29 Tem 2011

Edvard Munch




 Norveç'in ünlü ressamı Edvard Munch 'un tablosunu Oslo'da görmüştüm.  Broşüründe kendi kelimeleriyle tablonun oluşum sürecini anlatıyordu.
 "I was walking down the road with two friends when the sun set; suddenly, the sky turned as red as blood. I stopped and leaned against the fence, feeling unspeakably tired. Tongues of fire and blood stretched over the bluish black fjord. My friends went on walking, while I lagged behind, shivering with fear. Then I heard the enormous, infinite scream of nature."
Norveç'in birden bire dünya medyasının gündemine bir "sosyopat" marifetiyle girmesini haksızlık olarak görüyorum. Bazı medya organlarının ve Oslo polisinin bu çılgınlığı, " yükselen islam karşıtı hareketin bir tezahürü" olarak açıklamasını da yüzeysel ve amaçlı( Siyasi) bulduğumu söylemeliyim.
"Norwegian police have described as a right-wing, Christian fanatic on July 22 highlights the rise of anti-Muslim and anti-immigration sentiment throughout Europe and the United States."(1)
Bir çılgın, bir fanatik deli, ağır bir sosyopat vaka olan Brevik'in Utoya Adasında kamp yapan çocukları makinalı tüfekle teker teker öldürmesi hiç bir ideoloji ile  izah edilemez.
Bu açıklamaların belirli bir amacı olduğunu sanıyorum. Sosyal demokrat iktidarların, göçmenlere ve diğer dinlere (Hıristiyan olmayanlara) ilişkin siyasi eğilimlerini hedef alan ve bu tür olayları tetikleyen bir mekanizmaymış gibi göstermesini "çirkin" buluyorum. En azından bu katliamda öldürülen insanlara ve ailelerine yapılan ciddi bir saygısızlık bu...
"They are "pro-Western, exceedingly pro-American and friendly to Israel -- but extremely anti-Muslim, aggressively Christian and openly hostile to everything which is liberal, leftist, multicultural, or internationalist."(1)
Bazı terör uzmanlarının yapmış oldukları analizlerin hedefi de belli. Batıda giderek zayıflayan ve tabanını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalan  "Muhafazakar sağ" a taraftar toplamak. Bu bağlamda bir siyasi kampanyaya dönüşen  "Utoya Adası Katliamı" üzerinde daha çok tartışılacak gibi görünüyor. İskandinavya'da on yıl yaşamış biri olarak oldukça iyi eğitilmiş orta sınıfının, burjuvazinin bireysel hak ve özgürlükleri savunan demokratik güçlerin bu tür çocukça senaryolara prim vereceğini sanmıyorum. Olsa olsa bu iskandinavya kamuoyundan çok daha farklı bir kamuoyunu hedeflemiş olmalıdır.
Hıristiyanlık adına kendini tapınak şövalyesi ilan eden Brevik'in Norveç'in Viking dininden zorla Hıristiyanlığa geçişi( Protestan)  sürecinin detaylarını  bilmediği gerçeğinden hareketle, İskandinavyanın inanç tarihini, yeniden gözden geçirmek oldukça ilginç sonuçlar çıkaracaktır.
--------------------------------
(1)http://www.cfr.org/norway/oslos-spotlight-anti-muslim-radicalism/p25534?cid=nlc-public-the_world_this_week-link4-20110729

