19 Şub 2014

Modernite ve Birey





 “Artık kişinin evindeyken, kendisini evinde hissetmemesi bir ahlâk sorunudur”
Adorno
Bireyin birlikte yaşadığı topluluktan kendini tefrik ederek egosunu keşfetmesi aslında Narcissus[1] hikâyesiyle metaforlaştırılır. Birey yığından ayrı bir varlık olduğunu, bir başına olduğunu, tekliğini keşfeder. Bu keşif yığınların geçerli değerleriyle bireyin özel değerlerinin farkına varmasına yani ötekileşmeyi de beraberinde getirecektir. Kırsal alanda doğa ile iç içe yaşayan birey artık toprağı, hayvanları ve ormanları bırakıp şehirlere yerleşecek “modernus” yani yeni olan, çağın gereği olan yaşamına merhaba diyecektir.

Şehir yaşamıyla köy yaşamı arasındaki farkı zamanla unutacak “Mimesis”  yani doğayı taklit etmeye yönelecektir.  Doğanın yorumlanışı daha doğrusu taklidi “Mimesis”  günümüzde bile tartışılan bir sanat kuramı olarak karşımıza çıkmaktadır.  Modernite ile Mimesis arasındaki bağlantı hemen anlaşılmayabilir. Oysa doğanın bir tür soyutlaması, suretinin çıkarılması eylemi ister resimle, ister edebiyatla isterse de mimariyle olsun insanın yaratıcı gücünün bir kanıtı olarak çıkar karşımıza. Birey çağın gereği olan yaşam tarzını sürdürdüğü ve bu yaşamı soyutlamaya başladığında, bir özne arayışına girdiğinde modernitenin kıyılarına ulaşmış demek olacaktır. Modernite yeni olana yönelmek  “Mimesis”  ya da “diegesis”[2] olarak da açıklanacaktır.  Zamanı kayda almak sanatın birçok biçiminin konusu olmayı antik çağ öncesinden günümüze kadar sürdürmüştür.



Antik çağda birey toplum ve çağdaş olmayı Platon ve öğrencisi Aristoteles’in düşüncelerinde de görüyoruz.[3] Platon’a göre sanat geçek olanı taklitten başka bir şey değildir. Asıl olan idealardır.  Platon’un idealar kuramı gerçekle yansıyan gerçek arasında kurulan bağlantı üzerinden tartışılır. Sanat gerçeğin taklidi olan “Mimesis”  ile özdeşleşir.  Zaman ve mekân ikilemi Kant felsefesinin de ana teması olarak karşımıza çıkar. Kant’a göre zaman yoktur. “An” vardır. Şimdi yani yaşanan “an” her şeyden üstündür. Modernite işte bu yaşanan ana odaklanır. Geçmişi ya da geleceği değil, şimdiyi ele alır.

Modernitenin kesin bir tarifini yapmak kolay değil. Bir ucundan felsefeye diğer ucundan metafizik ve siyasal bilimlere uzanan karmaşık bir kavramdan söz ediyoruz. Kimi araştırmacıya göre “Modernus” tanımı pagan Helen Roma uygarlığının Hıristiyanlığa dönüştürülmesinde ortaya atılmış ideolojik bir hamle olarak değerlendirilmelidir.  Çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere bir geçiş olarak da düşünülebilir. Dilin kültür taşıyıcı semboller sistemi olduğunu varsayarsak geleneksel olarak kanıksanmış kültür kalıplarının temsil ettiği zamanın ötesine geçen yeni kültür kalıpları olarak da açıklanabilir belki.


