31 Eki 2012

Cloud Atlas

David Mitchell’in aynı adlı romanından  sinemaya uyarlayanlar: Tom Tykwer, , Lana ve Andy Wachowski
Yönetmenler: Tom Tykwer, , Lana Wachowski ,Andy Wachowski
  Oyuncular :Tom Hanks, Halle Berry, Jim Broadbent, Huge Grand
Filmde altı farklı hikaye anlatılıyor: Filmin başında Zachry (Tom Hanks) bir gezegende çocuklara bir hikaye anlatmaktadır. The Prophetess adlı bir gemide başlayan film, zehirlenen gezegenden(Dünya)  kaçan yolcuları taşıyan The Prescients adlı bir başka gemide sona erer.  Hikayeler birbirine bi yerinden bağlıdır. Her hikayenin bir sonra gelene bağlantısını kuran bir öğe taşıması da çok ileri bir anlatı tekniğiyle verilmiştir.

İlk hikaye 19. Yüzyılda geçer. Adam Ewing adlı avukat, kayınpederinin ticari işlerini takip amacıyla  1850 yılında Pasifik denizini misyonerlerle v e sahtekarlarla dolu bir gemiyle geçerken   ölümle karşı karşıya gelir. Canını bir köle kurtarır. Ewing,  Amerika’ya döndükten sonra karısını ve canını kurtaran köleyi alarak yeni bir hayata başlar.

İkinci hikaye homoseksüel bir Britanyalı besteci olan Robert Frobsher ‘nin 1931 yılında  filme adını veren senfoniyi  besteleme sürecinde başına gelenleri anlatır. Aşığı nükleer fizikçi Rufus Sixsmith ‘e yazdığı mektuplar ve bestesi  1970 lerin Reagan’ın Kaliforniyasında dramatik bir şekilde  ortaya çıkacaktır.

Üçüncü hikaye Yahudi bayan gazeteci Luisa Rey’in tesadüfen nükleer bir santralı araştırırken Rufus ile elektrik kesintisi sırasında tesadüfen bir asansörde  hapis  kalmalarıyla gelişir.

Dördüncü hikaye Timoty Cavendish adlı Londra’lı bir yayıncının 1980 yılında başından geçenlerle alakalıdır.

Beşinci hikaye geleceğin Seul şehrinde geçer. Klon garson kız  Sonmi-451 ‘nin hikayesidir.Geleceğin mega kentlerinden biri Yeni Seul sular altındadır. Filmde şehrin tasarımını Wachowski kardeşlerin yakından tanıdığı  George Hull,yapmış.

Altıncı ve son hikaye uygarlığın bir savaş sonrası yıkılmasından  sonra  Pasifik adalarından birinde Hawaii ‘de yaşamlarını sürdürmeye çalışan ve Sonmi-451’i tanrı olarak gören  ilkel kabilelerden birinin üyesi Zachry’nin başıdan geçenleri anlatmasıyla başlar ve devam eder. Filmde bu altı hikayeyi birbirine bağlayan Wachowski kardeşlerin Matrix triolojisinde de defalarca alegorileştirdiği dini  kavramlar karşımıza çıkacaktır.

Fredrich Nietzche’nin kuramlarına gönderme yapılır. İnsanların güç elde etmek için yapmayacakları şey yoktur. “Der Wille zur Macht” , güç istemi insanın en temel güdüsüdür. Güçlünün zayıfı yok ettiği bir dünyada güç elde etmek isteyenlerle onların kurbanlarının hikayesidir anlatılan. Düalite her hikayede karşımıza çıkar.Kötüler hep kötüdür. Her hikayede kötüler iyileri ortadan kaldırmak için tüm güçlerini kullanırlar. Yahudi Hıristiyani kavramlar arasında dolaşırız  film boyunca. Merhameti vicdanı olanlar ve olmayanların mücadelesi anlatılır.  Gerçeğin ne olduğu da sürekli sorgulanır.
Gerçeği algıladıkları biçimde davranışlarını yönlendirme hakkına sahip olan bireyler bir seçim yaparlar. Seçim yapmak bir gerçeği ya da gerçeğin algılanışına bağlı olarak değişir. Matrix’ üçlemesinde de seçim hakkını kullanan birey temel bir unsur olarak karşımıza çıkar. David Mitchell’in ırk cinsiyet ve millet farkı gözetmeden insanlığın temel sorunu olan “ güç istemi”,“güce tapmayı” siyasi olarak eleştirdiği ve  insanların daha farklı, daha merhametli bir dünya seçmeleri için yeni başlangıçların olduğu bir vizyonunu özlediği mesajını ilettiğini söyleyebiliriz. Filmde romanın ana dokusundan gelen “Altılı” “Sextet”  yapısı  dikkat çeker.

Bulut atlası altılısı senfonisi , piyano, klarnet, keman,flüt,  obuva , ve violonsel  için yazılmıştır. Burada müzikle çok yakın bir ilişki kurulmuştur. Öte yandan  Rus bebekleri  (Matrioshka ) yapılanması da romanın  ana yapısını oluşturmaktadır. Her bebek bir diğerini doğurmaktadır. Bu yeniden doğum, reincaenasyon, insanların  aynı ruhun bir başka bedende ortaya çıkması gibi düşünülmüştür. Kuyruklu yıldız biçimindeki doğum işareti altı hikaye kahramanında da görülür. Ruhun bir bedenden bir bedene zaman ekseni içerisindeki seyahati metaforunun  kurgulandığı görülmektedir.
 Zaten romanın ve filmin ana teması da bulut atlasıdır.
Gökyüzündeki bulutların hareket edişinden doğan harita.

29 Eki 2012

Sığla Ormanları (Liquidambar Orientalis Miller)




Doğa yürüyüşlerini sürdürüyorsun. Sığla Ormanları hakkında bilgi arayışın sürüyor. Sığla kelimesini de ilk kez duyuyorsun. İnternet kaynaklarına başvuruyorsun:

“Sığla Ormanı Tabiatı Koruma Alanı” Akdeniz Bölgesi’nin batı bölümünde yer almakta olup, idari yönden Isparta’nın Sütçüler ilçesi sınırları içinde kalmaktadır. Büyüklüğü 88,5 hektar olan alanın denizden yüksekliği 180 m ile 550 m arasında değişmektedir. Sığla Ormanı, Aksu Çayı’nın oluşturduğu bir vadi içerisinde, vadinin tabanı ile yamaçların alt kesimlerinde bulunmaktadır. Araştırma alanında önceki yıllarda tespit edilerek tescili yapılmış Anadolu Sığla ağacı türüne ait anıt ağaç mevcut değildir. Bu çalışmada Genç-Güner Yöntemi kullanılarak 15 adet boyutsal anıt ağaç belirlenmiştir. Bu ağaçlarda taç çapı, göğüs yüksekliğindeki çap ve boy tespitleri yapılmıştır. Yaş tahminleri ise artım kalem örneklerinin yaş sayımı için sağlıklı olmaması nedeniyle yapılamamıştır. Alandaki en görkemli anıt ağaç Çatal Sığla’ya aittir ve bu ağacın boyu 34 m ve göğüs yüksekliğindeki çapı 130,6 cm’dir. Yaklaşık 65 milyon yıl öncesinden günümüze kalan Sığla ağacı , Doğu Akdeniz kökenli bir tür olup, Türkiye’nin güneybatı bölümünde yayılış gösteren ve dünyada başka hiçbir yerde bulunmayan endemik bir ağaç türü. Çine Çayı, Datça, Fethiye arasındaki alanda dağılım göstermekte. Dere boylarında ve taban suyu yüksek alanlarda gruplar halinde veya tek tek görülen bu ağaç türünün orman oluşturabildiği yerler Muğla, Burdur, Isparta illerimizdir. 
Ülkemizde doğal olarak yetişen ve endemik bir tür olan Sığla ağacı (Liquidambar orientalis Mill.) dünya üzerinde mevcut 5 Sığla ağacı türünden biridir. Bugünlere ulaşma şansına erişmiş bu nadide genetik rezervimiz Karacaören-I Barajındaki su seviyesinde zaman zaman meydana gelen yükselmeler ve baraj gövdesinden sızan sular, yamaçlardan gelen su akıntılarını arttırmakta, meşcere içerisine yayılan bu sular meyilli yamaçtaki toprakların yumuşayıp şişerek gevşek bir yapı almasına ve özellikle yaşlı Sığla ağaçlarının devrilmelerine neden olmaktadır.
Kaynak: SDÜ Orman fakültesi Dergisi : Hüseyin Fakir http://edergi.sdu.edu.tr/index.php/sduofd/article/viewFile/438/540

Docent Doktor Latif Kurt’un çalışması da Sığla Ağacı ve bugünkü durumu hakkında oldukça kapsamlı bilgiler ihtiva ediyor. Aşağıdaki linkten indirilebilir.
http://hostinglister.com/arsiv/ockkb-yayinlar/sigla_2008_kitap.pdf

Bu bilgileri edindikten sonra TODOSK grubunun organizasyonunda  ile üç otöbüs dolusu doğaseverle birlikte  Karacaören Barajı’na hareket ediyorsun.

İlk durak, koruma alanı olarak ilan edilen Sığla Ormanı bölgesi. Koruma alanı içerisinde  dört beş evlik bir yerleşim var. Keçi ve koyun ağılları dikkatini çekiyor.

