatladığını, Assange ‘a Nobel Barış ödülü verilmesi gerektiğini gülümseyerek söylüyor.

Hiç de haksız sayılmaz doğrusu.

İstanbul’da kar yağışı hızlanırken Svenska Dagbladet Gazetesinde gözüme Mario Vargas Llosa’nın Nobel ödülü konuşması ilişiyor.

Okumanın ve kaliteli edebiyatın insanların yaşamını nasıl olumlu yönde değiştirebilecek bir güce sahip olduğunu vurgulayan nefis bir konuşma. Siyasi vurgusu tam kıvamında. fakir üçüncü dünya ülkelerinin ezilen halkları ve zenginler kulübü Batı. İspanyol, Fransız edebiyatının, İngiliz ve Amerikan edebiyatının önde gelen temsilcilerine tek tek vurgu yapıyor. Onlardan neler öğrendiğini anlatıyor.

Gençlik yıllarında Marksist olduğunu ama yıllar geçtikçe liberal bir demokrata dönüştüğünü söylüyor. Özgürlüklerden yana bir demokrat aydın. Milliyetçilikten ne kadar nefret ettiğini, bunun neredeyse bir hastalık olduğunu söylüyor.

Dünya vatandaşı Vargas’ın konuşması hakkındaTaraf’da Yasemin Congar’ın kısa bir yorumu ve Sabah gazetesinde yer verilen kısa bir paragrafın dışında medyanın “Kültür Sanat ” duayenlerinden “tıs” yok.

5 Ara 2010

Pazar


Şiddetli rüzgâr ve yağmurun ardından hava sıcaklığı İstanbulda on derece kadar düştü.

Yılın son günlerine doğru hızla yaklaşıyoruz. 2010 yılı da on dokuz gün sonra yeni bir yıla dönüşecek.

Hıristiyan kültürüne göre bu ikinci pazar ikinci advent, Yahudi kültürüne göre Hannukah’ın dördüncü günü.
Salı günü 7 Aralık da Hicri takvimi kullananlar için yılbaşı.

Hiç şüphesiz bu yılın en önemli olayı Wikileaks web sitesinin yarattığı girdap oldu.

Her ne kadar farklı düşünceler ortaya atıldıysada belki de modernitenin sonuna geldiğimizi gösteren çok kuvvetli bir işaret olarak da algılanmalıdır.

Bir kaç açıdan önemli olduğunu düşünüyorum bu girdabın.

Öncelikle dönemin (Modernite )kapanıp bir başka dönemin (Post Modernite) açıldığını vurgulaması açısından.
İkinci olarak geleneksel bazı mesleklerin artık farklı bir şekilde icra edilmek zorunda olduğunu vurgulaması açısından. Gazetecilik, diplomatlık ve politikacılık en fazla göze batan meslekler olması itibariyle hedefteler.
Ardından diğer meslekler öne çıkıyor. Bankacılık, reklamcılık, vb. gibi.
“Radikal demokrasi ” söylemiyle yola çıkan bu akım her şeyden önce çifte standardı ve sırlar üzerine kurulmuş olan sahte imparatorlukları hedefliyor gibi görünüyor. Sitede yayınlanan haberlerin filitreden geçirildiğini iddaa eden uzmanlar da var. Guardian,New York Times, Le Monde ,vb. gibi hatırı sayılır medya organlarının danışmanlık yaptığı sitenin güvenirliği sorgulanıyor. Bu sitenin yeni bir “Manipülasyon” taktiği olup olmadığını yakında öğreneceğiz. En azından global düzeyde cereyan eden bu girdabın kimleri yutacağını da göreceğiz.

Eğitimsiz ve donanımsız halk kitleleri, güçlü ve şiddet uygulayan devletlerin, bankaların ve çokuluslu şirketlerin elinde oyuncak olmuş durumda. Bu muazzam güce karşı koyacak hiç bir umut da görünmüyor. Milyonlarca insanı katledenler ellerini kollarını sallayarak barış güvercinleri uçuruyorlar.

Buyurgan devlet görevlileri, kendileri gibi düşünmeyen gerçeği arayan hizmet etmek zorunda oldukları kendilerini seçen ve güvenen halk kitlerine zulüm etme yoluna gidiyorlar.

Bizdeki durum ne?

Kamu oyu yaklaşık bir yıldır “Anti-Amerikancı” , "Anti İsrail" bir eksene doğru kayıyor. Bu bir yerde Obama yönetiminin işbaşına geldiği zamanlarda başlayan bir dönüşüm. Daha sonra dönüşümü hızlandıran olaylar zaten biliniyor.

Medya “Takvim -i Vakayi” usulüne doğru şekillendi. İktidarı eleştiren medya organları tasfiye edildi veya ekonomik baskıyla zararsız hale dönüştürüldü. İktidarı ve hükümet yetkililerini öven medya organları ve yazarlar ödüllendirildi. Öğretim görevlileri arasından hemen hemen her gece başka bir TV kanalında boy gösteren uzman profesörler ortaya çıktı. Tarafsız olduğu çok tartışmalı analizler, düşünceler ve araştırmalara imza atan profesörlerin ve bilgisinden çok düzgün fizikleriyle göz dolduran "hostes sunucular"ın şöhretleştiği bir döneme girdik. Her halde bunun bir “rating” ini tutan vardır.

