29 Ağu 2014

Restorasyon

Davutoğlu: “Restorasyon devam edecek”

“Tarih bilimi terminolojisinde restorasyon (lat. restaurare = yeniden kurmak) genel olarak bir politik durumun yeniden kurulması, kural olarak da bir devrim sonucu devrilmiş bir hanedanın yeniden iktidara gelişini ifade eder. Restorasyon sözcüğünü terminolojiye sokan İsviçreli devlet hukukçusu Karl Ludwig von Haller'dir. Haller kavramı olumlu anlamda kullanmışsa da, kavram 19. yüzyılda bütün olumlu anlamlarını yitirmiş ve gericilikle eş anlamlı olarak kullanılır olmuştur. Tarihte restorasyon sözcüğüyle ifade edilen en önemli iki dönem İngiltere'deki Stuart Restorasyonu (1660-1688) ve Fransa'daki Bourbon Restorasyonu'dur (1814/1815-1830). Ayrıca 1815 ile 1830 yılları arasındaki dönem Almanca konuşulan ülkelerin hepsinde Fransız Devrimi'nden esinlenilerek ve Napoleon işgali ve Prusya Reformları sonucu hazırlanan anayasaların saf dışı edildiği, yurttaş hak ve özgürlüklerinin kısıtlandığı ve aristokrasinin yeniden kendi düzenini kurduğu bir dönem olarak restorasyon dönemi olarak tanımlanır.” Kaynak: Vikipedi

Restorasyon kavramı medya tarafından oldukça farklı algılandı. Davutoğlu’nun ne söylediği ise önümüzdeki dönemde anlaşılacak. Şimdi konuyu analiz edenlerin düşüncelerine bakalım:

“Davutoğlu’nun “AKP bir restorasyon hareketidir” sözlerinin doğru olduğu kanaatine vardım. Bir tek Hıristiyan’ın dahi olmadığı yerlerdeki kalıntıları restore edip ayağa kaldırmak! Evet… AKP bir restorasyon hareketidir. Bizans’tan kalma kiliseleri restorasyon hareketi, bir bakıma Bizans’ı ihya hareketi… Ne dersiniz?

Saygılar…””Bayram Coşkun, Yeni Mesaj, 29 Ağustos 2014

Mümtaz’er Türköne ise 24 Ağustos 2014 tarihli Zaman gazetesinde konuya şöyle değiniyor:

“AK Parti kurmayları da Davutoğlu’nun muradını anlayamaz. Fransız Devrimi’ni, Napolyon Savaşları’nı sonrasında Avusturya şansölyesi Metternich’in mimarı olduğu Avrupa Uyumu’nu ve 1815’ten 1848’e kadar devam eden dönemin Restorasyon Dönemi olduğunu bilmeden, Davutoğlu’nun uzmanı olduğu alana ait bu kavrama ne anlam yüklediğini ve dolayısıyla Türkiye’ye nasıl bir yön tayin ettiğini çözemezsiniz. “Van minits”in karşısına “restorasyon”u yerleştirmek, Erdoğan-Davutoğlu farkını anlamak için size bir fikir verebilir.”

Bu iki yorumun arasında ne kadar fark olduğunu görüyoruz. Hangi yorum daha gerçekçi? Söylemek zor.
Restore edilecek olan ne? Bir sistem. Bir ideoloji. Bir rejim. Yani kısacası Cumhuriyet. Hangi cumhuriyet? Türkiye Cumhuriyeti. Davutoğlu 1923 yılında kurulan cumhuriyet rejimini restore etmekten söz ediyor.
Bir başka medya yazarı ise Davutoğlu’nun gizli bir planı olduğundan şüpheleniyor. Soner Yalçın, OdaTv köşesinde şöyle yazıyor:

