30 Ara 2013

Ezoterizm[1]


Kadim öğretilerin günümüze kadar nasıl geldiğini anlamak kolay değil. Kadim öğretilerin ne olduğunu tarif etmek ise daha da zor. Bir çok disiplinin ortak yönünün bulunabileceği bir alan. Kimine göre bir eğitim sistemi, kimine göre inançlar bileşkesi, kimine göre ise gizli bilgilerin ve kadim sırların sembolleşmiş hali olarak da tarif ediliyor. Mistik, gizemli, sırlarla dolu metafizik bir alan. Batınî yani “içsel, içrek” bir alan.[2] Çoğu yazara göre ise kadim sırlara vakıf olan bir “rehber, mürşid” tarafından belirli bir sistem içerisinde “öğrenci, mürid” lere öğretilen bilgilerin ve bu eğitim sürecinin tümüne ve söz edilen aktörlerinin rol  aldığı tiyatro oyununa  verilen genel ad olarak tanımlanıyor.[3]

New Age veya “yeni dalga” olarak adlandırılan akımların tam merkezine de oturtulmuyor da değil. Hangi pencereden bakıldığına göre farklı anlamlar yükleniyor. Özellikle felsefe, dinler tarihi, okült,  gnost, sosyoloji ve psikoloji alanlarından yapılan göndermelerle bir tür kültür tarihi bilgi yumağına da dönüştürülmüyor değil.

Felsefe açısından yaklaşıldığında varlık bilgisi yani onkoloji çizgisinden başlayarak varoluşun tarihi bir düşünce silsilesi olarak önümüze gelir. Teolojik pencereden bakıldığında ise bilginin yaratandan geldiği bu nedenle kutsal olduğu gerçeği de vurgulanır. Gnost veya okült açıdan yaklaşanlar ise daha farklı bir yöne vurgu yaparlar.[4] Kadim Sümer, Babil, Asur ve Mısır Uygarlıkları süresince birbirine aktarılan mistik bilgilerin toplamına verilen eklektik bir ad olarak da karşımıza çıkarılır. Özellikle kozmoloji ağırlıklı Babil uygarlığının rahipler tarafından tutulan yıldız güncelerinde deşifre edilen , gezegen hareketleri ve güneş ve ayın yaşama olan etkileri insanların yaşamı ile ilişkilendirilir.

Bu kadar geniş bir alanı kavramak giderek zorlaşmaktadır. Bu karmaşaya bir de yönler ilave edilirse işin içinden çıkmak iyice zorlaşır. Batı ezoterizmi, Doğu ezoterizmi diye ikiye ayıran bir yaklaşımı da yok sayamayız.  Ezoterizmi daha iyi anlamak adına yaklaşımlar arasındaki ortak noktaları bulmak gerekir. Bu ortak noktaların başında ”inisiyasyon merasimi ” gelir. İnisiyasyon kelime anlamı olarak ”iykaf” veya “ergenleştirme, olgunlaştırma” demektir. İnisiyasyon “yol” a ya da “tarıq” a girmeye aday olan kişinin imtihanı ya da kabul edilme merasimi sırasında başından kabul ediliş aşamasına kadar yaşadığı fiziksel ve ruhsal sürecin tümüne verilen ad olarak da tarif edilebilir. Bir aday özel bir seçim sürecinden geçtikten sonra ancak aday olabilir. Seçilen yol’a göre inisiyasyon merasimleri de değişiklik gösterir. Kadim Mısır geleneğinde Sfenks’in altındaki yola getirilen adayın rahipler tarafından bir dizi imtihandan geçirildiği söylenir. Bu fiziki ve ruhsal zor engelleri  başarıyla geçen aday yeniden bir “mist” olarak doğar. Eski benliğinin içinden sıyrılıp bir tür ruhsal metamorfoz geçirerek “mist” seviyesine yükselir. Sınavı başaramayanlar ise ölürler. Adaylar ya ölecek ya da sınavdan başarıyla geçeceklerdir. Üçüncü bir yol yoktur.

İnisiyasyon aslında ezoterizmin temeli olarak nitelendirilebilir. Hangi yol’a girildiğine bağlı olarak her mertebede farklı sınavlardan geçer aday ve sonunda “mister” olur. Eski benliğini öldürür ve yeni değerlerle yeni benliğiyle doğar. Artık aday değildir. Yol’a giren bir mister dir. Gereken ruhi aşamaya erişmiş nefsini kontrol etmeyi öğrenmiş sırları öğrenmeye hazır hale gelmiştir. Yolun gerektirdiği eğitimi uzun ve çaba gerektiren bir çalışmayla sürdürür. Adaylıktan başlayan yolculuğu sürmekte ergenleşme,  olgunlaşma aşamalarını geçmiş , ölmüş ve yeniden doğmuştur. Yeniden doğan bilge insan artık farklı biridir. Eski benliğini öldürmüş yeni benliğiyle bir “mister” olarak yapması gereken şeyi yapacak, yürümesi gereken yolu yürüyecektir artık.

İnisiyatik yolun her kültürde farklı biçimlerde geliştiği kiminde bilim kiminde din kiminde metafizik kiminde ise gnost[5] veya okült[6] ağırlıklı  olduğu gözlenmiştir. Sırlara erişmeye çalışan aday, ruhu olgunlaştıkça sır kapıları kendiliğinden aralanacaktır. Yunanlı misterlerin deyimiyle Mathesis[7] ya da pathesis[8] sahibi olacaktır. Yeni-platonculuk[9] olarak da adlandırılabilecek olan bu eğilim günümüzde de binlerce yıl önce olduğu gibi geçerliğini korumaktadır.

Notlar:  Jale Kahraman’ın “Resim Sanatının Ezoterik Boyutları” konusundaki yüksek Lisans Tezinden yararlanılmıştır. 


[1] “Ezoterizm”de (Yun. Esoterikos);“Bir tinsel “merkez”den çıkan ve ancak, kendisine götüren belirli teknikler de dahil olmak üzere her şey aşıldıktan sonra ulaşılabilen bilgi türünden söz edilmektedir” (Faivre ve Voss, 2006:143) .
[2]  Ezoterizm: “İçrek yani dışa kapalı ve kendi içine dönük ya da apaçık olmayan” (Guenon, 2005: 17 ) .
[3] İnisiyasyon (Erginleme- Ezoterizm): „Dışarı‟daki, „yabancı‟, „harici‟, „bigane‟ kişinin „içeri‟ alınması, „mahrem‟ kılınması, ezoterik topluluğun üyesi yapılması, ezoterik bilginin ışığına kavuşmasıdır. Ezoterik inisiyasyon, bireyde, varlığın bir alt aşamasından bir üst aşamasına geçişi tinsel olarak gerçekleştirmeye yönelik süreçtir (Guenon, 2005:17) .
[4] Gnosis (Tefekkür-Marifet): “Sezgi yoluyla elde edilen bilgi. Eski Yunanca da iki bilgi türü vardı: Mathesis; öğrenilebilir bilgi, Pathesis; his, ıstırap yoluyla edinilen bilgi” (Hançerlioğlu, 1993:113) .

[5] “Yunanca bir sözcük olan gnosis bilgi anlamına gelmektedir. Gnostisizm, milatın ilk yüzyıllarından önce Akdeniz bölgesinde görülmeye başlanan ve oradan da Orta Asya‟ya doğru uzanan, çeşitli mistik inisiyasyona yönelik dinler, mezhepler ve bilgelik okulları için kullanılan genel bir kavram ya da öğretidir” (Akıncı, 2008:21)
[6] Okült: “Latince Occultus. Sırlar bilgisi, Genellikle 'doğaüstünün bilgisi' olarak anlaşılır. Popüler anlamda ise belli kişiler tarafından anlaşılan bilgi olarak da düşünülür” (Akıncı, 2008:13) .
[7] Hançerlioğlu –öğrenilebilir bilgi
[8] Hançerlioğlu-ızdırap yoluyla elde edilen bilgi
[9]Yeni Plâtonculuk: “Antikçağ sonlarında dinle felsefenin birleşmesi ile oluşan sadece filozofik değil daha ziyadesi ile teozofik, Hermetik hatta mistik bir akımdır” (Hançerlioğlu, 1993:743) . 

