31 Ara 2011

2012


Eski yılın son günü. Gregoryen takviminin son günü, yarın yeni yılın ilk günü.

Medyada bugün sona erecek olan yılın değerlendirmeleri ağırlıklı. Yine esas konular “minör” tonlardan “piano” temposunda sunuluyor.

Bana göre bu yılın en önemi olayı, “Kurbağa Haşlama” yöntemiyle dönüştürülen medya ve STK’larının içler acısı hali.
“Haşlanan kurbağa sendromu” metaforu  şöyle tarif ediliyor. Eğer bir kurbağa haşlanmak üzere kaynar suya atılırsa, kurbağa sıçrayarak kaçar; eğer soğuk su dolu bir kazana atılır ve su ağır ateşte ısıtılırsa kurbağa haşlandığını anladığında vakit artık çok geç olmuştur; sıçrayıp kaçacak enerjisi kalmaz. Bu metafor bir çok yerde kullanıldı.

“Sorites Paradoksu” olarak da bilinen bu kavram, altmışlı yıllarda soğuk savaş yıllarında çok kullanıldı. The Story of B adlı romanıyla Dainel Quinn bu metaforu edebiyat  ve felsefe dünyasına taşıyan kişi olarak biliniyor.

Tabandan gelen dalga yerine tepeden gelen baskıyla kurulan düzenlerin yıllar içerisinde yarattığı vatandaş tipi, kendisini yaratan ideolojinin bağımlısı oluyor. Sosyal medya ile genel medya arasındaki “haber” hızının açısı giderek büyüyor. Bir yanda “Ak” diğer yerde ” Kara” olarak görünüyor. Baskının ulaşamadığı yerlerde de “oto kontrol” gücü yüksek çıkarcı bir topluluk gereğini yapıyor.

Zamanın acımasız ışığı gerçekleri aydınlatıyor. Takvim-i Vakayi ile başlayan devlet medyasının dönüştüğü karmaşık yapı, devletle iş yapan sermayedarların kontrolündeki medyaya evrilmiş durumda. Bu başkalaşmış medya ve bürokrasi  meşruiyet peşinde tuhaf işler yapıyorlar.

Geriye ne kalıyor?

Gerçeklerin komplo teorisine dönüştürüldüğü bir karmaşa… Neyin gerçek neyin yalan olduğunun belli olmadığı bir tuhaf dünya kuruluyor.

O dünyadan bakıldığında ne görünüyor?

Dış Haberlerde : Arap Baharı(Tunus, Mısır, Libya, Yemen, Suriye), Irak ve Afganistan, AB de ekonomik kriz.
İç haberlerde: Haziran 211 Genel Seçimler önce ve sonrası,Van Depremi, Ergenekon, Şike Davası,BDP ve yemin krizi, PKK, Tutuklanan gazeteci, akademisyen ve siyasetçiler, süregiden siyasi davalar…
Bu olayların çoğunun detayı unutuldu bile.

Yılın son günlerine neresinden bakılsa “tuhaf”lık kokan üzücü bir olay damgasını vurdu.

Doğu sınır bölgelerinde yaşayan Kürtlerin devlet tarafından önlenemeyen ama “göz yumulduğu” söylenen kaçakçılıkla geçinen ailelerinden birinin   çoğu çocuk 35  ferdinin TSK’ne ait bir F-16 füzesiyle öldürülmesi. Bu olayın etrafında dönen siyasi polemiklerin ve medya manevralarının nedenini  anlamak kolay değil.
Tehlikeli ilişkiler ve polemikler havada uçuşuyor.

İşte haşlanan kurbağa sendromu burada ortaya çıkıyor.

Artık haşlanan kurbağanın kimler olduğunu da siz düşünün…

2012 ‘nin daha iyi olması dileğiyle…

21 Ara 2011

Solstice (1)


“Solstice” 22 Aralık 2011 Saat 05:30 , Güneşin Durduğu An.

Dünyanın kendi ve güneşin etrafındaki dönüşünün oluşturduğu kozmik olayların, Kuzey ve Güney kutupları arasında oluşan 23.27 derecelik eğimle zaman ekseninde değişimlere yol açtığını, mevsimlerin ve gece gündüz arasındaki farkların da oluşmasına neden olduğunu kadim uygarlıklar keşfetmişti.
Sümer ve Babil kültü, bu konuda en ileri düzeyde bilgilere sahipti. Güneşin, ayın ve yıldızların hareketlerine göre kurgulanan ritüellerin hemen hemen dünyanın her yöresinde rastlandığını da biliyoruz. Bu yıl Kuzey Yarımkürenin  22 Aralık 2011, saat 05:30 itibariyle  güneşe en uzak konuma geleceği bildiriliyor.
Güneş Kuzey yarımküreden Güney yarımküreye geçerken Oğlak dönencesinde bir süre sabit kalır gibi olur.[2] Eski dilde bu olaya “Tahavvülü Şemsi[3] ya da “Kış Solstisi” adı verilmekteydi. Tarıma dayalı toplum yaşamının  olmazsa olmazı olan güneşin hareketleri hayati değer taşımaktaydı. Hasatını yapıp bitiren, tarlalarını ve hayvanlarını bir sonraki mevsime hazırlayan Kuzey yarımküre insanlarının kış ayının başlangıcı olan bu günlerde “Erbain”[4] adı verdikleri de bilinmektedir. Kışa hazırlanan insanlar, geçmiş sezonun yorgunluğunu atmak, yeni bir döneme başlamadan önce biraz olsun eğlenmek için bir hafta süreyle tatil yaptıkları bir dönemdi bu.
Bu yılın ayrı bir önemi olduğunu da savunanların sayısı az değil: Gnostik düşüncenin yayıldığı yıllarda Batı mitolojisi ve Kabala, Tasavvuf gizemlerinin ötesine geçmek isteyen bazı düşünürler, Hindu Sina ve tantra öğretilerini birleştirerek ayrı bir kült oluşturdular.
“Saturn-gnosis” Gregor A. Gregorius tarafından fark edilip geliştirilen ökült, esrarlı ve mistik kozmolojik konsepttir. Bu karmaşık sistemde, henüz başlangıcında bulunduğumuz Kova Çağı açıklanır. (Peter Joseph’in Zeitgesitbelgeselinde anlattığı İsa’nın temsil ettiği Balık Çağı‘nın ardından gelecek olan yeni çağ. Maya takviminin 2012 yılına kadar sürüp bu tarihte sıfırlanması, bazılarınca yeni kova çağının başlangıcı olarak yorumlanmıştır.)”[5]

 “Saturnalia”











Roma İmparatorluğu beş büyük dinin resmen tanındığı ve inananlarının hoşgörüyle karşılandığı bir dünya imparatorluğuydu. İki bin yıldan daha uzun süren bu imparatorluğun kutladığı özel günlerden biri de Saturnalia bayramı idi.
Güneş kültüyle alakalı olan özel bayramlardan biri.  Aralığın onyedisinde başlayan kutlamalar bir hafta sürerdi. Roma dininde Satürn ziraat tanrısı olarak bilibiyordu.[6] Helen kültünde ise Zeus’un  babası olarak bilinen Satürn’ü (Kronos)  onurlandırmak için düzenlenen festivalde ,hoşgörü ve çılgınca eğlence esas alınırdı. Kuralların hiçe sayıldığı, sonsuz özgürlüğün hüküm sürdüğü yedi tam gün ve gece .
Her gece sokaklarda, tavernalarda evlerde maske takmış kadınlı erkekli çocuklu  özgürlüğün tadını çıkaran Romalılar, Pompei resimlerinde de görülen çılgınlıkları yapmaktan çekinmezlermiş. Maske takmakla farklı bir kişiliğe bürünmek, bir başkasını oynamak önemsenir, bu bayramın bir özelliği olarak kabul edilirmiş.  Köleler sahiplerinin, işçiler ustalarının, mahkumlar polislerin, hayat kadınları hanımefendilerin yedi gün de olsa   yerine geçerler onlar gibi davranmaya çalışırlarmış.
Aslında bu biraz da festivalin gereği olan yapma bir değişim olarak kabuledilirmiş. Hediye olarak meyvalar ve içkiler revaçtaymış. Geceleri meydanlarda yakılan ateşlerin etrafında edilen danslar, yenen yemekler, içilen içkiler  hep maskeler arkasına saklanan insanların yılda yedi gün de olsa özgürlüğü tattıkları günlermiş.