Türkiye medyası elbirliğiyle (Bazı hükümet yetkililerinin desteğiyle) Wikileaks ‘de yayınlanan belgelerin İsrail ve ABD tarafından filitrelenmiş ve gizli bir planın parçası olarak kasıtlı ve düzmece raporlardan oluştuğunu ispat etmeye çalışıyor. Demeç veren hükümet yetkilileri savlarını ispatlamak için kanıtlar ileri sürmek yerine “şark kurnazlığı” yapmaya çalışıyorlar.

Bu arada demokratik gelenekler ve söz özgürlüğü adına kayda değer ihlal haberleri de eksik olmuyor..

Bülent Arınç: ABD’li diplomatların raporları aptalca” Yeni Şafak

"Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın rektörlerle buluşmasını protesto etmek için Ankara’dan gelen bir grup öğrenciye polis müdahale etti. ” Vatan

"Dolmabahçe: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın rektörlerle buluşmasını protesto etmek isteyen öğrenci gençlik sendikası üyesi bir grup Dolmabahçe’deki çalışma ofisine yürümek istedi.Polisin ikazlarına rağmen yürüyüşe geçen gruba polis biber gazıyla müdahale etti. Müdühale sonrası polis bazı öğrencleri gözaltına almlaya çalıştı. Bu sırada polisle öğrenciler arasında arbede çıktı. Polis zor kullanark yaklaşık 10 kişiyi gözaltına aldı.Medya Faresi"

Pazar günü hava sıcaklığı düşerken hafif hafif yağmur da yağmaya başladı: yine de serin kuzey rüzgarıyla kendime gelmek ve biraz nefes almak için yürüyüşe çıkıyorum.


İyi Pazarlar

1 Ara 2010

Wikileaks ile değişen dünya...



Yaklaşık bir haftadır dünya medyası kapasitesinin ciddi bir bölümünü wikileaks belgelerine ayırıyor.

Neden?
Çünkü yayınlanan belgelerin haber değeri var. Gazeteciliğin geleneksel anlamıyla bakıldığında her belgede yer alan cümleler yenilir yutulur gibi değil.

Dalga dalga büyüyen, çoğalan ve derinleşen bir medya canavarının doğumuna şahit oluyoruz.

ABD diplomatlarının görev yaptıkları coğrafyada belirli konularda merkezlerine gönderdikleri “kanaat” raporlarının saklandığı data bankası, bir askeri istihbarat (Homoseksüel olduğunun altı çiziliyor) görevlisi tarafından Wikileaks’adlı siteye sızdırılıyor.

Sitenin sahibi Julian Assange (Avustralyalı, bir hacker ve bir tecavüzcü olarak belirtiliyor) bu raporları birer birer yayınlamaya başlıyor.

CNN ‘in bildirdiğine göre ,WikiLeaks’in i sitesini Stockholm’de, Bahnhof ISP şirketinin servis sağlayıcısı yayınlıyor. WikiLeaks’ten yapılan açıklamaya göre, bütün dünyanın belgeleri indirdiği internet sayfası, saniyede 10 GB’yi geçen siber yoğunluğa ulaşıyor.


Medyanın geleneksel tarzına alışık olanların anlamakta zorlanacağı bir yoğunluk bu.

Gazete sayfaları olarak ifade edersek, saniyede yaklaşık 300,000 sayfa dolusu belge siber aleme akıyor demektir. Bu bilgi transferi beraberinde bir çok sorunu da getiriyor.

Geleneksel medyaya alışık olanların yetişemeyeceği,kavrayamayacağı, içselleştiremeyeceği kadar çok bilgi akıyor gözlerinin önünden. Bir yerde herkesin çok şaşırdığını da söyleyebiliriz.

Bir çağ değişimi yaşıyoruz. Tüm oyuncular değişiyor. Gazete,dergi,TV,radyo gibi geleneksel medyanın asla yapamayacağı çapta bir şeyler oluyor. Wikileaks çok farklı bir tarzı gündeme getiriyor.

Gerçek haber. Doğru ve yorumsuz belgeler…Sorumlu bir dünya vatandaşı olarak ne yaparsanız yapın.

Siyasilerin seçmenlerine duyurmak istedikleri şeyleri yazarak ve onların istediği gibi yorumlayarak bir hap haline getirmeyi gazetecilik zanneden medya çalışanlarının, karşısındaki farklı kültürden gelen diplomatın onun hakkında gerçekten ne düşündüğünü merak etmeyen siyasetcinin ve kokteyllerde, konserlerde gülücükler dağıtarak ve hipokrasiye dört elle sarılıp iki farklı dünyada yaşayan geleneksel diplomatların işsiz kalacağına kesin gözüyle bakılabilir artık.