28 Kas 2013

Dünya

“İnsan, o kadar çok duygusunu gizlemek zorunda kalıyor ki, utançtan yüzü kızarıyor.”
Jorge Luis BORGES:

Dünya kelimesinin kökeninin Arapça olduğunu ileri sürenler var. Bu araştırmacılara göre de etimolojik anlamı ise “aşağıda olan” , “aşağılık olan” demek oluyormuş. Dünya kavramının biri somut diğeri ise soyut olmak  üzere iki anlam alanı olduğunu söylüyorlar.

Somut anlamlara bakıldığında  yeryüzü, yerküre, soyut olarak bakıldığında ise  iki farklı yaşamdan söz edildiği söylenebilir: Aşağıdaki yaşam ve yukarıdaki yaşam. Değişik dillerde farklı soyut anlamların yüklendiği “dünya” kelimesinin bir çok disiplinin yer aldığı sosyal bilimler alanında siyaset, hukuk, müzik ve felsefenin konusu olduğu da söylenebilir.

Dünya aslında bir varoluş alanı olarak çıkıyor karşımıza. Varoluşun miti, varoluşun hikayesi hep dünya ile ilişkili. Dünyaya gelen insan, ölünce bu dünyadan “ebedi maşrık” a yolcu ediliyor; ya toprağa gömülüyor ya da yakılıyor. Kimi inanışlara göre öteki dünyada bilinmeyen bir yere bilinmeyen bir zamana göç ediyor. Özel bir törenle  öbür dünyaya yolcu ediliyor. Fani dünya, yalan dünya gibi tanımlarla bazı inanışlar yaşanan ortamın ve çağın anlamsız kılınmasına, yaşanan dünyanın esas olmadığını bir suret olduğunu serzeniştiriyor.  Dünya yaşamı bir yerde asıl yani gerçek olmayan bir kavrama indirgenmek isteniyor. “Boş dünya”, “yalan dünya” tanımı da bir yerde bir başka soyut kavramı güçlendirmeye çalışıyor. Vaat edilen dünya da diyebiliriz buna. İnançla ilişkilendirebileceğimiz bu soyutlama ölümlü insan için ölümsüz olma fırsatı oluyor bir yerde. Dünyanın bu halleri inançla bağlantılı denebilir. Öte yandan siyasetin de dünya kavramıyla yakından ilgilendiğini biliyoruz. Dünyanın hakimi olma rüyasıyla yığınları peşinden sürükleyen İskender, Sezar, Napolyon ve Hitler unutulmamalı.   Para kazanan insan ise dünyalığını yapıyor. Yaşam alanı olarak dünya bir zindan da olabiliyor bir cennet de. Dünya tersine dönebiliyor. Birilerine dünyayı dar etmek isteyenler de olabiliyor. Bir anlamda dünya kavramı yaşamla eşanlamlı gibi. Yaşam ve dünya her çağda farklı kavramları taşıyor.

Dünya varsa zaman da var; Dünya yoksa zaman da yok diyebilir miyiz? Kimi Yunan filozoflarına  göre iki tür zaman var: “Kronos” zamanı ve “Aion” zamanı. Zamanın anlamlandırılması ise soyut düşüncenin gelişimi ile alakalıdır. Deleuze ‘ a göre düalist düşünce paradigması gerçeğin zıtlıklar ötesindeki nüanslarının ortaya çıkmasını engellemektedir. Ampirist felsefenin önde gelen filozofu  Descartes  ise duyuların tanıklığına başvuruyu,  deneyimler hakkındaki yargıları reddeder;  matematik ve mantıktan da kuşku duyar. İnsanın deneyim elde etmeden “cogito” benlik bilgisi elde edebileceğini savunur. “Cogito ergo Sum” sözü ünlüdür. Bu Türkçeye “Düşünüyorum öyleyse varım.” olarak çevrildiğini görürüz. Bu çeviri ne kadar doğrudur? Kartezyen cogito düşüncesi deneyimden çok inanca dayanmaktadır. Cogito ise benlik bilgisi olarak çevrilmelidir. Düşünerek kendi benlik bilgisine erişen öznenin (insanın) gerçeklerden uzaklaşacağı kuramı Deleuze ‘a aittir. Deleuze insanı eylem yapmaya, deneyim elde etmeye ve ancak bu sayede gerçek benliğine yaklaşabileceğini ileri sürer. Deneyimi olmayan bir özne giderek kendi algı sınırı dışındaki kurgulanmış olayları gerçek gibi algılama eğilimine ulaşacaktır.




Dünyanın seni etkileyen yanı ise bir gezegen olarak büyüklüğü. Kırk bin kilometre uzunluğunda çapı olan bir küre. Dünya üzerinde kaç ülke yaşadığı, kaç dil konuşulduğu, hayvan ve bitki türleri gibi muazzam bir aritmetik yığınını oluşturan sayısal değerler ise bir bilgi yığınından öte bir şey değil. Bu bilginin neye yarayacağı ise ayrı bir tartışma konusu olabilir. Dünya konusunda bilgi edinmek için öncelikle bu bilgiyi ne yapacağını düşünmen gerek. Dünyanın çapını bilmek ne fayda sağlayacak? Uzay endüstrisi için faydalı olabilir, metroloji için faydalı olabilir. Başka alanlar için de faydalı olabilir ama aç Afrikalı yığınları doyuracak bir işe yaramadığı kesin.

İnsan yaşamı yani ömrü mevsimlerle de ölçülebilir. Kaç bahar görebilirsin? Kaç kez denize girebilirsin? Ölmeden önce yapmak istediğin on şey nedir? İşte bunlar hep göreceli sorular olarak karşına geliyor. Bugünden başlayarak geriye gitsen, doğduğun güne örneğin ve oradan babanın doğduğu güne oradan da dedenin doğduğu güne. Bu zaman yolculuğunu yapmak için bilgiye ihtiyacın var. Bu bilgilerin zaman ekseninde dizilişi ayrı bir sorunu beraberinde getirecektir.

Büyük medya devlerinin sayfalarına  bakıyorsun. Sayfanın sol yanında en yukarıda “world” kelimesini görüyorsun. Yani dünyadan haberler. Özellikle de Ortadoğu ülkelerinden haberlere rastlıyorsun. İran bu aralar dünyanın en sıcak ülkesi. Sonra Irak, Suriye ve Mısır. Ortadoğu ülkelerinin haberleri dünyadan haberlerin odağında yer alıyor.


Ülkeleri tanımak, sorunları anlamak farklı kültürden olan insanların birbiriyle barış içinde yaşaması için gerekli. İranlı bir taksi şoförü ile New Yorklu bir taksi şoförü oturup konuşsalar acaba birbirlerini anlayabilirler mi?  Farklılıkları ne kadar önemli bir sonucu doğurur. Öte yandan İranlı bir politikacı Birleşik Devletler  politikacısıyla oturup konuştuğunda dünya geriliyor. Nükleer bomba tehdidi, kimyasal silahlar ve diğer tehditler havaya savruluyor. İşte tam burada ülkeleri bir tespih  tanesi gibi bir ipe dizemeyeceğinizi anlıyorsunuz. Kültürlerin çatışması, kültürlerin odağında insan gibi bir çok kavramla boğuşmak zorundasınız. Dünya başlığı altında yer alan yazılar biraz da bu öteki olanı anlama uğraşısının kayıtları olarak değerlendirilmelidir.