Barajı kuş bakışı gören en yüksek tepeden fotoğraf çekiyorsun. Arabalarıyla gelenlerin attıkları boş meşrubat ve bira  şişeleri etrafa saçılmış bir kaç yerde açılan çukurların  içerisi de doldu.




Yürüyüş başlıyor. Sığla ormanı içerisine giriyorsunuz. Bir iki gün önce yağan şiddetli yağmurdan sonra dağdan gelen sular  zemini kaygan hale getirmiş. Yer yer içinde yengeçlerin oynaştığı su birikintilerinin üzerinden atlamak zorunda kalıyorsunuz. Yengeçler  her yerde. Korkup çığlık atanlara hayretle bakıyorsun. Gölün içi ağaç ölüleriyle dolu. Balık tutmaya gelenlerin bıraktıkları ambalaj atıkları ciddi bir kirlilik oluşturuyor. Bitki örtüsünü tanımaya çalışıyorsun.
  • Sığla (Günlük) Ağacı : (LIQUIDAMBAR ORIENTALIS Miller), Sweetgum
  • Kızılçam
  • Meşe
  • Çınar
  • Yaban mersini
Gölün etrafındaki patikalardan inişli çıkışlı olarak süren yürüyüş sırasında Antalya yöresinin binlerce doğa harikasıyla dolu olduğunu düşündün. Binlerce yıl buralarda yaşayan halkların bıraktıkları izlerin yanı sıra insan ayağı değmeyen yöreler, dağlar ve tepeler doğaseverleri bekliyor..


Share

20 Eki 2012

“Selefiyye”[1]



Kelimeyi ilk kez Enver Sedat’ın bir suikast sonucu vefatı sırasında duydum. “Aşırı dinci”, “Radikal İslam”, “Cihadistler” gibi   ifadelerle  “Selefiyye” birlikte kullanılıyordu. İslamda mezhepleşme konusu oldukça karmaşık ve amatörler için tuzaklarla dolu. Temel yaklaşım belli bir inancın zaman içerisinde farklı kollara ayrılmış olmasında yatmaktadır. Mezhepleşme sadece tek tanrılı dinlere özgü bir sınıflandırma değildir. Antik çağda Artemis, Kybele, Apollon,vb. gibi kültlerin arasında yol farklılıkları görülmüştür. Örneğin Anadoluda en yaygın kültlerden bir olarak kabul edilen Artemis kültünün yüze yakın farklı uygulaması olduğu bilinmektedir.[2] Nitekim her dinde olduğu gibi İslam dininde de  mezhep ayrılıkları  oluşmuştur.
“Hz. Muhammed’in vefatından sonra  insanlar sorunlarına cevabı Kur’an ve Hadislerde aramaya başladılar. Üstelik Hz. Peygamber dönemine nispetle çeşitli nedenlerden dolayı insanların sorunları artmıştı.  İş böyle olunca ortaya oldukça farklı ve zıt görüşler çıkmaya başladı.  İnsanlar hangisine uyacağına bir türlü karar veremez oldular. Bu durumu gören sahabe ve tabiundan ileri gelenler bir faaliyet içerisine girerek çeşitli metotlar ve kurallar geliştirmeye başladılar. Geliştirilen bu kurallar alimlerin öncelik verdiği şeylere göre şekillenip ekollerin oluşmasına yol açtı. . Hz. Ali ile muaviye arasındaki hakem olayına razı olmayanlara Harici, Hz. Ali tarafını tutanlara  Şia, Nasların yorumlanmasını kabul edenlere Kelamcı, nasları olduğu gibi kabul edenlere de Eseriyye vb isimler verilmiştir. Bu görüş sahipleri mezhepler tarihi kitaplarında belli bir çerçeveden hareketle sınıflandırılmış ve guruplara ayrılmıştır. Bu sıralam iki ana gurup çerçevesinde olmuştur.  Bunlardan birincisi; hidayette olduğu kabul edilen gurup ki buna genel anlamda Ehl-i Sünnet tabiri ullanılmaktadır. Bu gurub da Selef ve halef olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Diğeri ise dalalette olduğuna inanılan gurup ki Hariciyye, Şia ve Mutezile gibi bölümlere ayrılırlar.”[3] 
 Köktenci Selefiyye akımının etkili olduğu Suudi Arabistan ilk savaştan sonra petrol rezervleri sayesinde ekonomik refaha kavuştukça sosyal anlamda eski çağlara yönelmiş, çağın en katı Ortadoks İslam inanç sistemini devlet siyaseti olarak benimsemiştir. Çevre ülkelere de etkisi olan bu akım özellikle fakir ve eğitimsiz halk arasında örgütlenmiştir. Bir şemsiye hareketi olarak da nitelendirilebilecek “Müslüman kardeşler” hareketi içerisinde kendine gelişme ortamı bulduğu da söylenebilir.
Mısır dini konularda komşu ülkeleriyle karşılaştırıldığında çok karmaşık bir kültürel tarihsel mirasa da sahip olması nedeniyle hangi grupların ne ölçüde birbirinden ayrıldığını anlamak da güçleşiyor.  Bu yazının kapsamı içinde sadece dini isim ve kavramları doğru kullanmak adına gruplardan genel olarak söz  edecek, mümkün olduğu kadar “Selefiyye fırkası” ve tarihsel gelişimi üzerinde durmaya çalışacağım. Fırkalar ya da mezhepler de kendi içlerinde kollara ayrılmaktadır. Bu bağlamda Selefiyye için bir tarihsel soy  ağacı çizecek olursak:
  • ·       İslam Dini
  • ·       Sünni Mezhebi
  • ·       Hanbeli Fırkası
  • ·       Vehhabi-Selefiyye kolu

Bu ilişkiye hangi taraftan bakıldığına göre ortaya çözülmesi gereken bulmacalar çıkmaktadır. “Maturidi”[4]  ve “Eşari”[5] itikadi mezheplerinin yapmış oldukları sınıflamalara göre bakıldığında Sünni, Şia, Harici fırkalarının farklılaştığını da görmek mümkündür. Sünni yani Ehl-i sünnet mezhebi de zaman içerisinde değişim göstermiştir.  
İslam’da “Sünni” yani ehli-i Sünnet tabir edilen ayrışmanın  itikadi yönden  “Eş'ari” , “Matüridi”  mezhepleri nin kuruluş sürecinde selefi gelenek; “Ehli sünnet-i hassa”, “Ehli hadis”, “Ashabul hadis” gibi isimlerle de anılmaktaydı.
Selefiyye kolu genellikle İslama hadis temelli  katı bir bakış açısından bakanlar  olarak bilinmektedir. Aklın değil itikadın prensiplerinin oluşturduğu bir dünya görüşünü benimsemiş, bir anlamda İslam dininde “Ordadoksi[6] ekol olarak tanınmıştır. Nitekim Cevdet Paşa ünlü eseri Tarih-i Cevdet’te şöyle der:
“Merkûmun ihdas eyledi_i mezhepde meslûk u ma‘lûm olan birçok akâid-i fâsidenin esası
üç mesele olup evvelkisi budur ki Vehhâbîler amel imandan cüzdür deyip mesela bir vakit namazı
ve bir sene zekâtı tekâsülen terk eden kimesne kâfir olarak demi heder ve malı helaldir diye itikad
ederler. _kincisi budur ki ervâh-ı enbiyâ vü evliyadan isti‘âne etmek gibi istimdâd u isti_fâ‘ vechile
Cenâb-ı Hak'dan gayrıya duâ eylemek _irktir derler. Üçüncü mesele türbeler binâ ve üzerlerine
kubbeler in_â ile içlerinde kandil yakmak ve onlara sadaka ve nezrler arz etmek mu_âyir-i diyânet-i
_slâmiyye idü_i da‘vâsından ibarettir”. ( Tarih-i Cevdet, 1309: VI,123; VII,183; BOA, HAT,
3799A).[7]


Mezhepler tarihi  araştırmacıları Selefiliğin günümüze kadar üç aşamadan geçtiğini ileri sürmektedirler: Ahmed bin Hanbel ile ilk devresini yaşayan Selefilik,  Harranlı İbn-i Teymiyye ile ikinci aşamasını,  Muhammed bin Abd ul-Vahhab ile de üçüncü aşamasına geçmiştir. Günümüzde “Vehabilik” ya da “Vahabilik”  olarak bilinen akımın çıkış noktası olarak bilinmektedir. Bu akımın da itikadi olarak Hanbeli fırkasının ayrışmasından meydana gelmiştir. Tasavvuf geleneğine karşı oldukları bilinmektedir.
Cevdet Paşa'ya göre Osmanlı'nın Vehhâbîlik gailesinin üstesinden gelememesinin sebeplerinden biri de ulemanın, ya_adıkları zamanın siyasi ve ictimai vaziyetini etraflı bir _ekilde ihata ederek, meseleleri gö_üsleyecek unsurlardan uzak kalarak, mes’ûl oldu_u mevkinin hakkını verecek konumdan uzakla__
olmasıdır. Bu nedenle realiteyle irtibatını kaybeden ulema Vehhâbîli_i, “mukaddemâ taassub vadisinde atıp tutmu_ ve bir müddet çene yarı_ı edip gitmi_ olan Kadızâdeliler”le kıyaslayarak, onlara gereken ehemmiyeti vermemi_tir. (Tarih-i Cevdet, 1309: VII, 196;VI,124).[8]


