11 Ağu 2015

Kelebeklerin Kanat Sesleri





Yukarıdaki fotoğrafı Hakkâri Yüksekova Sat Dağları buzul göllerinin olduğu  3000 metrede çektim.
Tarih 18 Temmuz 2015.
Doğa severler için inanılmaz sürprizlerle dolu bir coğrafya.
Gezinin detaylarını üç bölüm halinde yazdım. Aşağıdaki linklere tıklanarak da okunabilir:
Bölgenin insanı (Kürtler), etnik kökenleri ya da “Bahçeleri” olduğu nedeniyle yıllar boyunca  baskı görmüş. İtilmiş, kakılmışlardır. Bu “gösterme sakın hallerimizi” tavrı yıllar boyunca ezenler  için olmazsa olmaz siyaset anlayışı şeklinde kayda geçilmiştir. İktidardaki siyasi parti devletin güvenlik güçleri ve kendi yaptıkları yasalar marifetiyle demokratik hak ve özgürlük mücadelesi veren herkesi etnik aidiyetini de dikkate alarak gözünün yaşına bakmadan tutuklamış, işkence etmiş, öldürmüş ya da propaganda malzemesi haline getirmiştir.
Sat Büyük Gölü Hakkari -001
Bugün de değişen çok fazla bir şey yok. Nereye gitseniz güvenlik güçlerinin belirgin varlığını hissediyorsunuz. Sınır yöreleri daha da hassas. Sözüm ona barış süreci. Her iki sıfır noktasına kadar gittik. Ağır silahlarla donanmış genç askerler kimliklerimizi kontrol ettiler. Kuzey İrlanda’da geçirdiğim aylar  geldi aklıma. Dublin’den Belfast’a trenle ayda iki kez gitmek zorundaydım. Her seferinde o askerleri görünce içime bir korku düşerdi. Ellerinde makineli tüfeklerle orada dikilen çocukların insafına terk edilmişti yaşamınız. En ufak bir harekette panikleyip sağa sola kurşun yağdıracak  olan o yirmili yaşlarındaki yarı cahil delikanlıların elindeydiniz.
7 Ağustos 2015 Yeldeğirmeni 057
Aynen oradaki gibi İngiliz askerlerinin küstahça yaptıkları aramalar ve kontroller gibi  Dağlıca, Yüksekova, Şemdinli köylerini ziyarete giderken geçtiğimiz kontrol noktalarında içim ürperiyordu. O korkunç silahlar ellerinde sanki oyun oynuyorlarmış gibi  poz veriyorlar. Farkında değiller “ölüm meleği” olduklarının.
Barış süreci dedikleri zamanda orada olmamız büyük şanstı.  Bir yanda İran öbür yanda Irak. Görkemli Cilo dağları, Zap suyu ve derin kanyonları geçtik. Barış süreci öncesinde olanları köylülerden dinledik. Hakkârili gençlerden dinledik.  Kiminin dayısı kiminin amcası ya da bir yakını kayıp. Arayan yok soran yok. Sayılara girmek istemiyorum. Sağlıklı sayıları Uluslararası Af örgütü raporlarında açıklıyor. Meraklısı web sitelerinden okuyabilir: (3)
7 Ağustos 2015 Yeldeğirmeni 050
Yollarda kurulan barikatlara, ağır silahlara ve tüm gerilimlere rağmen her yer çiçek dolu. Çiçekler ve kelebekler hiç bir şeye aldırmadan normal yaşamlarını sürdürüyorlar. Ta ki birileri gelip onları rahatsız edene kadar. Kelebeklerin özgürce uçuştuğu bir çiçek tarlası görüyorum. Kayme (Kelat) Sarayı’nın bahçesinde binlerce arı ve kelebek sanki bir tören icra ediyorlar. Sarayın kalıntılarını gezerken etrafımızı kelebekler ve arılar sarıyor.
