28 Oca 2011

Mısır

 

63236666

Tunus’dan yayılan “Yasemin” kokusu Kahire’ye de ulaştı.

Hüsnü Mubarek idaresindeki ülke vatandaşları,uzun bir süredir gerçekleşmesini istedikleri talepleri için sokaklara döküldüler. Polisin müdahaleleri giderek sertleşiyor. Ölümler var. Durum hiç de iyi görünmüyor.

Simon Tisdall’ın  The Guardian ‘da yayınlanan makalesinde  söylediği gibi  “Mısır, Tunus’ a benzemezl. Seksen milyonluk büyük bir ülke.” Tunus’un nüfusu ise Mısır’ın sekizde biri kadar.

Her şeyden önce Arap dünyasında yavaş yavaş başlayan, ama hızla yayılan bu sokak hareketlerini doğru okumak gerekiyor. 

Genç, üniversite eğitimli ama  işsiz kalabalık aralarında internet marifetiyle haberleşerek spontan gösteriler düzenliyorlar. Polisin göstericilerin hızına erişmesi mümkün değil. Nitekim ülkedeki internet haberleşmesini kısıtlamaktan başka çare bulamayan yetkililere eğitimli gençler elektronik dünyasının gizli tünellerinden girerek cevap veriyorlar. Kalabalıklar artıyor.

Otuz yıldır ülkeyi “çelikten yapılma bir  yumrukla” yöneten  Hüsnü Mübarek ,ABD’nin bu karmaşadan endişelendiğini çok iyi biliyor. Nitekim Barak Obama yönetime gelmesinin hemen ardından İslam dünyasına Kahire’den seslenmeyi uygun görmüştü. Yılda iki milyar dolarlık silah alan seksen milyonluk bu polis devleti yıkılırsa ne olur?

Bunu kimse düşünmek bile istemiyor. Bugün serbest seçimler yapılsa çoğunluğun oylarıyla iktidara gelebilecek siyasi güce sahip olan “Müslüman Kardeşler”, ABD’yi ve İsrail’i ciddi anlamda endişelendiriyor. Sokaklardaki kalabalık da bunu çok iyi biliyor. Arap İsrail savaşı dönemi artık geride kaldı. Tüm İslam ülkelerinde yaygın olarak görülen küçük esnaf gücü yani “çarşı” artık ülkedeki siyaseti belirlemiyor.

Yeni siyasi güç artık sokaklardaki gençler….

24 Oca 2011

Uğur Mumcu


Doğumu 22 Ağustos 1942, Kırşehir – Ölümü 24 Ocak 1993, Ankara)

Uğur Mumcu, 1993’de 24 Ocak günü, arabasına karanlık güçlerce kurulan ve patlama gücü yüksek olduğu tespit edilen C-4 plastik patlayıcısından oluşan, harekete duyarlı teknolojiyle üretilmiş bir bombanın patlamasıyla “siyasi” bir cinayete kurban gitti. Cinayet failleri hala bulunamadı.

Yapılan soruşturmalar, tahkikatlar bir sonuç vermedi. Meclis araştırma komisyonu da bir rapor hazırladı. Sonuç yok.

Şimdi ihtimâller üzerine senaryolar üretiliyor.

Senaryo 1: Uğur Mumcu’yu devletin karanlık güçleri öldürmüştür.

Senaryo 2 : Uğur Mumcu’yu dış istihbarat güçleri öldürmüştür.

Senaryo 3: Uğur Mumcu’yu gizli bir örgüt öldürmüştür.

Bu senaryoların hangisinin doğru olduğuna karar verebilmek için elde bilgi ve belge olması gereklidir. Ne yazık ki bu bilgi bizim ulaşabileceğimiz bir mesafede değildir. Ulaşabilecek mesafede olanlardan birinin vicdanının sesini dinleyerek ortaya belgeler çıkarmasını beklemekten başka bir çare de görünmüyor.

Uğur Mumcu, uzun bir geçmişi olan “Pusu” ya da “Suikast” geleneğinin kurbanlarından biri olarak ” Faili Mechûl Cinayetler” listesinde yerini almıştır. Oldukça uzun bir listedir bu.

Demokrasi, insan hakları ve bireysel özgürlüklerin koruyucusu olması gereken “devlet” için bu liste bir tür görev çizelgesidir.

Rahmetle anıyorum …..

19 Oca 2011

Arap Devrimi


Ortadoğu’nun bir diğer gerçeği de bu coğrafyanın yüzlerce yıldır dünyanın en baskıcı ve çağdışı yönetimleriyle idare edilmesidir.

Tunus devlet başkanı Zeynel Abidin’in demir yumrukla idare ettiği halk, yirmi üç yıl sonra artık kendini sokak ortasında yakmaktan başka çare bulamadı, bir başka diktatörlük olan Mısır’da Devlet başkanı Hüsnü Mubarek’i protesto edenler de kendilerini yakma eylemlerine başladılar. Bunun arkasından ne gelecek acaba ? Libya,Suriye, Ürdün, Fas, Cezayir, Sudi Arabistan,Körfez Ülkeleri ve diğer diktatörlükleri de aynı akibet mi bekliyor?