[1] Saturnalia festivali
[2] Satürn, sistemin 6. gezegenidir ve Jupiter'den sonra, 119,000 km. ekvatoryal çevresiyle en büyük 2. gezegendir.Roma mitolojisinde Satürn tarım tanrısıdır, Satürn'ün Yunan mitolojisindeki karşılığı Cronus, Uranüs ve Gaia'nın oğlu ve Zeus'un babasıdır.Satürn Tarih öncesi çağlardan beri bilinmektedir. Teleskopla ilk kez 1610'da Galileo gözlemiştir.
[3] Tahavvül:Osm. Bir durumdan başka bir duruma geçme, değişme, değişkenlik, dönüşme, dönüşüm.
[4] Kırk günlerin başlangıcı
[6] Hint tanrısı satürn (Sati) kötü bir tanrı olarak bilinmektedir. Her türlü kötülüğün kaynağı olarak bilinen uğursuz bir tanrı Helen ve Roma kültlerinde farklı anlamlar taşımaktaydı.

20 Ara 2011

İran Dosyası (2)

Velayet-i Fakih” İdeolojisi (Devam)


Geçtiğimiz yıl Ahmedinecat ‘ın Colombia Üniversitesinde içine düştüğü  durum  iki dünya arasındaki algılama farkını ortaya koyması açısından çok ilginç:
Ahmedinecad konuşmasını yapmak üzere üniversiteye geldiğinde Columbia Üniversitesi Rektörü Lee Bollinger  Ahmedinecad ‘ı şöyle takdim ettiği bildiriliyor:
Sizi buraya fikir ve konuşma özgürlüğüne inanan bir üniversite olduğumuz için çağırdık.Sayın Başkan, adi ve zalim bir diktatörün bütün özelliklerini sergiliyorsunuz. Yahudi soykırımını inkâr etmekle ancak karacahilleri aldatabilirsiniz .Artık sizin dünyadaki terörizmi desteklediğiniz de kanıtlanmış durumda .Dünya barışını tehdit ettiğinizi de biliyoruz . Sanırım bütün bunlara cevap verecek entellektüel ahlaka sahipsinizdir .”

 Dinleyicilerden yükselen alkış , farklı bir platforma düştüğünü çok geç anlayan Ahmedinecat’ın gülümsemesini donduruyor. İşte  günümüzün bir başka gerçeği daha ortaya çıkıyor. Binlerce yıllık kültürel tarihi olan pers imparatorluklarının  devamı olan İran ‘ın cumhurbaşkanı, farklı bir topluluğa aynı cümlelerle seslenmesinin yarattığı etkiyi değerlendiremiyor. Tahran ‘da devlet gazetelerine ve televizyonuna hangi cümleleri söylüyorsa, Colombia Üniversitesi öğretim görevlilerine de aynı cümlelerle yaklaşıyor.
Ahmedinecad’ın anlayamadığı fark, aslında Hıristiyan dininin her coğrafyada devletle kurduğu ilişki ile İslam dininin özellikle de Şia okulunun devlet yapısı ile olan münasebeti arasındaki uygulamaların son bin yılda izlediği seyirle alakalıdır.  Bir kabile dini olarak doğan İslam ile Roma İmparatorluğu gibi dönemin en ileri siyasi sistemi  içine doğan Hıristiyanlık  siyasi olarak çok farklı gelişme göstermiştir. Bu son bin yılda teknolojinin ilerlemesi ile daha da belirgin hale gelmiştir.
İslamiyette zaman içerisinde özellikle de Emeviler döneminde devlet dini denetimi altına almıştır. Devlet dini ulemalar vasıtasıyla kontrol etmeyi tercih ederlerken, Hıristiyanlıkta ruhban sınıfının devleti doğrudan kontrol etme gibi bir istekleri olmamıştır. Başından beri Hıristiyan dini devlet otoritesine karışmamayı ama dolaylı yoldan etkilemeyi tercih etmiştir. Öte yandan islamiyette devlet dini doğrudan kendi kontrolü altına alabilmek için siyasi mekanizmalar oluşturmuştur. İki din arasında temel ayrılıklar arasında bu da söylenebilir.
Bu mekanizmalara değinmeden önce dış politikanın temel unsurlarını incelemekte yarar bulunmaktadır. İslamın dış politika anlayışının kapsamlı bir analizini doktora tezinde yapan Atay Akdevelioğlu [1] bazı  ilginç sonuçlara varmaktadır. Bir İslam devletinin dış politikasına muhatap olabilecek dört grup belirlemektedir: Bu dört grupla kurulacak ilişki, savaş ve barış esasına göre ikiye ayrılmaktadır. Grupları aşağıdaki şekilde sınıflandırmaktadır:
Harbiler (Ehl-i harb, dar-ül harbe mensup kişiler),
  • Ahdiler (Ahl-i ahd, dar-ül ahde mensup olanlar ile zımmi veya müstemin statüsünde dar-ül İslam’da bulunan gayrimüslimler),
  • Asiler (Ehl-i bağy, dar-ül İslam’ın bir kısmını fiilen yöneten Müslümanlar),
  • Mürtedler (İslam inancını terk edenler).
Günümüz İran yöneticilerinin medyaya yansıyan “Cihad”çağrılarının Batı medyasında abartılarak sunulduğu düşünüldüğünde; iki ayrı pencereden bakan iki farklı dünya görüşünün ortaya çıktığını görüyoruz. Batı medyasının “Doğu” yu “Oryantalist” pencereden bakarak yansıttığı düşünüldüğünde bu ayırımın aslında Hıristiyan ve İslam dünyaları arasındaki temel ayırımlardan kaynaklandığını söylemek de mümkündür. İran’ın bakış açısına göre “Harbiler” sınıflamasına giren ülkelerle sürekli bir savaş durumu söz konusudur. Bu temel felsefenin yedinci yüzyıldan bu yana değiştiğini söylemek mümkün değildir. Harbileri yok etmek için en güçlü silahı elde edene kadar “Takiyye” yolunu izleyen bir rejimin nelere muktedir olduğunu tahmin etmek o kadar da zor değil. Aslında bu sadece harbilerin sorunu da değildir. Ahdiler ve, Asiler ve mürtedlerin de “tedip” edileceği unutulmamalıdır. İran’ın gerçek dış politika stratejisi eğer buysa, bu eğer Batı medyasının uydurduğu bir komplo teorisi değilse ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya olunduğu söylenebilir.