İlkçağlardan beri evrensel kültürün bir öznesi olma uğraşı veren insan  inanç ve güç dengesinde ince bir çizgide yürüyerek yol almıştır. Bilgili ve eğitimli olan azınlıkla bilgisiz ve eğitimsiz olan çoğunluğun orantısız ilişkilerini yönlendiren bir seçkinler grubu hep var olmuştur. Seçkinler grubunun cahil çoğunlukla bağlantısını düzenleyen farklı bir grup daha vardır ki, bunlar kanun koyucu ve emredici olmak üzere ikiye ayrılırlar.

Kanun koyucu seçkinler sınıfı öncelikle kendi çıkarlarını  gözeterek güç piramitleri oluşturmuş çıkarlarını garantiye almak üzere yalanlara ve gizemli hikayelere dayanan söylemler geliştirmişlerdir.  Yığınlar birey olduklarını idrak etmede zorlanırlar. Çağımızın felsefecilerinden Deleuze’ün  “bir özne olarak birey”e yaklaşımı beraberinde bir çok felsefi soruyu da getirmektedir.
Bireyselleşme sürecine giren idrak etmeye çalışan insan olayların kurgusu içinde yığınların yapay kollektif bilinci altında ezilebilir de. Yığınların  cehalet fırtınalarında sürüklendiği yapma limanlarda bireyselleşmeden söz etmek bireyselleşme sürecini yaşayan insanın güvenliğini ve özgürlüğünü tehdit edebilir. İnandırılan ve sorgulamayan yığınların acımasız infazlarına yön veren seçkinler bazı durumlarda dünyanın gidişini farklı coğrafyalara sürükleyebilecek yalanlar üretebilirler. Bir özne olarak insanın dünya üzerinde tek başına olmadığını söylemek gerekir. Bireyselleşme sürecinde değişim geçiren “ego” düşünce yeteneğini yani “cogito” özelliğini düalist bir dar alana hapsedip özgürlüğünden fedakarlık edebilir. Olaylar bütünü içinde bir zaman örgüsü üzerinde hareket eden “ben” düalist dünyanın  var olduğu ikili alanda kamayı veya kalmamayı seçecektir. İyinin kötüyle var olduğu bu dünyada “ben” bir özne olarak görünmeyecektir. Her zaman bir yığın olarak görünecek ve görülecektir. Kültür sınırlarıyla etiketlenen “ben” o etiketin tutsağı olacak, yeni bir “ben” yaratmaya çalışsa da bunda başarılı olamayacaktır.

Dünya ve varoluş ilişkisi düşünüldüğünde insanın yıllar öncesinden gelen “düalist” düşünce geleneğinin insanın özgür düşünme eyleminde bazı engeller oluşturduğunu ileri süren felsefecileri hatırlamamak elde değil. Yıllar boyunca insanlar karşıt anlamlar üretilerek ilerleyen düşünce yapısı gereği zıtlıkların ötesine geçemeyen, yeterince detaylı düşünmeyen kolaya kaçan beyinlerin ürettiği düşüncelerle beslendi. İnanç ve bilim ortaçağda birbiriyle zıt kutuplara yerleştirildi. Bilim adamları dinsiz kafirler olarak ilan edildi. Yakıldı, asıldı ve yok edildiler. Bilim adamları din adamlarını öldürdü mü? Tarih sahnesinde böyle bir şey yok. Hep din adamlarının kıyımı ve zulmü var. Bilim adamlarının doğrudan zulüm ve kıyım yapıp yapmadıkları Hiroşima’ya atılan bomba kapsamında tartışılmaktadır. Bir yerde paralellik kurulabilir. Ortaçağdaki Tapınak Şövalyeleri dışında din adamlarının doğrudan insanlara zarar verdikleri çok az görünür. Din adamları etkiledikleri kralın askeri gücüyle ölümlere sebep vermişlerdir.  Bu anlamda dolaylı olarak zulüm etmiş ve kıyım yapmışlardır. Aynı şekilde bilim adamları icat ettikleri silahlar vasıtasıyla insanlara zarar vermişlerdir. Günümüzde bu zarar sürmektedir. Zaman ekseninde geçmişe bakan öznenin şimdi ve gelecek sarmalında deneyimlerine dayanarak algıladığı gerçek önem kazanmaktadır. Deleuze’un “Kronos” ve “Aion” zaman kavramlarına değinmekte sonsuz fayda var.

“Deleuze Ayrım ve Yineleme’de zamanın üç sentezi üzerinde durur ve oluşa izin vermesi açısından Nietzsche ile birlikte gelecek zamanı olumlar. Ama daha sonra gittikçe zamanı olayla olan birebir ilişkisi içinde düşünür ve Aion ve Kronos zaman ayrımı yaparak geçmişin ve geleceğin şimdi içinde kasıldığı bir olaysal zaman düşüncesi geliştirir. İkinci zaman (virtüel geçmiş), şimdiyi tasarlamayı bırakmadığı sürece, birinci zamanın (edimin şimdisi) tamamlayıcısı olmaktan çok rakibidir. Bu
düşünce artık Kronos’un egemenliğine izin vermeyen bir düşüncedir. Tamamlama daha çok ikinci zaman ile üçüncü zaman (bengi dönüşün geleceği olumlaması) arasında gerçekleşir: “geçmişi ve geleceği genişleten ve içine çeken bir şimdi yerine, Aion ile birlikte yayılan şimdi, geçmişin kısımlarına ve geleceğin kısımlarına bölünme süreci içinde buharlaşır” (Deleuze, 1969: 78). Yani artık Kronos’un yayılan şimdisi yoktur, sadece Aion’un sonsuz geçmiş ve geleceği vardır.”[1]Kudret Aras, Doktora Tezi, S. 142

Kudret Aras’ın doktora tezinde kapsamlı olarak incelediği Deleuze düşüncesine göre, Aion’un sonsuz geçmiş ve geleceği vardır. Yani zaman bin parçaya bölünmüştür. Bu ne anlama gelmektedir? “An-ı Daim” kavramı Aion’u açıklamaya yeterli midir?  Aslında değildir. Paradoksal bir şimdi yerine interaktif ve dönüşüm geçiren ve sürekli hareket halinde olan deneyimlerin varettiği bir öznenin  şimdisinden söz ediyor. Bir kısmı geçmişte olan bir kısmı gelecekte olan ve sürekli değişen bir şimdiden söz ediyoruz. Bu dünyaya geri dönen insan varolduğunun da bilincine erişecektir. İnsan toplumsal olayların tam ortasında deneyim kazanmaktadır. Algıladığı olaylar onun varlığının bir parçasıdır. Siyasi ya da gayri siyasi diye düalist bir düşünce tarzının ürettiği  aion yerine siyasi olayları algılayan özne kendine göre çıkarımlar elde etmek için o olayların ortasında yer aldığının bilincinde olmalıdır. Deleuze  dünya yaşamını yani insanın varoluş paradoksunu  aion kavramıyla çözümlemeye çalışmaktadır.

Nasıl bir dünya ?

Şizofrenik bir dünya .




[1] Kudret Aras, GILLES DELEUZE FELSEFESİNDE ÖZNE-OLUŞ’UN  ONTOLOJİK TASARIMI, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Ankara, 2013 

1 Kas 2013

Cumhuriyet


Sokaklarda bayrak satan bir karış sakallı, açlıktan gözleri dışarı uğramış gençler var. Belli Doğu Anadolu illerinden gelmişler. Cumhuriyet Bayramını bayrak satarak paraya dönüştürmeye çalışıyorlar. 