Arap devrimi gerçekleşebilir mi?

Biraz zor.. Yıllardır her seçim dönemlerinde bir heyecan dalgası Arap dünyasını sarar. Birinci savaş sonrasında oluşturulan dikta rejimlerin jeopolitik dengelere olan katkısı yadsınamaz. Detant politikası yıllarında enerji alanlarının kontrolünün demir yumrukla sağlanabileceği iyi biliniyordu. Temeli batılı liberal altyapıdan alan özgürlükçü bakış açısı buralarda, kabile bi’at zihniyetinin hakim olduğu dünyada geçerli olmaz.

Her şeyden önce bu ayaklanmaların ekonomik ve sosyal nedenlerden kaynaklandığı ama siyasi olarak organize edilmediği ortada. Sivil toplum kuruluşları demokratik bir geleneğe sahip değil. Yıllar boyunca baskı altında yaşayan ekonomik yönden çok zayıf bir yapısı olan halkın örgütlenmesine izin vermeyen polis devletleri,her çıkan itiraz hareketini şiddetle ve kanla bastırma yoluna gittiler. Halkın gözünü korkutmak için oluşturulan güvenlik güçleri yani şiddet uygulayıcıları hala ortalıklarda ağır silahlarıyla serbestçe geziniyorlar..

Bugün batının da baskısıyla yeni bir hükümet arayışına girecek olan Zeynel Abidin türü siyasi güçlerin arkalarında nasıl bir halk desteği olacağı da tahmin etmek zor değil.

İktidarın kimlere nasıl geçeceği konusunda batılı anlamda demokratik kriterlere rastlayamıyoruz. Güvenlik güçlerinin idaresini ele geçiren grup önceki diktatörün bıraktığı yerden baskıyı devam ettiriyor. Halkın içinde bulunduğu sorunlara eğilen yok. Bütün dünyanın gözü önünde seçimlerde hile yapılıyor, rüşvet çarkları dönüyor diktatörlerin biri gidiyor biri geliyor.

Her ne kadar ülkemizde ve dünyada liberal eğilimli medya umut dolu yazılar ve programlar yapsa da bu ülkelerin geleneksel siyasal kültürünün gerçek yüzünü ortaya koymaktan çok uzaklar.

Bireyin yerine “ümmet” ,”Millet”, “Ulus”, “ırk”,vb. gibi kavramları çıkaran zihniyet değişmedikçe Arap gençlerinin çaresizliği ortadan kalkmayacak.

Bunu kim gerçekleştirecek?

ABD mi? AB ‘nin halkla ilişkiler makinası Fransa mı? Yoksa kutsal kitapların yazdığı gibi “Mesih”, “Mehdi” gibi halkın inandığı ilahi güçler mi?

Hiç kuşkusuz Ortadoğuda Arap Milliyetçiliği artık siyasi temelini yitirmiştir. Irk temelli siyasetin yerine “Müslüman Kardeşler”, “Hizbullah”, “Hammas”, vb. gibi din temelli siyasi akımlar revaçtadır. Tunus’un Burgiba ile başlayan “laik” temelli batı yanlısı rejimi dikta rejimine dönüşmüştür. İslami akımlar gelişmek için siyasi destek bulamamışlardır. Öte yandan Mısır, Cezayir ve Fas gibi ülkelerde “Müslüman kardeşler” hareketi ciddi bir temel oluşturmuş, iktidarları tehdit eder güce erişmiştir.

ABD ve AB Otadoğuda bir denge arayışı içindedir. Ortadoğudaki diktatörlüklerin siyasi katliamları, medyayı sansürlemesi, rüşvet ve yolsuzlukların artışı gibi ciddi insanlık suçlarının saklanacak yeri kalmamıştır. Dünya liberal medyasında yer alan ve batılı halkı şok eden haberlerin yarattığı uluslararası kamuoyu baskısı batılı demokrasilerde ciddi bir sorun olmaya başlamıştır.

Nitekim en son “Wikileaks” belgeleriyle ortaya konan ABD diplomatik kriptoların ve saklanan gerçeklerin batılı liberal kamuoyunu rahatsız ettiği de bir gerçektir.

Wikileaks belgelerinde, Tunus’dan gönderilen kriptolardaki rüşvet ve safahat belgelerinin yanı sıra ;İsviçre Bankaları’nda hesapları bulunan siyasi liderlerin foyalarını da ortaya çıkaracak yayınların kısa sürede devreye gireceği de bir basın toplantısıyla kamuoyuna duyuruldu.

Bu koşullar altında nüfusunun yarısından fazlasının otuz yaş altında olduğu eğitimli bir ortasınıfa sahip olan ülkelerin siyasi liderlerinin diktatörlük heveslerinin artık sonunun geldiği de apaçık ortadadır.

Günümüzde artık dünyanın neresinde olursa olsun, hiç bir anti demokratik rejimin sürdürülmesi mümkün görünmemektedir. Arap devrimi ya da “Yasemin devrimi” olarak adlandırılan halk ayaklanmalarının ekonomik ve siyasi temelli demokratikleşme sancıları olduklarını söylemek mümkündür.