Geleneksel olan sanat, edebiyat veya ideoloji modernitenin getirdiği yeni kalıplarla geleneksellikten çıkıp bireyin tek ve özgür olduğu daha farklı bir alana konumlandırıldı. Bir anlamda Ortaçağın din baskısından kurtulan sanat dalları burjuvazi ve liberalizmin doğuşu ve desteğiyle özgürlüğün farkına varıyordu. Liberallerin ve reformistlerin tanrı ve din eksenli düşünceyi reddeden çabalarının sonunda ekonomik bağımsızlığını kazanan sanatçı özgün ve dini konuların dışına çıkabiliyordu. Sanatın monarşilerin ve kilisenin desteğinden kurtulup serbest bir şekilde kitlelere yönelmesidir modern olan. Bu değişim modernitenin en belirgin açılımlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Sanatçı her alanda özgürlüğün tadını çıkaracaktır. Resim ve heykel alanında gerçeğin soyutlanmış yorumları ortaya çıkmıştır.[4] Sanatın özgürlüğü teması soyut çalışmalarla daha da belirgin bir çizgiye yani “ “Modernite” akımına dönüşmüştür. Sanat alanında modernlik geleneksel olanın karşısında algılansa da yine de tam olarak geleneksel olana karşı olma özelliğinden çok bireysel özgürlükler alanında iki ana akım düşünce temeli üzerinde yükselen bir üst yapı olarak değerlendirilmesi gerekir. Bir yanda Fransız devrimi öte yanda endüstri devrimi, şehirleşme, monarşilerin cumhuriyetlere dönüşü modernitenin sosyolojik ve siyasal yanını da ortaya çıkartıyordu. Sosyoloji alanında moderniteye vurgu yapan Marx, Durkheim, Weber ve Simmel gibi düşünürler başta olmak üzere yeni bir sosyal akımın ortaya çıktığını söylemek mümkündü.

Modernitenin Anadolu topraklarında nasıl algılandığı konusu da ayrı bir tartışma konusudur. “Ârâftaki Münevverler “ başlıklı makalesinde Vildan Özertürk modernitenin “Osmanlı Düşünce Sistemine” ilk girişini İkinci Viyana kuşatmasından hemen sonraki bir tarihe yani 1683 yılına yerleştirir. Özertürk’e göre Merzifonlu Kara İbrahim Paşa komutasındaki kuvvetlerin teknolojik olarak daha iyi imkânlara sahip olan “Modern Batı” düzenli orduları karşısındaki bozgunu Osmanlı Bürokrasisinin dikkatini Batıya çevirmesine neden olur.[5] Batının geldiği seviye dikkat çeker. Sanayileşmeye başlayan Batı kültürel devrimini de tamamlamıştır. Reformasyon dönemini son derece kanlı geçiren Batılı imparatorluklar Papa’nın daha doğrusu Katolik Kilisesi’nin baskısından kurtulup sanayi devriminin gerçekleşmesinde temel teşkil eden özgür düşünce yani pozitif bilimlerin yayılmasına olanak sağlayacaktır. Toplumun geneline yayılan bu aydınlanma felsefesi Batının ilerleme rüzgârı olacaktır. Osmanlı bunun farkında olmamıştır. Geleneksel düzeninde yaşayan Osmanlı toplumu, etnik çeşitliliğine ve doğal kaynakların zenginliğine rağmen Osmanlı monarşisinin n geleneksel yapısı gereği atılım yapamamış taklitçiliğin etkisinden kendini kurtaramamıştır. Bürokrasi Batılılaşma adı altında bazı girişimlerde bulunmuş fakat genel anlamda halk bu yeniliklere itibar etmemiş geleneksel yaşam tarzını sürdürmüştür. Aslında halkın modernitenin getirdiği yaşam tarzını benimsemesini gerektirecek fikri bir gelişim çizgisine ulaşmamasının bunda çok büyük bir etkisi vardır. Fakirlikten kurtulamayan halk, kaynaklarını israf eden geleneksel bir monarşi, çürümüş bir bürokrasi her türlü gelişmeye yeniliğe karşı durmuştur. Üstten dayatılan proje başarısızlığa uğramıştır. Geleneksel olarak tarım ve avcılığa dayalı konargöçer yaşamı süren toplulukların moderniteyle tanışması yönetici elitin zorlamasıyla olmuştur.