“Si­ya­sal ta­rih­te çok bi­li­nen res­to­ras­yon dö­nem­le­ri var­dır:Ör­ne­ğin: 1653’te İn­gi­liz kra­lı­nı ko­van Cum­hu­ri­yet­çi Crom­wel­l’­den son­ra, 1661’de, Stu­art Ha­ne­da­nı­‘nın (Kral II.Char­les) ye­ni­den ik­ti­da­ra gel­me­si­dir.Ör­ne­ğin: Fran­sız İh­ti­la­li­’nin ürü­nü Cum­hu­ri­ye­t’­i yı­kan 1814-1830 Bo­ur­bon mo­nar­şi­si ve 1830-1848 Kral Lou­is Phi­lip­pe­’nin meş­ru­ti­yet res­to­ras­yo­nu­dur.
İki ör­nek­te gö­rül­dü­ğü gi­bi res­to­ras­yon; dev­rim­ci­ler için “kö­tü­”, kral­cı­lar için “i­yi­” bir dö­nem.”
Da­vu­toğ­lu “ne­yi­” yı­kıp, “ne­yi­” ge­tir­mek­ten bah­se­di­yor? Giz­li ajan­da­da ne­yin ya­zı­lı ol­du­ğu­nu yıl­lar­dır söy­lü­yo­ruz.”

Bu yazarlar öncelikle kendi düşüncelerini öne sürerek kavram üzerinden spekülatif akıl yürütmelere yönelmişler. Öte yandan Davutoğlu restorasyon hareketinin nerelerde yapılacağını  AKP kongresinde dokuz madde halinde sıralamış: Bu dokuz madde üzerinde duran hiç kimse yok.

  • 1- Özgüven ve darbe girişimlerine karşı duruş
  • 2- Sosyo-kültürel bütünlük, çözüm sürecine devam mesajı
  • 3- Özgürlüklere yeni bir ahlaki formasyon
  • 4- Paralel yapıyla mücadele, devlet ve bürokrasinin restorasyonu
  • 5- Ahlak restorasyonu, 3Y ile mücadele
  • 6- Yargıdan paralel yapının temizlenmesi
  • 7- Kültür ve medeniyet restorasyonu
  • 8- Ekonomik restorasyon
  • 9- Türkiye’nin uluslarası alandaki yeri
Davutoğlu geçen yıl Diyarbakır Dicle Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada daha da detaylı bir şekilde “restorasyon” kavramının içini dolduruyor. Aşağıdaki linkte konuşmanın metnini bulabilirsiniz:


Genel yapı itibariyle “cahil” ve “lümpen” seviyesinde yayın yapan Türkiye medyasının İngiltere, Fransa ve Almanya siyasi tarihini okuyucularına hatırlatması beklenemez. Zaten bu bilgiye sahip olan bir gazetecinin de medya organlarında barınabileceğini  sanmıyorum. Davutoğlu 1660-1785 yılları arasında süren restorasyon dönemini akademik alanda araştırmış bir kişi olarak gerek medyaya gerekse de parti kadrolarına göre çok daha avantajlı durumdadır. Aşağıda vereceğim linklerden bu döneme ilişkin bilgilere ulaşılabilir.


Restorasyon dönemi adı verilen süreçte İngiltere, Fransa ve Almanya’da yüzlerce düşünür bilim, felsefe ve sanat  alanlarında çağlarının en önemli eserleriyle düşünce dünyasında çığır açmışlardır. Bu döneme sanat alanında “Neoklasik” dönem adı verilmektedir. Batı kültür tarihi göz önüne alındığında 1600 yılları ile 1800 yılları arasındaki iki yüz senede düşünce akımları coşmuş, nehirler gibi akmıştır.  İngiliz edebiyatında çığır açan  Dryden, Pope, Swift, Johnson gibi yazar ve düşünürlerin siyasi akımlar üzerindeki tesiri azımsanamaz: 

“Literary historians sometimes break up this era into three periods, the Age of Dryden, 
from 1660 to John Dryden’s death in 1700, when English neoclassicism was being 
established; the Age of Pope and Swift, from 1700 to their deaths in 1744-45, when 
neoclassicism fully flowered; and the Age of Johnson, from 1744-45 until his death in 
1784, when neoclassicism began to be more fully challenged by a variety of ideas and attitudes, including the rise of the novel as a popular form, the development of 
sentimentalism as a literary and philosophical movement, and the increasing optimism of Enlightenment thought.”The Restoration and the Eighteenth Century