ABD ve AB kamuoyunun desteğiyle ortadoğuda demokratik rejimlerin kurulabileceği umudu vardır…

17 Oca 2011

Galatasaray

Galatasaray spor kulübünün yeni stadının açılış töreninde hadiseler meydana gelmiş.

Olaylara bakalım.

Ne olmuş?

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı yuhalanmış.Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı da stadı terk etmiş.

Daha sonra verdiği demeçte şunları söylemiş:

Bu stadın meydana gelişinde benim şahsen katkım olmuştur, vb.

Sonrası daha da trajik.....

Galatasaray taraftarı olan ama başbakanı protesto edenler yeni bir şartla karşı karşıya kaldılar.

Adnan Polat onlara bilet satmayacak...

Başbakana yakın taraftarlar ve menfaatleri icabı onun destekleyicileri olmak zorunda olanlar demeçler verdiler...

Ayıp diyenler oldu,

Normal diyenler oldu...

Nihayetinde olay son derece net..

Taraftar stada bagajsız gelir...

Bilet ya da abone parasını ödemiştir...

Kimseye borcu yoktur...

Neyi uygun görürse onu söyler...

Oysa stadın inşaatını başbakan torpiliyle TOKİ gerçekleştirmiştir.

TOKİ kimin malıdır?

Kamu malıdır.

İşte bu noktada Kamu ve Şahıs birbirine karışmaktadır...

Kamunun malı başbakanın malı mıdır?

Galatasaray taraftarı başbakana bi'at etmek zorunda mıdır ?

Nitekim etmemiştir.

Mekteb-i Sultani geleneği Tanzimat geleneğidir...

16 Oca 2011

Solcu nasıl olunur?



"Çocukluğumdan bu güne kadar, beni önemli ölçüde “solcu” yapan bir algılamam ve itirazım oldu. Bu algılama ve itiraz nedeni, bazı insanların, babalarından, ailelerinden ötürü hak etmedikleri bir kayrılma ile yaşamaları durumu idi. Üniversite’deki hocalıktan ülkenin başbakanlığına kadar kamusal alana ait ve liyakat ve ehliyetle tahsis edilmesi gereken birçok mansıp ve makamın, adeta arka plandaki bir görünmez eller mekanizması tarafından birilerine madalya gibi verilmesi beni hep rahatsız etti hep.

Çok ciddi bir “haksız rekabet “ vardı. Osmanlı’nın kapılanma kurumu, kapılanma kültürü Cumhuriyetin içinde devam etmişti. Enderun, Harbiye ve Mülkiye'de yetiştirildikten sonra Padişah kapısında kapılananlar, sosyolojik statüsü köle, uşak ve aristokrat melezi olan bir “yönetici sınıf”ı oluşturmuşlardı. Kendilerine ulufe gibi verilen mansıplarla ve makamlarla Padişah'a şahsi itaat yemini ile hizmet edenler devletin kendilerine emanet edilmiş olduğunu vehmederlerdi. Arkaik bir dünya tasarımı içinde kendi meşruiyetlerine inanırlardı. Bu sınıfa Cumhuriyetin başlangıçta mütevazı kökenli olsalar da hızla kendini Cumhuriyetin sahibi sanma kuruntusu ile yaşayan yeni aile kadroları eklenmişti. " Prof. Dr. Yahya Sezai Tezel

Tunus




Altın Çağ'ın efsanevi Kartacalı kumandanı Hannibal Barca 'ın ülkesi eski Fenike kolonisi (Magrip) Tunus da halk ayaklandı. Sanki binlerce yıl öncesinin isyanları tekrar ediyor. M.Ö: 300 yıllarında Roma İmparatorluğu'nun istibdat rejimine karşı ayaklanan Finike kolonisi Kartaca halkı Hannibal'ın önderliğinde bir isyan başlatmıştı. Bugün halk yabancı güçlere karşı değil kendilerinden biri , bir Kartacalı olan Zeynel Abidin'in askeri istibdadına karşı ayaklanıyorlar. Artık Finike tanrısı ' Baal' için savaşılmıyor, bireysel hak ve özgürlükler için mücadele veriliyor. Ortaçağ zihniyetli rejimlerin de birer birer düşüşünü görüyoruz. Özellikle Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgelerindeki patrimonyal askeri rejimlerin artık sonunun geldiğini görüyoruz.

MÖ. 850 yılarında Finike Kraliçesi Dido'nun kurduğu Kartaca şehir devleti, siyasi yapısıgereği iki kral ve iki meclis tarafından yönetiliyordu. Asiller ve halk eşit oranda siyasi güce sahipti.Krallar bir yıl süreyle meclislerin kararıyla seçiliyordu.

Dünya medyasının "Yasemin Devrimi" adı verdiği ayaklanmanın (1) esas itibariyle ülkeyi 1987 yılından bu yana demir yumrukla yöneten Zeynel Abidin Bin Ali 'nin (23 yıllık iktidarı) aşırı partimonyal idaresinden kaynaklandığı ifade ediliyor.