Sahabeler ve sonra Tabi'ler  ve onlardan sonra gelen nesillerin Kur’an a bağlılıklarını ve başka bir yorum kabul etmeyen görüşe karşılık Vehabiliğin radikal İslam olduğunu ileri sürenler de vardır.
“Vehhâbîler ise, ıslahatçı bir gaye ile yola çıktıklarını iddia ettikleri halde çok geçmeden sosyal barışı ve birliği bozmuşlardır.Vehhâbîlik, Müslümanlara karşı silaha sarılmayı meşru görerek Haricîliğin yolundan gitmiş ve İslam dünyasında şiddetin beslendiği en önemli kaynak haline gelmiştir. Bidati, oldukça geniş yorumlayan Vehhâbîler, dinî olmayan birçok hususu dinden kabul edip, bidat sahibi kabul ettikleri Müslümanları küfür ve şirke nispet ederek onların öldürülmesini meşru görmüşlerdir.”[9]
Ortadoğu da “Yasemin Kokusu” ya da “Arap Baharı” adı verilen hareketin temelinde Birinci Savaş sonrasında ortaya çıkan “Baas” tipi otoriter rejimlerin uyguladığı baskının olduğu ileri sürülmektedir. Soğuk savaş yıllarında şekillenen “Baas Diktatörlükleri” farklı mezheplerin de yaşam alanı bulduğu Müslüman Kardeşler oluşumlarına karşı baskı uygulamışlardır. Özellikle Mısır ve Suriye gibi ülkelerde muhalefet içerisinde yer alan Selefiyye akımları gizlenmek zorunda kalmışlardır.  Değişen dünya koşulları içerisinde Bass diktatörlükleri birer birer yıkılırken muhalefet uluslararası istihbarat örgütlerinden askeri ve siyasi destek görmüş ve kısa sürede güçlenmiştir. Askeri güçlerin kontrolünün  Selefiler’e geçmesinden endişelenen dış güçlerin farklı taktikler uyguladıkları bilinmektedir.  Radikal İslam olarak adlandırılan Selefiler’in  her muhalefet hareketi içerisinde var olduğu bilinmektedir. Bugün, Afganistan, Pakistan, Irak başta olmak üzere Lübnan, Ürdün, Suriye, Mısır, Libya, Tunus ve Fas coğrafyasında Selefilerin ciddi bir örgütlenme içerisinde silahlandığı resmi ordularla savaşacak güce eriştiği söylenmektedir. Aslında halk içerisinden değil de farklı çıkar çevreleri tarafından silahlandırılan muhalefetin tek bir ses tek bir baş olmadığı bilinmektedir. Bu silahlı güç, Ortadoğu’nun önümüzdeki süreçte bir kan gölüne dönüşmesinde en önemli rolü oynayacaktır.


Kaynakça:
·       Dündar, Muhammed Mücahid, Vehabilikte tevhid ve şirk,Yüksek Lisans Tezi,Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstütüsü, İstanbul 2006
·       Şeker, Fatih. M., Vehabiliğin Osmanlı Müteferrikleri Üzerindeki Akisleri, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi,Cilt 5, Sayı 21


[1] Selefilik olarak da bilinmektedir. İngilizce : ‘salafi’,’ salaf ‘ Salafiyyah, Salafism, günümüzde  Wahhabism. Önce gelenler kültü.
[2] Albayrak, Yusuf, Anadoluda Artemis Kültü , doktora tezi, Ankara Üniversitesi, 2008
[4] Ünlü Türk din bilgini Matüridî'nin, Hanefî Mezhebi'nin kurucusu İmam-ı A'zam'ın düşüncesini takip eden, akla önemli bir yer veren İslam dini itikad mezhebidir. Türkiye, Afganistan, Pakistan, Hindistan ve Orta Asya ülkelerinde yaygındır.
[5]  Ebu Hasan Eş'ari'nin (ölüm: MS 935) kurduğu bu okul, aklın hiçbir zaman gerçeğe ulaşamayacağını, kulların ancak kayıtsız şartsız inanmakla mutlu olabileceklerini ileri sürerEş'ariliğin en büyük tenkitçilerinden birisi de ünlü filozof İbn-i Rüşd'dür. Aslında genel olarak kelâm ve kelâmcılara karşı çıkmış olsa da İbn-i Rüşd tenkitlerini en çok Gazzali ve Eş'ariyye üzerinde yoğunlaştırır..
[6] The first generations of Muslims are collectively referred to as the "Pious Predecessors" (as-Salaf as-Saleh),[12] and include the "Companions" (Sahabah), the "Followers" (Tabi‘un) and the "Followers of the Followers" (Tabi‘ al-Tabi‘in).
[7] Fatih M. ŞEKER-Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi,5/21
[8] Fatih M. ŞEKER-Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi,5/21
[9] Dr. Hasan Gümüşoğlu İstanbul Merkez Vaizi

19 Eki 2012



Giuseppe Verdi’nin bestesi, Francesko Maria Piave’nin librettosunu yazdığı ünlü La Traviata operasını  Antalya’da izledin.
On yedinci yüzyıl “medya”sı olarak kabul edilen operanın artık yavaş yavaş gözden düşmeye başladığı yıllarda 1853 yılında ilk kez Venedik’te Teatro la Fenice’de sahnelenmiş.

Bu eserle Alexandre Dumas’ın 1848 yılında yayınlanan Kamelyalı Kadın adlı romanı arasında bağlantı kuruluyor.
Konu ne ? Eğlence evi sahibesi güzel Violetta ile zengin burjuva  bir ailenin oğlu Alfredo’nun trajik hikâyesi.

Mekan : Paris
Violetta Valery : Eğlence evi sahibesi (Bir hayat kadını) Romanda Marguerite Gautier
Alfredo Germond : Burjuva ailenin oğlu. Romanda Armand Duval.

Asaletin çok önemli olduğu on yedinci yüzyıldan on sekizinci yüzyıla geçişte asiller (toprak sahipleri)  fakirleşirken tüccarların zenginleştiği ve burjuva sınıfının yükselişi bariz bir biçimde ortaya çıkmaya başlamıştır. Paris eğlencenin ve modanın merkezi olarak bu yüzyılda yerini almaktadır. Eğlence evleri zenginlerin toplandıkları mekanlar olarak müzik, dans, kumar, içki, vb. gibi çok amaçlı hizmetler sunmaktadır. Ev sahibeleri de  Fransızca ”courtisane”, aynı anda bir kaç kişinin sevgilis olan para karşılığı zenginlere eğlence servisleri sunan hayat kadınları tipi olarak ortaya çıkmaktadır. Türkçede “randevu evi” , “genel ev” gibi kavramlar olmasına karşın kültürel olarak  ”courtisane”  kavramını karşılamazlar.

 Toplumda eğlence evi sahibeleri ve eğlence evlerine gidenlere de farklı statüler verilmiştir.
“la Traviata” kavram olarak o dönemin “Hayat Kadını” tipine bir gönderme yapmaktadır.”courtisane”
Antalya Devlet Opera ve balesi’nin 16 Ekim 2012 tarihli premiyerinde operayı izledin.

Dekoru beğenmedin. Seyirciye “courtisane” kavramını açıklayan bir dekor yok. Türk seyircisinin “courtisane” kavramı konusunda hiç bir fikri yok. Genel ev kadını, kapatma, mama,vb. gibi bu topraklara özgü kavramlara alışık olan seyirci ”courtisane”‘ı nasıl anlayacak?

Konuya ilişkin hiç bir şey ifade etmeyen bir merdiven, Alexandre Dumas’ın Kemalyalı Kadın romanının Fransızca versiyonu :La Dame aux camélias ‘ın devasa bir maketi ve üç adet telefon kablosu bobinin oluşturduğu bar ile tamamlanan “eğlence evi”, simokin ve tuvalet giyen müşteriler ile günümüze yaklaştırılmaya çalışılmış.
Sana göre son derece başarısız bir uyarlama olmuş. Seyirci olarak zaten İtalyanca söylenen aryalar anlaşılmıyor. “courtisane” kavramı bilinmiyor. Romanı okuyan seyirci sayısı da az olduğu için sahne üzerine yansıtılan Türkçe ve İngilizce projeksiyonlarla bu açık kapatılmaya çalışılmış.

Kostümlerin ve sahnelemenin çok zayıf olduğu bir operayı izlemek çok zordu. 

 Sıkıldın. 

Ünlü şarkıları dinlemekte zorlandın.

15 Eki 2012

Hüseyin Kaplan




Ölümle yaşam arasının çok ince bir çizgi olduğunu söylerler. İnce ve çok keskin bir çizgi. 

Avusturyalı maceraperest paraşütcü Felix Baumgartner 39 bin metreden kendini aşağıya bırakırken o ince çizginin üzerinde yürüdüğünü biliyordu mutlaka. Kimine göre bu atlayışın risk oranı çok yüksekti, kimine göre ise düşüktü. 