19 Tem 2011

Darren Clarke


Kuzey İrlanda’nın küçük bir kasabasında doğan Darren Clarke, dünya golf şampiyonu oldu.
1872 yılından bu yana kullanılan kupa, üzerine Darren Clarke ‘ın da adı kazınmış oldu.
The Open kurallarına göre Clarke kupayı bir yıl muhafaza ettikten sonra  yeni şampiyona devredecek. Kupanın bir “replica” sı yani maketi de anı olarak kendisine verilecek. Darren Clarke o çıkılması çok zor olan zirveye dört günlük zorlu bir turnuvada ulaştı. Yağmur ve rüzgar “links” golfünün vazgeçilmez doğal engelleri olarak kabul edilir. The Open’ın oynandığı saha The Royal St.George’s Golf Club, tam deniz kıyısında, tüm güçlü Atlantik rüzgarlarına açık bir yer. Bu sahalarda değil golf oynamak zaman zaman ayakta durmak bile zordur. Clarke işte bu koşullarda tırmandı zirveye. Kendisinden önce tırmananlar gibi. Pazar günü öğleden sonra İrlanda, İngiltere ve İskoçya’da bütün publarda İrlandalılar Clarke ‘ın oyununu izleyip Guiness içmişlerdir.
” I bet our Lad will win the jug, Paddy”
Kuzey İrlanda’nın başkenti Belfast’a ilk gidişimde her an bir yerden  IRA militanlarının saldırısı olacağını sanıp korkmuştum. Karanlıkta etrafını görememek gibi bir şey işte. Akşam üstü dışarı çıkıp yürüyüp bir puba girip bir şeyler içtiğimde, insanlarla konuştukça o korkunun yavaş yavaş azaldığını hissettim. İrlandalıların neşesi biraz da içtikleri siyah biradan kaynaklanıyor galiba.Guiness.  Ben de bir bardak içtikten sonra etrafıma daha farklı baktığımı hissetmiştim. Daha sonraki Belfast ziyaretlerimde ise bazı işadamları ,”IRA teröristleri ” hikayesinin medyanın da desteğiyle bir korku bulutu haline gelip Belfast’ı tecrit ettiğini, bunun bir asimilasyon hareketi olduğunu bana anlattılar. Onlara hak vermemek elde değildi. Katıldığım toplantılarda bazı Kuzey İrlandalıların kendilerini nasıl Güney İrlandalılardan farklı gördüklerini de gözlemlemiştim: Sık sık referans verirken “Main Land ” diye İngiliz aksanıyla konuşanların asimile olmuş İrlandalılar olduklarını, kuvvetli Kuzey İrlanda aksanıyla konuşanların ise gelenekçi İrlandalılar olduğunu da.
Şimdi yıllar sonra Belfast’ı anımsadığımda o şehri  yeterince gezip dolaşmadığımı düşünüyorum. Dublin Belfast arası 105 mil yani 170 kilometre. Bu yolu  arabayla gitmek yerine trenle gitmeyi tercih ediyordum. Dublin Conoally İstasyonundan kalkan 07:00 trenine binersiniz. Trenin restoran vagonunda mükellef bir kahvaltı ederken manzaranın büyüsüne kapılırsınız. Tam saatinde Belfast Tren garına varırsınız. Akşama kadar işinizi yoluna koymaya vaktiniz var. Akşam 19:00 Dublin treni tam da sizin gibi günübirlik Belfast’a gelenlerin dönüş treni. Yine restoran vagonuna yerleşirsiniz. Şarabınızdan yudumlar alırken diğer masalardaki neşeli İrlandalılarla sohbet edersiniz. Yemeğiniz biterken tren Colonally istasyonuna girer. Belfast’daki hayali korku bulutu Dublin’de yoktur.


Dublin gezginlerin bir süre durup soluk aldığı gökyüzünü dinleme durağıdır.
Dublin ne “Batı”‘dır ne de “Doğu”: Dublin iki kültür arasında  ”araf”  gibidir.