“Kayme Sarayı: Saray kısmen yıkılmış Güney duvarı ve iki kemer günümüze kalmıştır. Üç katlı sarayın doğu cephesinde her kata dokuzar pencere açıldığı, kuzey cephesinde ise ortada üç kata tekabül eden sivri kemerli iki açıklık, bunun yanındaki katlarda da üçer pencere olduğu anlaşılmaktadır. Yapı kuzey güney doğrultusunda dikdörtgen planlı olarak üç kat üzerine inşa edilmiş. olduğu anlaşılmıştır.” (1)
Sat Büyük Gölü Hakkari -024
 Sarayın girişinde kesme iki  taş levhada  eski harflerle  tarihler  yazılı fakat bunun restorasyon tarihi de olabileceği ihtimali var. Ortada bir saray varsa bir de kral olmalı diye düşünüyor insan. Kültür bakanlığının resmi açıklaması şöyle:
“Şemdinli ilçesinde, eski adı Nehri olan Bağlar köyündedir. Seyyid Taha-i Hakkari Hazretlerinin Türbesi, Nehri Mezarlığı ve Şemdinli Tarihi Taş Köprü ile aynı bölgede bulunmaktadır. 
Şemdinli’ye 15 km. uzaklıktaki eski ilçe merkezinin güneybatısında dere kenarında kurulmuştur. Saray büyük ölçüde yıkılmışsa da halen iki kemer ve bir duvar ayaktadır. Yapıda kitabe veya herhangi bir yazılı belgeye rastlanmadığından yapım tarihi kesin olarak bilinememektedir. Mahalli kaynaklara göre Seyit Ahmet Sıddık tarafından yaptırılmıştır.”(2)
Sat Büyük Gölü Hakkari -038
Bir başka sitede ise levhaların üzerlerindeki Arap harfleriyle yazılmış kitabelerle  ilgili açıklama var:
“Sağdaki kitabede; (1332-1910) tarihi yazılı olup şu ibare yazılmıştır: “deki kapılarında hamd vardır. Oraya emniyet ve selametle giriniz ” Sonraki kitabede; “Bu ev (girenlere) esenlik verir. Bakanlara hicri”1330 tarihini (1909) müjdele” ibaresi yazılıdır. Bunun dışında büyük ölçüde yıkılmış vaziyettedir. Yapının kuzey cephesinde giriş kapısı sağ ve sol köşelerine birer tane kitabe yerleştirilmiştir. Sağdaki kitabede H.1332 (1911) soldaki kitabede H.1330 (1909) tarihi yer almaktadır. Buna göre Nehri’deki Kayme sarayı 1909-1911 tarihleri arasında inşa edilmiştir. Kitabelerde, yaptırana ilişkin herhangi bir isim yer almamakla beraber Seyit Übeydullah’ın oğlu Seyit Abdullah tarafından yaptırıldığı kabul edilmektedir.” Kaynak: http://www.yuksekovahaber.com/yazdir/haber/haber/kayme-sarayi-yok-oluyor-39272.htm
Sat Büyük Gölü Hakkari -028


Şemdinli taş köprüsünden geçip kelebekleri ardımızda bıraktık. Artık dönüş vakti. Van’a kadar uzun bir yolumuz var. Bayram dönüşü trafiği hiç belli olmaz.
Şimdi bu satırları yazarken bakıyorum da iki haftada ne çok şey değişmiş. Barış süreci sona ererken o güzelim kelebeklerin uçuştuğu vadilere, doyumsuz güzellikteki  buzul gölleri kıyılarına bombalar yağıyor. Devlet kendi topraklarını, kendi vatandaşlarını bombalıyor. Halkın vergileriyle alınan tanesi bir milyonluk bombalar  yağmur gibi doğa harikalarının üzerine yağdırılıyor. Düşünmeden edemiyorum acaba neolitik kaya resimleri yerinde duruyor mu yoksa tahrip mi oldu? Güzelim Sat gölleri, Reşko buzulu bombalarla yok mu edildi?
7 Ağustos 2015 Yeldeğirmeni 052
İstanbul medyası hemen havaya girip “Şehitler Masalları”nı yazmaya başlamışlar bile. Siyaset her şeyi çürütüyor. İŞİD’e karşı savaş başlatıyoruz diyen idare Hakkâri’yi bombalıyor. Suriye nere Hakkari nere?