Birçok bilim insanının üzerinde mutabakata vardığı esas konu da budur: Modernite Türkiye’de ve diğer Orta Doğu ülkelerinde bir halk hareketi değil bir elit dayatmasıdır. Bunun böyle olmasının çok tartışmalı yönleri de vardır.  Osmanlı Topraklarında modernitenin bir halk hareketi olarak değil de bir dayatma şeklinde ortaya çıkışı geleneksel kurumları geriletmiş, özellikle de dine dayalı kurumlar zarar görmüştür. Devlet ile halk arasında bir köprü görevi gören dini kurumlar yerine bürokrasi kontrolü ele geçirerek Batı ülkelerinin sanayileşme ve teknolojide ulaştığı seviyeyi göstererek geleneksel olanı reddedip Batılı olan her şeye olumlu gözle bakan değer yargıları oluşmasına neden olmuştur. 1839 yılında halkın bir sabah ansızın Gülhane Meydanı’nda okunan fermanla artık “kul” değil, “vatandaş” olduğunu anlaması aradan geçen yüz yıldan fazla sürede bile tam olarak gerçekleşmemiştir. Günümüzde de bu çoğunluk açısından maalesef böyledir. Cumhuriyet Türkiye’sinde halkın büyük bir çoğunluğu vatandaşlık haklarının bilincinde değildir.  Batılılaşmış azınlık kesim ile gelenekselliği sürdüren çoğunluk arasındaki mücadele son derece karmaşık siyasi ve kültürel sürprizlerle doludur.

Yüz yıldan fazla bir süredir geleneksel yaşam tarzını sürdüren halk Modernite yi kendilerine zorla kabul ettirmeye çalışan devlet bürokrasisine güven duymamaktadır. Devlet bürokrasisi tarafından horlanan halkın koruma refleksi geleneksel ölçülere ve etik kurallara göre belirlenmektedir. İkinci Mahmud döneminden başlayarak gelenekselcilikle modernitenin kavgası yanlış başlamış yanlış olarak devam etmektedir. “Oksidentalizm,” adı verilen Garpçılık akımı ise bir avuç Osmanlı mütefekkirinin Batı entelektüellerinin şarkı yorumlayarak hayal dünyalarında ortaya çıkardıkları bakış açısı olan “oryantalizm” akımına bir tepki olarak doğmuştur. “Emperyalist-kolonyalist Batıya şark değerlerinden yola çıkarak ulaşmak ve Modernite yi şark ölçüleriyle ve kalıplarıyla oluşturma fikri, özellikle monarşi muhalifleri arasında oldukça büyük bir taraftar kitlesi bulmuştur. Modernlik bir elit eğilimi olarak yüksek bürokrasi ve burjuvazi arasında yayılırken çoğunluğu oluşturan küçük esnaf, göçebe, köylü geleneksel çizgiden ayrılmamakta ısrar ediyordu.
İki yüz elli yıl önce oluşan bu çelişki günümüze kadar her iki taraftan fire vererek ulaşmıştır. Siyasi ve kültürel alanda geleneksel olanı temsil etme savıyla ortaya çıkan güç odakları çağdaş teknolojiyi de kullanarak etki alanlarını güçlendirmiş iletişim kurumları marifetiyle çoğunluğun eğilimlerini yönetmeyi her zaman kolaylıkla başarmışlardır. Burada Serdar Taşçı’nın doktora tezinden söz etmek yerinde olacaktır. [6]

Batı olarak tanımlanan uygarlığın iki kırılma noktasından yola çıkarak gerek Fransız devrimi gerekse de endüstri devriminin toplumsal değerler dizisi değişimlerine yol açan halk hareketleri tezde detaylı olarak incelenmektedir. Bu bağlamda tezde de vurgulanan sosyolojik analizlerde Max Weber ’in devletin şiddet tekelini elinde bulunduran kurum olarak tanımlanması da modernitenin şiddete bakan yüzünü deşifre etmesi açısından ilginç olarak kabul edilmelidir. Taşçı Batı uygarlığının yüz yılda modernitenin yarattığı kitle kültürünün yönlendirilmesi noktasında Max Horkheimer’in “Akıl Tutulması” adlı yapıtındaki eleştirel bakış açısına da değinmektedir.  Tezin ana ekseni Batı toplumlarında bir halk hareketi olarak başlayan ve tüm kurumlarıyla sosyolojik olayların incelenmesiyle ve pozitivist düşüncenin Modernizm akımını eleştirmesiyle süregider. Burada laboratuvar masasına yatırılan Batı uygarlığının aşamalarıdır. Modernite yi elit bürokrasinin halka dayattığı toplumlarda örneğin Osmanlı toplumunun Modernite yi algılama biçimi çok farklı olmuş,  kültür kalıpları siyasi erki elinde bulunduran güç odaklarına göre şekil değiştirmiştir.  