Sıska çelimsiz vücutları soğukta tir tir titriyor. Taşıdıkları bayraklara sarınarak ısınmaya çalışıyorlar. Bu hafta bayrak satıyorlar gelecek hafta başka bir şey satacaklar. Hayata tutunmaya çalışan cumhuriyet vatandaşları.
Cumhuriyet Bayramı kutlama programı valilik tarafından detaylı bir biçimde duyuruluyor. Saat saat neler yapılacağı yazılmış. Kim ne yapacak, nerede yapacak belli. Devlet her yerde kutlamaların her aşamasında belirgin bir rol oynuyor.

Ana tema. Kurtuluş savaşı ve saltanatın kaldırılması.

Latince “respublica” ile Fransızca “république” kavramlarının Türkçe çevirisi olarak “Cumhuriyet” benimsenmiş. Arapça bir kelime olan “cumhur” dan türetilmiş. Kamusal olan, halk için, halkla ilgili olan anlamlarında kullanılıyor. Halkın monarşiyle idare edilmesi veya farklı bir rejime geçilmesi teması 1920′li yıllarda tartışılan bir konuydu.

Bayraklarını eline almış tören alanına koşturan insanları görünce, kutlamaların ne anlama geldiğini, her kesimden halkın kutlamalardan ne aldığını düşünmemek elde değil. Tören alanında polisler barikat kurmuş durumda. Simsiyah giyinmişler. Ellerinde tüfekler ve kalkanlar var. 

Onlar da kutlamalara katılmaya gelmişler.



Belli ki törenleri kullanarak rant elde etmek isteyen siyasi gruplar var. Halkın katılımının sağlanması için devletin bir gayret gösterdiği ortada. Halkın toplandıkları alanlarda devlet büyükleri onlara “hitap” ediyorlar. Günün “anlam” ve “mahiyetini” izah ediyorlar. Ana tema yine aynı.  Padişahın kulu olan halkın saltanatın kaldırılmasıyla birlikte artık kul olmayıp “vatandaş” olduğu anlatılıyor. Halkın kendini idare edecekleri kişileri seçme hakkının cumhuriyet rejimi sayesinde mümkün olduğu tekrar tekrar duyuruluyor.  Ellerinde bayraklarla alanları dolduran halk sessizce dinliyor. 

Siyasallaşan devletin ve onun karşısında duran muhalefetin ne söylediğini anlamaya çalışıyor vatandaşlar. Bu da çok kolay değil.

Devlet kendini var eden vatandaşları polisiyle askeriyle ve memurlarıyla “tedip” etmeye çalışıyor. Oyundan başka gücü olmayan vatandaşı koruması gereken kanunlar “terör” parantezinde uygulandığında hakkını aramaya çalışan bireyleri korumuyor. Hoşgörü ve empati sonucu oluşması gereken diyalog yerine buyurgan monolog duyuluyor tek sesli medyadan. Cumhuriyet kavramı bir kez daha tanımlanıyor. Demokrasiden anlaşılan çoğunluğun azınlık üzerinde kurduğu baskı anlaşılıyor. Siyaset kazanı bir kez daha kaynatılıyor. Bireysel hak ve özgürlüklerin ne durumda olduğunu açıklayan AB gelişme raporu durumu tüm berraklığıyla ortaya koyuyor. Aşağıdaki linkten okunabilir:



Eline bayrağı alıp sallayarak bir şeyleri değiştirebileceğini sananların sayısı acaba ne kadardır? Bayrak eylemleri, Atatürk ‘ü anma ve Anıt Kabir eylemleri, bir anlamda CHP ‘nin başı çektiği siyasal girişimler olarak değerlendiriliyor. Gezi parkı eylemleri ise tamamıyla farklı türde protesto girişimleri midir? Yoksa tüm bu eylemlerin toplamı AKP ‘yi protesto etme amacını mı taşımaktadır? Bu siyasal analizler AB ilerleme raporunda detaylı olarak inceleniyor.

Toplumun siyasal kutuplaşması görüldüğü kadarıyla iki ana tema üzerinden yapılıyor: Başörtüsü ve Anadilde eğitim.  Kamusal alanda başörtüsünün serbest olması uzun bir süredir gündemde tutulan siyasallaşan bir konu. Kadınların başörtüsüyle meclis çalışmalarına katılmasının ne gibi bir önemi olduğu da tartışmalı. 

Kadınların aslında inanç nedeniyle mi yoksa erkek zorbalığından ve tecavüzünden korunmak için mi başörtüsü taktıklarını kimse tartışmıyor. Kadınların kapanmasını isteyen erkekler gerekçe olarak Kur’an da yazılı olduğunu öne sürüyorlar ama bunun doğru olmadığını söyleyen ilahiyatçılar var. Kadınların kapanması, alkolün yasaklanması, ,ibadet mecburiyeti gibi yasaların çıkarılmasını isteyenler de var. Laik cumhuriyetin İslam cumhuriyetine dönüşmesini savunan siyasal gruplar var. Rabia, El Nusra, Hizbullah, İhvan ı Müslimin, vb. gibi örgütlerin savunuculuğunu yapan siyasal hareketin güçlendiği de söylenebilir.

İlerleme raporu detaylı bir biçimde incelendiğinde hükümetin bireysel hak ve özgürlükler konusunu başörtüsü sorununa indirgediği açıkça görülmektedir. Bu yaklaşık on yıldır süren bir tartışmadır. Hangi amaçla taze tutulduğu da anlaşılmaktadır. Meclis gündemini esas itibariyle oluşturması gereken “sivil anayasa” tartışmalarının “divert” yani farklı bir mecraya aktarılmaya çalışıldığı görülmektedir.

 Hiç şüphesiz bu gündem değişiminin bazı grupların çıkarına dokunduğu, diğerlerinin de çıkarlarına hizmet ettiği ortadadır. Bu “divert” i kurgulayan beyinler daha önce de aynı şeyi yaptılar. Kriz zamanlarında birden gündemi farklı bir mecraya aktarma kapasitesi oldukça güçlü medya desteği varsa gerçekleşebilir. 

Merkez medyanın beslenme kanallarını kurgulanmış yeniliklerle doldurabilmek her babayiğidin harcı olmasa gerek. Son iki üç ayda birbiri ardından ortaya çıkan ağır krizlerin detaylarının ortaya çıkması nasıl engellenebiliyorsa “divert” edilmesi de o kadar kolay olabilmektedir.

 Başbakanın ve devletin olumlu icraatlarından başka haber aktaramayan merkez medya için bulunmayacak bir fırsat ortaya çıkmış daha doğrusu kurgulanmış olmaktadır.

Diğer önemli nokta ise hükümet eleştirel bakış konusunda hoşgörülü değil tam aksine cezalandırıcı bir tavır takınmaktadır. Konsensüs sağlanarak alınması gereken bazı önemli kararlar, örneğin yeni sivil anayasa çalışmaları bir türlü sonuçlandırılamamıştır.

Sivil Toplum kuruluşlarının demokrasinin güçlenmesi için yeterli çalışma yapmadığı da ortadadır. STK ‘nın gücü artmadıkça bu topraklarda demokrasiden bireysel hak ve özgürlükten söz etmek mümkün olmayacaktır…





5 Eki 2013

Dünya[1]




“İnsan, o kadar çok duygusunu gizlemek zorunda kalıyor ki, utançtan yüzü kızarıyor.”
Jorge Luis BORGES:

Dünya kelimesinin kökeninin Arapça olduğunu ileri sürenler var. Bu araştırmacılara göre de etimolojik anlamı ise “aşağıda olan” , “aşağılık olan” demek oluyormuş. Dünya kavramının biri somut diğeri ise soyut olmak  üzere iki anlam alanı olduğunu söylüyorlar.

Somut anlamlara bakıldığında  yeryüzü, yerküre, soyut olarak bakıldığında ise  iki farklı yaşamdan söz edildiği söylenebilir: Aşağıdaki yaşam ve yukarıdaki yaşam. Değişik dillerde farklı soyut anlamların yüklendiği “dünya” kelimesinin bir çok disiplinin yer aldığı sosyal bilimler alanında siyaset, hukuk, müzik ve felsefenin konusu olduğu da söylenebilir.