(1) İSLAM’DA DIŞ POLİTİKA ANLAYIŞI VE İRAN ÖRNEĞİ, Atay Akdevelioğlu, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, 2008
(Devam Edecek)

16 Ara 2011

İran Dosyası (1)



İran ve “Velayet-i Fakih” İdeolojisi[1]

İran’n nükleer programı yeniden dünya medyasının gündeminde. Raporda eleştirilen yönler var. Programın yeterince tatmin edici olmadığına vurgu yapılıyor.[2] Programın Batılı ülkeleri ve İsrail’i ciddi anlamda tedirgin ettiği söylenebilir. Bu tedirginliğin nedeni de oldukça sık aralıklarla İranlı yetkililerin tehditler savurmasından kaynaklanıyor. Elinde atom silahları olan İran’ın tehditlerin ölçüsünü nerelere vardıracağı konusunda endişeler var.  1979 yılında kurulan İslam Cumhuriyeti yıllardır din, devlet ve uluslararası kurumlarla  arasındaki hassas dengeyi sağlamaya çalışıyor ama, bunda pek de başarılı olduğu söylenemez.

İç politikada puan toplayan ama, sürekli dışgüçleri ve işbirlikçilerini suçlayan, ötekini şeytanlıkla ve din dışı olmakla itham eden klasik bin yıllık siyasi söylemini sürdürüyor. Atom Enerjisi Komisyonu’na “ takiyye “ yaparak beyan edilen 9 ayrı bölgede kurulan 15 atom santralının aysbergin görünen yüzü olduğu söylentisi de oldukça yaygın. Giderek kısa süre içerisinde atom silahları yapabilecek kapasiteye ulaşacağı zaman yaklaşıyor. Bir yanda diplomasi sürerken öte yanda hızlı bir ilerleme söz konusu. İran siyaset güç piramidinin  temelini teşkil eden, İmam Humeyni tarafından kurumsallaştırılan “Velayet-i Fakih” kurumu ve   “Saklanan İmam Mehdi” inancı sadece İran’ın siyasi coğrafyasıyla sınırlı değil. Tüm dünyadaki Müslümanları ve oturdukları coğrafyayı kapsayan bir inanç olması nedeniyle atom enerjisini kontrol edebilecek duruma gelecek olan İran’ın Güneyde Lübnan, Suriye, Irak, Doğuda  Afganistan ve Pakistan bölgelerinde de etkili politikalar geliştirebileceği üzerinde duruluyor. Abd’nin ya da İsrail’in zamanı geldiğinde İran’ın nükleer kapasitesini nötralize edecek bir formül geliştireceğine kesin gözle bakılabilir. İranlıları “tedip” etme yönteminin  silahlı güç mü, yoksa kadife eldiven içinde çelik diplomasi mi olduğunu tahmin etmek güç değil.  
İslamda din ve devlet ilişkisinin binlerce yıllık bir geçmişi olması ve  mezhepler arası farklılık göstermesi itibariyle de  tartışmalı bir konudur. Devlet  kavramının bulunmadığı bir zamanda ve coğrafyada ortaya çıkan İslam dini, olmayan   devleti de kurmak zorunda kalmıştır.[3] Ruhani lider aynı zamanda devlet başkanlığı görevini de yürütmüştür. Din ve devlet birlikteliği dört halife döneminde de sürmüş, Pers/Sasani devlet geleneklerinden de istifade etmiştir. İran’da “Fakih” geleneği de bu dönemde oluşmuştur. “Mevali”[4] halk arasından seçilen fakihler bulunması da Pers kültürünün İslam kültürüyle zaman içerisinde giderek kaynaştığının bir göstergesidir.

Devlet başkanlığı gücünü elinde bulunduran “Halifeler” dönemi, Kerbela olayıyla sona ermiş saltanat sistemine geçilmiştir.  Müslümanlar arasında derin siyasi uçurumlar açan bu iktidar mücadelesi hiç şüphesiz fakih anlayışını da en azından Şia cephesinde somutlaştırmıştır. İmamiye okulunun  temel postülatı  olan, kaybolan mehdi  bir gün ortaya çıkacak olan on ikinci İmam Mehdi inanışı ile de bağlantılıdır. Mehdi inanışının ise  İslamiyetin İran’da yayıldığı yıllarda (M.S. 661-1200 ) halkın dini olan Zerdüşilik inancıyla da sekretize olduğu anlaşılmaktadır. Zerdüşt inancına göre on iki bin yıllık dönemin sonunda, Mehdi  yani kurtarıcı “Sauşyant’ın son bin yılda ortaya çıkarak tüm kötülüklerin anası Ehrimen’i mağlup edecektir. Bu inanışın Son İmam Mehdi inanışıyla benzerliği hiç de tesadüfi değildir. İmam Mehdi kaybolmuştur ve bir gün ortaya çıkacaktır. Ortaya çıkana kadar devleti yönetecek bir “fakih”e ihtiyaç vardır. 

"İmam Mehdi kayıp bulunduğu müddetçe İran İslam Cumhuriyeti'nde devlet ve ümmetin yönetimi, halkın çoğunun tanıdığı ve liderliğini kabul ettiği âdil, takvâ sahibi, çağı bilen, cesur, tedbirli ve yönetici fakihe (müctehid derecesindeki hukuk âlimine) ait olacaktır."

İran Anayasası'nın beşinci maddesi

“Arap baharı” adı siyasi halk hareketleri giderek Orta Doğu coğrafyasına yayılırken, diktatörlerin çöküşünü ve  yeni siyasi aktörlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Bu siyasi aktörlerin ortaya çıkışı esasında 1979 yılında İran’da gerçekleşen “İslam Devrimi” ile de alakalandırılabilir. İran Velayet-i Fakih rejiminin , tüm Müslümanlara yönelik politikalarıyla bölgede en az diğer aktörler kadar etkili olduğu da pek ala söylenebilir.

Günümüz İran rejimi  hiç de dışarıdan görüldüğü, algılandığı gibi değildir. Siyasi sistem, Velayet-i Fakih esasına  göre kurulmuştur. Siyasi otorite dini lidere bırakılmıştır. Bu anlayışa göre , dini lider, “Veli-i Fakih”  tüm dünya Müslümanlarına idarecilik hakkına sahip olup, bütün siyasi, sosyal, ekonomik işlere müdahale edebilir ve onları yönlendirebilir.

İşte bu inanışa göre düşünüldüğünde ülkelerin hukuki sınırları anlamsızlaşıyor. Türkiye, Lübnan, Arap Yarımadası, Suriye, Mısır, Libya, Tunus, fas, Cezayir, vb. ülkelerdeki   Müslümanların İran’a   Ayetullah Ali Hamaney’e bi’at  etmesi bekleniyor.

İran'da devlet yapısı İslami ve Cumhuriyetçi olmak üzere ikili bir meşruiyet sistemi üzerine kurulu. Veli-i Fakih  yasama, yürütme ve yargıyı kontrol ediyor. Rejimin temel yönelimleri, anayasal kurumların işleyişi, ordu, güvenlik kuvvetleri ve adalet mekanizması doğrudan dini liderin kontrolüne bırakılmış durumda.