 "Never have things of the spirit counted for so little. Never has hatred for everything great been so manifest – disdain for beauty, execration of literature. I have always tried to live in an ivory tower, but a tide of shit is beating at its walls, threatening to undermine it." Flaubert

13 Tem 2011

The Open


Bu hafta golf dünyasının nefesini tuttuğu bir hafta..
The Open şampiyonası oynanacak.. Golf dünyasının gayri resmi dünya şampiyonası…
Bu yıl Birleşik Krallık Kent bölgesinde Sandwich’de oyananacak: Alıntı yapalım:
“Royal St George’s Golf Club in Sandwich, Kent, England, became the first venue outside of Scotland to host the Open Championship in 1894. It has hosted 13 Opens since”
Geleneklerine bağlı bir spor dünyası  ile spor geleneği oldukça yeni olan bir dünyanın onulmaz tefrikinin  bir başka ispatı.
Türkiye’de  spor kamusal alanı bu nedenle “Şike” olayıyla çalkalanırken,  bir başka alana golf alanının sağlam etik değerlerine sığınmak çok güzel..
Bu hafta sonu bu muhteşem golf olayını izlemek ruhuma çok iyi gelecek…

7 Tem 2011

Robert Musil

Uzun bir süredir bu ülkede bireysel hak ve özgürlükler konusunda bir gelişme olmadı. Yasama yetkisini kullanmak üzere seçilenler birbirinden daha karmaşık yasalar çıkararak bir "hayelet topluma " dönüştürdüler bizi.
En demokratik idare en az yöneten idaredir oysa...
"Bizi Rahat Bırakın ..."
Ahmet Cemal çevirisiyle "Niteliksiz Adam" ı okurken Ernest Fisher'in önsözündeki bir paragrafa gözlerim takıldı:(1)
"İnsanoğlunun yabancılaşması, onu çevreleyen nesnelerin ve koşulların bulanıklığı arttıkça, kendini ister bir kollektife, ister bireysel bir 'Unio Mystika' ya adamak tarzında olsun, duvarları yıkıp yeni bir bütünlüğe ulaşma tutkusu da o ölçüde güçlenir. Hayalete dönüşmüş bir toplumun 'gerçekliği' karşısında kuşkular içinde kalan bireyci insan, bunun arkasında daha derinlikli, daha gerçek bir başka gerçekliği, yaşamın artık tükenmiş normal durumun ötesindeki anlamını, bütünlüğünü ve zenginliğini arar."
Başka söze ne gerek var...
Hayalet toplumun hayalet bireyleri olarak yaşamaya devam...
Robert Musil' e selam olsun....
   
(1) (Robert Musil ,Niteliksiz Adam, cilt I,YKY,5. Baskı,2009:s.63)

6 Tem 2011

Çevir Kazı Yanmasın Dönemi...

Seçim sonuçları belli oldu.

 Beklenen sonuçlar önümüze geldi...

Birden bire sorunların çözümü için TBMM'sinde toplanıp çalaışmaya başlaması gereken bizim vergilerimizle maaşlarını ödediğimiz milletvekilleri yeni bir kriz ortaya çıkardılar...

 Tutuklu olan veya hüküm giymiş olan milletvekillerinin sakıncalı durumları meclis çalışmalarını kilitledi. Hangi çalışmaları?
Yeni sivil anayasa   oluşturma çalışmalarını....

Çağdaş demokratik toplumlarda bireylerin haklarını koruyan ve savunan bir anayasa..  Ötekileştirilen kişilerin haklarının korunduğu insancıl bir anayasa....

Gerek meclisde gerek siyasi partilerde gerekse de medyada "çevir kazı yanmasın " dönemi başladı.
Sahibinin sesine göre dümen kıran sivil anayasanın çağdaş normlarını hiçe sayan bir eylem içine giren siyasi aktörler daha doğrusu siyasi "oyuncular pozisyon almaya başladılar. Övgüler, yergiler  düzen düzene.

Bu bir Selçuklu Osmanlı geleneği... Şark usulü despot rejimi.....

Övgü düz yüksel ya da eleştir yerin dibine gir....

Bu siyasi  karmaşanın tam ortasında bir de yıllardır cerahatlanmış olan bir başka konu "Spor" skandalı şike suçlamaları düşüverdi.
Ülke hop oturup hop kalkıyor....
Nasıl olur?
Çok ciddi bir "ahlak " problemiyle karşı karşıya kalıyor toplum....