İki yüzlü diplomatların,siyasilerin ve medyanın yalanlarını değil de gerçek düşüncelerini öğrenen insanlar bakalım çağın değişiminde nasıl bir rol oynayacak

28 Kas 2010

Hürriyet



Liselerde okutulan tarih, monarşinin kaldırıldığı ,‘cumhuriyet’ ilanının hangi nedenlerle yapıldığını da teyid eder, gerekçelendirir niteliktedir. Bir anlamda 1923 yılında kurulan yeni iktidarın demokrasi ve insan hakları doktrini olarak bir sonra gelecek kuşaklara aktarılmak üzere kurgulanmış ideolojisidir. Oysa istibdadın sisinde(Tevfik Fikret’in SİS şiiri okunmalıdır) kaybolan insanların 1923 yılından sonra nasıl şekilleneceğini de siyasi olarak anlatır.Cumhuriyet tarihi ‘Tek adam’a ve ‘İkinci Adam’a endeksli olarak genç beyinlere ekilir.

Meşrutiyet dönemi öncesinde hürriyet kelimesi bir anlam ifade ediyor muydu?

Osmanlı toplumunda “eşkiyalık” ve “isyan” bir anlamda “hürriyet” ve “adalet” isteyen halkın talep etme biçimlerinin bürokrasi tarafından ne şekilde algılandığıyla alakalıydı.

Tarihin akışı içinde adalet isteyen, hürriyet isteyen bazı kişilerin eşkiya olarak nitelendirilmeleri ve ağır şiddet uygulanarak direnşin kanlı bir biçimde yok edilmesi “ibret” olması amacıyla alışıldık bir olaydı.

Bazı tarihsel belgelere göre Osmanlı bürokrasisinde çok yüksek seviyelerde bulunan kişilerin, emirlerindeki memurları vasıtasıyla halka uyuladıkları baskıya itiraz edenler eşkiya olarak nitelendirilirdi.(1) Bu direnişin çok farklı nedenleri olduğu itibariyle hürriyet konusunun ana tema olduğunu söylemek mümkündür.

Altı yüz yıllık imparatorluk deneyimi ve 87 yıllık cumhuriyet ve demokrasi tecrübesinin insanların hürriyet kavramına nasıl yansıdığı da ayrı bir araştırma konusudur.

AB sürecinde hazırlanan dönem raporları ve bireysel özgürlüklerin farklı siyasi sistemlerde ölçümlerini yapan sivil toplum kuruluşları çok değişik istatistikler ortaya koymaktadır.

http://www.amnesty.org/en/region/turkey/report-2009

Modernitenin hür insan kurgusu ‘adamına göre’ hürriyet dağıtır. İktidara ‘Takvim-i Vakayi’ türü gazetecilik yaparsanız önce giyiminiz değişir, sonra yaşadığınız ortam. Hemen sınıf atlarsınız. Bu sınıf atlama merakı hiç tükenmez. Her an sınıf atlamak için her şeyi yapmaya hazır bir sürü yazar ve akademisyen bulabilirsiniz.

(1) (Efkan Uzun : Ankara Üniversitesi 2008, Doktora tezi;XVII. YÜZYIL ANADOLU İSYANLARININ ŞEHİRLERE YAYILMASI; SOSYAL VE EKONOMİK HAYATA ETKİSİ (1630–1655))

23 Kas 2010

"İda'nın Batısında"


“GERÇEKLİKLE DÜŞÜN BULANIK OLDUĞU BİR ROMAN”

| Erdoğan Taşkın

İnsanlar çeşitli nedenlerle doğup büyüdükleri, yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalabiliyorlar. Savaş, darbe dönemleri, insan hakları ihlalleri, salgın hastalıklar, doğal afetler, siyasi/ekonomik istikrarsızlık vb başta sayılabilir bu nedenler arasından.

Romanımızın kahramanı Ali Sarp, üniversite çağına kadar doğunun kültürel hamuruyla yoğrulmuş, ancak 1970′li yıllarda üniversitelerdeki ideolojik kamplaşmada taraf olmaya zorlanmasıyla devlet aygıtının -özel olarak da polisin- üniversite gençliğine yönelik fütursuz baskısı sonucu ülkesini terk etmek zorunda kalarak yeni bir yaşam deneyimi için batıyı seçmiş bir gençtir. Özellikle “Balyoz Harekâtı” olarak da bilinen 12 Mart Muhtırası sonrasında üniversite gençliğine ve aydınlara yönelen sindirme operasyonu, Türkiye’den batıya doğru siyasi bir göç hareketini de başlattı.

Aynı yıllarda Latin Amerika ülkelerinde peş peşe gerçekleşen askeri darbeler de güneyden batıya doğru bir göç hareketini başlatır.

İsveç’te üniversite öğrenimini sürdürmeye çalışan Ali, kendisi gibi ülkelerindeki siyasi/askeri baskı koşullarının mağduru bir arkadaş grubuyla Düş ile Gerçek Arasında bir yolculuğa çıkar böylece.

Yavuz Çekirge’nin ikinci romanı Düş ile Gerçek Arasında, adı üstünde bulanık bir çizgide ilerliyor. Ancak gerçekliğin ağır bastığı gündelik yaşamın çelişkileri romanın asıl eksenini çiziyor gibi görünse de, tarihsel arka planı ve mitolojik göndermeleriyle çoklu okumaların kapısını da aralıyor.