Ortadoğu’nun bir diğer gerçeği de bu coğrafyanın yüzlerce yıldır dünyanın en baskıcı ve çağdışı yönetimleriyle idare edilmesidir.  Hiç kuşkusuz Ortadoğuda Arap Milliyetçiliği artık siyasi temelini yitirmiştir. Irk temelli siyasetin yerine  “Siyasal islam”  temelli hareketler etkili olmaya başlamıştır. “Müslüman Kardeşler”, “Hizbullah”, “Hammas”, vb. gibi din temelli siyasi akımlar revaçtadır. Tunus’un Burgiba ile başlayan “laik” temelli batı yanlısı rejimi dikta rejimine dönüşmüştür. İslami akımlar gelişmek için siyasi destek bulamamışlardır.
Tunus devlet başkanı Zeynel Abidin’in demir yumrukla idare ettiği halk, yirmi üç yıl sonra artık kendini sokak ortasında yakmaktan başka çare bulamadı, ardından gelen yasemin rüzgârına karşı duramayan baskı rejimleri  çöktü. Bir başka diktatörlük olan Mısır’da  Hüsnü Mubarek ve ailesi yargılanıyor. Diktatörlerin başına gelebilecek en korkunç olay Muammer kaddafi’nin linç edilerek öldürülmesiydi. Sırada kim var?  Suriye,  Ürdün, Fas, Cezayir, Sudi Arabistan, Körfez Ülkeleri ve tüm diğer diktatörlükleri de aynı akibet mi bekliyor?  Bu yeni ” Siyasi islam” hareketi İran’ın ihraç ettiği bir ideoloji mi, yoksa daha farklı gündemi olan süper güçlerin bölgede denedikleri bir toplum mühendisliği olayı mı?

İki dünya arasındaki fark giderek açılıyor. Ortaçağın fanatizminden bilimin desteğiyle çıkan batı, hızla ilerlerken Müslüman dünya giderek kendi ortaçağına giriyor. Ne zaman oradan çıkacağı da bilinmiyor. Hıristiyan dünyasının dört yüz yılda hesaplaştığı fanatizmle İslam dünyası daha hesaplaşmaya başlamadı bile. 1979 yılında İran’da başlayan siyasal İslam  giderek civar ülkelere sirayet ediyor.


[1] Bu makaleyi yazarken yararlandığım kaynaklar:
·         The Crucible of Radical Islam: Iran’s Leaders and Strategic Culture ,Gregory F. Giles
·         POLITICS IN POST-REVOLUTIONARY IRAN: INTRA-ELITE,STRUGGLE SINCE 1990s,Yüksel Kamacı, Yüksek lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 2011
·         İran’da Milliyetçilik ve bölgeye yansımaları, Yalçın Sarıkaya, Doktora Tezi, Ankara GaziÜniversitesi, Ankara,2007
·         İRAN’DA MİLLİ KİMLİK İNŞASI, Lotfali Khoshbakht, Yüksek Lisans tezi, Hacettepe Üniversitesi,
·          İSLAM’DA DIŞ POLİTİKA ANLAYIŞI VE İRAN ÖRNEĞİ, Atay Akdevelioğlu, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, 2008
·         The Hibbert Lectures on Early Zoroas-trianism (London, 1913)
·         SOME RECENT STUDIES ON THE IRANIAN RELIGIONS, LOUIS H. GRAY,  The Harvard Theological Review, Vol. 15, No. 1 (Jan., 1922), pp. 87-95
·         İslam ve Modernite, Amer Shatara, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, 2007
·         İRAN’DA AYDINLANMA ve DEVRİM:SOSYO-POLİTİK ve KÜLTÜREL DÖNÜŞÜM, Amir Ahmad FEKRİ, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, 2007



[3] Atay Akdevelioğlu, s.21,
[4] Arap olmayan Müslümanlar

3 Ara 2011

Âşura, Muharrem'in 10. Günü [1]


“Hz. Peygamber'in torunu Hz. Hüseyin'in ve çoğu Ehl-i Beyt mensubu 70'den fazla insanın siyasi ihtiraslar uğruna Kerbela'da şehit edilmesi nedeniyle Müslümanların ortak hafızasında büyük bir acının tarihidir.”
 T.C. Diyanet İşleri Başkanı  Mehmet Görmez
Âşura  
Arapça “aşara” on demektir. Âşura kelimesi de Muharrem ayının onunu tasfir  etmesi gerekçesiyle Tükçeye  “Aşure” olarak girmiştir. Özel bir tatlının adı olarak bilinmektedir.  
“Muharrem[2] kelimesi de yine Arapçadan gelen bir kavram olarak Tükçeye girmiştir. Sözlük anlamı olarak: "haram kılınan, yasaklanan; kutsal olan, saygı duyulan" demektir. Mekke’de “Cahiliye dönemi”nde  “Haram Aylar”dan biri olarak kabul edilen Muharrem ayı, savaşılmayan kutsal aylardan biri olarak bilinmekteydi.
Kimi araştırmacılara göre Âsûrâ Günü , Yahudi geleneklerine göre Musa ve kavminin, Firavun'un zulmünden kurtulduğu ve  oruç tutmakla mükellef olunduğu bir gündür. Bazı Araştırmacılara göre kutsal ay olarak kabul edilen Muharrem ayında aşağıdaki olayların meydana geldiği varsayılmaktadır.
1.       Âdem Peygamber ’in tövbesinin kabul edilmesi,
2.      Nuh Peygamber ’in gemisinin tufandan kurtulması,
3.       Yunus Peygamber’in balığın karnından çıkması,
4.      İbrahim Peygamber’in, Nemrut’un hazırlattığı ateşte yanmaması,
5.       İdris Peygamber’in diri olarak göğe çıkarılması,
6.      Yakup  Peygamber ’in oğlu Yusuf’a kavusması,
7.      Eyüp Peygamber’in  hastalıktan kurtulması,
8.       Musa Peygamber’in Kızıldeniz’i  asasıyla yararak geçmesi,
9.      İsa Peygamber’in doğum günü,
Bu kutsal günleri çoğaltmak mümkündür. Muharrem ayına atfedilen kutsallık bazı inanç sistemlerinde özel kutlamalarla, farklı ritüellerle de irtibatlandırılarak günlük yaşamın akışında farklılık yaratacak bir konuma erişmiştir. Örneğin Metin And’ın bazı çalışmalarında da etraflıca değindiği ritüeller ve değer yargıları karşımıza çıkmaktadır.
Bektâsîler, Alevîler, Kızılbaslar vb. kesimlerde Muharrem’in ilk on günü ve gecesinde su içilmez, tıras olunmaz, çamasır degistirilmez ve yıkanmaz/yıkanılmaz,aynaya bakılmaz, bir sey koklanmaz, sarkı söylenmez, çalgı çalınmaz, dans edilmez,gülünüp eglenilmez, dügün gibi toplantılara gidilmez, canlılar –böcek bile- öldürülmez,cinsel iliski olmaz, tütün içilmez, Ayn-ı Cem yapılmaz, zinet esyası takılmaz. Bu süre zarfında bir mâtem içerisine girilir. On iki İmam için on iki gün oruç tutulur.”[3]

Bu  inanca göre ibadet edenlerin uymaları gereken kurallar bütününü  özetleyen Metin And günümüzde giderek önemi artan bir Alevi Bektaşi geleneğini tasfir etmektedir.

İslami Yılbaşı

Muharrem ayı aynı zamanda İslami yılbaşı olarak da kabul edilmektedir. Her inanış sisteminde özel günler vardır. İslam inanışına göre Muharrem ayı kutsal bir aydır. Bu ayla ve özel günlerle alakalı Kur’an’da ayetler mevcuttur.