Hiç kimse sormuyor. Hiç bir gazeteci yazmıyor.
“Ey idare, neden barış sürecini bozdun da bomba yağdırıyorsun? Neden İŞİD’i değil de kendi topraklarını bombalıyorsun? ”
Savaş çığlıkları atanlar bu fakir ülkenin geleceğini hiçe sayıp binlerce insanın ölmesine neden olduklarının farkındalar mı?
İşte bir kez daha nefret tohumları etrafa saçılıyor. Kan ve gözyaşı ve fukaralık bir kez daha bu toprakların değişmez kaderi olarak bomba olup insanların başlarına yağıyor.
7 Ağustos 2015 Yeldeğirmeni 044
Hakkârililer  yeniden barış umudu için yeni bir Seyit Ahmet Sıddık’ın ortaya çıkmasını mı  bekliyor? O akil adam sarayını yeniden yapacak, barışı yeniden mi sağlayacak? Yoksa ermiş Seyyid Taha-i Hakkari Hazretleri mezarından kalkıp bombaları atanların başında patlatıp kötüleri cezalandıracak mı?
İstanbul’da bu sabah Cilo dağlarının kelebeklerini düşünüyorum. Özgürce çiçekten çiçeğe uçan rengarenk kelebeklerin kanat seslerini dinliyorum. Sat buzul gölleri üzerinde birlikte uçuyoruz.
O güzelim kelebeklerin kanat seslerini kaç kişi duyuyor?

Karadeniz Yaylaları Gito (Kito ) Yaylası

Uzun süredir Karadeniz yaylalarının fotoğraflarına bakıp iç çekiyordum. Özellikle de Kaçkar çevresindeki yüksek irtifa yaylalarının bulut denizlerini Facebook’da gördükçe  dağlar “gel beni gör” makamında beynimde kemençe çalıyordu.
En son yetmişli  yılların ortalarına  doğru Karasu’dan Rize’ye kadar yaptığım bir haftalık otomobilli Karadeniz tatilinden iyi intibalarla dönmemiştim. Plansız programsız, öylesine yol seni nereye götürürse düşüncesiyle  akışına bırakılan bin kilometrelik seyahat boyunca hiç olumlu bir olay olmamış gibi kös kös geriye döndüğümü hatırlıyorum. Neydi beni bu kadar rahatsız eden?
Öncelikle insanlar denebilir. Doğayla ilgili bir sorun yaşamadığımı hatırlıyorum. Doğada insanın olduğu her yerde beni bir şekilde rahatsız eden bir şeyler vardı. Kültürel anlamda, kadın erkek eşitliği anlamında; kısacası modernleşme adına orada hiçbir gelişme görmediğimden kaynaklanıyordu bu hoşnutsuzluğum. Nereye gitsen sadece erkekler var. Ortalıkta hiç kadın yok.  Aşırı “Testosteronlu”  ortamlar. Gergin ve her an patlamaya hazırmış gibi görünen, gözleri hiddet ya da merakla dolu kadınları aç aç  seyreden erkek egemen ahali. Yıkık dökük evler, kötü yemekler ve ateş pahası fiyatlar. O zamanlar Karadeniz’e bir daha gitmem diye düşünmüştüm. Birlikte seyahat ettiğim bayan da seyahat boyunca bizi rahat bırakmayan bakışlardan çok rahatsız olmuştu. Denize girmek istediğimizde etrafımız sarılı veriyordu. Bir lokantada oturduğumuzda da aynı şey. Kızcağız ne giyeceğini şaşırmıştı. Doğanın güzelliğini varlıklarıyla örten üçüncü dünya insanlarının huzursuz ülkesi diye düşünmüştüm o zamanlar. Sonraki yıllarda birkaç kez Trabzon, Rize ve Samsun  şehir merkezlerine iş seyahatleri  gerçekleştirdim. Kısa süren, mekâna bağlı olmayan sıkıcı ve  farklı amaçlı yolculuklar.