Ama Felix Baumgartner yedi yıl durmaksızın üzerinde çalıştığı projesini gerçekleştirdi. Kimine göre çok büyük bir iş başardı kimine göre de yaptığı şey saçmalıktı. Bu yaşama nasıl baktığınızla alakalı bir şey. Felix Baumgartner gibi olanlar dünyaya ve insanlara çok farklı bakıyorlar. Paradigmaları değişik. Öte yandan insanlara bir tarafın tarafı gibi bakanların asla anlayamayacakları bir cesaret farkı da çok bariz bir biçimde önümüzde duruyor. 

Hüseyin Kaplan'ı  İstanbul Golf Kulübü turnuvalarından birinde tanıdım. Ben çıkış vuruşumu yapmaya hazırlanırken o karşımda kamerasını ayarlıyordu. Sanırım o zaman golf sporunu tanımıyordu. Fotoğraf çekerken oyuncunun konsantrasyonunu bozabileceğinin farkında değildi. Onu da fotoğraf çekmeye gelen magazin muhabirlerinden biri sanmıştım. Magazin basınının ilgi odağı olan isimlerin bir arada bulunduğu bu turnuvalar onlar için büyük bir fırsattı. Nitekim her turnuvada olduğu gibi o gün de gazetecilerle oyuncular arasında münakaşalar oldu. Resim çekmek isteyen muhabir sınır tanımadan çalışmak istiyordu. Golf sporunu yakından tanıyan meslektaşlarının nasıl çalıştıklarını da bilmedikleri için çatışmalar kaçınılmaz oluyordu.

 Hüseyin Kaplan'a kurallar hakkında bilgi vermiş bazı tavsiyelerde bulunmuştum. Sözlerimi ciddiye aldığını da gördüm. Kimseyle bir sorun yaşadığını da hatırlamıyorum. 

Geçtiğimiz Cumartesi günü kaptanlık turnuvası öncesinde Antalya National Golf Club'da elinde yeni aldığı fotoğraf makinası ve teleskopik lensleriyle gördüğümde onun kalp krizi geçirerek vefat edeceği aklımın köşesinden bile geçmemişti.

Bir süre sohbet ettik. İki yıldır golf oynamadığım için pek görüşemiyorduk.  En son ellinci sayısına yazı yazmıştım Hüseyin Kaplan'ın sahibi olduğu Golf dergisine.

 Turkish Airlines Golf Şampiyonası'nda meydana gelen tatsızlıklar üzerine konuştuk. Olaylara sebebiyet veren muhabirin Tiger Woods atış yapmaya hazırlanırken kamerasıyla önünde durduğunu, kendisine yapılan tüm ikazlara rağmen ısrarla yerini değiştirmek istemediğini ve olayı tırmandırdığını söyledi. 

Olaya şahit olanların anlattığına göre Ahmet Ağaoğlu çok hızlı hareket etmiş ve muhabiri oradan uzaklaştırmak için kolundan çekmiş. Kimine göre de kafa atmış. Her geçen gün golf olaylarını izlemek üzere eğitimsiz ve genç muhabirlerin ortaya çıktığını  söyledi. Laf dinlemeyen egosu yüksek hırslı muhabirler.

 Hüseyin Kaplan onlar gibi değildi. Zaman zaman bazı olaylar karşısında öfkelendiğini görmüştüm. Özellikle de onu "şipşakçı foto" yerine koyanlara içerliyordu. Bazı bayan golf oyuncuları onun kendilerinin resimlerini yeterince çekmediğini veya dergiye iyi göründükleri fotoğrafları basmadığı için kızıyorlardı. Poz verip resim çektiren ve seçtiği fotoğrafı  dergide yayınlamasını isteyenler de vardı. Hüseyin Kaplan bu insanlara çok kızıyordu. uzun uzun anlatır dert yanardı: Ben de ona sakin olmasını söyler yatıştırmaya çalışırdım. Nihayetinde golf sporunun Türkiye'de "sosyete sporu" olarak tanınmasının belirli nedenlerinden biri de bu hırslı sonradan görme insanlardı. 

Benim dergiye katkım iki ayda bir gönderdiğim yazıdan ibaretti. Oysa o, tüm derginin yükünü çekiyordu.Tüm golf olaylarını yakından izliyor, bizzat fotoğraflarını çekiyor, yazıları ve reklamları topluyor sonra da dizgi, baskı ve dağıtım işlerini de organize ediyordu. Ağır bir çalışma temposu vardı. Golf dergisi dışında bir kaç dergi daha çıkarıyordu. Reklam geliriyle finanse ettiği dergileri golf kulüp üyelerine  ücretsiz dağıtıyordu. Yılda dört ya da altı sayı çıkıyordu. 

Golf kulüplerinin üyeleri de katıldıkları turnuvalarda Hüseyin Kaplan'ın çektiği resimleri  ilgiyle izliyor anılarını tazeliyorlardı.  Üyeler  oyun sonrasında kulüp binasında bir şeyler içerken dergiyi karıştırıyor kendi resimlerini arıyor, bulduklarında da oynadıkları oyun üzerine konuşuyorlardı. Üyeler dergideki yazıları okumaktan çok kendi resimlerini görmek ve anılarını paylaşmak için karıştırıyorlardı dergiyi. 
Benim yazdığım yazılar genellikle dünya profesyonel golf karşılaşmalarından haberler ve yorumları içeren dört sayfa kadar tutuyordu. Nihayetinde o kadar emek verip bir  dergi çıkarıyorsun, karşılığında bir para almadığın gibi amatör ruhunu canlandıracak bir iki söz de duymuyorsun.  On yıl sonra hiç bir feed-back almadığım için   yazıları dergide yayınlamanın bir faydası olmadığını düşünmeye başlamıştım. Hüseyin Kaplan 'a düşüncemi açtığımda çok üzüldüğünü söylemişti.

 Yazmaya devam etmemi istediğini de söyledi. Oysa ben kararlıydım.

 Artık golf üzerine yazmak istemiyordum. 

Onu National Club da  gördüğümde   teleobjektifi bir teleskopa benziyordu. Aldım baktım. Çok ağırdı. Geçtiğimiz ay organize edilen Dünya golf şampiyonaları  karşılaşmalarını çekmek için özel olarak aldığını söylemişti. Karşılaşmaları çok yakından izleyemeyeceği için daha güçlü bir teleobjektif almıştı. Makinadan övgüyle söz etmişti. Uzak mesafelerden daha rahat çalışabildiğini söylemişti.

Hatırladığım kadarıyla Hüseyin Kaplan'ın kalbinden bir rahatsızlığı vardı. Bir kaç doktora muayene olmuştu. Kesin bir teşhis konmamıştı ama ameliyattan söz etmişlerdi. Hem korkuyordu hem de ameliyata verecek yeterli parası yoktu galiba. 

 Sonra ne oldu bilmiyorum.

 İhmal etti her halde. Kim bilir?

 Şimdi vefat haberini duyduğumda içimde bir sızı duydum. Hüseyin Kaplan amatör bir ruhla çıkarıyordu o dergileri. Bildiğim kadarıyla bekârdı. Bir ilişkisi de yoktu. Bir kaç kez biriyle birlikte görmüştüm ama demek ki, ilişkiler ilerlemedi. 

Yalnız yaşıyordu. 

Golf kulüpleriyle ve üyelerin sahibi olduğu büyük şirketlerle yakın ilişkiler kurmuştu. Kulüp üyelerinin sahibi ya da yöneticisi olduğu şirketlerin reklamlarını almak için çok uğraşırdı. Söz verip de para vermeyen bir çok şirket olduğunu söylerdi.

Şimdi onun koşuşturması  bitti. On iki yılda kurduğu çatı belki de orada öylesine kalacak. Onun bıraktığı yerden devam edecek kimse de yok bildiğim kadarıyla.

 Işıklar içinde yat Hüseyin Kaplan ....