Monarşinin yüzyıllar boyunca yarattığı korku imparatorluğu halkın bireysel özgürlüklerini hiçbir vakit tam olarak kabul etmemiştir. Din kurumları başta olmak üzere moderniteye karşı çıkmışlardır. Halkın özgürlük taleplerinin dikkate alınmadığı ortamı yaratan monarşi, hakkı olan bireyselliği ve özgürlük ortamını, fırsat eşitliğini ve modern dünyanın ve liberalizmin gereği olan hukuk düzenini kendi çıkarları için kullanmış geleneksel yaşamı sürdüren kitlelerin aydınlanmasını istememişlerdir. Dini ve askeri kurumlar monarşinin istekleri doğrultusunda hareket etmiş karşı çıkanlar çok şiddetle cezalandırılmışlardır.
Kanımca Horkheimer’in kitle kültür kalıpları tezi Osmanlı toplumu ve onun devamı olan Cumhuriyet Türkiye’si için geçerli değildir. Okuma yazma bilenlerin oranının yüzde beş olduğu bir ulusun çoğunluğun içinde olduğu karanlığın nedeninin monarşinin kötü idaresinde aramak gerekir. Viyana bozgunundan sonra iki farklı yönde değişim görülmektedir. Batı hızla reformlar gerçekleştirerek bireylerin özgürlük taleplerini karşılarken Osmanlı tam tersine özgürlükleri daha da kısıtlayarak halkı aldatma yolunu seçecektir. Monarşinin tek yaptığı şey iktidar savaşlarıdır. Bürokrasi ise iktidarların siyasi manevralarıyla kişiliksiz ve basiretsiz bir çizgiye evrilecek halktan kopukluğu artacaktır.

Yüzyıllar boyunca örgütlenmesine izin verilmeyen sivil toplum kurumları gelişememiştir. Halk sadece dini kurumlar yani tekke ve zaviyeler etrafında örgütlenen sivil toplum kurumlarına katılabilmekte giderek temel hak ve özgürlükler için değil vaat edilen öteki dünya için çalışacaklardır. Cumhuriyetin ilanından sonra aynı yanlış devam etmiştir. Halkın ilişki içinde olduğu dini kurumlar yasaklanmışlardır. Bir yanda yasaklanan dini kurumlar öbür yanda bürokrat elitin dayattığı Modernite kurumları halk arasında iki farklı yapının oluşmasına neden olmuştur. Batılı anlamda moderniteye dönük gelişen bir elit azınlık ile yeraltına inen dini kurumlar etrafında örgütlenen geleneksel çoğunluk.

Modernite geleneksel bir yaşam süren çoğunluğa ne verebiliyor? Her gidilen yerde karşı karşıya kalınan derin bir uçurum. Paradigma uçurumu. Bir yanda Batılılaşmış bir elit azınlık, öte yanda batılılaşma yolunda başarısızlığa uğrayan toplum yaşamı için hiç de uygun davranışlar sergilemeyen çıkarcı yarı modernler ve hiçbir şeyden haberi olmayan farkındalığı düşük cahil çoğunluk.  Zaman içinde Batılılaşmış elit azınlık küçülecek onların yerini ise çıkarcı yarı modernler alacaktır. Devlet kurumlarında kitle haberleşme organlarında çoğalan çıkarcı yarı modernler iktidarı ele geçireceklerdir. Halkın yine hiçbir şeyden haberi yoktur. Teknolojinin ilerlemesine rağmen, kitle iletişim organlarının çoğalmasına rağmen geniş kitlelerin farkındalığı artmayacaktır.

Öyleyse nedir bu Modernite? Nasıl tarif edebiliriz? Sözlükten okuyalım:

Genel olarak bir uygarlığın kendi gelişim çizgisi içinde görece en son dönemde geliştirdiği, özel olarak da Batı uygarlığının Rönesans ve aydınlanma dönüşümünden sonra kazandığı kültürel değer ve sosyal ilişkilerin özümsenmesi ile ortaya çıkan yaşam tarzı[7]

Çoğu düşünüre göre öznesi “yaşam tarzı” olarak nitelendirilebilecek bir kavramdan söz ediyoruz. Bunu derinleştirecek bir kelime daha ararsak o da olsa olsa “gelenek” olabilir. Gelenek de oldukça karmaşık bir kavram olarak karşımıza çıkacaktır. Kimin gelenekten ne anladığına göre paradigma ağıyla karşı karşıya olduğumuz muhakkaktır. Bu nedenle geleneklerin tarifine de bakmamız gerekir:

Nedir gelenek?