“Doğrusu ayların sayısı Allah yanında on iki aydır. Gökleri, yeri yarattığı günkü Allah yazısında, bunlardan dördü haram olanlardır. Bu, işte en payidar, en doğru dindir; onun için bunlar hakkında kendini,ze zulmetmeyin de müşrikler sizinle topluca savaştıkları gibi, siz de onlara topluca savaşın ve bilin ki, Allah korunanlarla beraberdir.”
 Tevbe Suresi, 2-36 Kur’an –ı Kerim’in yüce meali, Elmalılı m. Hamdi Yazır, s.109


Kerbelâ

Muharrem ayının İslam dininde en büyük ayrılığın tohumlarının atıldığı bir ay olmasını da unutmamak gerekir. Haram aylardan kabul edilen bir ayda meydana gelen ve bir katliamla sonuçlanan saldırı islam dininde tamiri mümkün olmayan bir çatlak meydana getirmiştir. Bu olayı  Prof. Dr. B. T.Menemencioğlu’ndan[4] okuyalım.

“Hicri takvime göre, Muharrem ayı Bektasiler ve Aleviler için özel bir önem tasır. Muharrem ayını bu denli özel kılan, Bektasi ve Alevi dünyası için yine çok özel olan, “Kerbela” olayının bu ay içinde meydana gelmis olmasıdır. Her yıl “Kerbela” olayının yıldönümüne denk gelen dönemde, özel törenler uygulanır. Türkçe karsılıgı “tasa” anlamına gelen “kerb” sözcügünden hareketle olayın gerçeklestigi yere, “Kerb-ü bela” adı verilmistir. Bagdat’ın 90 km kadar güneybatısındadır. Fırat’a olan uzaklıgı ise 25 km.dir. Kerbela olayı sadece Bektasi ve Alevilerce degil, tüm islam dünyasınca bilinen, anılan ve üzüntü duyulan bir olaydır. Ancak, bu olay, Bektasiler’de ve Aleviler’de çok derin izler bırakmıstır ve bir “ibret olayı” olarak yasantılarında, günümüzde de önemli yer tutmaktadır. Kerbela olayının temelinde iki temel karsıtlıgın savası yatar. Bu karsıtlıklardın biri “iyi”yi, digeri “kötü”yü simgeler. Esit kosullarda bir savas olmadıgı için, diger bir deyisle taraflardan biri, bir anlamda tuzaga düsürüldügü için ise , “mazlum” ile “zalim”in savasıdır ve bir zulmün hikayesidir.”

Kerbela’da meydana gelen katliamın detaylı bir geçmişi de var. Günümüzde etkisisini sürdüren ve İki akraba ailenin birbiri ile mücadelesinin , bir iktidar mücadelesinin de trajik hikâyesidir bu. [5]

Kerbela olayı, bir çok din tarihçisi tarafından İslam dininde hizipleşmenin, mezhepleşmenin ana nedeni olarak gösterilir. Bu tartışmalarda görüldüğü kadarıyla ”Şia” ve ”Sünni” ve ”Harici” mezhep  ayırımının  ”teolojik” yanından çok siyasi sebep ve sonuçları belirginleşir. Din ve siyaset giderek   ”inanç” ve  esasları, ritüelik aykırılıklar, farklı bakış açıları yerine iktidar ve ”halifelik makamı”  kutuplaşması  büyük bir öneme sahip olur.

Muharrem ayı, günümüzde toplumun Şiî  kesimi tarafından ”Matem” ayı olarak kabul edilir. Bu matem Kerbela’da işlenen cinayetin matemidir. İnananlar bu ayda oruç tutarlar. Muharrem  orucu 12 gün sürer. Muharrem ayının onuncu günü ise âşure kaynatılır ve  matem sona erer. Muharrem Orucu, bir susuzluk orucudur. Kerbela’da Yezid tarafından uzun süre susuz bırakılan ve sonra katledilen Hz. Muhammed’in torunu Hz. Hüseyin’in ve ailesinin  anısına yas tutulur, su içilmez bir tür empati yapılır. Muharrem ayı ve onu takip eden Sefer ayı boyunca yas tutulur. Caferiler özel olarak ”Taşura” (dokuz)  ve Aşura (on) günlerinde siyahlar giyerek, elleriyle başlarına ve göğüslerine , ellerindeki zincirlerle de sırtlarına  darbeler indirerek yürürler. Bu  yürüyüş Hz. Hüseyin ve ailesinin  çektiği ızdırabı   remzeder.

Hilâfet Mücadelesi

Hz. Muhammed’in vefatından sonra oluşan idari ve ruhani boşluğu doldurmak amacıyla  ”Halifelik” makamı etrafında ileri gelen kabileler arasında bir iktidar mücadelesi ortaya çıkmıştır.[6] Hz. Muhammed hem devlet başkanı hem de dini lider olarak müstesna bir iktidara sahipti.

Ebubekir’in (632-634) ilk halife seçilmesi konusunda  farklı görüşler mevcuttur. Ali taraftarları Ebubekir’in halife seçilmesini ruhani değil siyasi bir manevra olarak görürler. Esas fikir ayrılığı Kur’an’ın muhtevası üzerinde değil,Hz. Muhammed ile   ”kan bağı ” konusunda ortaya çıkmaktadır. Ali taraftarları ”Ehl-i Beyt” mensubu  olmayan birinin halife seçilemeyeceğini ileri sürerler. Bazı tarihçilere göre Hz. Muhammed sonrası ”Dört Halife Dönemi” olarak bilinen dönemde hilafet mücadelesinin çok kanlı geçtiği anlatılır. Ebubekir’in vefatı etrafında da farklı görüşler vardır. Onun vefatıyla vasiyeti üzre  yerine Ömer(634-644) seçildi.

Ömer’in vefatı üzerine halife olan Osman(644-656), Mısır, Küfe ve Basra’dan gelenler tarafından  Miladi 656 yılında öldürüldü. Onun yerine Ali (656-661) seçildi. Burada seçimlerde belirgin rol oynayan Haşimi, Emevi, gibi kabilelerin ileri gelenleri olduğu söylenir. Ali’nin halifelik dönemi anlaşmazlıkların arttığı, kabileler arasında husumetin çoğaldığı bir dönem oldu.

Cemel savaşı, Sıffin savaşı, Ali, Ayşe, Muaviye taraftarları arasında binlerce müslümanın öldüğü üzücü olaylardır.Ali’nin bir suikastle öldürülmesi ardından Ali’nin oğlu Hasan, halife ilan edildi. Mısır ve Şam valileri ise Muaviye’ye bia’at edip Hasan’a  itiraz ettiler. Savaş kaçınılmaz olmuştu. Hasan, kan dökülmemesi için   Ehl-i Beht mensuplarının can güvenliği ve hilafet makamının saltanata dönüştürülmemesi  şartlarını ileri sürerek halifelik talebinden vaz geçebileceğini Muaviye’ye bildirdi. Muaviye şartları kabul etti ve halife seçildikten sonra oğlu Yezid’i Halife ilan edeceğini duyurdu. Yezid,  Hasan’ı zehirleyerek öldürmesi için eşi Ca’de yi bir şekilde ikna etti. Sözlü tarihe göre Yezid’in , Ca’deye 10 bin dirhem gümüş, Irak’ta 10 pare köy ve kendisini alacağını vaat ettiği söylenir. Hasan ’ın yüz kadar kadınla evlilik yaptığı ve boşadığı da  rivayetler arasındadır. Karısı Ca’de’nin de cinayet sonrasında Yezid’le buluşmaya gittiği Şam’da Yezid’in babası  Muaviye tarafından oğluna da ihanet eder gerekçesiyle öldürtüldüğü söylenir.