Aynı dönemde Osmanlı İmparatorluğu derin bir Ortaçağ karanlığında fanatizmin hüküm sürdüğü hilafet rejiminde hiç bir düşünce akımı üretememiştir. Din ile bilim aynı kefeye konarak bilim kültürü teoloji ile özdeşleştirilmiş bugün bile bir çok kişinin yanlış ifade ettiği din ve bilim anlayışı imparatorluk siyasetine hakim olmuştur. Din fanatizminin hakim olduğu hilafet rejimi bugün lümpen kültürünün hakim olduğu yığınlara yeniden tanıtılmaya çalışılmaktadır. Cumhuriyet rejiminden hilafet monarşisine geçiş veya demokrasiden otokrasiye geçiş için zemin hazırlanmaktadır. Bu siyasi akımın ideolojisi ve fikri temeli dine dayalı teokrasidir.

 Eğer restorasyon kavramından anlaşılan bu ise önümüzdeki günlerde çok ciddi siyasi çatışmalar beklenmelidir. Türkiyede söz konusu edilen  restorasyon hareketinin Batıdaki restorasyon hareketi ile hiç bir benzerliği yoktur. Olamaz da. Her şeyden önce kamusal alanda ve siyasi kültürel alanda fikri temeli yoktur. Lümpen kültürü içinde bocalayan halkın çoğunluğunun  bu konuda kafası da karışıktır. Kutsal olan şeylere ve dini söylemin hakim olduğu siyasi alanda fikri bir farklılığa rastlamak mümkün değildir. Çoğunluğun din duygularına gönderme yapılarak siyaset yapılmaktadır. Eğitilmiş kitleler bu siyaset karşısında bocalamaktadır. Cumhuriyet Türkiyesinin kamu kurumlarının hemen hemen hepsinde değişim yaşanmaktadır. AB normlarına göre şekillenen kurumlar yeniden proglamlanmaktadır. Adalet ve hürriyet gibi temel siyasi kavramlar inanç ve sadakat gibi teolojik kavramlarla yer değiştirmektedir.

Eğer restorasyon kavramıyla bu değişim söz konusu ediliyorsa cumhuriyet kurumlarının teker teker kabuk değiştireceğine kesin gözüyle bakabiliriz.

Umarım restorasyon kavramı kullanılırken yapısal reformlar kastediliyordur. Eğer Davutoğlu bir analoji kurguluyorsa. İngiltere tarihindeki iç savaşlar sonrasında monarşinin restore edilmesiyle meydana gelen özgürlük ortamının ve liberal ekonominin sağladığı refah sürecini söz konusu ediyorsa bu benzetmenin Türkiye toplumuyla uzaktan yakından bir alakası olamaz. Böyle bir analoji kurmak ise doğru olmayacaktır. Magna Carta ile 1200 yıllarında monarşinin saldırganlığını ve kanun tanımazlığını ehlileştiren bir ülkede restorasyon dönemi de o ülkenin kültürel siyasi yapısına uygun olacaktır.


Eğer cumhuriyet kurumlarının bozulan, çürüyen parçalarının tamir edilmesi yenilenmesi söz konusu ediliyorsa buna restorasyon demek zordur. Osmanlı İmparatorluk topraklarını ve düzenini yeniden sağlamak söz konusuysa bu günümüz siyasi konjunktüründe ve uluslararası dengeler nezdinde   trajikomik bir hayalden başka bir şey değildir. 

11 Ağu 2014

Cumhurbaşkanlığı Seçimleri


Sonuçları ne olursa olsun bu seçim bir tür referanduma dönüştürüldü. Tek bir kişinin etrafına örülen klasik anlamda  sanal bir  “monarşi” propagandası.

 Sanal bir şato ya da bir kale. Yüz yıllık laik cumhuriyet geleneğinin  geldiği aşama bu işte. Bu aşama aynı zamanda yüz yıllık siyasi geleneğin temsilcisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin de ısrarla değişmemekte ısrar edişinin daha doğrusu siyasi yenilgisinin de göstergesi.[1] CHP yüz yıl öncesinin paradigmasıyla yaklaştığı halktan bir türlü destek görmüyor. 

Daha da kötüsü neden destek görmediğinin de farkında değil. Partinin ileri gelenleri gelenekle yeni arasında sıkışmış bir durumda olduklarının farkında değiller.