Bu okumalardan ilki, romanın girişiyle finaline damgasını vuran mistik/fantastik anlatıdır. Bir yanıyla Bilge Karasu’nun “Dehlizle Giden Adam” öyküsünü hatırlatırcasına, aynı şekilde karanlık bir mağarada ilerleyen bir adam, çıkış için bir yol/ışık aramaktadır. İda’nın doğusundan girdiği mağara batısına çıkaracaktır önünde sonunda yolcuyu, ama bu kolay bir yol değildir elbette. Pek çok zorluk da beklemektedir kendisini. Ancak pek çok zorluğun sonunda ulaştığını düşündüğü hedefi, daha da uzakta olabilir bir yolcunun. Nitekim bu romanda da Miklagard’ı; tanrıların, yarı tanrıların ve oraya girmeye izni olan sayılı ölümlülerin, dünyanın dört bir yanından gelerek İda’nın batısında olduğu söylenen Miklagard adlı bahçeyi bulduğunu sanan yolcu, batıya geçmekle hedefe sadece yaklaştığını anlar bir süre sonra. Çünkü bunun için belki de maddi dünyanın duraklarını arşınlaması gerekiyordur önce.

Maddi ve manevi zorluklar beklemektedir Ali’yi İsveç’te her şeyden önce. Okumak ve barınmak için çalışması, para kazanması gerekmektedir. Konyalı, orta gelirli ailesinin maddi imkânları kısıtlıdır sonuçta. İki buçuk yıldır Stokholm’de ikamet eden Ali’yi, romanın ikinci bölümünden itibaren kendisi gibi baskı koşullarının mağduru bir arkadaş grubuyla Stokholm Belediyesi’nin araç sayma işinde tanırız. Bir yandan üniversite eğitimine devam ederken bir yandan da geçimini sağlamaya çalışmaktadır. Konya gibi sıcak bir coğrafyadan geldiği Stokholm’ün soğuğuna alışması ayrı bir derttir bir yandan, öte yandan da gündelik ilişkilere adapte olması, ülke kültürü ve insanını tanıması kaynaşması ayrı bir dert.

Göç, ırkçılık, gelenekler, özgür aşk, kadınla erkek arasındaki ilişkinin sınırları
Öte yandan batıyı tanıyıp, gündelik yaşamına dahil oldukça kendi ülkesi kültürü ve tarihine dair çelişkileri de gün yüzüne çıkmaya başlar. Her ne kadar siyasete hep mesafeli dursa da Cumhuriyet ve öncesine dair resmi tarihin argümanlarıyla da bir hesaplaşma içine girer bir süre sonra. Belletilen, ezberletilen, hikmetinden sual olunamayan Cumhuriyet tarihinin sorgulanışı bu romanın önemli eksenlerinden biri aslında. Belki etkisi altında kalınan şeyden uzaklaşıldıkça, daha bütünlüklü kavrandıkça yapı, içinde barındırdığı eksiklikleri görmek daha mümkün hale gelebiliyor. Ancak romanda bir tanığın eşliğinde bu meseleleri deşmek, yaraya neşter atmak tercih edilmiş gibi duruyor. Nitekim Osmanlı’nın son yıllarında İsveç adına bir ticaret ataşesi olarak görev alan, saraydan bir prensesle tanışan, âşık olan ve yıkıma tanık olan Jan Ramberg’in Ali’ye aktardıkları da bunu destekler niteliktedir.
Bir tesadüf eseri tanıştığı Bay Ramberg, yaşlılığına rağmen dupduru bir hafızaya sahiptir ve tarih konusunda bir hazine gibidir. Özellikle, belki de ayrı bir roman konusu bile olabilecek nitelikteki Bay Ramberg’in anlatıları Osmanlı’nın son dönemine dair birçok bilinmeyeni açıklığa kavuştururken, Ali’nin de kafası giderek netleşmekte, içinden çıktığı gerçekliğe daha mesafeli bakabilmektedir artık.

Fakat yeni gerçeklikte onu en fazla yadırgatan, gerçekliğini kabul etmesi konusunda zorlandığı şeylerin başında kadın erkek ilişkileri gelmektedir. Yine bir tesadüf zincirinin halkası olarak tanıştığı Birgit, doğunun kültürel kalıplarıyla yetişmiş Ali’nin dünyasını altüst eder. Tanıştıkları gece birlikte oldukları evli bir kadındır Birgit her şeyden önce. Ama kocasına rağmen başka erkeklerle de cinsel ilişkiye girmek gibi bir özgürlüğe sahiptir ve kocası da bunu onaylıyordur. El ele tutuştukları andan itibaren birbirlerinin sayılan, erkeğin kadını tam tahakkümüne aldığı doğu toplumlarının aksine, her alanda kadın erkek eşitliğinin sağlandığı, korunduğu sosyal demokrat bir ülkedir İsveç her şeyden önce. Cinsellik cennetidir adeta. Fakat Ali Konya’daki lise yıllarında bir kıza bile dokunamamış, Ankara’daki üniversite deneyiminde de hiçbir kadınla duygusal ya da tensel bir yakınlık kuramamıştır. Çatışmalı bir beraberlik başlar böylece Birgit’le arasında. Normalde karısının başka erkeklerle cinsel ilişkisine müdahale etmeyen kocası ise, Ali söz konusu olduğunda tutumunu değiştirir. Çünkü ırkçı fikirlere sahip biridir Birgit’in kocası da.