Dünya aslında bir varoluş alanı olarak çıkıyor karşımıza. Varoluşun miti, varoluşun hikayesi hep dünya ile ilişkili. Dünyaya gelen insan, ölünce bu dünyadan “ebedi maşrık” a yolcu ediliyor; ya toprağa gömülüyor ya da yakılıyor. Kimi inanışlara göre öteki dünyada bilinmeyen bir yere bilinmeyen bir zamana göç ediyor. Özel bir törenle  öbür dünyaya yolcu ediliyor. Fani dünya, yalan dünya gibi tanımlarla bazı inanışlar yaşanan ortamın ve çağın anlamsız kılınmasına, yaşanan dünyanın esas olmadığını bir suret olduğunu serzeniştiriyor.  Dünya yaşamı bir yerde asıl yani gerçek olmayan bir kavrama indirgenmek isteniyor. “Boş dünya”, “yalan dünya” tanımı da bir yerde bir başka soyut kavramı güçlendirmeye çalışıyor. Vaat edilen dünya da diyebiliriz buna. İnançla ilişkilendirebileceğimiz bu soyutlama ölümlü insan için ölümsüz olma fırsatı oluyor bir yerde. Dünyanın bu halleri inançla bağlantılı denebilir. Öte yandan siyasetin de dünya kavramıyla yakından ilgilendiğini biliyoruz. Dünyanın hakimi olma rüyasıyla yığınları peşinden sürükleyen İskender, Sezar, Napolyon ve Hitler unutulmamalı.   Para kazanan insan ise dünyalığını yapıyor. Yaşam alanı olarak dünya bir zindan da olabiliyor bir cennet de. Dünya tersine dönebiliyor. Birilerine dünyayı dar etmek isteyenler de olabiliyor. Bir anlamda dünya kavramı yaşamla eşanlamlı gibi. Yaşam ve dünya her çağda farklı kavramları taşıyor.

Dünya varsa zaman da var; Dünya yoksa zaman da yok diyebilir miyiz? Kimi Yunan filozoflarına  göre iki tür zaman var: “Kronos” zamanı ve “Aion” zamanı. Zamanın anlamlandırılması ise soyut düşüncenin gelişimi ile alakalıdır. Deleuze ‘ a göre düalist düşünce paradigması gerçeğin zıtlıklar ötesindeki nüanslarının ortaya çıkmasını engellemektedir. Ampirist felsefenin önde gelen filozofu  Descartes  ise duyuların tanıklığına başvuruyu,  deneyimler hakkındaki yargıları reddeder;  matematik ve mantıktan da kuşku duyar. İnsanın deneyim elde etmeden “cogito” benlik bilgisi elde edebileceğini savunur. “Cogito ergo Sum” sözü ünlüdür. Bu Türkçeye “Düşünüyorum öyleyse varım.” olarak çevrildiğini görürüz. Bu çeviri ne kadar doğrudur? Kartezyen cogito düşüncesi deneyimden çok inanca dayanmaktadır. Cogito ise benlik bilgisi olarak çevrilmelidir. Düşünerek kendi benlik bilgisine erişen öznenin (insanın) gerçeklerden uzaklaşacağı kuramı Deleuze ‘a aittir. Deleuze insanı eylem yapmaya, deneyim elde etmeye ve ancak bu sayede gerçek benliğine yaklaşabileceğini ileri sürer. Deneyimi olmayan bir özne giderek kendi algı sınırı dışındaki kurgulanmış olayları gerçek gibi algılama eğilimine ulaşacaktır.




Dünyanın seni etkileyen yanı ise bir gezegen olarak büyüklüğü. Kırk bin kilometre uzunluğunda çapı olan bir küre. Dünya üzerinde kaç ülke yaşadığı, kaç dil konuşulduğu, hayvan ve bitki türleri gibi muazzam bir aritmetik yığınını oluşturan sayısal değerler ise bir bilgi yığınından öte bir şey değil. Bu bilginin neye yarayacağı ise ayrı bir tartışma konusu olabilir. Dünya konusunda bilgi edinmek için öncelikle bu bilgiyi ne yapacağını düşünmen gerek. Dünyanın çapını bilmek ne fayda sağlayacak? Uzay endüstrisi için faydalı olabilir, metroloji için faydalı olabilir. Başka alanlar için de faydalı olabilir ama aç Afrikalı yığınları doyuracak bir işe yaramadığı kesin.

İnsan yaşamı yani ömrü mevsimlerle de ölçülebilir. Kaç bahar görebilirsin? Kaç kez denize girebilirsin? Ölmeden önce yapmak istediğin on şey nedir? İşte bunlar hep göreceli sorular olarak karşına geliyor. Bugünden başlayarak geriye gitsen, doğduğun güne örneğin ve oradan babanın doğduğu güne oradan da dedenin doğduğu güne. Bu zaman yolculuğunu yapmak için bilgiye ihtiyacın var. Bu bilgilerin zaman ekseninde dizilişi ayrı bir sorunu beraberinde getirecektir.

Büyük medya devlerinin sayfalarına  bakıyorsun. Sayfanın sol yanında en yukarıda “world” kelimesini görüyorsun. Yani dünyadan haberler. Özellikle de Ortadoğu ülkelerinden haberlere rastlıyorsun. İran bu aralar dünyanın en sıcak ülkesi. Sonra Irak, Suriye ve Mısır. Ortadoğu ülkelerinin haberleri dünyadan haberlerin odağında yer alıyor.

Ülkeleri tanımak, sorunları anlamak farklı kültürden olan insanların birbiriyle barış içinde yaşaması için gerekli. İranlı bir taksi şoförü ile New Yorklu bir taksi şoförü oturup konuşsalar acaba birbirlerini anlayabilirler mi?  Farklılıkları ne kadar önemli bir sonucu doğurur. Öte yandan İranlı bir politikacı Birleşik Devletler  politikacısıyla oturup konuştuğunda dünya geriliyor. Nükleer bomba tehdidi, kimyasal silahlar ve diğer tehditler havaya savruluyor. İşte tam burada ülkeleri bir tespih  tanesi gibi bir ipe dizemeyeceğinizi anlıyorsunuz. Kültürlerin çatışması, kültürlerin odağında insan gibi bir çok kavramla boğuşmak zorundasınız. Dünya başlığı altında yer alan yazılar biraz da bu öteki olanı anlama uğraşısının kayıtları olarak değerlendirilmelidir.

İlkçağlardan beri evrensel kültürün bir öznesi olma uğraşı veren insan  inanç ve güç dengesinde ince bir çizgide yürüyerek yol almıştır. Bilgili ve eğitimli olan azınlıkla bilgisiz ve eğitimsiz olan çoğunluğun orantısız ilişkilerini yönlendiren bir seçkinler grubu hep var olmuştur.

Kanun koyucu seçkinler sınıfı öncelikle kendi çıkarlarını  gözeterek güç piramitleri oluşturmuşlardır. Yığınlar birey olduklarını idrak etmede zorlanırlar. Çağımızın felsefecilerinden Deleuze’ün  bir özne olarak bireye yaklaşımı beraberinde bir çok felsefi soruyu da getirmektedir.
Bireyselleşme sürecine giren idrak etmeye çalışan insan olayların kurgusu içinde yığınların yapay kollektif bilinci altında ezilebilir de. Yığınların  cehalet fırtınalarında sürüklendiği yapma limanlarda bireyselleşmeden söz etmek bireyselleşme sürecini yaşayan insanın güvenliğini ve özgürlüğünü tehdit edebilir. İnandırılan ve sorgulamayan yığınların acımasız infazlarına yön veren seçkinler bazı durumlarda dünyanın gidişini farklı coğrafyalara sürükleyebilecek yalanlar üretebilirler. Bir özne olarak insanın dünya üzerinde tek başına olmadığını söylemek gerekir. Bireyselleşme sürecinde değişim geçiren “ego” düşünce yeteneğini yani “cogito” özelliğini düalist bir dar alana hapsedip özgürlüğünden fedakarlık edebilir. Olaylar bütünü içinde bir zaman örgüsü üzerinde hareket eden “ben” düalist dünyanın  var olduğu ikili alanda kamayı veya kalmamayı seçecektir. İyinin kötüyle var olduğu bu dünyada “ben” bir özne olarak görünmeyecektir. Her zaman bir yığın olarak görünecek ve görülecektir. Kültür sınırlarıyla etiketlenen “ben” o etiketin tutsağı olacak, yeni bir “ben” yaratmaya çalışsa da bunda başarılı olamayacaktır.