Makyavelist oyuncuların rakiplerini bertaraf etmek için her türlü çareye başvurdukları ortamın doğal bir sonucu olarak yıllardır cerahatlenmiş bir dizi sorun  her yöne koku saçar oldu..
Futbolda şike, borsada yolsuzluk, sahte alkol, sahte fatura, hileli iflas, rüşvet, ihaleye fesat, sahte rapor, gümrük kapılarında kaçak mallar, hastanelerde yanlış tedaviler, aşırı ücret politikası, bankalarda manipülasyon, akla hayale ne gibi ahlak dışı olay geliyorsa hepsi karşımıza geliyor....

Seçmen şokta.....

Beklenen yaz mevsimi de gelmedi...

Yoksul, yardıma muhtaç olanların,  ötekileştirilenlerin kabuslu günleri başladı....

Bakalım bu gemi ne kadar su alıyor?

1904 yılında Kafka arkadaşına yazdığı mektupta şunları söyleyecekti:

"Bizi ısıran ve bizi zehirleyen kitapları okumalıyız. Okuduğumuz kitap kafamıza balyoz indirilmiş gibi bizi uyandırmıyor ise, neden okuma zahmetine girelim ki? Senin dediğin gibi, bizi mutlu kılsın diye mi? Aman Tanrım, hiç kitap olmasaydı da o denli mutlu olurduk. Kendimizi azıcık sıkarsak bizi mutlu edecek kitapları biz de yazabiliriz. Bize gerekli olan, en acı verecek talihsizlik gibi bize vuran kitaplar. Kendimizden çok sevdiğimiz birinin ölümü gibi vuran, insanlardan uzaklara, ormanlara sürgün edilmişiz duygusu veren, intihar gibi kitaplar. Kitap, içimizdeki donmuş denize inen balta gibi olmalı. Ben buna inanıyorum. " 

F.Kafka (O.Polak mektupları 1904)

Apoyevmatini

Bir zamanlar otuz binlere varan  satışıyla tanınan İstanbul Rum “Apoyevmatini “ gazetesi kapanma tehlikesiyle karşı karşıya .
Apoyevmatini gazetesinin sahibi Mihail Vasiliadis, gazetenin 12 Temmuzda kapanacağını duyurdu. 1925'den bu yana, azalan Rum nüfusun binlerin altına düşmesiyle  İstanbul kültürünün ayrılmaz bir parçası olan ve birbiri ardından  kapanan kilise, okul ve vakıflardan sonra 86 yıldır yayın hayatına devam eden Türkiye'de yayınlanan tek Rumca gazete olan Apoyevmatini, kapanıyor.
Gazetenin sahibi Mihail Vasiliadis Yunanistan’daki krizin kendilerini çok etkilediğini belirtiyor. Düzenli olarak verilen reklamlar Mart ayında kesilmiş. Türk Basın İlan Kurumu’na resmi ilan alabilmek için yaptıkları başvuru ise yerel gazeteler için 5000 tiraj alt sınırı olduğu için reddedilmiş.

Ne Yapılabilir?
  Apoyevmatini gazetesi, kültürümüzün vazgeçilmez bir parçasıdır.
Kültür mirasımızı koruyalım.  Apoyevmatini gazetesine abone olarak yaşamasını sağlayalım:
Apoyevmatini gazetesinin abonelik bedeli, 3 aylık 25 TL, 6 aylık 50 TL, 1 senelik 100 TL’dir, gazete veznesine ya da verilecek banka hesabına yatırılabilir.
Ayrıntılı bilgi ve iletişim için: apo.istanbul@gmail.com , (0 212) 225 59 57, (0212) 293 20 35.