9 Eki 2012

Maya takvimi 2012


Bu yılın sona ermesine daha iki buçuk ay var. Şimdiden olayların gelişmesindeki hıza erişmekte zorlanıyorum. 
Her şey hızla değişiyor. Geçen yıl bu zamanlar Arap Baharı'nın Libya'ya sıçrayışını ve Kaddafi'nin korkunç ölümünü izlemişiz. 
Şimdi sırada Suriye ve Esed'in ölümü var. Belki de bu yıl sona ermeden muhalif güçler her şeyi ele geçirip Esed ve ailesini hunharca katledecekler. 
Bu son kaçınılmaz artık. 
Türkiye'ye geldiğimizde "Kürt konusu" giderek ivme kazanıyor. 
Nedir bu Kürt konusu?
Siyasi olarak bunu etraflıca izah eden pek yok. Türkiye'de PKK bir terör örgütü mü, yoksa muhalif güçlerin silahlı örgütü mü? 
Halkın geneline anlatılmayan çok derin sorunların varolduğu şüphesi var. Doğu sorununun sadece bir etnik sorun olmadığı, bunun ardında kültürel ve ekonomik ağır sorunların tetiklediği bir kalkışma tanımı yapan analistler var. 
Bölgede haritaların yeniden çizileceğine kesin gözle bakabiliriz. 
Irak artık fiilen iki ayrı devlet olarak haritadaki yerini almıştır. 
Devletin çok korktuğu "Kürdistan" fiilen kurulmuş durumda. 
Yeni yılda belki de Suriye'de de aynı bölünme gerçekleşecek. Bu bölünmelerin ardından sıra Türkiye ve İran'a gelecek. 
Bu siyasi olayların gelişimini on on beş yıl önceden de tahmin etmek mümkündü. 
Önümüzdeki günlerde çok derin sorunlar yaşayacağımıza artık hiç şüphem yok. 
Sesi zaten kısık olan ve hiç bir zaman "Takvim-i vakayi" tarzından kurtulup çağdaş sese kavuşamayan medyanın deve kuşu kaberesi komik bile değil. Trajik boyutta. Medya çalışanlarının yazılarını okumak bile ızdırab kaynağı. 
Doğuda kan ve barut birbirine karışırken Batıda Nobel ödülleri sahiplerini bulacak. 
Bu yılın Nobel edebiyat ödülü ekim ayı sonunda açıklanacak. Şimdiden dedikodular ayyuka çıkmış durumda: 
  • Bill Gates (Microsoft founder)
  • Bill Clinton (Former U.S. President)
  • Bradley Manning (‘WikiLeaks whistleblower’)
  • Moncef Marzouki (Tunisian President)
  • Yulia Tymoshenko (Former Ukrainian Prime Minister)
  • Svetlana Gannushkina (Russian human rights activist)
  • Helmut Kohl (Former German Chancellor)
Nobel Edebiyat ödülü için ise tahmiler şöyle :  
Ladbrokes 'un tahmini  
  • Haruki Murakami 
  •  Cees Nooteboom
  • Mo Yan 
Murakami'nin kitaplarının çoğunu okudum. bana göre Nobel seçici edebiyat geleneğinin dışında kalan bir yazar. 
Çok popüler, insanlık trajedisine Yahudi Hıristiyani bir kültür merceğinden de bakmıyor. Bu koşullar altında Nobel komitesi yine süpriz bir isimle karşımıza çıkacaktır diye düşünüyorum. 
 Suriyeli muhalif kadın yazar Samar Yazbek geçtiğimiz günlerde Pen Pinter ödülünü kazandı. 
Bu tam Nobel komitesine göre bir aday. 
Suriye,Muhalif ve kadın .....(1)
Geriye bu yıldan kalan şehitler, kan ve gözyaşı....
Evlerini terk etmek zorunda kalan milyonlarca insan. Hapishanelerde haksız yere tutulu olarak yatan on binlerce masum insan ....
Maya takvimine göre 2012 felaketi zaten gerçekleşti bile ....

8 Eki 2012

Serik Kırçağıl Yaylası



Antalya yöresinde yaylaları gezmeyi sürdürüyorsun. Serik yaylaları bu haftanın programında yer alıyordu. Koca Memetler köyü üzerinden Pamucak Kırçağıl yaylasına 16 km. lik bir parkuru yürüyeceksiniz.

 Sizi taşıyan minibüs anayoldan Yörükler Köyü'ne doğru sapıp, Aksu Çayı'nın ikinci kolu yanından dağlara doğru  seyrederken sağ tarafta Panfillia vadisine tepeden bakan Sillyon harabelerini seyrediyorsun. Bıçakla kesilmiş gibi duruyor Sillyon. Bakımsızlıktan yok olmaya yüz tutan bu antik kente kimsenin ilgi gösterdiği yok.

 Orada mağrur bir şekilde her şeye meydan okuyor. Büyük İskender'e kafa tutan kralları gibi. Bir web sitesinden alıntı: 

"Ne  yazık  ki  Silyon’un  korunması  için  yeterli  önlemler  alınmıyor.  Örneğin  Kent tiyatrosunun 1969 yılındaki heyelanda yıkılmış  ve 11 basamağının ayakta   kalabilmiş. Önlemlerin alınmaması durumunda tiyatronun tamamen yok olacağı  ortada. Hellenistik mimarinin en seçkin  ve  nadir örneklerinin  bulunduğu  Bir antik  kentin  böylesine  ihmali  inanılır  gibi değil. Güney  yamaçta  bulunan tiyatro  ve odeonun yarısı  ile,  armut  şeklindeki  sarnıçlar  göçmüş  durumda." http://begonvilliev.wordpress.com/2011/07/05/silyon-antik-kenti-kurtarilmayi-bekliyor/

Bu bölgede her yer tarih kokuyor. Tarihi doku içerisinde yaşayan civar köylerin ahalisi ise konuya tamamiyle duyarsız. Dağlara sarmadan önce kısa bir mola için köyün  çayhanesine uğruyorsunuz. Plastik sandalyeler, kirli örtülü masalar, sakalları bir karış göbekli gözleri korku dolu adamlar taş oynuyorlar. Merakla sizi izliyenler ise çoğunlukta. Orada Sillyon'un şahane duvar işçiliği ile köyün fakir inşaat kalitesi arasındaki farkı aradan geçen iki bin beş yüz yılla açıklamak da mümkün değil. Bu antik kentleri inşa eden taş ustalarının mimari bilgisinden geriye sadece devasa taş blokları kalmış. çayhane pislik içerisinde. Yerlerde sigara izmaritleri, boş pet şişeler, bira kutuları dikkatini çekiyor. Çay dağıtan delikanlı şişelerin üzerinden büyük bir maharetle atlayarak servis yapıyor.
Çay içmekten vaz geçiyorsun. Grup çay ve simit faslına geçerken sen köyün tek caddesinde yürüyorsun. Pislik her yerde dikkat çekici boyutta. Bu bir paradigma sorunu diye düşünüyorsun. Belediyeciliğin iki bin beş yüz yıl önceki hali belki de bugünkünden daha ileriydi. Ekmek fırınına doğru yürüyorsun. Aynı pislik orayı da sarmış durumda. Buralara bu "pis" daha doğrusu "kirli" görüntüyü veren nedir acaba diye düşünüyorsun. Etrafa atılan boş ambalaj atıkları, makina parçaları, inşaat atıkları, siyah renge dönmüş su birikintileri bir an önce oradan uzaklaşmak isteğini uyandırıyor. Geri dönüyor minibüsdeki koltuğuna oturuyorsun:

 Elindeki deriyi açıp okuyorsun: Dr. Cemali Sarı'nın Mehmet Akif Üniversitesi Eğitim Fakültesi dergisi'nde yayınlanan yayla turizmi konulu makalesinde bir tablo hazırlamış. Dört numaralı tablo:
  • Antalya İli  Yaylaları
  • Gömbe Kaş 70 1.500 Yaz/Kış Sayfiye
  • Ördübek* Finike 47 1.200 Yaz Sayfiye/Hayvancılık
  • Yeşilyayla* Korkuteli 28 1.000 Yaz/Kış Sayfiye/Hayvancılık
  • Söbüce* Korkuteli 53 2.100 Yaz Hayvancılık
  • Beydağı* Kumluca 82 2.030 Yaz Hayvancılık
  • Altınyaka* Kumluca 27 950 Yaz/Kış Sayfiye
  • Söğütcuması
  •  Kumluca 52 1.350 Yaz/Kış Sayfiye
  • Üçoluk* Merkez 40 1.500 Yaz/Kış Sayfiye
  • İkiz* Serik 51 1.600 Yaz Hayvancılık
  • Maşad* İbradi 15 1.200 Yaz Hayvancılık
  • Salamut* Akseki 25 2.000 Yaz/Kış Hayvancılık
  • Morca* Akseki 25 2.100 Yaz Sayfiye/Hayvancılık
  • Çinoğlu* Alanya 20 600 Yaz/Kış Sayfiye
  • Dereköy Alanya 30 1.000 Yaz/Kış Sayfiye
  • Pınarbaşı* Alanya 30 900 Yaz Sayfiye
  • Gedevet Alanya 25 1.500 Yaz Sayfiye
  • Türktaş* Alanya 29 600 Yaz/Kış Sayfiye
  • Mahmutlar* Alanya 52 1.600 Yaz Sayfiye/Hayvancılık
  • Gökbel Alanya 60 2.050 Yaz Sayfiye/Hayvancılık
Antalya İli çevresindeki dağlarla ilgili ise bir paragrafla özet çıkarmış: "Beydağları, Toros Dağları’nın Antalya sınırları içinde kalan batı bölümünü oluşturur. Antalya Körfezi’nin batısında kuzey-güney doğrultusunda körfeze paralel olarak uzanırlar. Genellikle kalker kayalardan oluşan bu sıradağlar, değişik orman formasyonları ile kaplıdır. Akdeniz kıyılarından yükselerek 3.070 m.ye kadar ulaşırlar. Beydağları üzerinde; Tahtalıdağ(2.366 m.), Tunçdağı (2.649 m.), Saklıkent (2.503 m.), Bakırlıtepe (2.547 m.), Alabelen (2.422 m.), Ardıçtepe (1.960 m.), Kızlarsivrisi (3.071 m.), Çeştepe (2.930 m.), Mümtaztepe (2.819 m.), Pozan dağı (2.774 m.), Alacadağ (2.336 m.), Kohu dağı (2.408 m.) ve Susuz dağlar (2.209 m.) önemli doruklardır. En yüksek olanı ise 3.071 m. ile Kızlarsivrisi’dir." Cemali Sarı,Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi  s.22  Trekking Parkurları ise şöyle özetlenmiş:
  • *Avlan Gölü-Göltarla-Çığlıkara Tabiat Ormanı yürüyüşü,
  • *Kemer-Gedelme-Kesme Boğazı-Kuzdere yürüyüşü,
  • *Antalya Merkez-Gökdere-Gedeler-Çandır Deresi yürüyüşü,
  • *Derbent Harabeleri-Döşemealtı Antik yol- Döşemealtı Obruğu yürüyüşü,
  • *Katran Dağı-Kırkgözhan-Kırkgöz Su Kaynakları yürüyüşü,
  • *Gebiz-Kocamemetler-Kırçağıl-Pamucak-Yumaklar yürüyüşü,
  • *Altınbeşik Mağarası-Üzümdere Balık Çiftliği-Ormana evleri yürüyüşü.
Çay içenler geri dönüyor. Minübüs yola koyuluyor . Az sonra  ahlar vahlar çıkararak dağ yollarına sarıyor. Her dönüşte geride bıraktığınız Panfilya ovasını görüyorsun. Solyma Dağları'nı yaran Aksu Deresi'nin suladığı "Irklar Ülkesi" Panfilya ovası.