Dünya ve varoluş ilişkisi düşünüldüğünde insanın yıllar öncesinden gelen “düalist” düşünce geleneğinin insanın özgür düşünme eyleminde bazı engeller oluşturduğunu ileri süren felsefecileri hatırlamamak elde değil. Yıllar boyunca insanlar karşıt anlamlar üretilerek ilerleyen düşünce yapısı gereği zıtlıkların ötesine geçemeyen, yeterince detaylı düşünmeyen kolaya kaçan beyinlerin ürettiği düşüncelerle beslendi. İnanç ve bilim ortaçağda birbiriyle zıt kutuplara yerleştirildi. Bilim adamları dinsiz kafirler olarak ilan edildi. Yakıldı, asıldı ve yok edildiler. Bilim adamları din adamlarını öldürdü mü? Tarih sahnesinde böyle bir şey yok. Hep din adamlarının kıyımı ve zulmü var. Bilim adamlarının doğrudan zulüm ve kıyım yapıp yapmadıkları Hiroşima’ya atılan bomba kapsamında tartışılmaktadır. Bir yerde paralellik kurulabilir. Ortaçağdaki Tapınak Şövalyeleri dışında din adamlarının doğrudan insanlara zarar verdikleri çok az görünür. Din adamları etkiledikleri kralın askeri gücüyle ölümlere sebep vermişlerdir.  Bu anlamda dolaylı olarak zulüm etmiş ve kıyım yapmışlardır. Aynı şekilde bilim adamları icat ettikleri silahlar vasıtasıyla insanlara zarar vermişlerdir. Günümüzde bu zarar sürmektedir. Zaman ekseninde geçmişe bakan öznenin şimdi ve gelecek sarmalında deneyimlerine dayanarak algıladığı gerçek önem kazanmaktadır. Deleuze’un “Kronos” ve “Aion” zaman kavramlarına değinmekte sonsuz fayda var.

“Deleuze Ayrım ve Yineleme’de zamanın üç sentezi üzerinde durur ve oluşa izin vermesi açısından Nietzsche ile birlikte gelecek zamanı olumlar. Ama daha sonra gittikçe zamanı olayla olan birebir ilişkisi içinde düşünür ve Aion ve Kronos zaman ayrımı yaparak geçmişin ve geleceğin şimdi içinde kasıldığı bir olaysal zaman düşüncesi geliştirir. İkinci zaman (virtüel geçmiş), şimdiyi tasarlamayı bırakmadığı sürece, birinci zamanın (edimin şimdisi) tamamlayıcısı olmaktan çok rakibidir. Bu
düşünce artık Kronos’un egemenliğine izin vermeyen bir düşüncedir. Tamamlama daha çok ikinci zaman ile üçüncü zaman (bengi dönüşün geleceği olumlaması) arasında gerçekleşir: “geçmişi ve geleceği genişleten ve içine çeken bir şimdi yerine, Aion ile birlikte yayılan şimdi, geçmişin kısımlarına ve geleceğin kısımlarına bölünme süreci içinde buharlaşır” (Deleuze, 1969: 78). Yani artık Kronos’un yayılan şimdisi yoktur, sadece Aion’un sonsuz geçmiş ve geleceği vardır.”[2]Kudret Aras, Doktora Tezi, S. 142


Kudret Aras’ın doktora tezinde kapsamlı olarak incelediği Deleuze düşüncesine göre, Aion’un sonsuz geçmiş ve geleceği vardır. Yani zaman bin parçaya bölünmüştür. Bu ne anlama gelmektedir? “An-ı Daim” kavramı Aion’u açıklamaya yeterli midir?  Aslında değildir. Paradoksal bir şimdi yerine interaktif ve dönüşüm geçiren ve sürekli hareket halinde olan deneyimlerin varettiği bir öznenin  şimdisinden söz ediyor. Bir kısmı geçmişte olan bir kısmı gelecekte olan ve sürekli değişen bir şimdiden söz ediyoruz. Bu dünyaya geri dönen insan varolduğunun da bilincine erişecektir. İnsan toplumsal olayların tam ortasında deneyim kazanmaktadır. Algıladığı olaylar onun varlığının bir parçasıdır. Siyasi ya da gayri siyasi diye düalist bir düşünce tarzının ürettiği  aion yerine siyasi olayları algılayan özne kendine göre çıkarımlar elde etmek için o olayların ortasında yer aldığının bilincinde olmalıdır. Deleuze  dünya yaşamını yani insanın varoluş paradoksunu  aion kavramıyla çözümlemeye çalışmaktadır. Nasıl bir dünya ? Şizofrenik bir dünya .





[1] Bu denemeler 2007-2013 yılı arasında yazarın  www.yavuzcekirge.com ve www.yavuzcekirge.blogspot.com adresinde yayınlanan blog metinlerinden  derlenmiştir.
[2] Kudret Aras, GILLES DELEUZE FELSEFESİNDE ÖZNE-OLUŞ’UN  ONTOLOJİK TASARIMI, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Ankara, 2013 

30 Eyl 2013

Kasnak Meşesi Ormanı


29 Eylül 2013 Kasnak Meşeleri 014
Kasnak meşesi (Quercus Vulcanica)  ormanı Isparta’ya 69 Km. Eğirdir’e 32  km.  uzaklıkta  doğa yürüyüş gruplarının parkurları üzerinde  yer alıyor.

Son yıllarda yaratılan  St. Paul Yolu adı verilen parkur üzerinde yer almaktadır. [1] Likya Yolu parkurunu yaratan ekip St. Paul Yolu parkurunu da yaratmıştır.[2] Güzergah üzerinde kırmızı ve beyaz boyayla işaretlenen yolun haritası, GPS değerleri ve diğer gerekli bilgiler bir kitapta toplayan grup ayrıca internet sitesi üzerinden parkurların tanıtımını yapıyor.
29 Eylül 2013 Kasnak Meşeleri 040
Bu yolu yürüyen çok sayıda doğa yürüyüşçüsüne rastlamak mümkün. Nitekim Yukarı Gökdere köy kahvesinde yürüyüşçülere rastlıyorsunuz.  Turistlerin çantalarının büyüklüğünden günübirlik yürüyüşçüler olmadıklarını anlamak mümkün. Büyük bir olasılıkla yol boyunca konaklayarak yollarına devam ediyor olmalılar. Köyün muhtarı Ahmet Sarı  Erasmus öğrenci programı çerçevesinde 15 Japon öğrenciyi iki hafta köyde ağırladıklarını anlatıyor. Japon talebeler çocuklar için bir oyun parkı inşa etmişler. Muhtar oyun parkını gururla gösteriyor. Ayrıca elma toplama mevsimi olması itibariyle elma ikram ediyor. Taşıyabildiğin kadar elmayı misafirlere hediye ediyorlar. 
29 Eylül 2013 Kasnak Meşeleri 088