Halkın siyaset anlayışı işte bu sanal şato duvarlarının  içinde tutuklu. Önce padişah vardı. Sonra karizmatik askeri liderler, daha sonra da gücünü İslam dininden alan “din tacirleri”. Laik cumhuriyet paradigması bir anlamda teokrasiye çok önceleri dönüşmeye başladı. Daha doğrusu teokrasiye geri dönüşmeye başladı desek daha doğru.Halifelik kaldırıldı ama diyanet işleri devletin kontrolünde bırakıldı. Devlet her türlü biçimde toplumdaki dini kurumları denetlediğini sandı.

 Yasaklı tarikatların faaliyetini önlemekten aciz kaldı. Devletin bütçesinden savunmadan sonra en büyük payı diyanet işleri aldı. Eğitim bakanlığı değil. İkinci büyük yanlış da eğitimim devlet kontrolüne almak ve devlet çarkları içinde tek tip eğitim ısrarıyla eğitimi siyasete malzeme yapmak oldu. Bu iki büyük yanlış zaten bireysel özgürlükler alanında iki büyük kara delik. 

Bu seçim sonucunun ne olacağı o kadar belli ki. Merak bile etmiyorum. Çoğunluğun kapıldığı ağızdan ağıza yayılan  seçiminin ne olacağı çok önceden belli oldu zaten. On kadar araştırma şirketi şişirilmiş iktidar yanlısı istatistikler yayınlamakta birbirleriyle yarıştılar. Yüzde yetmişler bile telaffuz edildi. Zaten Ağustos ayında seçime gidilmesi bir anlamda iktidar partisinin ekmeğine yağ sürüyordu. Elli milyon seçmenden söz ediyoruz. Katılım oranının düşük olacağı zaten biliniyordu. Nitekim yüzde yetmiş üçte kaldı. On üç milyon seçmen sandığa gitmedi. Eğer katılım oranı yüzde doksan beşler seviyesinde olsaydı sonuç çok farklı olabilirdi.  Çoğunluk denen sadece yirmi milyonu. On beş milyon kadar seçmen zaten siyasete ilgisiz. Hiçbir zaman da ilgileri ve umutları olmadı zaten. Hangi parti gelirse gelsin sanal şatonun yıkılmayacağını biliyorlar.

Temsili demokrasi[2] denilen geri kalmış demokrasi anlayışının siyaseti getirdiği nokta bu. Parti lideri tek imzayla milletvekili dağılımı yapıyor. İstediğini milletvekili yapıyor istediğini dışarıda bırakıyor. Vilayetlerde oy kullanan seçmenin kendi adayını belirleme şansı yok. Böyle bir şans verilmiyor. Daha doğrusu seçim sistemi buna izin vermiyor. Yüz yıldır da bu sistemi değiştirmek için kimse bir gayret harcamıyor. Siyaset anlayışı üretim ilişkilerine yeterince yansımıyor. Devletin kasasını ele geçiren siyasetçi yandaşlarını kadrolaştırarak başlıyor değişime.

 Kısa sürede bir bağımlılar ve bağlayanlar denklemi ortaya çıkıyor. Hukuk ihlalleri bireysel özgürlük alanının giderek daraltılması yadırganmıyor.[3] AB Kopenhag kriterlerini uygulayacağını ileri süren hükümetler tam tersi ihlallerle seçmenini bunaltma yoluna gitmektedir. Mezhep, ırk, etnik kimlik, sosyal kimlik alanlarında azınlıkta olanların tarumar edildiği ve cezalandırıldığı bir siyaset anlayışı egemen olmuştur.[4] Demokrasi adı verilen siyasi alan aslında örtülü bir otokrasi geleneği olarak gelişme göstermiştir. Yerel yönetimler Ankara’ya endeksli siyasetlerle kendi bindikleri dalları kesmişlerdir. Oysa Osmanlı imparatorluk döneminde bile böylesine merkeziyetçi siyaset izlememiştir. Yarı özerklik verilen vilayetlerin yönetimi yerel idarecilere bırakılırken yakın dönemde özerklik tümüyle ortadan kaldırılarak merkeze dönük idare egemen kılınmıştır. 