Göç, ırkçılık, gelenekler, özgür aşk, kadınla erkek arasındaki ilişkinin sınırları; aşk, sevgi, kıskançlık ve sadakat konularının da sorunsallaştırıldığı Düş ile Gerçek Arasında, birey odaklı bir roman öte yandan. Bireyden toplumsala doğru yöneltilmiş sorgulayıcı bir bakış mevcut roman boyunca. Üniversite öğrencisi Ali’nin gözünden aktarılan olaylar dizgesi siyasi, tarihsel ve kültürel boyutlarıyla ele alınırken, yazarın doğuyla batı arasındaki farka yoğunlaştığını söylemek mümkün. Tabii kurgusal da olsa, bir yaşam hikâyesinin bir kesitinin de aynı satırlarda saklı olduğu bir gerçek.

Gerçeklikle düşün bulanık olduğu bir roman olduğunu söylemiştik en başta Düş ile Gerçek Arasında için. Bu gerçeklik, hem kurgusal boyutta hem de olguların sıralanışında ustaca bulanıklaştırılmış bizce yazarı Yavuz Çekirge tarafından. Hem yüzleştiren hem de uzaklaştıran, soğutan, araya mesafe koyan bir roman Düş ile Gerçek Arasında; bir madalyonun iki yüzü gibi.