Yürüyüş yolu üzerinde yer alan Kasnak meşesi Ormanı  , Eğirdir-Yukarı Gökdere’de köyü civarında tespit edilen  1300 ha büyüklüğündeki yayılış alanı ile SİT alanı ve koruma alanı olarak tespit ediliyor. 27 Temmuz 1987 tarihinde Kasnak Meşesi Tabiatı Koruma Alanı olarak resmi gazetede yayınlanmış. . Bölgenin GPS koordinatları ise şöyle:
Eğirdir ilçesindeki alanlar,
  • 37o 37’ 30’’ ve 37o 47’ 29’’ kuzey enlemleri,
  • 30o 47’ 22’’ ve 30o 32’ 30’’ doğu boylamları arasında kalmaktadır.
Kasnak meşesi 1,6 metre çapa ve 25-30 metre boya ulaşabilen ve 1000 yıl kadar ömrü olan bir ağaç türü olarak biliniyor.
29 Eylül 2013 Kasnak Meşeleri 056
Kasnak meşesi ormanına gitmek için Eğirdir Yazılı Kanyon sapağından itibaren asfalt bir yolla Yukarı Gökdere köyüne geliniyor. Bin nüfuslu elma yetiştiriciliğiyle geçinen büyük bir köy. Denizden yüksekliği 1200 metre. Kasnak Meşesi Ormanı 1500 metreden başlıyor 1890 metreye kadar yükseliyor.
Ormanın içinden yürürken asırlık ağaçların arasından geçiyoruz. Bu bölgede çalışma yapan orman mühendisleri ve akademisyenler bazı bölgeler isim vermişler.
29 Eylül 2013 Kasnak Meşeleri 018
On iki kardeşler,mıntıkası 102 yaşında
29 Eylül 2013 Kasnak Meşeleri 030
Efeler Yurdu mıntıkası 129 yaşında
Sarnıç, Beşbahçe ve Kuzukulağı gibi isimlendirmelerde boy, çap ve yaş bilgileri yer alıyor. En yaşlı meşe ağacının 160 yaşına olduğu tespit edilmiş. Yapılan çalışmalarda orman alanının bir arberatum özelliği taşıdığı böcek, bitki ve hayvan türlerinin iki yüzün üzerinde olduğu söylenmektedir. Nitekim yürüyüş sırasında kuş ve böcek çeşitliliğini gözle görmek de mümkün. Sık sık ağaçlar arasında koşuşturan sincaplar, kelebekler, arılar,ardıç kuşları ve yırtıcı kuşlar doğal döngüyü ve beslenme zincirini anlamanıza yardımcı oluyor. Kurt, çakal, vaşak, yaban domuzu, tavşan, tilki gibi memeliler, Kartal, şahin, doğan, keklik, karatavuk, ardıç kuşu gibi çok bilinen türlerin dışında  27 farklı kuş türü tespit edilmiş.
29 Eylül 2013 Kasnak Meşeleri 094
Tohumlanma dönemine geçen meşe ağaçlarının renkleri sararmaya başlamış. Bölgede bulunan bitki çeşitliliği daha bariz bir hale gelmiş durumda. Bölgede ardıç, göknar, kızılçam, sedir gibi ağaç çeşitliliğinin yanı sıra kuşburnu, yabani erik, kızılcık , böğürtlen gibi türlere de rastlamak mümkündür.

 29 Eylül 2013 Kasnak Meşeleri 045
Göç Çiğdemi (Colchicum Autumnale)
Yürüyüş sırasında en dikkat çeken çiçek acı çiğdem ya da göç çiğdemi adı verilen çiçek. Eylül sonu ve Ekim başında açan bu çiğdemlerin göçerler için yaylalardan göç etme vaktinin geldiğini hatırlatan bir işaret olarak algılanırmış. Zehirli olduğu bilinen bu çiçeğin ilaç sanayinde kullanıldığı biliniyor.
29 Eylül 2013 Kasnak Meşeleri 081

Yükseldikçe orman içinde büyük ve küçük baş hayvanların dışkıları artıyor. Tezek adı verilen ve bir çok yerde yakıt olarak kullanılan hayvan  dışkılarını kimsenin toplamadı aşikar. Yukarı Gökdere köylülerinin yaylası da 1800 metrelerde yer alıyor.  İki dağ arasındaki dik boğazı tırmandıktan sonra geniş bir yaylaya geliyorsunuz. Derme çatma hayvan barınakları dikkat çekiyor. Civarda plastik ve metal kutuların gelişigüzel atıldığı hafif bir çevre kirliliği göze çarpıyor. Koruma alanı olması itibariyle  her yaylada göze çarpan ve giderek artan kirlenmenin derecesinin oldukça düşük olduğu bu bölgede yaylayı kullanan köylülerin çevre bilincinin olmadığı sonucuna götürüyor insanı.
Davraz Dağını yan tarafınıza alarak artık tek bir hayvan bile kalmamış yayla barınaklarının yanından geçip Gökdere vadisine doğru yürümek beraberinde muhteşem bir doğa görsel şölenini de getiriyor. İlerde meşe ormanının arasından Kovada gölü uzanıyor. Bu bölge ormanlık bir alan olarak kağıt üzerinde korunuyor ama ormanın içinde özellikle ardıç ağaçlarının altlarında keçi, inek, gibi hayvanların dışkılarına rastlanıyor. Ardıç ağaçları nedense yaylacıların çok sevdiği bir ağaç. İri gövdesi ve şemsiye gibi dallarıyla güneşi geçirmeyen bu ağaçlar yaylacıların ve hayvanlarının doğal barınağı olarak çok değerli. Bazı yaylalarda her hanenin bir ardıç ağacı var. Ağacın etrafını demir çitlerle çevirip barınak haline getiriyorlar.
Ormanda kirlilik oluşturan plastik şişelerin dışında avcıların plastik ve metal malzemeden yapılmış  fişek kovanlarına da rastlamak mümkün. Koruma alanının sadece kağıt üzerinde olduğunu biliyorsun. Koruma altına alınan bölgelerin hemen hemen hepsinde kaçak avcıların ve keçilerin cirit attığı, kaçak ağaç kesimi yapan baltacıların olduğunu biliyorsun.
29 Eylül 2013 Kasnak Meşeleri 110
Kasnak meşe ormanı yavaş yavaş renk değiştirirken en yüksek tepesinden Gökdere vadisine doğru bakıyorsun. Kuş sesleri ve rüzgarın kayalara çarparak aşağılara yankılanan ıslık sesini dinleyerek temiz havayı ciğerlerine dolduruyorsun. Burada doğanın güzelliği ve saflığı karşısında donup kalıyorsun. Büyük kentlerin uğultulu ve stresli yaşamını aklına getiriyorsun. Bir zamanlar günde on dört saat çalıştığın tempoyu düşünüp gülümsüyorsun.