Seçmen bir ölçüde aldatılmıştır. Seçmenin devlet algısı “devlet baba” terimiyle ifade edilmektedir. Seçmen geleneksel olarak padişah, kral gibi eskiyle yapışkan bir liderlik anlayışını bilmektedir. Burjuvazinin gelişmemiş olduğu bu topraklarda feodal ilişkiler ve ataerkil otokratik aile yapısı belirleyici olmuştur. Aile bireylerinin demokrasi anlayışı yoktur. Devlet ise korkulan, vergi toplayan, cezalandıran , askere alan, desteklediklerini zengin eden sihirli bir güç olarak algılanmaktadır.

[5] Siyasi partilerin demokrasi anlayışı ise cumhuriyet tarihi boyunca “odunu aday göstersem seçtiririm.” [6]Doğrultusunda olmuştur. Meşrutiyet yıllarından bu yana liberalleşmeye çalışan Türk siyasi sistemi liderlerin gölgesinde kalmıştır. Güçlü liderler “tek adam”[7] siyaseti izleyerek etraflarındaki güçlü rakiplerini tasfiye etmeyi siyasetin bir gereği olarak görmüşlerdir. Bugün güçlü liderleri “diktatör” olarak nitelendirenlerin cumhuriyet tarihinin 1923-1945 ve 1946-1960 dönemlerini etraflı olarak incelemeleri Türk siyasetinde bu geleneğin köklerine inmelerine ve esas kaynağı kavramalarına yardımcı olacaktır. Değerli araştırmacı Mete Tunçay[8] ve Cemil Koçak’ın[9] tüm eserleri bir ölçüde sözünü ettiğimiz siyasi geleneğin belgeli örnekleriyle doludur. 1960 sonrası “Kemalist” akımının şiddetle reddettikleri bu belgelere dayanan Cumhuriyet tarihi “tek adam” siyasetinin gelişimine ve bugününe ışık tutmaktadır.

Demokrasinin kalitesinin bu kadar düşük olmasının nedenlerini analiz etmek kolay değildir. Her şeyden önce siyasi uygulamaların ve siyasetçilerin eylemlerinin anayasal dayanaklarıyla hukuksal çatısının sağlamlığı büyük bir rol oynamaktadır. Anayasal ve adli  kurumların bağımsızlığı ve gücü demokrasi kalitesini doğrudan etkilemektedir. Diğer yandan partilerin siyasi geleneklerinin ve eğitim faktörlerinin sonucu olan  siyasi eylemlerin bağımsız ve gerçek bir medya ile denetlendiği kamusal alanın önemini vurgulamalıyız. 

Bireysel hak ve özgürlükler, söz hürriyeti gibi demokrasinin olmazsa olmaz öğelerinin derecesi de demokrasinin kalitesini göstermesi açısından önemlidir. Güçlü siyasi liderlerin sahip oldukları gücü medyayı susturmak için kullanmaları Türk siyasi geleneğinde vardır.[10] Gelişmiş toplumlarda örneğin AB ülkelerinde , ABD’de,  Kanada’da ve Avustralya’da demokrasi nasıl ölçülüyorsa burada da öyle ölçülmelidir. Türkiye’yi bu çizgiden ayrı tutarak sanki daha düşük seviyede demokrasi, bireysel özgürlükler, sanat, medya, spor vb. gibi alanlarda da düşük kalitede standartlara uygun görmek ne kadar doğru olur? 

Halkın işin kolayına kaçmak için sık sık kullandığı “Burası Türkiye” sözü her alanda kaliteyi aşağıya çekmek için kullanılmaktadır. Kamusal alanda insanların birbirlerine gösterdikleri saygı ölçüsünde de bir yanlışlık olduğu muhakkaktır. Sıraya girmeden tanıdığını devreye sokarak işini gördüren, trafikte emniyet şeridini ihlal eden mantalite hakem görmeden faul yapan sporcunun ruh halini yansıtmaktadır. Gerçek anlamda yerleşik yaşayan uygarlıkların iki bin yılda oluşturdukları şehir kültürü her yönden yok edilmiştir. Bu topraklarda yaşayan yerleşik halk zaten göç ettirilmiş ya da katledilmiştir. Gidenlerin yerine yerleşenlerin ise şehir yaşamından haberleri yoktur. 