Ülkenin sembolü kabul edilen yaseminin simge olarak kullanıldığı eylemlerin başlangıcı ülkedeki ekonomik sıkıntıların artmasıyla orantılı. Diğer Arap ülkelerine kıyasla daha eğitimli bir orta sınıfa sahip olan Tunus'un işsiz milyonları arasında oldukça önemli bir oran teşkil eden üniversite mezunları sokaklarda seyyar satıcılık yaparak geçinmeye çalışıyordu.(2)

1956 yılında Habib Burgiba önderliğinde Fransa'ya isyan eden vatanseverlerin bağımsızlık savaşı sonunda kurulan cumhuriyet ne yazık ki çevre ülkelerde de görülen diktaya dönüştü. Bu baskı rejiminin destekleyicisi her şeyden önce detant politikasının kuvvetle hissedildiği dönemde o bölgede etkili olan süper güçlerdi. Burgiba'dan sonra iktidarı ele geçiren Zeynel Abidin, güvenlik güçlerini her yıl daha da takviye ederek ülkeyi bir "polis devleti"ne dönüştürdü. Halk yolsuzlukların ve kanunsuzlukların giderek arttığı yıllarda çaresiz kaldı.(3)

Tunus bir ölçüde asker ve polis güçlerinin artık kontrol edemediği bir dönüm noktasına geldi. Halk artık korkmuyor. Protestolar çığ gibi büyüyor. Bir yanda özgürlük isteyen halk, öbür yanda fırsatçıların kapkaççıların yarattığı güvensiz ortam giderek güvenlik güçlerinin sertleşmesine neden olacak gibi görünüyor. Siyasi olarak hiç bir gücü olmayan bir parlemento ve hükümet şaşkın. Ülkede yaşayan yabancılar büyük gruplar halinde göç ediyor. Malını canını kurtarmak isteyen hali vakti yerinde Tunuslular da Batı ülkelerine kaçıyorlar.(4)

Uzmanlar Tunusdaki ayaklanmanın askeri cuntalarla idare edilen diğer Arap ülkelerine de sıçrayabileceği ihtimali üzerinde duruyor.(5)

Özellikle Mısır ilk akla gelen ülkelerden biri. Hüsnü Mübarek'nin patrimonyal idaresi altında bunalan halkın, "Müslüman Kardeşler" hareketine destek vermesi ve böylelikle parlementer bir çözüme gidilebileceği sinyalleri de şimdiden görülmeye başlanıyor. Tunus diğer Arap ülkelerinin aksine "Laik" bir ortasınıfa sahip. Bu bağlamda ülkede "İslami hareket" beklenmiyor. Sınır dışı edilen dini liderlerin geri dönüşlerinde ne tür bir yapılanma olabileceği de şimdiden tahmin edilemiyor. İkinci savaş sonrasında bu bölgelerde alel acele kurulan askeri rejimlerin artık sonunun geldiğini söylemek de mümkün.(6)

---------------------------------------Notlar :

(1) Radikal :Tunus Kan gölü 15/01/2011

(2) The Newyork Times : 'Power in Tunisia changes hands' : David Kirkpatrick 15/01/2011

(3) Financial Times : 'Raula Khalaf: Presidends exile leaves security vacuum' 16/01/2011

(4) The Washington Post :Opinion: 'Tunisia's revolution should be a wake up call...' 15/01/2011

(5) Foreign Policy : Michael Koplov 'Why Tunisia's revulution is İslamist -Free:16/01/2011

(6) Dagens Nyheter : 'Tunisien oroar grannregimer' DR. Maha Azzam 'la söyleşi:16/1/2011

12 Oca 2011

Patrimonyal Devlet



Bir coğrafyadaki mutlak güç her zaman kanunlarla belirlenmez. Kanaatler giderek kanunların yerine geçer.

Max Weber (1) gibi bir kuramcının Ortaçağ döneminde yaptığı tespitlere göre monarşik yapılanmalarda, toprak ve halk monarka ve ailesine aitti.

Okul tarih kitaplarında pek sık vurgulanarak hafızalara işlenen “İstanbul’un fethinin çağ değiştirdiği savı” bu bağlamda ortaçağdan çıkışı simgelemez.

Monarşik yapıdaki Osmanlı, Bizansın Ortaçağ geleneğini giderek resmileştirir ve benimser. Patrimonial devlet yapısı kurulmaya başlar.(2)

Patrimonial yapı, yüksek kültürün de monarşi etrafında gelişmesine neden olur. Kültür patronajı adı verilen gelenek de bu çağda ortaya çıkar.

Monarşik yapı saray ve başkent etrafına sanatçılar, düşünürler, bilim ve din adamlarından seçkin bir grubun memuriyetini teşvik eder.

Kapıkulları geleneği de bu patrimonial yapı içinde gelişme gösterir. Kültürü parayla yönetebileceğini anlayan monark bunu aracılar vasıtasıyla yapar. Patronun ortaya çıkışı da bu şekilde gerçekleşmiş olur.