Fotoğraflar: Yavuz Çekirge,  29 Eylül 2013
Faydalanılan Kaynaklar:
  • Yıldız, Dilek, Kasnak Meşesi, Doktora tezi,Süleyman Demirel Üniversitesi, Fen Bilimleri Fakültesi, Orman Mühendisliği Anabilim Dalı, Isparta, 2010
  • Musa GENÇ,Ş.Teoman GÜNER Aydın ÇÖMEZ,Ayşe DELİGÖZ,Dilek YILDIZ
KASNAK MEŞESİNİN (Quercus vulcanica Boiss. and Heldr. Ex Kotschy) EKOLOJİSİ VE MEŞCERE KURULUŞ ÖZELLİKLERİ, T.C. ORMAN VE SU İŞLERİ BAKANLIĞI ORMAN GENEL MÜDÜRLÜĞÜ ORMAN TOPRAK VE EKOLOJİ ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜ yayını


16 Eyl 2013

Selge


15 Eylül 2013 Selge 008
Selge Antik Kentine yaptığın yolculuğun en çarpıcı karelerinden biri de bu yarısı yıkılmış 8,700 kişilik Roma Stili tiyatro. Tiyatroyla ilgili kaynak araştırmasında bir iki makale göze çarpıyor: Yetmiş bin nüfuslu Selge yaklaşık sekiz yüz yıllık bir şehir. Roma İmparatorluğu sonlarına doğru tarih sahnesinden yok olan kentlerden. Her antik kent gibi Selge de kuruluş, gelişme ve çöküş dönemi yaşıyor. Geriye kalan yapılardan göze görünen antik tiyatro ve su kanalları var. Bölgeye yerleşen göçebe Türkmenlerin Sarıkeçili ocağından oldukları sanılıyor. Bölge birinci derece sit alanı ve doğal koruma alanı olarak ilan edilmiş olmasına karşın 600 nüfuslu Zerk köyü antik kentin içinde yer alıyor. Bölgede henüz arkeolojik kazıların başlamadığı belli oluyor.
Antik Şehirle köy içiçe. Tiyatroya gitmek üzere yürürken ellerinde yazmalar, tahta kaşıklarla bir kadın ve çocuk ordusu önünüzü kesiyor. Siz antik tiyatroyu görme heyecanı içinde yürürken sizin paranızı almak üzere ellerinde hiç bir anlamı olmayan eşyalarla yalvararak sizi taciz eden bu kalabalıkla karşılaşmak tüm neşenizi kaçırıyor.
Sit Alanı
Bu köyün ahalisi antik kentin daha rahat gezilmesi adına hiç bir şey yapmadıkları gibi diğer antik kentlerde de gördüğün “turist kazıklama” yöntemiyle sizi taciz etmekten utanmıyor bile. İki bin beş yüz yıl önce kurulan şehrin su ve kanalizasyon sistemi, yolları, tiyatrosu  hala ayakta duruyor. Günümüz Zerk köyünün ne kanalizasyonu var ne de akan bir çeşmesi. Eski uygarlık kültür seviyesinden belki de bin yıl daha geriye ait olan bu yaşam tarzıyla Zerk köyü diğer antik kentlerin yakınındaki köylerden hiç farklı değil. Yolları yok, kanalizasyonları yok, çarşıları yok, tiyatroları yok kısaca şehir hayatı yok. Binlerce yıl öncesinden gelen ” Nomad” yani “yörük” geleneğini sürdüren yerleşik köyler. Bin iki yüz metre irtifada tümüyle kayalık bir arazide “konglomera” kaya oluşumlarının hakim olduğu bu topraklarda ne tarım ne de hayvancılık yapılabilir. Köylü ısrarla “sit alanı” uygulanmasının kalkmasını talep ediyormuş. Kaldırıldığı anda o güzelim doğa ve tarih cenneti yok olacak. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Köylü zaten yaptıkları evlerin taşlarını antik kentten elde etmişler.
15 Eylül 2013 Selge 041
Tiyatro merdivenlerinde hayvan pislikleri dolu. Antik tiyatroların merdivenleri arasındaki otları yiyen inek ve koyunlar zaten alışıldık manzaralardan. Gittiğin her antik tiyatroda bunu gördün. Tüm Likya ve Psidia coğrafyasında yüzden fazla antik tiyatro var. Çoğu hala ayakta. Hayvanlarını antik tiyatro merdivenlerinde otlatan tiyatro kulislerini ahır olarak kullanan köylülerin “taşları görmeye gelen salak turistleri kazıklamak” dışında bir bakış açıları da yok.
Su Pınarları

Dağ başında hangi marka olduğu anlaşılmayan, sağlıklı olup olmadığı bilinmeyen plastik su şişelerini bir liradan satan köylülerin şikayetlerini dinleyen yerel politikacıların yalanlarıyla şımaran Zerk ahalisi, eğer taşların dilini konuşabilseydi;  içinde yaşadıkları kestane, servi, sandal ağacı, ardıç ve kızılçam ormanından geçimlerini sağlayabileceklerini öğrenebilirlerdi. Dahası aşağıda antik su pınarları incelemesini okuyacağınız Sn. G: Yıldırım’ın işaret ettiği zengin su pınarları değerledirilip su şişeleme tesisleri inşa edilebilirdi. Bu zengin su kaynaklarının yaz kış kesilmeyen suları orada öylece denize doğru akıyor.
Selge Antik Kenti ve su yolları adlı dokümanın Sayın Galip Yıldırım’a ait olduğunu belirtelim. Bu dokümana üzerine tıklayarak erişmek mümkün.
Selge Konglomera Kayalıkları

29 Ağu 2013

Suriye



Yazılı Kanyon 9 Ağustos 2013 112
Suriye Silahlı Kuvvetleri’nin ülkedeki muhalefet hareketini durdurmak için 21 Ağustos 2013 tarihinde kimyasal silah kullandığı ileri sürüldü.
ABD hükümet sözcüsü kimyasal silah kullanıldığını teyit etti.
Britanya parlementosu Suriye’ye askeri müdahale konusunu görüşmek üzere başbakan tarafından toplantıya çağrıldı.
Savaş bulutları toplandı.
Bu hafta sonunda ya da önümüzdeki haftanın başında  büyük bir olasılıkla ABD ve Britanya Hava Kuvvetleri Suriye’ye askeri bir müdahalede bulunacak. Kapsamı ne olacak bilinmiyor.
Kaçınılmaz bir son bekliyor Esed’i. Uluslararası mahkemelerde yargılanmak en hafif ihtimal.
Bütün bu savaş çığlıkları ve medya sağanağı altında Avrupa Komiyonunun raporunda belirtilen  yaklaşık 7 Milyona varan Suriyelilerin yardıma muhtaç olduğu bir raporla belirtiliyor : http://ec.europa.eu/echo/files/aid/countries/factsheets/syria_en.pdf
Bu çok büyük bir sayı.
“Arap Baharı” adı verilen kalkışma hareketlerinin başlangıcından bu yana Tunus, Mısır, Libya, Lübnan, Suriye gibi ülkelerde “insani yardıma muhtaç” hale gelen kişilerin sayısını hesaplamak ayrı bir uzmanlık istiyor.
Bu ülkeler huzura kavuşacak mı? Bu kan gölü kıyısında ve barut tozu soluyarak büyüyen çocukların hayalleri olacak mı?
Esas paradoks bu insanların oy vererek başlarına aldıkları yöneticilerin yarattığı kan gölünde boğulmaları. Diktatörler sadece silah zoruyla ayakta kalmıyorlar, belirli çıkar gruplarının desteğiyle o koltuklarda oturuyor emirler yağdırıyorlar.
Şam sokaklarında ellerinde Suriye bayraklarıyla meydanları dolduran Esed yanlısı kalabalığın sayısı ne kadar acaba?
Nüfusun ne kadarı Esed’i destekliyor? Yüzde elli mi? Otuz mu?
“Salafi” grupların bu davada rolünün ne olduğu da tartışmalı. Muhalefeti oluşturan grupların yapısı endişe verici. Demokratik güçler tanımı maalesef bu gruplar için kullanılmıyor. Aşırı İslami örgütler tanımı daha sık kullanılıyor. İsveç Enstütüsü için bir rapor hazırlayan bağımsız gazeteci  Aron Lund’un görüşleri ilgili linkten indirilebilir:   http://www.ui.se/eng/upl/files/86861.pdf
——————————————————————————————————
International Crisis Group; Middle East Report N°143 | 27 June 2013
In early April 2013, the UN estimated that 1.2 million houses – “one third of the total housing stock in Syria” – had been damaged or destroyed.2 In May 2013, the UN put the number of Syrians in need of humanitarian aid at roughly eight million. The UN has registered 1,494,437 refugees with a further 20,184 awaiting registration; counted 2,016,500 internally displaced persons (IDPs); and most recently estimated nearly 93,000 people killed.  


“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...