Kabile kültürel değerlerini muhafaza eden eğitimsiz bir kalabalığın doldurduğu şehirler çarpık yapılaşma, gecekondulaşma, altyapı hizmetlerinin yetersizliği gibi yerel konularla mücadele etmek yerine Ankara’da dağıtılan rant peşine düşmüşlerdir. Bu o kadar yaygın hale gelmiş durumda ki ihale alarak zengin olan yandaşlar, yeğenler, dayılar her dönemde olduğu gibi bu dönemde de var. “İhaleye fesat karıştırma” olarak ifade edilen siyasi müdahale ne zaman başladı söylemek zor. Çok eski bir hikâye olduğu kesin. İktidar gücünü elde eden kişi ya da zümrelerin hemen hemen her dönemde yolsuzluk yaptıkları belgelerle sabittir. İmparatorluk devrinde vezirlerin ve kadıların adlarının karıştığı sayısız yolsuzluk olayı kayıtlarına kolayca ulaşılabilir.[11]

Devlet gücünün bu şekilde kullanılmasını engelleyen yasalar var. Yasaları uygulayacak olan hukukçuların bağımsız olması ve cesaretle bu yolsuzlukların üzerine gidebilmesi için özgür bir hukuk ortamı var olmalıdır. Oysa günümüzde cumhuriyet tarihinin en ağır hasarını gören kurum adalet mekanizmasıdır. Hukuk ihlalleri uluslararası kuruluşlarca da belgelenmiştir.[12] Örnek kaynakların çokluğu karşısında hayrete düşmemek mümkün değildir. Türkiye cumhuriyeti devlet kurumları kendilerinden beklenen halka hizmet görevi yerine siyasi iktidarın isteklerini yerine getiren enstrümanlar haline dönüştürülmüştür. 

Bu dönüşümü engellemesi beklenen sivil toplum örgütleri ise henüz emekleme safhasındadır. İktidarın baskı uyguladığı sivil toplum örgütleri ve medya bağımsızlıklarını ve tarafsızlıklarını kaybetmenin ataleti içinde sürüklenmektedirler.

Sonuç olarak cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin birkaç noktaya değinmek lüzumludur.

 Bu seçimlerin ortaya koyduğu bir gerçek Türk demokrasisinin gelmiş olduğu noktanın endişe verici boyutta olduğudur.[13]

Seçimlerde haksız rekabet kurallarının ihlal edildiğine ilişkin AGIT raporu önümüzdeki günlerde yayınlanacaktır. Bu raporun muhtevasında adaylardan birinin devlet olanaklarını kullanarak diğer iki aday üzerinde avantaj sağladığı ifade edilmektedir. YSK’nun bu noktayı göz önüne almamasının da mevcut konjonktür içerisinde şaşırtıcı olmadığını söylemeliyiz.
İkinci önemli nokta seçime katılım oranıdır. 

Yüzde yetmiş üç oranı cumhuriyet tarihinin en düşük katılım oranlarından biridir. Oyların dağılımı Türkiyede artık üç ana akım siyaset olduğunu tescil etmiştir.[14]

 Batı Anadolu tabir ettiğimiz bölgelerde ağırlıklı olarak CHP-MHP koalisyonu ön plana çıkarken Güney Doğu Anadolu’da BDP/HDP koalisyonu belirgin olmuştur.

 Katılım oranı üzerinden yapılacak düzeltme ne kadar sağlıklı sonuç verecek bilinmez ama aşağıdaki analiz bir fikir verebilir:[15]

·       Seçmen sayısı : 52,894,115
·       Seçime katılan seçmen sayısı: 40,753,657
·       Geçerli Oy sayısı : 40,019,361
·       Geçersiz oy sayısı :734,296
·       Katılmayan seçmen sayısı:12,192,000
·       RTE aldığı oy: 51,65%    20,670,920
·       Eİ aldığı oy :38,56%    15,433,609
·       SD aldığı oy 9,78%        3,914,832

Eğer seçime katılmayan seçmenler Eİ’na oylarını verselerdi oran  % 52,25 Eİ: %39,08 RTE olacaktı.
 Burada SD’a da oy verebilecek olanların sayısının en az bir milyon daha fazla olabileceği varsayımı üzerinde durulmalıdır. 
Bu da SD’ın % on barajını rahatlıkla geçebileceği sonucunu doğurmaktadır.