http://www.istanbulrumazinligi.com/index.php


3 Tem 2011

Ernest Hemingway


Ölümünün ellinci yılında bir çok yerde anılan Amerikalı yazar Hemingway bugün bize neler söylüyor?
” The Man and the Sea” adlı eserinde uzun bir mücadeleden sonra yakaladığı ve kayığına bağlayıp eve götürürken köpekbalıklarının saldırısına uğrayan ve balığını kaybeden  Kübalı bir denizcinin öyküsünü anlatan kısa romanıyla Pulitzer Ödülü’nü alır. Biraz da dünyaya vermek istediği mesaj budur. Yaşamın inişli çıkışlı yollarında bir şeyler elde etmek için çabalayan insanların en sonunda köpekbalıklarından kurtulamayacağını söyler…
2 Temmuz 1961 yılında trajik bir biçimde bir av tüfeğiyle intahar eden yazarın ölümü etrafında bir çok söylenti vardı. Söylentiler aradan bu kadar zaman geçmesine karşın sürüp gidiyor. Karanlık güçlerin işlediği bir cinayet olduğunu ileri sürenler de var. Bunun nedeni de yazarın 21 yılını Küba’da geçirmiş olması ve o sıralarda Küba -ABD krizinin patlamış olması..
Bugün haber ajansları yazarın altmış iki yıllık yaşamının yirmi bir yılını geçirdiği Küba’da özel bir törenle anıldığını bildiriyor.
Hemingway 21 Temmuz 1889 yılında  Park Oak, İllinois ‘de doğdu.  Lise öğrenimini yarıda bırakarak Kansas Star’da gazeteciliğe başladı. Birinci savaşa ambülans şöförü olarak katıldı. Daha sonra İspanya içsavaşı ve ikinci savaşta muhabir olarak bulundu. Yüz binlerce insanın ölümüne şahitlik etti. Bir çok kez ölümden döndü. Savaştan sonra Küba’ya yerleşti. 1952 yılında Pulitzer,1954 yılında da  Nobel Edebiyat Ödülünü aldı. 1959 yılına kadar Küba’da yaşadı. ABD ve Küba arasında başlayan siyasi kriz  tırmanan şiddet sonrasında bozulan sağlık durumu nedeniyle  ABD’ye geri dönmek zorunda kaldı.
Çanlar Kimin için Çalıyor?
1940 İspanya İçsavaşı Yılları
“Roberto Jordan; sarı saçlı, rüzgar ve güneşle yanmış yüzü, ince yapılıydı. Çok zor bir göreve seçilmişti. Gerçi daha önce birçok defa yaptığı işlerden biriydi ama yinede General Golz onu bu görev için bizzat kendi görevlendirmişti. General Golz, Roberto Jordan ‘ın şimdiye kadar çalıştığı en iyi general olmasına rağmen, tümeninin taarruza başlamasıyla beraber köprüyü uçurması gerekecekti. Uçakların bomba sesleri duyulunca köprü uçmuş olacaktı.”
Şimdi aradan elli yıl geçtikten sonra savaşların hiç sonu gelmedi. Artarak devam eden kıyımlar, haksızlıklar zulüm. Hemingway bir yanda savaşın korkunç yıkımlarını diğer yandan da genç insanların mecera tutkusunu anlatmaya çabaladı. Anlattı da. Savaş sonrası yaşamın boşyereliğini varoluşun anlamsızlığını ve sonuçsuzluğunu anlattı hep. Altı romanı ve elli kadar hikayesinde hep bu “eli boş dönmeler”, “anlamsızlıklar” yaşamın intaharla sonuçlanacak kadar anlamsız olduğunu anlattı. Savaşların tükettiği umut ve insani değerler geriye bir şey bırakmıyordu.
Bugün elli yıl sonra Sudan’da, Irak’ta, Yemen’de, Afganistan’da, Libya’da, Mısır’da, Suriye’de ve Türkiye’de kan ve kin içinde doğan ve büyüyen kuşakların Hemingway’in “Silahlara Veda” eserini  okuduklarında ne düşüneceklerini tahmin etmek zor değil.
Batının savaşları var Doğunun isyanları….
Doğumunun yüzüncü yılında Ernest Hemingway’i okuması gereken milyonlarca çocuk var….

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...