Patrona hoş görünmek şairin ve sanatçının geçim nedeni haline dönüşür. Ürettiği sanat yapıtlarını tüketecek paraya ve kültüre sahip olmayan halk, patronun izinden gider.

İntisab ve yaltaklanma amaçlı sanat üretimi yaygınlaşır ve giderek “hoşa gidecek” şeyler söyleme dönemi başlar. Saray ismi duyulan şair ve düşünürleri saraya memur olarak alır. Sanatçının himaye ve inâyet arayışı sürer gider. Halil İnalcık’tan öğrendiğimize göre

  • Vazîfe: Dinî maaş.
  • Misâl: Berât ve menşûr
  • ârz: Vazife isteyen dilek sahibinin sultana sunduğu tavsiye yazısıdır.
  • Berât: Memuriyet onay yazısı.

Sanatçı patrona hoş görünecek, yaltaklanacak eserleri üreterek memuriyet istediğini aracılar vasıtasıyla “ârz” eder. Aracılar durumu inceleyerek “Berât” verilip verilmeyeceğine karar verirler.

Patrimonial devlet yapısı içinde medya yoktur. Monark bağımsız medyanın oluşmasına izin vermez. Patronajında olmayan hiç bir entellektüel faaliyete izin vermemek varoluş nedenidir. Osmanlı sultanları, patrimonyal devlet geleneğini yıllarca sürdürerek dini, sanatı, bilimi yönlendirmişlerdir. karşıt görüşlerin ortaya çıkması halinde ağır cezalar uygulanırdı.

Batıda on altıncı ve on yedinci yüzyılarda ortaya çıkan bireylerin hürriyet ve bağımsızlık arayışları,burjuva sınıfının da gelişimiyle Ortaçağ patrimonyal Devlet yapısını değiştirmeye başlar. Bu değişim Osmanlıda çok sonraları ortaya çıkmaya başlayacaktır. O da Batılı devletlerin zorlamasıyla.

Bugün eğer devletin , medyayı, sanatı ve bilimi yönetmek arzusu varsa ;bu arzunun kökleri Osmanlı mirası olarak nitelendirilebilir. Oysa günümüzde kanun ve nizamlar patrimonyal devlet yapısıyla çelişmektedir.

Devletin medyaya ve sanata müdahalesi bir ortaçağ hastalığıdır.

————————————-

(1) Max Weber: Maximilian Carl Emil Weber 1864-1920 ,Alman sosyolog.Sosyoloji kuramlarını sistemleştiren, sosoyolojinin bir bilim dalı olarak gelişmesinin kuramsal alt yapısını yaratmasıyla bilinmektedir.

(2) Halil İnalcık: Şair ve Patron, DoğuBatı,2005

6 Oca 2011

Epifani Bayramı (Ta Fota)


Bugün Hıristiyan Doğu Kilisesinin İsa’nın doğumunu ve Ürdün nehrinde vaftiz edilişini kutladıkları gün.

” Epifani” olarak da adlandırılıyor. Teolojik olarak bariz farklılıklar taşıyan iki kilise, Doğu ve Batı kiliseleri İsa’nın doğum günü konusunda aynı düşünmüyorlar. Batı kilisesi Noel’i “Mithra” geleneğine yaklaştırarak 24 Aralık ‘da kutlarken, Doğu Kilisesi 6 Ocak gününü doğum ve vaftiz günü olarak kutluyor.

Her yıl Fener Rum patrikhanesinde ve diğer İstanbul Ortadoks Kiliselerinde doğum günü münasebetiyle ayin düzenleniyor. Ayin sonrasında en yakın suya (Haliç, Fener İskelesi) ‘ne toplu halde yürünerek denize haç atma, yani İsa’nın ürdün nehrinde vaftiz edilişi töreni alegorik olarak icra ediliyor.

Buz gibi soğukta Haliç’in buz gibi sularına kendilerini atan gençlerin çoğu Yunanistan’dan geliyor. Bu yıl haç’ı denizden çıkaran genç Selanikli. Her yıl onlarca otöbüs dolusu Yunanlı Hıristiyan bu töreni izlemeye geliyor. İki bin yıldır bu topraklarda yerel bir kültürel olay gibi kutlanan bu bayramın cemaatinin de Yunanistan’dan taşıma Hıristiyanlar olduğunu söylemek mümkün.

Yaklaşık yüz kişilik bir polis ordusu ve onlarca TV kamerasının izlediği törene Fatih Belediyesi yetkililerinden acaba katılım var mı? Bir destek var mı? Bilmiyoruz. Öte yandan törenin yapıldığı iskelenin sivri betonlarına çarpan ve yaralanan gençlere ilk yardım yapacak tek bir hemşire bile yok. Soğuk altında titreyerek saatlerce bekleyen seyircilere bir bardak çay ikram edecek bir sponsor da yok.

Töreni izlerken Anadolu’nun dört bir yanında yıkılmaya terk edilmiş tarihi eserleri hatırlıyorum. Bu folklorik olay da bir yerde kamusal alanda ölüme terk edilmiş durumda. Samatya’da , Fener’de ,Yeniköy’de ve Yeşilköy’de sayıları artık bin civarında kalan cemaatle daha ne kadar sürebilir ki bu gelenek?