Muaviye dönemi, İslamiyet Tarihi’nin dört halife döneminde başlayan ”hilafet”[7] geleneğinin ”saltanat”[8] haline dönüştüğü ve rekabetin ortadan kaldırılması için, cinayetlerin işlendiği suikastlerin ve toplu katliamların yapıldığı çok kanlı bir dönem olmuştur. Tam anlamıyla siyasetin dinin önüne geçtiği ve bunun kurumsallaştığı bir dönem olmuştur. Yezid babası Muaviye’nin işaret ettiği düşmanları; Ehl-i Beht mensuplarını yani  muhtemel muhalefeti ortadan kaldırmak için kendisine bi’at eden valilere Hüseyin ve tüm Ehl-i Beyt mensuplarının  ortadan kaldırılması talimatını vermiştir. Hüseyin’in medine Valisi aracılığıyla Yezid’e bi’at etmeyeceğini öğrenen Küfe halkının ileri gelenleri ve valisi Müslim, Hüseyin’e mektuplar yollayarak   ısrarla gelip Küfe’ye yerleşmesi için davet ettiler. Hüseyin ailesini toplayarak büyük bir kervanla Medine’den Küfe’ye gitmek üzere hareket etti. Tam o sırada Yezid’e bağlılığıyla bilinen Ubeydullah Küfe valisi Müslim’i bir suikastle öldürerek yerine geçti. Yezid’in bu suikastte parmağı olduğu söylenir. Yezid’in talimatlarınaa göre hareket eden  Küfe valisi Ubeydullah, Rey valisi tayin ettiği kıyıcılığıyla bilinen Ömer’i Hüseyin ve ailesinin kervanına saldırarak aileyi  ortadan kaldırmakla görevlendirdi.[9] Bunu haber alan Hüseyin, bir aylık yolculuktan sonra yaklaştığı  Küfe’[10]ye gitmekten vaz geçerek Mekke’ye gitmek üzere geri döndü.  Kervanda birlikte seyahat ettikleri Iraklı  Küfe’liler ayrılıp kervanı yalnız bıraktılar. Korumasız kalan kervana Rey Valisi Ömer büyük bir ordu ile  saldırdı. Kerbela adı verilen susuz bir bölgede konaklamaya mecbur bırakılan Hüseyin ve ailesi günlerce susuz bırakıldı. Su alabilecekleri kuyulara nöbetçiler diken Ömer, tekrar  Hüseyin’in Yezid’e bi’at etmesini istedi. Hüseyin kabul etmedi. Katliam başladı ve yetmiş Ehl-i Beyt mensubu hunharca katledildi. Başları kesilerek Küfe’ye Ubeydullah’a yollandı. Hüseyin’in yirmi yaşındaki oğlu Zeynel Abidin ve Hüseyin’in haremi zincirlere vurularak Şam’a götürüldü. Muharrem ayının onuncu günü vukubulan bu katliam, tüm islam aleminde büyük bir infial yaratmıştır. Bu nedenle her yıl Muharrem’in onuncu günü matem günü, Aşura Günü,  olarak bilinir.




[1] Şii ve Sünni Topluluklarda Muharrem Ayı Etkinlikleri,Nuh Çakır, Yüksek Lisas Tezi, Erzurum 2008
[2] “Muharremü’l-Haram”
[3] Metin And,
[4] Bektasi ve Alevi Geleneklerinde “Muharrem”Prof. Dr. Belkıs (Temren) Menemencioglu
[5] Menemencioğlu
[6] Kerbela Methiyeleri, Bünyamin Çağlayan,Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstütüsü, Doktora Tezi, Ankara 1997

[7] “Bir fıkıh terimi olarak hilâfet, İslâm toplumumun ve devletinin başkanlığını ifade etmektedir. Hilâfette:
a) Hâkimiyetin kaynağı Allah'tadır, bunu, -Allah böyle istediği için- ümmet temsil eder ve bir elde toplanması gereken selâhiyetleri seçim ve bey'atla halîfeye devreder, ümmetin denetim selâhiyet ve sorumluluğu devam eder. Halkın hâkimiyeti Allah'tan geldiği ve O'nun rızâ ve irâdesi istikâmetinde kullanılıp temsil edildiği için hilâfet demokrasiden de farklıdır. Demokrasilerde hâkimiyet -teorik olarak- kayıtsız, şartsız halkındır.
b) Halîfe ümmetin rızâsı ile iktidara gelir ve iktidarda kalır.
c) Halîfe olma vasıfları devam ettiği ve görevini uygun bir şekilde yürüttüğü müddetçe iktidarda kalabilir.
d) Teşrî yetkisi Allah'a aittir (Kanun vâzıı Allah Teâlâ'dır). Ümmetin, müctehidlerin ve bunlardan birisi olarak halîfenin yetkisi, araştırma, yorum, ictihad, istişare yoluyla ilâhî kanunu keşfedip ortaya çıkarmak ve uygulamaktır. İlâhî kanunların kaynağı vahiy ve akıldır. Hüküm ve kanun önce açık vahiy ifadelerinde (âyetlerde ve hadîslerde) aranır, burada bulunanlar kanun şekline sokulur ve uygulanır. Meselenin, hâdisenin, konunun özel hükmü vahiy kaynağında yoksa, bu kaynağın genel (çerçeve) hükümlerine bakılır. Burada da aranan bulunamazsa yine -geniş mânâda vahye dayanan- fayda prensibine (akla) başvurulur; akıl, dînin amaçlarını ve bilimi, tecrübeyi, ihtiyacı.. göz önüne alarak en faydalı olan çözümü, uygulamayı keşfeder ve bu kanunlaştırılarak uygulanır. Zamanın ve şartların değişmesi ile fayda ve zarar durumu ve hükmü değişirse kanun da buna göre değiştirilir ve yeni kanun yine ilâhî ve şer'î olur (çünkü uygun metodlarla hep O'nun irâdesi keşfedilmeye çalışılmıştır, O'nun irâdesine uygundur diye benimsenmiştir).
Kazâ ve icrâ yetkileri ümmet adına halîfededir; halîfe bu yetkileri, ümmetin temsilcileri ile danışmalar yaparak Allah'ın irâdesine ve ümmetin menfâatine uygun olarak kullanır, kullandırır.
e) Halîfenin yerine geçecek olanı belirleme selâhiyeti halîfeye değil, ümmete aittir. Halîfe aday gösterebildiği gibi, başkaları da aday gösterebilir. Adayın halîfe olması ümmetin seçip, rızâ gösterip bey'at etmesine bağlıdır. Halîfenin çocuklarının ve yakınlarının, yerine geçme bakımından bir imtiyazları yoktur.
f) Hükümdarlar diledikleri kimselere danışarak veya hiçbir kimseye danışmadan devleti yönettikleri hâlde halîfe ümmete veya onun temsilcilerine -yönetimin amaca uygun olabilmesi için kimlere danışmak gerekiyorsa onlara- danışarak devlet işlerini yürütür.” Kaynak:
http://www.hayrettinkaraman.net/kitap/meseleler/0988.htm
[8] Hilafet şûra esasına dayanır. Yani halife müslümanların istişâresi ve seçimi (bey'at) sonucunda işbaşına gelir. Saltanatta ise buna yer yoktur. Saltanat babadan oğula geçen bir hak olarak kabul edilir. 
[9] Ahmet Cevdet, Kısas-ı Enbiya ve Tevârih-i Hulefa,
[10] Medine Küfe arası 1500 kilometre, Medine Mekke arası 600 kilometredir. Deve kervanları bir günde ancak 40-50 kilometre yol alabiliyorlardı.  