Bazı tarihçilere göre İskender'in istilasından sonra Grekler bu bölgeleri kolonileştirmişler. Konuşulan dil, örf ve adetler aradan geçen yıllar içinde dönüşmüş, çok kültürlü şehirler oluşmuş. Bergama Kırallığı'na bağlı garnizon şehirler inşa edilmiş.

Minibüsün sizi bıraktığı noktadan yürüyüşe geçiyorsunuz. Dağlar arasından geçip Kırçağıl yaylasına ulaşacaksınız.. Ekim ayı olması itibariyle göçerler bu bölgeyi terk etmişler. Her yer ambalaj atıklarıyla dolu. Çeşmelerden buz gibi suların aktığı vadide yürüyorsunuz. Buraları kullananlar kirletiyorlar da. Köydeki kirliliğin buraya da sıçradığını doğanın dokusunu tehdit etmeye başladığını görüyorsun.

 Her şeye karşın , dağlar tüm heybetiyle orada duruyor. Henüz kirleten insanın dokunmadığı uzaklıkta duruyor. Dağlardan kopup gelen yağmur ciselemeye başlıyor. O yağmur kokan  rüzgâr kulaklarında yürüyorsun. Her adımda ruhunun dinlendiğini hissediyorsun...

İlerde Panfilya ovasını yeniden görene kadar iniş sürüyor. Dev sedir çamlarının ölü gövdeleri orada çürüyor. Bazı yerlerde kereste elde etmek için çalışma yapıldığını görüyorsun. Yine de bir Sedir çamı mezarlığı görüntüsü var. Kurumuş sedir ağacı dalları sana Termessos ve Sillion antik kentlerini anımsatıyor. Üzerinde yaşadığı toprakların tarihini redddeden ve çarpıtan bir devletin  yarattığı eğitim ve belediye sisteminin  kurabanı olan bu toprakları görmek biraz da hüzünlendiriyor seni.

Sivil toplum kuruluşlarının gelişmeye başladığı bu yıllarda doğa severlerin hafta sonları yaptıkları bu yürüyüşler gelecek nesillere bu toprakların doğal, tarihi ve kültürel mirası hakkında bir şeyler taşıyacaktır mutlaka..

2 Eki 2012

Termessos



Sabah altı buçuğa beş kala uyandım. Uzun zamandır düşlediğim Termessos gezisi beni heyecanlandırıyordu. Teke Yarımadası adı da verilen bu bölge doğal ve tarihi özellikleriyle sonsuz keşifler yapabileceğim bir coğrafyaydı. Lykya (Likya), Psidia  ülkesinde her yöne yapılacak  geziler araştıran ve merak eden insan için sonsuz açılımlar sunuyordu. Hangi taşı kaldırsan altından bir esrar perdesi açılıyordu. Bölgedeki bitki, hayvan çeşitliliği meraklısına inanılmaz zenginlikte bir araştırma alanı sunuyordu.


Bölgenin coğrafi ve tarihsel yapısını da anlamak için bir çok yerden kaynak taraması yapmak gerekti. Antalya  Anadolu Medeniyetleri Enstitüsü’nün ciddi bir arşivi var. Haritalar bölümü özel olarak korunuyor. Fotokopiye izin vermedikleri için bazı haritaların  fotoğraflarını çektim. Bu haritaların oldukça detaylı oldukları göze çarpıyor. Anladığım kadarıyla on sekizinci yüzyılda özellikle Alman ve İngiliz arkeologların yaptıkları kazı çalışmalarına paralel olarak haritalama çalışması da yapılmış. Kullanılan dil ise eski Yunanca.
Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü’nün[2]  haritalar bölümünde bölgeye ilişkin haritaların çoğunun 15. Yüzyıldan sonra çizilmiş olduğu bilgisi var. On sekizinci yüzyılda başlayan haritalama çalışmalarını kitaplaştıran aşağıdaki araştırmacıların eserleri de kayda değer:


  • ·       Richard Kiepert, Karte von Klein Asien, 1900
  • ·       Codex Kultur- Atlas Turkei ,Teil I , Fr. Fritz,
  • ·        Asia Minor and Syria.   K. Buschmann - K. Sommer
 
Bu haritalara bakarken bir an Alman ve İngiliz araştırmacıların bölgeye yaptıkları ilk ziyaretleri gözümün önüne getirmeye çalıştım. Büyük bir olasılıkla elçiliğin temin ettiği bir tercüman ve onun seçtiği bir ekip eşliğinde harita gereçleriyle atlar ve katırlar üzerinde bölgeye  gelen bilim adamları, yerleşik halk tarafından tuhaf (uzaylı gibi demek daha doğru) karşılanmıştır. Bu yöredeki  paradigma farkı bugün bile süregidiyor. Hep aynı çelişkiyi görüyorum. Dünyaya kapalı kabile/boy yaşamının çağdaş teknolojik dünyayla oluşturduğu dikey ilişki hemen kendini belli ediyor. 


Y  Yürüyüş yapmak üzere dağlara ve yaylalara çıkan doğa severleri yadırgayan yöre halkı, onlara ne ad vereceğini bile şaşırıyor. Turist diyen oluyor, şehirliler diyen oluyor ama bir türlü kendileriyle orayı gezmeye gelenler arasındaki yapısal farkı kavrayamıyorlar. Dışarıdan gelen insanlardan nasıl bir menfaat sağlanacağı ana temayı oluşturuyor. Gözleme ve ayran satışı yaygın. Dışarıdan gelen insanlarla yerel kültler arasında o zamanlar elektronik devrim, medyanın küreselleşmesi gibi konular gelişmemiş olduğu nedeniyle her halde çok daha büyük farklılıklar vardı.




       Yerel halka bir zamanlar orada yaşayan uygarlıkların kültüründen hiçbir şey intikal etmediği varsayımı, bugün bu bölgede oturanların çok uzaklardan  gelen başka halklar  oldukları varsayımını güçlendiriyor. M.Ö. 500 yılında bu coğrafyada yaşayan Likyalılarla, Psidialılar’la  bugünkü Antalyalıların hiçbir biçimde kültürel irtibatı olmadığı çok aşikar. Bunu anlamak için Antalya şehir müzesini gezmek yeterli. Müzenin büyük bölümünü kaplayan heykeller , kabartmalar daha doğrusu taş işçiliği farklı bir uygarlığı simgeliyor. Müzenin etnoğrafya salonlarında teşhir edilen göçebe kültürünün örneğin tanrılar salonundaki heykellerle hiçbir bağlantısı yok. Göçerler bu bölgeye geldiklerinde ilk iş olarak heykelleri ve binaları tahrip etmişler. Her şeyden önce konuşulan dil, inançlar, mimari anlayışı, şehir kültürü, kadın erkek ilişkileri, eğitim, spor, müzik, yemek alışkanlıkları, giyim   gibi temel kültürel unsurlar arasında ortak noktaların bulunmadığı  ispatlanmış durumda.
Bugün bu coğrafyada yaşayan halk, geçtiğimiz iki bin beş yüz yıl öncesinin halkı değil. Bugün Antalya ve civarındaki kültür yapısı geçmişe kıyasla daha az şehirli. Bugünden geriye doğru gidildiğinde yöre halkının soy ağacı iki üç  yüz yılı hadi beş yüz yılı  acaba bulur mu?
Bu yöreleri gezerken çok ciddi bir paradoksu da fark ediyorum. Burada yaşayan insanlar ve kültürleri acaba nereye sekretize oldu?  



Araştırmalardan okuduğum kadarıyla M.Ö. Bin iki yüz yıllarından itibaren Anadolu’nun Güney Batı bölgelerinde şehir devletleri kurulmaya başlamış.. Genel olarak tarihçiler yukarıda da belirttiğimiz gibi bir bölgenin tarihini anlatırken o bölgede yaşayan halkın yerli halk olmadığı, göçlerle bir yerlerden oraya gelip yerleştikleri kuramına itibar ettikleri görülmektedir. Bu başlamda Hitit medeniyetinin tamamiyle ortadan yok olduğunu düşünmemiz mi gerekir? Özellikle Anadolu’nun medeniyetler arasında köprü görevi gördüğü düşünüldüğünde göçlerin savaşlar ve doğal afetler sonucu oluştuğunu söyleyebiliriz. O vakit Hitit medeniyeti ve diğer medeniyetler  ardında sadece taş yığınlarını bırakarak mı yok oldu? 