4 Oca 2011

DAYANIŞMA-PAYLAŞMA-YARDIMLAŞMA

“İNSANI YARDIM ALMA GEREKSİNİMİNİN ÖTESİNE TAŞIMAK...”

“Paylaşma; yediğimiz her lokmada, cebimizdeki her kuruşta, giydiğimiz her giyside bir başkasının payının da olabileceğinin bilincinde olmaktır.” Hanri Benazus

Bugün, üzerinde yaşadığımız dünyada fiziksel, bedensel açlık çekenlerin, yoksulluk içinde kıvrananların sayısı, tüm insanları kara kara düşündürecek boyutlara ulaşmıştır.

“Gerçekler hiçbir zaman bir çatışma ve tartışma içine girmezler. Kendileri ile asla çelişmezler.” Halbuki bizlerin hayatı hep çelişkilerle doludur. Aslında tüm çelişkiler bir yerde sahteliğin ve sahteciliğin en belirgin özelliğidir. Kısacası, “Dayanışma, Paylaşma ve Yardımlaşma” konusunda egomuzun güdüleri her zaman ön planda yer alırlar. Bizler arkasından bin bir bahane üretir ve kendimize yeni yeni mazeretler yaratırız.

Unutmamak gerekir ki; “Takındığımız her tavır, doğru yanıtı bekleyen bir meydan okuyuştur.”

Dünya, her biri kendilerine has beklenti ve korkuları taşıyan sayısız insanlarla doludur. Bu insanların ister bireysel, ister sosyal açmazlarından kurtulmaları için aslında kendilerinden başka bir kurtarıcıları da yoktur.

Ne zaman ki akıl, sevecenlik ve iyi yüreklilik, acımasızlığa, nefrete, sevgisizliğe üstün çıkacak, işte o zaman bugün için bir ütopya olarak görülse de dünyayı müşterek bir değerli yaşam alanı haline getirebiliriz.

Ama unutmamak gerekir ki; “Görüntüyü yansıtan ayna olmak, yansıttığı görüntünün mükemmelliğinin gerekçesi değildir.”

Unutmamamız gerekir ki; “Güncel yaşamımız bir görme ve duyma olayından çok bir sezinlenme ve algılama olayıdır.”

Biz insanların hayatı her nedense hep çelişkilerle doludur. Bir insanı bir taraftan sever, diğer bir taraftan ondan nefret ederiz. Bir taraftan kavga eder, çatışır, savaşır, öldürür, hayatları söndürür, malı, mülkü mahveder, diğer taraftan sevecenliği ve özveriyi geri plana itmeyiz.

Bir insana, bir şeye bütün gücümüzle tutunur, ama bir süre sonra onu unutuveririz. Tüm açmazlarımız karşısında da içinde yaşadığımız kaosu aşmak için kılımızı bile kıpırdatmayız.

“Dünya, aç oldukları için uyuyamayanlarla açlardan korktukları için uyuyamayanlar arasında bölünmüş durumdadır.” Paulo Freire

“VERMEK, VEREBİLMEK BİR ÖZVERİ, BİR ERDEMDİR...”

“Hep alabileceklerimizi hesaplamaya uğraş veririz. Halbuki verebileceklerimizi hesaplamaya alışırsak mutlu bir dünya yaratabiliriz.” Hanri Benazus

“Dayanışma, bir topluluğu oluşturanların her türlü duygu, düşünce, anlayış ve ortak çıkarlarda birbirlerine karşılıklı bağlanması demektir. Toplumsal dayanışma ise; toplumun kurum, kuruluşlarıyla ortak değerlerde birleşmesi ve birlikte hareket etmesidir.”

İnsan sosyal bir varlıktır. Çevresindeki tüm olaylardan doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenir. Bu etkileşme, kimi insana zarar verdiği gibi, kimi insanın da maddesel, güçsel, moral yönden zirvelere çıkmaksına da yardımcı olur.

Hepimiz kabul ederiz ki, tüm insanların birbirlerine sunmak durumunda oldukları bir takım görevleri vardır. Bunları yerine getirmek bir zorunluluk değil, varoluşun bize bir yükümlülüğüdür.

Ancak, insanoğlunun yapısı gereği, yapmadığı, yapmak istemediği, yapmaktan sakındığı şeyler, başaramadığı işler için bin bir mazeret üretmekten yana çok büyük bir hünere sahip

Şunu unutmamak gerekir ki; “Birey kendini bilmedikçe, umduğu hep cennet de olsa, bulacağı hep cehennem olacaktır.”

İnsanın günlük yaşamı bir eylemler sürecidir. İnsan, hoşuna gitse de, gitmese de hep devamlı bir işlev sarmalı içindedir. Dünya üzerindeki farklı insanların, yaşadıkları sürece her zaman birbirlerine gereksinim duymaları çok doğaldır.