 “Bir toplumda, bir toplulukta eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup, kuşaktan kuşağa iletilen kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre, davranışlar ve anane”[8]

Sosyologların gelenek tarifi farklılık göstermektedir. Gelenek değişken midir? Kuşaktan kuşağa aktarılırken değişime uğrar mı? Dinle ilgisi nedir? Bu soruları cevaplamak gerekir. Moderniteyi geleneksel olanın karşısına getirerek bir zıtlık yaratmak kolaydır. Öte yandan Moderniteyi üretmiş olan Batılı toplumların geleneklere bakışı ile moderniteyi topluma dayatan elitlerin idare ettiği toplumların geleneklere bakışı çok farklı olacaktır. Gelenek kelimesi Hint Avrupa dillerinde etimolojik anlamda , “intikal etme”, “aktarılan” , “getirilen, taşınan” köklerinden üretilmiştir. Türkçede ise durum göründüğünden de karmaşıktır. Cumhuriyet öncesi dilde Osmanlıcada “adet” , “An’ane” kelimesinin kökünün Arapça ‘falandan nakledildi’ anlamındaki “an fulânin”den gelmekte olduğu ileri sürülmektedir. Batıdan ziyade Arap Fars kültürünün baskın olduğu Osmanlı toplumunun geleneklere bakışını din ve inanışlardan bağımsız düşünmek mümkün değildir. “Rivayet” kavramına da değinmek gereklidir. İnanışların nesilden nesile intikal ederek değiştiği Osmanlı toplumunda Müslümanlığı bazı hadisler gösterilerek yorumlayan din adamlarının geleneklerin önemli bir bölümünü oluşturduğu söylenebilir. 

Bahtiyar Aslan doktora tezinde toplumda geleneksel olanla geleneksel olmayan kültürlerin çatışmasının edebiyata yansımasını inceliyor: Geleneksel olanın izahında İslam literatüründe rivayet edenlerin (ravî) zincirinin uzun olduğu hadislere “an’aneli hadisler”  adı verildiğini belirtmektedir. [9] Önemle vurgulanan konu ise geleneklerin üzerine yerleştirilen aslında “özel” bir alan olan “din” olgusudur. Belirli bir dinin vurgulandığı geleneklere yönelik alan tartışmalı bir alandır. Bir toplumun kültürel geçmişini dini öğelerle gösterme eğilimi özellikle siyaset alanı için sonsuz olanaklar sunmaktadır.  Geleneklerine bağlı kalan çoğunluğun kamusal alanda yapılan bu din vurgusuna eğilimli olduğu söylenebilir. Bu vurgu moderniteyle birlikte azalması gerekirken aksine artmış, şiddetlenmiştir.  İki bin yıl önce ve bir başka kültürde geçerli olan geleneklere “kutsal” vurgusu yapılarak yaratılan etki hiç de azımsanacak bir güç değildir. Siyasi söylemlerde kutsal alan paylaşılamaz. Bir siyasi grup kutsal alanı kendi alanıymış gibi savunmaya başlar. Siyasi rakiplerini de bu kutsalı tehdit eden unsurlar gibi göstermeye çabalar. Bunda başarılı olursa iktidarı elde eder. Nitekim son elli yıldır kutsalı savunan siyasi partiler iktidara gelmişlerdir. Kutsal alan dokunulmaz kılınarak tartışma dışına itilir ve gelenekçi kitle üzerinde bir baskı kurulmaya çalışılır.