25 Kas 2011

Dersim Açılımı..

Dersim konusu tam anlamıyla “patladı”.

Gündeme bir “bomba” gibi düştü. Yankıları hâlâ sürüyor.
Gün batarken sığırcık sürülerini izleyenler bilir. Milyonlarca sığırcık kuşu bir arada, dalgalanarak, göklerde helezonlar çizerek uçarlar.
Batan günün ışıkları kanatlarına vurdukça onların ateşten kuşlar oldukları duygusuna kapılırsınız.
Türkiye medyası da böyle, sığırcık kuşları gibi hareket ediyor.
Bir konuyu ele alıp onu bir süre işliyor, siyasileştiriyorlar.
Dersim konusu da, Van depremi haberlerini bir aydır yazıp çizen ve gerçekleri bir türlü yazamayan ve siyasileştiremeyen  medyanın havada helezon çizerek oluşturduğu bir başka fotoğraf oluverdi.
Orada, Dersim’de  1930 yılları ve öncesinde  insanların yaşadığı trajedyi incelemekten çok “Katil Kim” soruşturmasına dönüştürüldü.
Elli bin kişinin katilinin kim olduğu sorusuna cevap da bulundu.
Başbakan medyanın araladığı kapıdan içeriye süzülüp, siyasi alanda çok az lidere nasip olacak bir hamle gerçekleştirdi.
Dersim katliamının faturasını CHP’ye çıkardı. Tüm medya organları da bu hamleyi naklen yayınladı.
Bu darbeden CHP’nin ciddi bir hasar göreceği yorumu yapılıyor.

Sığırcık kuşlarının Van depremden zarar gören binlerce kişinin  karlar altında kuyruklarda titreşirken görüntülerini yayınlayarak kamuoyu baskısı oluşturacağını beklerken yön değiştirip Dersim göklerine yöneliyorlar.
Dersim konusunda belgeleri ortaya koyan en belirgin yazıyı Hasan Cemal  yazmış:

Yıl 1925.    Şark Islahat Planı’ndan:  “Vilayet ve kaza merkezlerinde, hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçeden başka dil kullananlar cezalandırılacaktır. Dersim bir an evvel Kürtlüğe karışmaktan kurtarılmalıdır.”

Yıl 1930. Mahmut Esat Bozkurt der ki:“Benim fikrim ve kanaatim şudur ki, memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır. O da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır.

Yıl 1925.Meclis Başkanı Abdülhalik Renda’nın Doğu Raporu’ndan:“Fırat’ın batısındaki vilayetlerin bir kısmında dağınık vaziyette yerleşmiş olan Kürtleri Türk yapmak… On sene müddetle bölgede sıkıyönetim ilan etmek…

Yıl 1926.Mülkiye müfettişi Hamdi Bey Raporu’ndan:“Dersim gittikçe Kürtleşiyor. Tehlike büyüyor. Dersim, cumhuriyet için bir çıbandır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliyat yaparak acı sonuç ihtimali önlenmelidir.”

Yıl 1930.Başvekil İsmet Paşa, 31 Ağustos 1930 tarihli Milliyet’e der ki:
“Bu ülkede sadece Türk ulusu ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.”
Yıl 1931.Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın raporundan:

“Dersim cahildir. Zorunlu iskan uygulanmalıdır. Yüksek memurlara koloni (sömürge) yönetimlerindeki yetkiler verilmeli. Türklük telkini yapılmalı. Kürt kökenli yerli memurlar tümüyle bölgeden çıkarılmalı. Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Silahlı kuvvetlerin müdahalesi, Dersimliye daha çok tesir yapar ve iyileştirmenin esasını oluşturur. Türk toplumu içinde Kürtlük eritilmelidir.”
Yıl 1932.
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya raporunda der ki:

“Kuzey Dersim halkı batıya göç ettirilmelidir. Askeri Harekat  başlamadan önce tüm silahlar toplanmalıdır. Yerli memurlar, (yani Kürtler) casustur. Dersimlilere kendilerinin aslen Türk olduklarını öğretmek lazımdır. Uçakların talim uçuşları Dersim üzerinde yapılmalıdır.”
Yıl 1940.
Bir CHP raporundan:
“Kürtler Türkleştirilmelidir! Kürt meselesi Türkiye ’nin en mühim meselesidir. Asimilasyonun ilk şartı dil öğretmektir.”

Yıl 1961.

27 Mayıs Darbesi’nin lideri Orgeneral Cemal Gürsel Diyarbakır’da der ki:
“Bu memlekette Kürt yoktur. Kürdüm diyenin yüzüne tükürürüm.”
Yıl 1986.
Demirel döneminin dışişleri bakanlarından, yıllar yılı valilik,  yapmış olan İhsan Sabri Çağlayangil, kendisi de Dersimli olan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun teybine der ki:
“Dersim’de mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu, zehirli gaz kullandı, mağaraların kapısının içinden… Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler.”
Sonuç olarak “Pandora” nın kutusu açılmıştır.

Cumhuriyet Tarihi dersleri artık başlayabilir:

Kimler yazdı kimler : Cemil Koçak ve Mete Tunçay’ın yıllardır yazdıkları cilt cilt kitaplar sığırcık kuşlarının yönünü değiştirmeye yetmedi ama, ne olduysa Van Depremi Faciası İktidarın kucağından fırlayıp Dersim faciası’na dönüşüp muhalefetin kucağına düşüverdi…

İşte siyaset dersleri ….

Meraklısına Kaynakça:

22 Kas 2011

Dersim






Bugün medyanın tartışma odağında Dersim var. 1938 yılına geri dönüp bugünün gözlükleriyle “tarafsız” bir bakış açısı yakalamak hiç de kolay değil. Gerçekleri ararken geçmişin karanlık sayfalarında olanları anlatan birden fazla gerçek var. Bu gerçekleri anlamak da kolay değil. Ölümler hakkında yazılanları okuyanların kanı donuyor adeta. 
Aradan  80 yıldan fazla zaman geçmiş . Daha cumhuriyet döneminin gerçek tarihinin hangisi olduğu  bilinmiyor.
Kim doğru söylüyor?
Kim yalan söylüyor? 
Sade vatandaş nasıl ayıracak eğriyi doğrudan? ….  Radikal’den okuyalım:
“Sarp bir coğrafyaya sahip Dersim, tarihi boyunca ‘devlete kapalı’ bir yapı olarak bilindi. Etnik ve dini yapısıyla hep ‘farklılık’ gösteren, çok sayıda aşiret ve oymaktan oluşan Dersim’de Ermeniler de yaşıyordu. Dersim’e Cumhuriyet’ten önce, Osmanlı döneminde de harekâtlar düzenlendi. 1907, 1908, 1909, 1916, 1926, 1930, 1931, 1935, 1937 ve 1938’de büyük çaplı 10 askeri harekat yapılan Dersim’de bu askeri harekâtlar sonucunda kaç insanın öldüğü, kaçının başka bölgelere sürüldüğü, kaç kişinin yaralandığı henüz tam bilinmiyor. Ancak bilinen bir gerçek var: Asileri bastırmak için yapılan operasyonlarda gühahsız halk katledildi.” 