Zenginlerin bile yoksullara gereksinim duydukları çok olmuştur. Hiç bir zengin “Benim kimseye ihtiyacım yoktur...” diyemez. Unutmamak gerekir ki; “Her zengin insan servetini yanında çalıştırdığı insanların gücü ile edinir.”“Her kim ki, yanında birini çalıştırıyorsa ona gereksinimi vardır demektir.”

“Yardımlaşma” konusunun içine, paradan, maldan, güçten sevgiye kadar her şeyi katabiliriz.

“Vermek”; halk dilindeki gibi bir vazgeçme, bir şeyden yoksun kalma, bir yoksullaşma olayı değildir. Bizim anlatma çabası içine girdiğimiz, “Verme, verebilme; bir özveri, bir erdem ve bir üstünlülüktür.” “Vermek; aynı zamanda, alanın hoşnutluğunu ve hazzını kendi içimizde duymak ve yaşamaktır da...”

İnsan sevgisinin kaynağı nasıl sonsuz ise, onu algılayabilen ve hayata geçirebilenler için böyle insancıl bir sonuca ulaşma gücü de sonsuzdur. Onun için, gelin, o “İnsanlık Sevgisi” dolu küçücük, pırıl pırıl yüreğimize sığınalım. Emin olun bu yeter de artar bile.

Unutmayalım ki; “Her bir yürek, kendi coşkuları içinde bu güzel yolculuğu yapmak ister.”


Hanri BENAZUS

Derleyen: Halit YILDIRIM

1 Oca 2011

Yılbaşı kutlama Gelenekleri....

Bu fotoğraf TBMM oturumunda yumruk yumruğa kavga eden milletvekillerini göstermektedir.Tüm dünya medyalarında demokrasi ve hoşgörü adına 2010 yılının en önemli karelerinden biri olarak teşhir edilmektedir.

Her yılbaşında Taksim’de ve diğer büyük şehir meydanlarında belediyelerin düzenledikleri kutlamalar sırasında özellikle bayan turistlere yönelik şiddet ve cinsel taciz görüntüleri medyada boy boy yayınlanır.

Bakalım bu yıl neler olacak? Kalabalık nasıl yönlendirilecek..

Varoşların çocukları

İstanbul’un varoşlarında oturan, büyük bir oranda da son 35 yılda Anadolu’nun çeşitli yörelerinden göç eden çok çocuklu yoksul ailelerin eğitimsiz delikanlıları, yılbaşı kutlamaları sırasında bayanları kalabalıkta sıkıştırarak taciz etmenin bir tür ergenlik ritüeli olduğu kanaatini taşımaktalar. Aynı delikanlıların büyük şehir alt kültürlerine intibak etmek amacıyla bazı futbol kulüplerinin taraftarı olarak farklı türde şiddet olaylarına karıştığı da bilinmektedir. Öfkelerinin ve isyanlarının kitlesel şiddete dönüştüğü stadyumlarda ve sokaklarda “incognito” olmanın getirdiği özgürlükle tanımadıkları insanlara uyguladıkları vahşet tam anlamıyla bir “heterotopya” hikayesine dönüşür.

Yaşadıkları ortamlarda, mahallede tek başına sokakta yürüyen kadınlara iyi gözle bakmaz. Afganistan’daki Taliban (1996-2001) uygulamalarını hatırlatan kadının toplumdan tamamiyle tecrit edildiği yanında erkek olmadan ve burka ya da hijap giyinmeden sokağa çıkamadığı, çalışamadığı tek kelimeyle varolamadığı ortamları anımsatır bir baskıyı bilerek ya da bilmeden siyasallaştırdıkları gerçeğini ne zaman görmeye başlayacaklar acaba?
Aynı mahallede oturan başını başörtüsüyle ya da türbanla örten kadın, dini vecibelerden çok erkeklerin öfkeli şiddetinden korunmak için başka bir çaresi olmadığının bilincindedir. Oysa farklı sosyal kesimlerde özgür ve çağdaş bir eğitimle büyümüş olan kadın kamusal alanda kendini daha güvenli hisseder.

İşte bu özgür kadınlara sırf başörtü ya da türban takmadıkları için tacizde bulunmak bir tür erkeklik gösterisine dönüşür. Delikanlı kendini en ön sırada turist ya da yerli başı açık bayanlara tacizde bulunurken buluverir. Yüzünde de yılışık bir gülümsemeyle kameralara poz verir. Ergenlik testini geçmiştir.Cinselliğe ve kadına bu denli yaklaşımı onu ilerde ciddi sorunlarla karşı karşıya getirecektir. Varoşların bakire delikanlısı yılbaşı kutlamalarını bu çerçevede algılar.Kalabalık erkek topluluğu da bu sapık davranışı onaylar mahiyette salınır.