Antalya’da trekking turlarına başladıktan sonra Karadeniz bölgesindeki ilginç parkurları bir tür yapma Karadeniz şivesiyle anlatan; bol “Uyy” ve “Da” ekleriyle süsleyen doğa yürüyüşçülerinin izlenimleri dikkatimi çekmeye başladı. Acaba kararımı değiştirsem mi diye düşünmeye başladım. Seyahat fotoğraflarına yakından bakınca Karadeniz yaylalarında daha farklı bir yaşam olduğunu fark ettim. Telaffuz etmekte zorlandığım adlar. Elovit, Palovit, Pokut, Gito, Çinçiva; sanki farklı bir coğrafyanın yer adları gibi. Duyar duymaz  herhalde  Lazca diye düşünmüştüm. Lazcayı tarif etmek de zordu.  Oysa Doğu Karadeniz yaylalarında adlar ve konuşulan diller bulmaca gibiymiş. Araştırmacı dilci Bilgehan A. Gökdağ’ın[1] makalesini okuduktan sonra iyice merakım arttı. Bu bölge dilciler ve sosyal antropologlar için doğal laboratuvar olma özelliğini  taşıyor. Bir dilci ve sosyal antropolog olarak mutlaka gidip burnumu sokmam gereken yerler sınıfına giriyordu.  Bölgede ana taşıyıcı dilin Türkçe olduğu tartışmalı. Karma bir dilden söz ediyoruz aslında. Yüzyıllar içinde değişime uğrayan ve farklılaşan bir dil. “Romeika” adı verilen Karadeniz Rumcası, Trabzon ve köylerinde binlerce yıldır konuşulan bir lisan.  Rumca’nın Ermenice ile karışmasından doğan, Hemşince adı verilen dilin Lazca olup olmadığı da tartışmalı. Bölgede konuşulan tüm dillerin birbirine karışmasından doğan bir yapı var. Gerek tarihi gerekse de kültürel nedenlerle Karadeniz Rumcası yaşamaya devam ediyor. Hem de gizli kapaklı. Arada sırada İttihat ve Terakki çıkışlı akımların  “Pontus Cemiyeti Masalları”  propaganda çığlıklarına rağmen o dil yaşamaya devam ediyor. Ama daha ne kadar? Baskın dil Türkçe’nin de müdahaleleriyle geçen yıllar içerisinde fonetik ve sentaks olarak eski orijinal kalıplarının dışına taşan ama buna rağmen insanların iletişim ihtiyacını uzun yıllar karşılamış olan ilginç bir dil çıkıyor karşımıza.[2]
Trabzon Havaalanında uzun bir süre bekledikten sonra esas gruptan bir kişinin gelmediğini öğrendik. Uçakta gecikme olmuş.  Grup rehberi Trabzon’a inerek çay bahçesinde son kişiyi bekleyeceğimizi duyurdu. Anladığım kadarıyla grubun çoğu daha önce yaptıkları Karadeniz  seyahatlerinden  tanışıyordu. Trabzon şehir merkezindeki iki buçuk liraya çay satılan bahçelerin  oralarda bir iki saat  oyalanacaktık. Grup çay içmek için yerleşedursun elimde kamera kısa bir şehir turuna çıktım. Amacım daha önce defalarca geldiğim Trabzon’da eski Rum Pontus taş yapılarının fotoğrafını çekmekti. Çok vaktim de yoktu aslında.  Eski taş binaların çoğu yıkılmış onların yerine çok yüksek katlı estetikten yoksun beton heyulalar dikilmişti. Eskiden kalan birkaç binayı fotoğraflayabildim. Trabzon Gazeteciler Cemiyeti’nin kullandığı bina tam tamına Rum Pontus mimarisi örneği idi.