Bütün bunları bana düşündüren Termessos ziyareti oldu. Kaynaklarda Termessos’un yeri şöyle anlatılıyor:
“Pisidia bölgesinin "Milyas" olarak anılan güneybatı bölümünde, bugün "Güllük dağı " adını taşıyan Solymos Dağı'nın dorukları arasındaki vadide, Anadolu'nun en eski halklarından Luvi'lerin soyundan gelme Solym'ler  tarafından kurulmuş önemli bir antik kent.”
 Burada esas üzerinde durulması gereken kelime “Solymos” kelimesidir. Eski haritalarda  bugün Beydağları adı verilen sıradağların “Solyma Dağları” olarak adlandırıldığı görülmektedir. Solyma dağları arasından denize akan en önemli ırmak ise Limyros (Alakır çayı) olarak adlandırılmıştır.


Likya bölgesi esas itibariyle bir ucunda Indos ırmağı diğer ucunda Limyros ırmağı arasında kalan bölge olarak tarif ediliyor. Bu tarifi bir de Dr. Zafer Taşlıklıoplu’ndan alıntı yaparak zenginleştirelim.
Şarktan Toros dağlarının yamacını teşkil eden dağlık arazinin düzlenmiye başladığı Attalia (Antalya) limanının şimali garbisinden başlıyarak garpta Telraessos (Fethiye) koyuna küçük bir veterin meydana getireceği bir daire kavsinin tatlı eğriliğini andıran münhani bîr çizgi uzatırsak husule gelen yarım ada, Milyas adı ile anılan Elmalı yaylası ve Solyma dağı, kıyılarında Tlos, Xanthos ve Pinara gibi şehirleri sulayan Xanthos nehri (Esençay), Kragos ve Antikragos dağları vardır.”[3]

Antalya Körfezi’nin  adı da Pamphylion Pelagos olarak haritalarda yer alıyor. Termessos büyük bir olasılıkla adını üzerinde bulunduğu dağın adından almış olduğu varsayılmaktadır. Antalya’nın 30 km kuzeybatısında denizden 1600 metre yükseklikte bir platonun üzerine kurulmuşbu kentin adı  platonun Luvice adı  Termessos dan kaynaklanıyor olabilir.


Şehir kalıntılarını gezerken dikilen levhalardan ve  yapılan tespit çalışmalarında Grek ve Roma uygarlıklarının mimari terminolojisinin kullanıldığını da gördüm. Üç dört bin metrekareye yakın bir alanı kaplayan antik kentin bulunduğu alanın milli park ilan edilmesi son derece yerinde olmuş. Öte yandan şehrin turistler tarafından gezilmesi amacıyla kapı girişinde bilet kesen sistemin dışında alınan paraya değecek işaretleme, bilgilendirme ve yönlendirme çalışması hiç yapılmamış. Sarp bir yamaca dağılmış bulunan şehrin gezilmesi sırasında son derece tehlikeli patikalardan geçmek gerekiyor. Termessos gibi bir dünya kültür hazinesi diğer yüzlerce antik kent kalıntısı gibi kaderine bırakılmış durumda. İşin acı tarafı yerel idarelerin, üniversitenin ve ne özel ne de kamu kurumunun hiçbir sorumluluk duymaması.


 Devlet tam anlamıyla Deli Dumrul misali bilet kesmekle yetiniyor. Görevinin de bilet kesmek olduğunu, bilet parasının karşılığını vermek zorunda olduğunu hukuken düşünmüyor. Oysa gezdiğim diğer antik kentlerde gördüğüm kadarıyla istenirse bu çalışmanın da çok iyi yapıldığını biliyorum. Termessos bana biraz dağlık bir yerde unutulmuş bir şehir gibi geldi. Zaman içerisinde orada yıkılmış halde duran şehir bir şekilde ayağa kalkacak her halde.



Şehri gezmeden önce yaptığım akademik kaynak  taramalarında da çok fazla bir bilgiye rastlamadım. Aşağıda bir liste çıkarıyorum. Zaten şehirde herhangi bir kazı çalışması da yapılmamış.



·       Hakan SERT, Ali ERDOĞAN, The Avifauna of Termessos National Park (Antalya-Turkey) Turk J Zool.28 (2004) 135-143,© T.BÜTAK
·       Banu YALIM·· Battal Çıplak , Termessos Milli Parkı (Antalya) Orthoptera (Insecta) faunası: TUrk. entomol. derg., 2002, 26 (4) : 267-276 ISSN 1010-6960
·       Akalın Emrah, TERMESSOS TERİTORİUMUNDA NEAPOLİS’E BAĞLI BİR YERLEŞİM:KARTINPINARI, Yüksek Lisans Tezi, Akdeniz Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstütüsü, Antalya, 2008




Bu resimde görülen mezarın o kayanın üzerinde nasıl olup da durduğuna hayret etmekle birlikte tüm bölgeye dağılmış bu lahitleri  ve sağa sola devrilmiş olan sütun başlıları ve gövdeleriyle “Stoa” tabir edilen sütunlu koridorların ve tüm tarihi dokunun öncelikle yağmacılar tarafından tahrip edildiğini söylemek mümkün. Öte yandan depremlerle, bitki örtüsünün zaman içinde yaptığı tahribatla şehrin tüm önemli yapılarının zarar gördüğünü araştırma raporları ortaya koymaktadır. [4]



Şehrin tarih şahnesine çıkışını anlatan bazı araştırmacılar şöyle söylüyor:
“ Büyük İskender'in İ.Ö.333'de kenti kuşatması ve Termessos'luların güçlü bir savunma yaparak kenti teslim etmemesiyle olmuştur, İskender'in ölümünden sonra kent Ptolemyler tarafından alınmıştır. İ.Ö. 189 yılında komşu şehir İsinda'yı zapteden Termessos'lular İsinda halkının şikayeti üzerine Anadolu'daki Roma kuvvetleri komutanı Manlius Vulso tarafından cezalandırılmışlardır.
 Büyük ihtimalle aynı tarihlerde Termessos ile Likya birliği arasında bir savaş da söz konusu olmalıydı. İ.Ö. 71'de Roma ile arasında "dostluk ve ittifak" bulunan Termessos'un işlerinde bağımsız olduğu ve kendi kanunlarını kendileri yapacakları konusu da Roma senatosunca kabul ve tasdik edildiği bilinmektedir. Ö. 36'dan 25'e kadar Galatia'lı Amyntas'ın Pisidya'nın diğer kentleriyle Termessos'u da yönetmiştir.[5]


Termessos tarihi konusunda elle tutulur bir araştırmaya rastlamadığımı söylemeliyim. Örneğin bu şehrin bir kütüphanesi veya devlet arşivi bulunup bulunmadığını bilmiyoruz. Bölgede kazı yapılmadığı için de belgelere dayalı bir tarih ortaya konması mümkün olmamış.


Araştırmacı Mehmet Kürkçü’nün[6] şehrin su kanalları üzerine yapmış olduğu tespitlere ilişkin yazdığı metinden şehrin kuruluş tarihinin M.Ö: 500’lü yıllarda olduğunu, yaklaşık M.S. 500’lü yıllarda da şehrin  terk edildiğini okuyoruz. Bu bilginin mutlaka dayandığı bazı tarihsel kanıtlar vardır. 1934 yılında A. Löber’in çizmiş olduğu planın güncellemesine ben rastlayamadım.


 Konuya ilişkin bir çok makalesi bulunan  A.V. Çelgin’in TERMESSOS GYMNASIONLARI adlı makalesi de kayda değer araştırma raporlarından biri olarak değerlendirilmelidir. Öte yandan A.V. Çelgin’in bazı kaynaklarda hazırladığı söylenen Termessos Tarihi adlı kitabının kaydına rastlamadım.  Bundan sonrasını alıntılarla bitirmek istiyorum. Alıntıların kaynakları yazı sonunda belirtilmiştir.