On iki üzüm tanesi

Yılbaşını İstanbul’da geçirmek üzere gelen milyonlarca turistin bu varoş delikanlılarının vahşiyane niyetinden haberi yoktur. Bu yılbaşında güvenlik güçleri acaba 2010 yılı kültür başkentinde nasıl bir önlem alacaklar?
Oysa bu topraklarda binlerce yıldır 21 Martta kutlanan yılbaşılarda,on iki üzüm tanesi yemenin,evlerin ve dükkanların eşiklerinde nar kırmanın,çam ağaçlarından yapılmış meşalelerin yakılarak yürümenin,St. Basil kekinin içindeki altın parayı aramanın, uğur getireceğine inanılırdı. Hala da inananlar var.
Moderniteyle birlikte kent kültürünün bir gereği olarak Gregorien takvime göre Aralık ayının 31. Geceyarısında yılbaşılar artık birbirine benzer törenlerle kutlanmaktadır. Günümüzde artık Babil kültünde rastlanan “Marduk”la “Tiamut”’un mücadele ettiği Akitu töreni yapılmamaktadır. “Akitu” töreni ulu rahibin kıralın yüzüne bir tokat atması ve başından tacının çıkarılarak bir köşeye çekilerek günahlarını itiraf ederek aranmasını söylenir. Kıral üç gün sonra geriye ulu rahibin karşısına gelir ve ona günahlarını yazdığı bir tablet verir. Yeniden tacını giyen kıral ülkeyi bir yıl daha yönetme hakkını elde eder. Günümüzde hiç bir devlet başkanı böyle bir töreni icra etmek şöyle dursun, hatalarını düşünmek yerine unutmayı tercih eder.

Kötü Ruhları Kovma Ritüeli

Hemen hemen tüm kültürlerde ortak olan şey, kutlamalarda kötü ruhların kovulması ritüelidir. Bunun için gürültü yapmak, şarkı söylemek, davul çalmak, dans etmek gibi yöntemler kullanılmıştır. Eski uygarlıklarda görülen kötülükleri kovma, yöneticilerin hatalarını düzeltme sözü vermeleri, ailelerin bir arada yiyip içmeleri ve gelecek yıl için iyi temennilerde bulunmaları geleneği çok fazla değişikliğe uğramadan sürüp gitmektedir.
Günümüz Türkiyesinde muhafazakar kesimlerde yılbaşı kutlamalarının bir Hıristiyan geleneği olduğu kanaati vardır. Yılbaşı gecesi evde, restoranlarda, balolarda, içki içerek ve dans ederek kutlanma yapılmasını bir Hıristiyan adedi olduğu gerekçesiyle reddeden ve yasaklanmasını isteyen bir kesim de var. Tamamiyle bilgisizlikten ve değişik kültürler arasına kasıtlı olarak kötülük tohumları ekme amacından kaynaklanan bu tepkilerin hangi siyasal eğilime hizmet ettiğini anlamak da hiç zor olmasa gerek.
Hz. İsa’nın Doğumu
Hz. İsanın doğum günü olarak Katolik ve Protestan dünyası 25 Aralık tarihini, Doğu kilisesi ise 6 Ocak tarihini kabul eder. Bazı teologlara göre kadim inanışlara göre 21 Aralık gündönümü doğum ritüelleri olarak Roma İmparatorluğunun beş resmi dininde de kutlandığını, Hıristiyanlığın tek resmi din olarak kabul edilmesinden sonra Hz. İsa’nın doğumu ’nda bu paralelde Gregoriyen takvime uyarlandığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Nitekim, kadim Hint ve İran güneş tanrısı Mithra’nın doğumunu simgeleyen 21 Aralık gündönümü halen İran ‘da Şeb-i Yalda, İskandinavya’da ise Yule bayramı olarak kutlanmaktadır. Ekinoks ve gündönümleri güneş ve ay kültlerinde önemli bayramlar olarak kutlanmaktaydı. Tek tanrılı dinlerin bu pagan kutlamaları geliştirerek ritüellerine kattıkları da bir gerçektir. Nitekim günümüzde halen folklorik anlamda Nevruz,Hıdırellez, gibi eski geleneklere dayanan bayramların bazı kesimlerce kutlandığı bilinmektedir. Tek tanrılı dinler öncesi geleneklerin giderek sekretize olması ve folklorik öğeler olarak karşımıza gelmesi hiç de tesadüf değildir.
Bu yılbaşında hemen hemen tüm dünyada büyük şehirlerin meydanlarında ortak bir kutlama yöntemi oluştuğunu görüyoruz. Meydanlara toplanan insanlar, müzik dinleyerek, dans ederek ve havai fişek gösterisini izleyerek yeni yılı karşılıyor. Bakıldığı zaman dini bayramların ötesinde yılbaşı kutlamalarının insanları ayrıştırmaktan, birbirini ötekileştirmekten çok birleştirmeye ve birbirini anlamaya yardımcı olduğunu düşünüyorum…

Meraklısına video görüntülü Taciz Belgeleri:

http://video.cnnturk.com/2010/haber/1/1/taksimden-yine-taciz-manzaralari

http://bugun.com.tr/haber-detay/136123-yilbasinda-9-taciz-olayi-yasandi-haberi.aspx

http://www.samanyoluhaber.com/h_487031_yilbasi-kutlamalarinda-kaydedilen-istenmeyen-goruntuler-.html

http://www.medyafaresi.com/video/311/taksimde-yilbasi-tacizi.html

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...