Bu seçimlerin sonuçlarını yorumlarken  2015 genel seçimleri için yeni bir aritmetiğin ortaya çıktığını da düşünmeliyiz.

·       CHP-MHP koalisyonu iktidarı ele geçirecek çoğunluğu sağlayabilecektir.
·       BDP/HDP koalisyonu yüzde on barajını geçerek Türkiye de önemli bir parti olarak demokrasi denkleminde yerini alabilecek güce sahiptir.
·       Yurtdışında  seçime katılım organizasyonunun nasıl yapıldığı YSK tarafından  kapsamlı bir raporlarla açıklanmalıdır.
·       AKP oy kaybına uğramıştır. Oy kaybının ne kadar olduğu önümüzdeki günlerde yerel sonuçlar açıklandığında belli olacaktır.
·       Türkiye yeni siyasi bir iklime girmiştir. Bu siyasi iklimde üç cephede sert mücadeleler olacağı yerel ve uluslararası STK ve Hukuk kurumlarının bu mücadelede çok önemli kaleler olacağı görünmektedir.
·       AGIT, AB ve ABD denetimlerinin daha da artacağına kesin gözüyle bakılabilir.



[1] Yıllar içinde oy oranı yüzde yirmilere gerileyen bir partinin hikâyesi bu.
[2] “Evet mührünü kır atın böğrüne basın.” Sözü burada zikredilmelidir. Seçmen kır ata oy vermektedir. Ya da ampule. Seçim hakkı kişilerden bağımsız sadece bir lidere ait olan bir ayrıcalık olarak karşımıza çıkmaktadır.
[3] Yolsuzluk skandallarıyla dalgalanan yüz yıllık Türk demokrasisinin geldiği son nokta yolsuzlukta dünya rekoru kırılmasıdır.
[4] Türk toplumunun ayrılmaz bir parçası olan Alevi, Hıristiyan, Yahudi, Ateist  gruplar baskı görmekte; Ermeni, Rum, ayırımcılığı yapılmaktadır.
[5] Köylerde tüm hizmetler devletten beklenmektedir. Sağlık,Su, eğitim,mahsul alımı, kredi, memuriyet ve diğer menfaatlerin devlet tarafından karşılıksız olarak sağlanacağı varsayımı siyaseti yozlaştırmıştır. Aynı zamanda seçmen olan üretici devletten belirli menfaatler sağladığında ancak oy vermektedir. Oyların satın alındığı bir sistem söz konusudur. Burada da yerel idareler değil, merkezi hükümet yani Ankara karar vermektedir. Siyasi gücü elinde tutan parti devletin kaynaklarını siyasi amaçları için yönlendirmeyi hak görmektedir. Cumhuriyet tarihi şeker, tütün, pamuk, fındık, çay, pancar üreticilerinin taban fiyatlarında oynama yaparak yönettiği KİT’ler vasıtasıyla siyasi menfaat karşılığında ekonomik menfaat sağlamayı demokrasinin önemli bir uygulaması olarak görmektedirler.
[6] Bu sözü eski siyasi parti başkanlarından Adnan Menderes’in söylediği rivayet edilir. Parti başkanı olan liderin iki dudağının arasında  olan milletvekili seçilme olanağının temsili demokrasinin yüz karası olduğu bir gerçektir. Seçmen partiyi seçmekte, parti başkanı da dilediği kişiyi milletvekilliği ile ödüllendirmektedir.
[7] Şevket Süreyya Aydemir’in kaleme aldığı üç ciltlik eser olan “Tek adam “ güçlü bir  liderin hikâyesidir. Bu kitaplar 1963-65 yılları arasında yayınlanmıştır. Bu yıllar zaten askerlerin siyasete yaptıkları 1960 müdahalesinden sonra doğan “Atatürkçü”  ideolojinin bir yansıması olarak değerlendirilebilir.

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...