Ya da doğuyla batı arasında bir madalyonun iki yüzü kadar keskin bir ayrım olabilir mi? İda’nın doğuyla batı tarafı kadar.
~~~

Düş ile Gerçek Arasında / Roman
Yavuz Çekirge
İmleç Kitap, 2010, 528 s.

20 Kas 2010

V.S. Naipaul


Medya Samurayları” mız, İngiliz yazar, Naipaul’un 25-27 Kasım arasındaki Avrupa Yazarlar Parlamentosu’nun açılış konuşması için İstanbul’a davet edilmesine, İslamiyet’i ve Müslümanları aşağıladığı gerekçesiyletepki gösteriyor.

2010 Avrupa Kültür Başkenti Edebiyat Yönetmeni Ahmet Kot,açılış konuşması için yazarın yönetim kurulu tarafından davet edildiği açıklamasını yapıyor.

Seçici kurullarda yer alanlarla yer almayanların siperlere girmesine neden olan bu polemiğin git gide daralan 2010 Avrupa Başkenti hoşgörü ve özgür düşünce platformunda alarm zillerinin çaldığını da kanıtlıyor mu?

Naipaul Müslümanları aşağılamış mıdır? Yoksa ‘ fanatizm ‘ i mi eleştirmiştir? Bunu anlamak için her şeyden önce yazarın yapıtlarını okumak gerekir. Bizim medya samuraylarımızın bir bölümü ‘ekmek parası’ gereği kelimelere odaklı oldukları için “İslam” kelimesini duyar duymaz “Vay, sen benim tuttuğum takımı nasıl aşağılarsın” mantığıyla kılıçlarını çekiyor gibi görünüyor.

Uygar dünyada entelektüel bakış açısının oluşma süreci içinde farklı kültürleri incelemenin yazarlık mesleğinin gereği olması itibariyle ideolojik anlamda tarafsız olmak ya da taraf tutmak da bir seçim olarak gündeme gelebilir.

Vidiadhar Surajprasad Naipaul Trinidad doğumlu İngilizce dilinde denemeler, kısa Hikâyeler ve romanlar yazan Nobel ödüllü bir yazar:
1932 doğumlu yazar Oxford Üniversitesinde burslu olarak okuyor. İngiliz vatandaşı. BBC ‘de gazeteci olarak çalıştığı dönemde de Hindistan ve Orta Doğu ülkelerine yaptığı ziyaretler sonrasında kitaplar yazıyor.

Orta Doğu ülkelerine yaptığı ziyaretler sonrasında bölgeye ilişkin yazılarını topladığı 1981 yılında yazdığı “Among The Believers” adlı kitabı, özellikle İran,Pakistan, Malezya ve Endonezyadaki İslami uygulamalara atıfta bulunuyor. “Devrim Muhafızları”,”Müslüman Kardeşler”, “Hamas” gibi İslami siyasal örgütler tarafından lanetleniyor. 1988 yılında yayınlanan “Beyond Belief” İslami fanatizmin uygulamalarına getirdiği eleştrinin devamı olarak görülmektedir.

Her şeye karşın bir yazarın söz ve düşünce özgürlüğünün kısıtlanmasına yönelik bu tür baskıların bir Bumerang etkisiyle medya samuraylarını da vurabileceği ihtimali vardır.

18 Kas 2010

Kurban

’Eid al-Adha’[1]

İslâmda Kurban Geleneği

Arapça okunuşu “Īd ul-’Aḍḥā “olan İslâmi özel günler ya da Türkiyedeki adıyla Kurban Bayramı , her yıl Hicri takvimin on ikincisi olan Zilhicce ayının onuncu gününe ve Mekke’ye yapılan Hac ziyaretinin son gününe rastlar.

Bir anlamda “Hac Ziyareti “ ve “Id ul-Adha” birbirini izleyen ritüeller olarak bilinir, birbiriyle bağlantılıdır.Kimi İslam kelamcıların kanaatlerine [2] göre kurban kesme ritüeli yalnızca hac ziyaretinin bir parçası olarak ele alınır, hac ziyareti yapmayanların Hac mekanı dışında kurban kesme ritüeli ise kültürel bir özellik gösterir.

Bazı ülkelerde bu dönem iki üç ya da Türkiye’de olduğu gibi dört gün süren resmi tatil olarak ilan edilir.Bu döneme, bazı ülkelerde “Eid el Kibir “ adı da verilir (Suriye ,Mısır,Fas,Yemen,vb.).

Kurban terimi ve kapsamı

Latince karşılığı olarak bakıldığında bir şeyi kutsallaştırmak anlamını taşıyan’sacer’ ve ‘facere’ kelimelerinin birleşmesinden meydana gelen ‘sacrifacere’ kelimesiyle gelenekselleştirilmiştir.

Pagan dinlerinin de resmi din olarak kabul edildiği Roma İmparatorluğu dönemlerinde kurban geleneği bir çok değişik geleneğin bir araya geldiği “Adak verme” törenleriyle Roma vilayetlerinde sosyalleştirilmiştir. Genel olarak “Değerli bir şeyi kutsal olana sunma” olarak tanımlayacağımız kurban kavramının tarihsel gelişimi içinde kanlı ve kansız olarak iki türde geliştiğini de söylemek mümkündür. Sunmak anlamında kullanılan “offere” kavramının da kurban terimiyle alakası vardır. Tanrıya verilen ya da sunulan şeyler, kanlı ve kansız olarak ikiye ayrılır. Yahudi geleneğinde tüm kansız sunular İbranice “korban” , kanlı olanlar ise “zebah” terimiyle ifade edilmiştir.

“İbranicedeki “korban” sözcüğünün Arapçaya Aramice vasıtasıyla geçtiği kaynaklarda yer almaktadır.Arapçada kurban “krb” kökünden mastar olup “yakınlık”ve “akrabalık” anlamları taşımaktadır.Kur’an’da kurban karşılığı olarak boğazlayarak kesme olan “zebeha” fiili, “neseke” kökünden “nüsuk, mensek” ve deve kurbanı için“nahr”, Allah’a yaklaşmak veya ihram yasağını çiğnemekten dolayı Harem-i Şerif’e kendisi yahut parası gönderilen kurban anlamlarına gelen“hedy”kelimeleri ve Kurban Bayramı’nda Allah’a yaklaşmak amacıyla kesilen belli cins ve evsaftaki hayvanlar için Arapçada “uhdiye”, “dahiye” ve ”ıhdiye”kelimeleri kullanılmaktadır.”[3]