Modernitenin ne kadar göreceli olduğunu kavramanın esas ayırım noktası ise işte tam da burasıdır. Batının moderniteyle tanışması çok katı dindarlığın hakim olduğu ve milyonlarca insanın katledildiği engizisyon dönemi sonrası “Rönesans” çağına rastlar. İtalya’dan başlayarak on beşinci asırda aydınlanma dönemi ardından dinde reformasyon devri diye bilinen özellikle Kuzey Avrupa’da Protestanlığın yayıldığı yüz binlerce insanın din uğruna birbirini katlettiği çok uzun bir süreç yaşanır. Yüz yıldan fazla süren bu savaşlar sonunda Fransa’da halk devrimi gerçekleşir. Modernitenin esas anlamda başlangıcı olarak Fransız halk devriminin entelektüel ve kültürel atılımı kabul edilir. Modernite bazı düşünürler için Fransız Halk Devrimi ile özdeşleşmiştir. Fransız halkının geleneksel kilise kültüründen kurtularak bilimsel yöntemleri kullanarak sanayi devrimine hazırlanması çok önemli bir aşamadır. Bu bireyin özgür olduğu monarşinin yok edildiği bir alandır. Fransa monarşiden kurtulmuş ama daha sonra diktatörlükten kurtulamamıştır. Napolyon Fransa’yı farklı bir siyasi alana çekmiş askeri gücün dinin yerini aldığı farklı bir rejim ortaya çıkmıştır.

On sekizinci asırda Batıda bunlar cereyan ederken. Bazı Osmanlı bürokratlarının reçete olarak padişaha sundukları “Garpçılık” projeleri çok farklı bir fitili ateşleyecek, halkın değil bir avuç elit bürokratın ve zengin tüccarın modernleşmesi halkın ise her şeyden habersiz aynı yaşayan geleneksel yapıyı yaşamaya devam etmesine neden olur. Bu ikilem zamanla derinleşecek elitlerle çoğunluk halk arasındaki kültür makası giderek açılacaktır. Moderniteyi yaşadığını gösterme gayretinde olan elit, halkla bütünleşmek için değil halkla kendi arasına daha derin uçurumlar açmak için yapar.[10] Nitekim Bahtiyar Aslan da tezinde bu uçurumun nedenlerini ve süresine değinir:

“Batı dışı toplumlar için modernleşmenin anlamı, Batılı toplumlara benzemeye, onların değerlerini benimsemeye, Batının kurum ve anlayışını toplumda yerleştirmeye, yine bu kurum ve anlayışın gerektirdiği pratikleri hayata geçirmeye yönelik çalışmaların gerçekleştirildiği süreç demektir.  (…) Batı dışı toplumlar, özellikle de güçlü bir geleneğe sahip olan Osmanlı ve İran söz konusu olduğunda, modernleşme, kendini tarif için belirlenen “öteki” ye dönüşmek anlamına gelir. Dolayısıyla bu tür toplumlarda modernleşmenin “öteki” olana benzemek gibi bir zorunluluğa işaret eden bir yanı vardır. Bu psikoloji, içinde halli mümkün olmayan bir tenakuzu barındıran, dolayısıyla gelenekle modernin çatışmasından ayrı olarak sürekli bir çatışmayı diri tutan bir sürecin psikolojisidir.”[11]

Batı taklitçiliğinin ayyuka çıktığı on yedinci asır her bakımdan siyasal ve toplumsal açıdan trajikomik olaylarla doludur. Modernleşme sürecinde “paradigma” farklılıkları yaşanması doğaldır. Din, sanat, ekonomi ve siyaset alanlarında modernleşmek arzusu acaba çoğunluk tarafından da aynı iştahla isteniyor muydu? Yoksa bu “elit” bürokrasi tarafından bir reçete olarak yazılmış ve halka dayatmayla içirilmeye çalışılan bir çare miydi? Habermas üç büyük kültürel değere vurgu yapıyordu: Bilim, ahlâk ve sanat. Diğer düşünürlerin aksine Habermas modernitenin tamamlanmamış bir proje olduğundan söz ederek modernitenin aksayan yönlerinin düzeltilerek uygulanması gereğini vurgulamıştır. Post yapısalcı ve Post Modern düşünürler bu analize katılmayarak modernitenin iflas ettiğini söylemişlerdir. Eskiye doğru giderek modernitenin hangi alanlarda etkili olduğunu da görmek mümkündür.   