“Agoranın doğusunda, yamaca yaslanmış olan ve Antalya Körfezi'ni görebilen konumdaki tiyatro ayakta kalan nadir yapılardan biri. [7]Tiyatronun yaklaşık 100 m. güneybatısında çatı

Kent ve egemenlik alanında baş tanrı, kökü Luvi'lerin Hava Tanrısı Tarhu/Tarhunt'a dayanan Zeus Solymeus'tur. Bu tanrının yanında, Solym'lere adını veren Heros Solymos ve kente adını veren Heros Termessos (varlığı tartışmalıdır) ile Tanrıça Eleuthera'nın kültleri yerli kültler olarak yer almaktadır. Hypsistos, Isis, Kuret'ler, Leto, Men, Meter Theon (Ana Tanrıça, Kybele), Sarapis ve Sozon kültleriyse Eskidoğu kökenli kültleri oluşturmaktadır.[8]
Yazıtlar kentte Zeus Solymeus hariç, yerli ve Eskidoğu kökenli kültlere fazla rağbet edilmediğini, buna karşılık, Hellen kökenli kültlere büyük bir ilgi gösterildiğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bundan, Hellenleşmenin boyutları hakkında iyi bir fikir edinilebilir. Bugüne kadar kent alanı ve teritoryumda ele geçen yazıtlarda Hellen pantheon'unun başlıca tanrı-tanrıçalarının hemen hemen hepsinin adlarına rastlanmıştır: Aphrodite, Apollon (epithet'siz, Phoibos, ayrıca Apollon Patroos), Ares, Artemis (epithet'siz, ayrıca aşağıda değineceğimiz çeşitli epithet'lerle), Asklepios, Athena, Demeter (epithet'siz, ayrıca Hiera Eleusinia), Dione, Dionysos (Bakkhos), Dioskoroi, Eros, Ge Karpophoros, Helene, Helios, Hera, Herakles (epithet'siz, ayr›ca Herakles Eitheos), Hermes, Hygieia, Kharites, Musai, Nike, Nemesis (Nemesis Adrasteia), Nymphai, Poseidon, Selene, Tykhe, Zeus (epithet'siz, ayrıca Zeus Eleutherios) gibi. Bunlardan bazılarının kentteki kült ve tapınağ›nın varlığı kesin olarak saptanırken, bazılarının bir kült ve tapınağa sahip olma olasılığı bulunmakta, bazılarınınsa sadece saygı gördüğü anlaşılmaktadır. Ayrıca, Akhilleus (Akhilleus Ieteros olarak [?]), Ate (teimeoros sıfatıyla [?]), Dikeosyne gibi daha az öneme sahip bazı tanrı ve tanrıçaların da kült sahibi olduklarını veya saygı gördüklerini buna ekleyebiliriz.
Hellen kökenli tanrı ve tanrıçalar arasında Artemis'in önemli ve ayrıcalıklı bir yeri vardır. Kent alanı ile teritoryumda Artemis ile ilgili belgelerin çokluğu ve çeşitliliği, tanrıçanın, Zeus Solymeus'un ardından ikinci önemli tanrı konumunda bulunduğunu ve baştanrılığı onunla paylaştığını göstermektedir. Termessos'ta daha önce araştırmalar yapan bilim adamlarınca ele geçirilen yazıtlar tanrıçanın kentte epithet'siz Hellen Artemis'i görünümüyle saygı ve tapım gördüğünü ortaya koymuştur. Ayrıca, eski Anadolu Doğa ve Bereket Tanrıçası'nın devamı sayılan ve kültü gizemli bir nitelik taşıyan Artemis Ephesia'nın da bir külte sahip olduğu saptanmıştır.
Termessos’ta değişik büyüklüklerde ve çeşitlerde altı tapınak vardır. Bunlardan dört tanesi odeonun yanında kutsal olduğu tahmin edilen alanda bulunmuştur. Bu tapınaklardan ilki odeonun tam arkasında yer alır ve gerçekten görkemli bir duvarcılık işçiliği sergiler. Bu tapınağın şehrin asıl tanrısı Zeus Solymeus’a ait olduğu ileri sürülmektedir. Ancak ne yazık ki, geriye 5 metre yüksekliğindeki tapınağın iç duvarlarından başka çok az şey kalmıştır.
İkinci tapınak odeonun güneybatı köşesinde uzanır. Bu tapınağın cella’sının duvarlarının boyutları 5.50 x 5.50 metredir ve prostylos tarzındadır. Halen ayakta duran ve tamamlanmış olan girişte bulunan bir yazıta göre, bu tapınak Artemis’e ithaf edilmiştir ve hem harabe hem de içindeki kült heykel Aurelia Armasta isimli bir kadın ve kocası tarafından kendi gelirleri kullanılarak yaptırılmıştır. Girişin diğer tarafında yazılı bir zemin üzerinde bu kadının amcasının heykeli durur. Tarzına bakılarak tapınağın tarihinin M.S. ikinci yüzyılın sonlarına kadar uzandığı söylenebilir.”
Artemis tapınağının doğusunda Dor tarzı tapınağın kalıntıları vardır. Bir kenarda altı veya 11 sütundan oluşan tapınak peripteral tiptedir; boyutlarına göre değerlendirilecek olursa bu tapınak, Termessos’un en büyük tapınağı olmalıdır. Rölyeflerden ve yazıtlardan bu tapınağın da Artemis’e ithaf edildiği anlaşılmıştır.
Daha ileride doğuda kesilmiş taşlardan yapılan terasın üzerinde küçük bir başka tapınağın kalıntıları vardır. Tapınak yüksek bir podyum üzerinde yükselir, ancak hangi tanrıya ithaf edildiği bugün bilinmemektedir. Yine de, klasik tapınak mimarisinin genel kurallarına karşı bu tapınağın girişi sağdadır ve bu da tapınağın bir yarı tanrıya ya da kahramana ait olabileceğine işaret eder. Bu tapınağın tarihi M.S. üçüncü yüzyılın başlarına kadar uzanabilir.
Diğer iki tapınak Korinth düzenindeki Attalos Stoası’nın yanında yer alır ve prostylos tarzındadır. Yine bugün halen bilinmeyen tanrılara ve tanrıçalara ithaf edilen bu tapınaklar, M.S. ikinci ya da üçüncü yüzyılı işaret ederler.”







Sonuç:
Termessos diğer antik şehirler gibi keşfedilmeyi bekliyor. Araştırmacıları belki de bir ömür boyu meşgul edecek kadar bilgi orada dağların arasında onları bekliyor. Üçüncü dünya ülkesi olmanın bazı gerçekleri var. Bu gerçeklerin başında da devletin kültür hazinelerini korumak, araştırmak ve dünya bilim dünyasının dikkatine getirmek gibi bir görevi olduğunun bilincinde olmaması gösterilebilir. Devlet bu bölgelerin etrafını bir şekilde işaretleyerek ve kapıda gelip geçene bilet keserek  görevini yerine getirdiğini düşünmektedir. Üniversitelerin çalışmalarına bakıldığında da örneğin Akdeniz Üniversitesi, İsparta , Burdur ve diğer civar üniversitelerin konuya ilişkin çalışmaları yok denecek kadar azdır. Bu yazının Termessos şehri için bir kaynakça derlemesi başlangıcı ve bir gezi bloğu yazısı olarak değerlendirilmesini dilerim.

Yavuz Çekirge
Antalya, 1 Ekim 2012

Yararlanılan Elektronik Kaynaklar:

Fotoğraflar: Yavuz Çekirge Özel


[1] Yavuz Çekirge gezi bloğu yazısı 1 Ekim 2012
[3] Ankara, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Klâsik Filoloji Bölümü, LYKİA KÜLTLERİ
Dr. ZAFER TAŞLIKLIOĞLU
[4] A. V. Çelgin: TERMESSOS GYMNASIONLARI, Arkeoloji dergisi
[5] Tarihçi Diodors,
[6] Kürkçü, Mehmet,  Termessos’taki Su Yapıları Araştırması 2010,
[7] Pamphylia Ovasının üzerinde manzaraya hakim olan tiyatro hiç şüphesiz Termessos ovasının en göz alıcı yapısıdır. Helenistik dönem tiyatro planını koruyan bu tiyatro, Roma tiyatrosunun en belirgin özelliklerini sergiler. Helenistik caeva ya da yarım dairesel oturma alanı, diazoma ile ikiye ayrılır. Diazoma’nın üzerinde sekiz, aşağısında on altı oturma sırası vardır. Tiyatro, yaklaşık 4000 – 5000 seyirci kapasitesine sahiptir. Geniş kemerli giriş yolu, cavea ile agorayı bağlar. Güney parados’a daha sonraları kemer yapılmışsa da kuzey parados orijinalindeki gibi üstü açık olarak bırakılmıştır. Sahne binası M.S. ikinci yüzyılın özelliklerini gösterir. Bunun arkasında sadece uzun, dar bir oda vardır. Burası, görkemli bir şekilde süslenmiş cepheyi kesen beş kapı ile oyunun sahnelendiği podyuma bağlanır. Sahnenin altında vahşi hayvanların dövüşe çıkarılmadan önce tutuldukları beş küçük oda vardır. Diğer tüm klasik şehirlerde olduğu gibi tiyatronun yaklaşık 100 metre ilerisinde odeon vardır. Küçük bir tiyatroyu andıran bu yapı, M.Ö. birinci yüzyıla kadar uzanabilir. Çatı seviyesine kadar oldukça iyi korunmuş olan odeon en iyi kalite yontma taş duvarcılığı örneği sergiler. Alt kat sadeyken ve iki kapıyla ayrılmışken, üst kat Dor düzeninde süslenmiş ve kare şeklinde kesilmiş taş bloklardan yapılmıştır. Yapının orijinalinde çatısının olduğu kesindir çünkü ışığı doğu ve batı duvarlarındaki 11 geniş pencereden almaktadır. 25 metre uzunluğundaki bu çatının binanın üzerinde nasıl durduğu hala belirlenememiştir. Günümüzde içi toprak ve moloz dolu olan harabedeki oturma düzeni ya da oturma kapasitesi değerlendirmek pek mümkün değildir. Oturma kapasitesi muhtemelen 600-700 kişiden fazla değildi. Molozların arasında, renkli mermer parçaları çıkartılmıştır bu da iç duvarların mozaiklerle süslü olabileceğini göstermektedir. Bu güzel yapının, bouleuterion ya da konsey odası olarak hizmet vermiş olması da mümkündür. (alıntı bk. Kaynaklar)

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...