Bugünkü Türkçede kurban kelimesi, tanrı için adanan ve kesilen hayvan anlamında kullanılmaktadır.Kurban geleneğinin ortadoğuda günahlardan arınmanın en etkili yolu olarak kabul edildiğine dair kuvvetli kültürel kanıtlar vardır. Eski Mısır’da kansız kurban olarak en çok tuzsuz ekmek sunulurdu. Halk arasında herhangi bir sorundan kurtulmak için kurban adayanlar hiç de az değildir. Bu özünde tanrılara adak sunma ritüelinin felsefi altyapısını oluşturmaktadır.[4]Yahudi geleneğinde erkek çocukların kurban olarak sunulduğuna dair Tevrat’da kanıtlar da vardır :

“…Oğullarının ilk doğanını,bana vereceksin. Öküzlerin ve davarların için de bunu yapacaksın; yedi gün anası ile kalacak sekizinci gün bana vereceksin.”[5]

İslam dininde dini bayramların 1400 yılda farklı coğrafyalarda farklı yönlerde oluşan gelenekleri günümüze kadar farklılaşarak ulaşmıştır. ‘Eid al Adha’ geleneği Yahudilik geleneklerine Hz. İbrahim ‘ e kadar uzanmaktadır.Emredici ve öfkeli bir tanrı olan ‘Yahveh’ kurban konusunda tavizsizdir:

Bütün ilk doğanlar benimdir. İnekten, koyundan, bütün hayvanlarının ilk erkek doğanı benimdir. Eşeğin ilk doğanı için bir kuzu fidye vereceksin ve eğer veremeyeceksen o zaman onun boynunu kıracaksın.[6]

İslam geleneklerine göre oğlu “İsmail” i Yahudi Hıristiyan geleneğine göre de oğlu” İzak” ı tanrıya kurban etmesi ritüelini sembolize eder.[7] Müslüman ve Yahudi alimleri bu konuda mutabık değildir. Hangi oğulun kurban olarak seçildiği konusunda bir mutabakat yoktur.

Öte yandan Hıristiyan geleneğinde kurban kavramı İsa’nın kendini insanlık adına kurban etmesi inancıyla bağlantılıdır. Kanlı kurban Hiristiya dininde pek sık rastlanan bir olay değildir:

“ Evharistiya ayini Hz. İsa’nın son akşam yemeğinin hatırasıdır.İncil’e göre son akşam yemeğinde Hz. İsa:“Onlar yemek yerlerken ekmek aldı, şükredip kopardı ve onlara vererek dedi: Alın bu benim bedenimdir. Bir kâse şarap aldı şükrederek onlara verdi; hepsi ondan içti. Onlara bu benim kanımdır[8]

Bir tür ruhani kurban kavramına benzemektedir. Bu kavramın her dinde karşılığı vardır. Kutsal şahısların kendilerini bir kurban olarak kutsala adamaları bir tür kurban ritüeli olarak kabul edilir.

Eski çağlarda savaşta kazanılan zaferin karşılığı olarak tanrılara kurban sunmak amacıyla savaş tutsaklarının kılıçtan geçirilmesi yaygındı. Vedalar dönemindeki Hindistan’da insan kurban etme geleneğini sürdüren Tanrıça Kali’nin müritleri, her Cuma akşamı bir erkek çocuk kurban ederlerdi.Bu geleneğin giderek Sümer Akad geleneği olarak Mezapotamya, Babil ve Mısır ‘a taşındığı da bilinmektedir.Kentlerin mabet sur ve duvar kalıntılarının altında çocuk iskeletlerinin bulunması değişik yorumlara yol açmıştır.Hz. İbrahim ‘in ziyaret ettiği dönemde Harran ve Kenan yörelerinde tapınaklarda çocuk kurban etme geleneğinin varolduğu ve yaygın olduğu bilinmektedir. Hz. İbrahim ‘in pagan Babil tanrılarına karşı çıkarak insan yerine kutsal sayılan hayvanları kurban etme geleneğini başlattığı da kayda değer bir tarihi olaydır.

(Devam Edecek)

[1] Bu makalede özellikle başvurulan kaynaklar :

· Özer Çetin,Kurban ile ilgili İnançve Tutumlar,Doktora tezi,Uludağ Üniversitesi Din Bilimleri Fakültesi,Bursa 2008

· İsmail Narin,Kur’an ve Sünnet Açısından Kurban İbadedi,Doktora tezi,İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,2009

[2] Kanaat zihnin bir konuda kesin olarak var veya yok diyemediği fakat varlığına daha fazla ihtimal verdiği

bir durumdur. Kanaat, tahkik edildiğinde bilgi olur. Kişi tahkik edemediği halde benimser ve diğer kanaatlerin geçersizliğini kabul ederse inanç haline dönüşür. D.Krech, S. Crutchfield, Sosyal Psikoloji, çev. Erol Güngör, İ.Ü.E.F.Yay. , İstanbul, 1970,s.175.

[3] Bilmen, Ömer Nasuhi, Kurban Mahiyeti, Vücûbu, Hikmet-i Teşrîiyyesi,2.bs., Ankara, 1956, s.13

[4] Örs, Hayrullah, Musa ve Yahudilik, Remzi Kitabevi, İst., 1966, s.143

[5] Çıkış, 22/29–30.v

[6] Çıkış,13/13;34/19–20.

[7]Canlılara yaşam veren kandır ve ben onu sunak üzerinde canlarınıza kefaret olması için size verdim; çünkü kan hayat karşılığı günah bağışlatır.” Levliler

[8] Markos,14/22–24.

8 Kas 2010

Bios ve Zoe


Bu yazıda yaşadığımız coğrafyada giderek artan ve tahammüllerin sınırlarını zorlayan davranış bozukluklarının kaynakları üzerinde bazı tespitler yapmak üzere yola çıkıyorum. Öncelikle kuramsal açıdan kamusal alanın tarifini yapmak, kamusal alanın sınırları üzerinde düşünmek, giderek kamusal alandaki davranış bozukluklarını ve nedenlerini tanımlamayı amaçlıyorum.

Kamusal Alan tarifi[1]