Osmanlı bürokrasisi giderek eriyen imparatorluğun yıkılmayla karşı karşıya olduğunu gördüler. Ötekileşme faturasını ödemeye hazır olan elit modernleşmenin gereği olan aydınlanmanın hümanizm, deizm ya da ateizm, akılcılık, ilerlemecilik, iyimserlik ve evrenselcilik gibi temel unsurlardan oluştuğunun bilincinde olarak halktan bu unsurlara uygun davranışları hemen beklediler. Kısa sürede yanıldıklarını da anladılar. Dayatmayla bu fikriyatı yerleştirmeye çalıştılar. Dinin ilerlemenin önündeki en büyük engel olduğunu halka anlatmaları çok zordu. Nitekim anlatamadılar da. Tabandan gelmeyen çarpık çurpuk bir modernleşme Batıyı taklit ederek yaygınlaştırılmaya çalışıldı. Batının dört yüz yılda geldiği seviyeye onları taklit ederek bir iki yılda gelene bilineceği düşünüldü. Kıyafet değişimi, harf değişimi geleneksel paradigmayı değiştirmeye yetmeyecekti. Öncelikle matbaanın üç yüz yıllık bir gecikmeyle 1740 yıllarında bu coğrafyaya geldiği düşünülürse bu süre içinde Batı’nın kültürel anlamda çok ciddi mesafe kaydettiği söylenebilir.  

Moderniteyi şark entelektüellerinin eleştirmesi başka Batılı entelektüellerin eleştirmesi ise bambaşkadır. Dr. Zeki Duman’ın makalesinden işte tam da böyle bir Modernite eleştirisi okuyoruz.

“Modernite nedir sorusuna, Berman’ın (2001) “şaşırtıcı bir paradokstur” deyişiyle ancak cevap verilebileceğini, modern siyasetin telosunun evrensellik ilkesi olması nedeniyle kamusala ilişin her şeyi birleştirmeyi düşlerken böldüğünü, evrenselliğe ulaşmaya çabalarken tikelliği öne çıkardığı için de bütünleşmeyi sağlayamadığını düşünür. Ona göre modernite olsa olsa, “hâkimiyet dürtüsüdür; umut, hırs ve öz güvenle dolu olma durumudur. Veya François Lyotard tarafından “doğa’nın boyun eğdirilmesi ve bir amaç yolunda ayrılmasıyla bir zaman dizisine sonluluk katmak için “kartezyen kararlılığı olarak tanımlanan şeyle ilişkisi olan davranışa ve tavra ilişkin bir bileşiktir” (Bauman, 2000a:176).”[12]

Modernitenin daha tamamlanmadan bir fiyaskoyla sonuçlandığını ve insanları yeniden köleleştirerek özgürlüklerini ellerinden zorla alan bir siyasi karmaşaya dönüştüğünü ileri süren düşünürler haksız da değiller. Aydınlanma felsefesinin ana teması olan insan düşüncesinin özgürlüğü, Liberalizmin ana teması olan serbest ticaret ve serbest rekabet alanları iktidara gelen siyasi akımlar tarafından genişletilmek yerine dar alanlara doğru sürüklenerek toplumda sosyal tabakalar arasında ciddi uçurumlar açmaya başlayacaktı. Yetmişli yıllarda tartışılmaya başlanan “postmodernite” , “yeni muhafazakârlık” gibi akımların moderniteye itibar kaybettirdiği de söylenebilir. Öte yandan on yedinci ve on sekizinci asırlarda sanayileşme hamlesiyle birlikte ortaya çıkan sömürgeciliğin moderniteyi yaymak adına uyguladığı baskının sonuçları hiç de olumlu değil. Modernite paketinin içinden toplumsal yaşama ilişkin birçok olumlu yön olmasına karşın ağır olumsuzluklar da var. Bireyin yaşamını hangi yönde değiştirdiğine bakılırsa daha sağlıklı sonuçlar alabilmek mümkün. 