Buralarda tarihi vesikalar incelendiğinde  aslında bütün etnik ayırımcılığı başlatanların Osmanlı İmparatorluğunu yıkımdan yıkıma sürükleyen beceriksiz rüşvetçi paşalar olduğu söylenebilir. 1912 yılı bölge nüfus kayıtlarına göre Trabzon Sancağı  ve çevresindeki nüfus yapılanması şöyle idi:
Türk            Rum            Ermeni             Toplam
404,656     157,774         26,321              585,751

Osmanlı İmparatorluk döneminde yani 1461 yılından 1912 yılına kadar olan 461 yıllık süre içinde etnik yapı belirli bir dengede tutulmuş olmalıydı. Öte yandan Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte etnik yapı seksen yılda çok büyük değişikliklere uğratılmıştır. Bu değişim bilinçli olarak planlanmış ve uygulanmıştır. İttihat ve Terakki cemiyetinin bin sekiz yüz ellilerden itibaren geliştirdiği “Hilâl” politikası temelde imparatorluğun esas milletinin Türkler ve Müslümanlar olduğu geriye kalan gayrimüslim Rum, Ermeni ve Yahudilerin göçe zorlanması esasına dayanmaktaydı. Bölgesel olarak bu politika uygulandı ve gayrimüslim ahalinin çoğunluğu şu veya bu sebeple göçe zorlandı. Ege’de özel olarak kurdurulan ve kendilerine “komitacı” adı verilen atlı çeteler Rum köylerini basarak soygun yapıyor göz dağı veriyordu. Cumhurbaşkanlığı da yapmış olan Celal Bayar’ın da böyle bir çeteyi yönettiği söylenir. Anadolu’nun her yerinde olduğu gibi Trabzon sancağında da bu politika uygulandı. Aynen diğer sancaklarda uygulandığı gibi. Anadolu birbiri ardından gelen felaketlere maruz kalarak önce  işgallere daha sonra da birinci büyük savaşın içine çekildi.
Almanya yanlısı bir politika yürüten İttihat ve Terakki Hükümetleri hatalı politikalarıyla 1908 yılından itibaren imparatorluğu parçalanmanın ve hatta yok olmanın eşiğine getirdiler. Trabzon Ruslar tarafından işgal edildi. Türk ve Müslüman nüfus şehri terk etti.yaylalara kaçtılar.  Şehirde kalan Rum ve Ermeni nüfus kendilerini daha sonra dengesi bozulan bir toplumsal yapının içinde buldular. Aslında etnik hatta “faşist” denebilecek politikalarla ayrıştırılan Osmanlı İmparatorluk Nüfusu, altı yüz yıllık “Millet Yapısı”nın da bozulmasıyla  zaten parçalanmanın,  hatta yıkımın içine girmiş oldu. Bu çözülme Cumhuriyet döneminde de devam etti. Bana göre hala da şiddetle sürüyor.
Şimdilerde ibre Kürtlere dönük duruyor. “Ya asimile ol, ya da göç et” politikası kaba güçle sağlanmaya çalışılıyor.  Bir yandan giderek güçlenen “Radikal  İslam” akımlarının  etkisi öte yandan her geçen gün ağırlığı daha da hissedilen etnik baskı bu bölgeyi germekte ve hassaslaştırmaktadır. Etnik ayırımcılığın en fazla hissedildiği yerlerden bir olan Karadeniz bölgesi Cumhuriyetin tasarlanan yeni vatandaşı (Müslüman Türk) olma konusunda kararlıdır. Yüz yıl önce imparatorluğu kurtarma formülü olan “Müslüman ve Türk olmak” artık geçerliliğini yitirdi. Şimdilerde artık Sünni Selefi akımlarından birinin etki alanına düşme tehlikesi tüm Doğu ve Güney Doğu illerini sarmış durumda. Alevi halkın taciz edilmesiyle başlayan süreç sürüyor. IŞID ve diğer Selefi örgütlenmeler özellikle Güney ve Güney Doğu sınır vilayetlerinde artıyor.