Bir haber sitesinden okuyalım:
“Tunceli milletvekili Aygün, Dersim’le ilgili kitabında, Mustafa Kemal’in katliamı gerçekleştiren Korkomutan Alpdoğan’ı tebrik ettiğini yazdı.”
Giderek olaylar anlaşılmaz hale geliyor. İnternet ortamında yapılan basit bir araştırmada yüzlerce dokümana erişilebiliniyor.
Aslında yeterince belge de var. Orada ölenlerin, asılanların, görev yapanların kayıtları tutulmuş. Resimler var,reportajlar var. Bütün bu bilgiler neye yarayacak?
Devlet geçmişiyle nasıl yüzleşecek? Alışılmadık, denenmemiş bir şey bu.
Hep birlikte işin nereye kadar gideceğini göreceğiz…
Kim ne derse desin herkesin üzerinde anlaştığı bir nokta var. O da Dersim’de insanların, sivil insanların öldüğü gerçeği.


Devletin açıkladığı sayı ölenlerin 6,500  civarında olduğu. Bu ölümlerin çoğunun da bebek ölümleri olduğu belirtiliyor. Kısacası devlet Dersim kayıtlarını açıklamıyor. Açıklamak istemiyor. Bir tür savunma refleksi. Devletin sır saklama kaygısı. Oysa çağ değişti. Artık hiç bir sır gizli kalmıyor. İngiliz belgeleri açıklandı. Belgelerde Dersim’de zehirli gaz kullanıldığı belirtiliyor.




Sabiha Gökçen’in Dersim’i bombalayan pilotlar arasında olduğu söyleniyor. 1938 yılında devlet kendi halkı üzerine bomba atıyor.

 Bugün Suriye yönetimini kendi halkına bomba atmakla suçlayanlar buna ne diyecek?

Cumhuriyet tarihinin bir çok karanlık konusu arasında en acılı olanlarından biri de Dersim olayları.
Bu katliamı hala gizlemek isteyenleri anlamak mümkün değil…

16 Kas 2011

Suriye'de Savaş Rüzgârları....


Suriye’de artık bombanın pimi çekildi. Ülke bir iç savaşın eşiğine geldi.
Ekonomik ve siyasi anlamda sert rüzgârlar esiyor.
Mezhepler arası çelişkiler en üst düzeye çıktı.
Sünni- Şia farklılığının ötesinde Beşar  Esad yanlısı memurlarla (Buna ordu mensupları ve aileleri de dahil) nüfusun  çoğunluğunu teşkil eden gruplar arasındaki sosyal uçurum giderek krizi  tırmandırıyor.
Esad rejiminin sonu çok yakın…
Son perde oynanırken. Suriye Bass rejiminin çöküşü de bariz bir hale gelmiş bulunuyor. Kendisine  karşı direnen grupların üzerine şiddet tekelini acımasızca süren  Esad rejimi,  kent merkezlerinde rejim  yanlısı gösteriler düzenliyor.
İçine doğru kapanan ve her tür muhalefeti lanetleyen aşırı milliyetçi, kendi halkının kanını  döken ve gerekçe olarak da sadece “itaat” ölçüsünü  kullanan çağdışı bir yönetim.
Baas Arap Milliyetçiliği Sovyetlerin çözülmesiyle birlikte çürüme sürecine girdi:
19. yüzyılın başlarında koloniyalizmin sona ermesini müteakip  bir “uyanış” olarak ortaya çıkan  Arap milliyetçiliği düşüncesi, 20. yüzyılın başlarında siyasal bir anlam kazandı. Baas Partisi, Osmanlı İmparatorluğu çöküş sürecinde, Mısır ve Suriye başta olmak üzere;  Irak, Libya, Tunus gibi İngiliz ve Fransız işgali altındaki sömürgelerde giderek  güçlendi.  Baasçı düşüncenin önemli ideolojik unsurları Arap milliyetçiliği, Arap sosyalizmi ve hürriyet olarak kitlelere yaygınlaştırıldı.
Bu ideolojik söylem, Mısır ve Suriye’de yeni gelişmekte olan post koloniyal ekonomik dengelerde ortaya çıkan ve devletin maaş bağladığı orta sınıflara ve sınıfsal konumlarıyla etnik kimlikleri örtüşen kırsal bölgede yaşayan azınlıklara hitap etmekteydi. Bu azınlıkların Parti’de ve orduda artan oranda kabul görmeleri ve örgütlenmeleri , Parti’nin ideolojik oluşumunu hızlandırdı.
Ülkede liberal ekonominin kurulamayışı, parti’nin iktidara geliş sürecinde ve sonrasında yaşanan parti içi iktidar mücadelesinde soğuk savaş detant politikasının yarattığı  ekonomik ve silahlı güçlerin  eylemlerinin yanı sıra, azınlıklara özgü mezhep, bölge ve aşiret bağları çok önemli rol oynadı.
Sivil toplum kuruluşları oluşmadı. Baas’ türü Liderlik kültü mutlak itaat talebini öngörmesi itibariyle Batı türü  Liberal düşünce yapılanmasını şiddetle bastırdı. Ekonomik enstrümanların devlet eliyle yönlendirilmesinin Orta Doğu ‘nun siyasi gelişimine engel olan ana unsur olduğu söylenebilir.
Siyasal anlamda sivilleşemeyen, ekonomik anlamda liberalleşemeyen kapalı bir sisteme dönüşen Suriye, Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden sonra desteksiz kaldı. Körfez sermayesinin giderek azalması Suriye’yi İran ‘a yaklaştırdı. İsrail ile olan ilişkiler, Lübnan krizi, Suriye’nin giderek uluslararası siyasette yalnız kalmaya başladığı zamanlardır. Bugün gelinen noktada Esad liderlik kültünün içine kapanarak kendi halkına zulüm etmesinin arkasında bu yabancılaşma vardır.
Suriye’nin etnik yapısı :
  • % 88 Arap,
  • % 6 Kürt,
  • % 2.8 Ermeni,
  • % 1 Türk,
  • % 1 Rum.
Suriye halkının dini kimliği de şöyledir:
  • % 74′ü sünni Müslüman,
  • % 11′i Nusayri. (Gulatu’ş-Şi’a -Şiilerin taşkınları) dedikleri , Hz. Ali ‘nin ilâh olduğuna inanan bir kitledir. Hıristiyan inancındaki teslise (üçlemeye) benzer bir inanç sistemleri vardır. Lazkiye bölgesinde çoğunluğu oluştururlar.
  • Nüfusun % 3′ü Dürzidir ve es-Suveyde (Cebelu Duruz) bölgesinde yoğundurlar.
  • % 0.8 oranında İsmaili vardır.
  • Nüfusun % 10′a yakın bir kısmı da Hıristiyandır.
  • Binde bir oranında Yahudi mevcuttur.
  • Bunların yanı sıra az sayıda da Yezidi bulunmaktadır.
Esad rejiminin sonu yakın…Bugünden başlamak kaydıyla Suriye gökleri savaş bulutlarıyla kaplanacak. masum insanlar ölmeye devam edecek. Baas Liderlik Kültü kan dökmeye devam edecek. Esad diğer diktatörlerin yaptığı hatayı yapıp kendisinin ve  yakınlarının canını kurtarma imkanını da heba etti. Ama tünelin sonunda uzun bir süredir acı çeken Suriye halkının layık olduğu hürriyet ışığı göründü…
———————————————————————————-
Yararlanılan Kaynaklar:

    “Kremna (Κρεμνα)`

    Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...