Modernite dediğimizde ne anlıyoruz?  İklim Özdikmenli’nin tezinden aktaralım.[13]  

“Nietzsche’de Modernite tekil statüsünü kaybeder; yalnızca arkaik yasamın çözülüşü ve mitin çöküşü ile başlayan rasyonelleştirmenin tarihindeki son dönemi ifade eder. Ona göre, çağın kültürel ve bilişsel sorunları mitin yitiminden kaynaklanmıştır. (…) Mitolojinin estetik yeniden doğuşu düşüncesini Dionysos metaforu üzerine inşa etmiştir. Zeus’un gayrimeşru çocuğu Dionysos, Zeus’un karısı Hera tarafından deliliğe mahkum edildiğinden beri yabancı topraklarda dolaşmaktadır. Dionysos miti Mesih sel bir beklentiyi karşılamıştır, çünkü o “burada” olmayan ama döneceğine inanılan bir tanrıdır.” İklim Özdikmenli, s.45

 İşte burada modern olan ile geleneksel olanı karşılaştırma olanağına sahip olan şanslı kişilerin siyaset sahnesinde olmadığını düşünmek gerek. Geleneksel toplum düzeninde yaşamak isteyen çoğunluk “Cumhuriyet” ve “Demokrasi” kavramlarından pek bir şey anlamıyor. Anlamak da istemiyor. Kendini bir “birey” olarak değil “kitle” olarak görüyor. Konuşurken “biz” diye konuşuyor. Eleştirirken “onlar” , “büyüklerimiz”, “yapsınlar” diye üçüncü şahıs üzerinden aşırtmaya çalışıp “ben” ini saklıyor. Korku dolu bir kitle. Tarihi gerçeklerle yani devlet şiddetiyle yılmış bir kitlenin küçük bir parçası olmayı, cumhuriyet bireyi olmaya tercih ediyor. Bir gün ilahi adaletin yerine geleceğine inanıp sesini çıkartmıyor.





[1] Nehir tanrısı Cephissus ile Liriope’nin oğlu olan Narcissus ormanda avlanırken Nemesis’in gazabına uğrar. Nehir kenarında otururken suda kendi yansımasına aşık olan Narcissus,  nehre düşerek boğulur. Kendine odaklı daha doğrusu bunu aşırı kendini beğenme saplantısı haline getirenler için kullanılan bir kavrama dönüşmüştür.
[2] Diegesis: anlatma, dolaylı temsil.
[3] Çelik, Rifat, 21. Yüzyılda yeni biçim-anlatım denemeleri, Yüksek Lisans Tezi, Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Heykel Ana sanat Dalı Programı, Ankara, 2006
[4] Yirmi birinci yüzyılda Türkiye’de bir siyaset adamının yetkilerini kullanarak bir heykeli “ucube” olarak nitelendirerek yıktırması ve kimsenin buna ses çıkarmaması bu topraklarda geleneksel otoriterliğin hala geçerli olduğunu ispat etmektedir. Batı ülkelerinde on beşinci asırda görülen bu uygulamaların artık günümüzde en azından bu ülkeler tarafından terk edildiğini söylemek mümkündür. Temeli halka değil de üst yapıdan yani elit siyasi otorite tarafından yönlendirilen kültür değişiminin iktidar geleneksel güçlere geçtiği vakit ters yüz edildiğinin en basit misali olarak “Ucube heykel” davası gösterilebilir. Heykeltıraş Mehmet Aksoy yargıya başvurmuştu fakat yargının siyasetle ters düşmemek adına bu konuda bir karar vermekten çekindiği söylenebilir.   
[5] Özertürk, Vildan, ÂRÂFTAKİ MÜNEVVERLER, https://www.academia.edu/

[6] Serdar Taşçı, Eleştirel kuramda Modernite sorunsalı, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2010, İstanbul 
[7] Ömer Demir; Mustafa Acar, Sosyal Bilimler Sözlüğü, Ağaç Yayınları, İstanbul, 1992. s. 251.
[8] Türkçe Sözlük, TDK Yayınları, Ankara 2005.
[9] Bahtiyar Aslan, Cumhuriyet Dönemi Roman Kahramanlarında Kültürel Bocalama, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi İstanbul, 2009, s. 6
[10] Varolan ekonomik farklılıkların ötesinde “monden”  yani modern vatandaş profili zamanla köylü-şehirli, okumuş-cahil gibi ikilemlere de başlangıç teşkil edecektir.
[11] Aslan Bahtiyar, s.13
[12] Zygmunt Bauman, Eleştirel Aklın Sözcüsü,  Dr. M. Zeki DUMAN s.4, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü
[13] İklim Özdikmenli, Jürgen Habermas ’ın Modernite savunusu üzerine bir değerlendirme, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2006

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...