Dr. N. Kalaycı’nın doktora tezinde ele aldığı Helen geleneğine göre öncelikle Aristoteles’in tarifi üzerinden başlayalım:

  • · Ortak alan “polis”,
  • · Özel (Ev) alan “oikos”,”idia”
  • · Kamusal Alan “agora”,”koine”
  • · Kutsal topraklar “hieros”
  • · Kamusal Topraklar ‘demosios’
  • · Özel Topraklar ‘idios’
  • · Leksis
  • · Praksis
  • · Yaşam “Zen,zoe”
  • · İyi yaşam “bios”

Bireyin hangi alanda nasıl davranacağı yasalarla belirlenmiş durumdadır. Bu yasaların neler olduğu konusunda farklı düşüncelerin olduğunu belirtmek gereklidir. Özgür alan olarak tanımlanan ev alanında bireyin ailenin diğer üyeleriyle olan ilişkisi de yasalarla düzenlenmiştir. Bu anlamda çağdaş toplumlarda bireyin ‘ kamusal alan’ı ve oradaki davranışları yasalarla düzenlenmiştir. Birey özgür olduğunu sandığı alanın yasalarla kısıtlandığının bilincine vardığında tepki gösterir. Bireyin varoluşunun kısıtlanması siyasetin amacının da değiştiğini göstermektedir. Dr. Kalaycı’ya göre çağımızda siyasetin amacı bios (İyi yaşam ) olması gerekirken zoe ye (yaşamak) indirgenmiştir. Bu da ‘leksis’ ve ‘praksis’ ile icra edilen siyasetin sığlaşmasına ve boyutsuzlaşmasına neden olmuştur. Siyasi alanda yalnızca ‘praksis’ boyutunun yeterli olmadığını Jürgen Habermas, K.Marks’ın proleterya devrimi tezine dayanarak ileri sürer. Emekçinin yalnızca üreterek değil, bu üretim faaliyetinin etrafında oluşan iletişim ve etkiletişimle de siyaset yapabileceğine değinir.

Burjuva Kamusal alanı tanımı.

Kamusal alanda iletişim belirli bir denge kurar. Habermas’a yönetilen eleştirilerin başında burjuva kamusal alanını idealleştirdiği tezi gelir. Oysa Habermas, kamusal alandaki iletişim tekelinin kapitalistlerin kontrolünde olduğunu ima etmektedir.[2]

“Habermas'ın yaklaşımının önemi, öncelikle demokratik siyasetin kurumları ve pratikleriyle kitle iletişim araçlarının kurum ve pratikleri arasındaki sıkı bağ üzerinde odaklaşmış olmasında yatmaktadır. Oysa kitle iletişim araştırmalarının büyük bir kısmı çoğunlukla medya-merkezli çalışmalardır. Ayrıca son yıllarda medya alanında genellikle özgür diye nitelenen basın ile devlet-düzenlemesine dayalı yayıncılığı; siyaset alanında ise, hükümet biçimleri ya da temsili parlamenter modellerle siyasal partileri konu edinen, dolayısıyla medyanın ve demokrasinin halihazırdaki yapılarını veri olarak alan, araştırma ve tartışmalar görülmüştür.”[3]

Tartışmanın konumuz açısından ilginç yanı kamusal alanda davranış bozukluğu yaratmasından kaynaklanmaktadır. Tarafsız olması “apriori “ öngörülen medyanın sermayenin menfaatlerine uygun olarak karmaşık bir network biçiminde kurgulanması kamusal alanda bir “bozulma” olarak nitelendirilebilir. Özgür ve tarafsız bir ortam olmadan sözün ve eylemin dengesinin gerektiği gibi kurulamayacağı ve kamusal alanda üretim organizasyonu etrafındaki iletişimin ve buna bağlı olanetkileşimin siyasi aktörlerin lehine ya da aleyhine kullanılabileceği tezi aradığımız “bozulma” tanımına yaklaşmamızı sağlamaktadır.

Özgün olmayan ‘praksis’, K. Marks’ın toplumu dönüştürücü devrimci eylem olarak gördüğü ‘praksis’ tezinin eleştirilmesine de yol açmaktadır. Logos’un inkar edilerek yalnızca özgün olmayan ve güdümlü bir praksis hareketine indirgenen insan eylemi,insanın toplumsal bilinci ve aklı arasında farklı olarak kurulan önermelere dayandırılır.

Habermas’ın geliştirdiği normatif kamusal alan tezi, bir çok bakımdan biz kamusal alandaki bozulmayı işaret etmektedir. Siyaset alanında devletin eylemlerinin medya kanalıyla eleştirilmesi ne ölçüde sonuç getirebilecektir? Devletin eylemlerini kontrol eden güçlerin etkilenmesi ve siyasetin olmazsa olmazı olan “kanaat mühendisliği” kamusal alanda medya aracılığıyla yapılabilmektedir. Siyasi aktörlerin medya aracılığıyla devleti eleştirmesi ya da övmesi üretimle uğraşan halkı ve halkın kanaatini ne denli değiştirebilecektir. İşte bu noktada medyanın “uzmanlar korosu” ya da “ kanaat önderleri” senaryoları devreye girmektedir. Özgün ve tarafsız olması beklenen “logos” ne yazık ki medyayı kontrol eden siyasi aktörlerin çizgisine indirgenerek tek boyutlu siyaset komedisi ortaya çıkmaktadır.

Aradığımız tanım da işte tam burada karşımıza çıkmaktadır. Kamusal alanda kanaat önderleri rolünü üstlenen “samuray” lar ortaya çıkarak bozulmayı bir üst boyuta taşımaktadırlar. Toplumu dönüştürücü eylem hareketi başlamış, toplum “kanaat samuray”lerinin etkisinde bozulmaya başlamıştır.

[1] KALAYCI, Nazile. “Kamusal Alan” Kavramı Üzerine Bir İnceleme: Aristoteles-Marx-

Habermas, Doktora Tezi, Ankara, 2007.

[2] Medya ve Kamusal Alan : Nicholas Garnham :Çeviren: S. Alankuş ve H. Tuncel,

[3] Aynı makaleden alıntı:

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...