Trafiğe kapalı alandan yeni beton binaların arasından yürüyerek ilerliyor tesadüfen Trabzon Müzesi’ni görüyorum. Müze Rum Pontus geniş bahçeli taş yapılarından birinin  içinde. Belli ki zamanında büyük bir konak olarak hizmet veriyormuş. İçerideki görevlilerin telaşından müzenin pek ziyaretçisi olmadığını anlıyorum. Her katta uyuklayan bir güvenlik görevlisi var. Işıkları asık bir suratla yakıyorlar. Buralarda mahalle baskısının ciddi şekilde hissedildiği aşikar: Ramazan sendromu var. Oruç tutmayan devlet memurunun vay haline. Bana gözlerini dikip ters ters bakıyorlar. Şortum, kameram, şapkam renkli tişörtüm ve mavi cam göbeği  fularım onların bir yerine dokunuyor. Beni sanki yok farz ediyorlar.  Olur ya o işini sürekli kaytaran tembel asalakların korku dolu bakışları. Yarı korku yarı küstahlık dolu kaçamak bakışlarla beni süzüyorlar. Müzede çok fazla eser yok. Birkaç ikona, takılar, küçük bronz heykelcikler, vb. Böylesine binlerce yıllık uygarlıkların beşiği olan bir yörenin müzesinin bu kadar fakir olması inanılır gibi değil. Kim bilir bu eserlere ne oldu? Üç bin yıllık tarihin kalıntısı müzede sergilenen birkaç takıyla izah edilemez.[3]

_DSF0002 (2)-2
Bölge insanının  tarihi eserlere meraklı olmadığı biliniyor. Genel olarak Karadeniz’de ve tüm Anadolu’da Osmanlı öncesi tarihe ve arkeolojik eserlere pek meraklı olan yok. Hangi nedenle olduğu da kuşkulu.  Müslümanlıkla mı alakalı yoksa etnik bir nedeni var anlamak zor.
Pontus kralı 6. Mitriades’in Romalılara karşı sürdürdüğü kırk yıllık mücadele de pek bilinmez, sayıları yüzleri bulan isyanlar da. Oysa Anadolu’yu yabancı istilacılara karşı savunan ilk kumandan odur. Ancak en yakınlarının alçakça ihanetiyle öldürülebilmiş olan bu kahramanın iki metreye varan boyu ve iri cüssesinin yanı sıra başarılı bir strateji uzmanı  olduğunu da bir tezde okumuştum.
Nihayetinde bir İmparatorluk başkenti olan Trabzon müzesinin bu kadar az eserle orada öylesine durmasını izah etmek zordur. Arap kültürünün yükseliş ve yayılış yıllarında Müslümanlık da Emevi kılıçlarının zoruyla  Anadolu’ya girmeye başladığı yedinci asırdan sonra  Trabzon Rum devleti mücadelelerden uzak kalmayı başardı. Bizans Arap akınlarıyla sürekli yıpranırken Trabzon belki de Arapların alternatif bir ticaret limanına ihtiyaçları olması nedeniyle rahat bırakıldı. Bin üç yüz yıllarına kadar Selçuklu devletiyle diplomatik ilişkilerini başarıyla  sürdüren Rum Pontus kralları daha sonra Akkoyunlularla akrabalık ilişkileri kurarak krallığın devamını sağladılar. Rum krallar Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra(1453) kendilerini yoğun bir baskı altında hissetmeye başladılar. Kral David Uzun Hasan ile ilişkilerini Fatih Sultan Mehmet’ aleyhine geliştirdi. 1461 yılına kadar süren ittifak arayışları Trabzon’un fethiyle sonuçlandı. SAINT EUGENIUS kilisesi YENİCUMA adıyla camiye çevrildi. HZ. MERYEM kilisesi de ORTAHİSAR camii oldu. Rus işgali sırasında bu kiliseden dönme camiiler yeniden kiliseye dönüştürülüyor.  Bu camileri görme fırsatım olmayacak. Zaten fetihten sonra, yani bundan beş yüz yıl önce Trabzon’un Rum, Ceneviz  ve Ermeni  ahalisi göçe zorlandı. Bir kısmı İstanbul Fener’e yerleştirilirken, kral ve ailesine  Tuna boyunda çiftlik arazileri bağışlandı. Onların yerine NİKSAR, LADİK, BAFRA, OSMANCIK, CORUM, TOKAT, SAMSUN gibi yörelerden Müslüman göçmenler şehirde boşalan binalara yerleştirildiler.[4]
Böylelikle Trabzon’un ve bölgenin dönüşümü başladı. Günümüze kadar bu dönüşüm sürdü hala da sürüyor. Osmanlı sonrası bir de Cumhuriyet dönüşümü yaşandı. Geriye ne kaldı? Hemen hemen hiçbir şey. Trabzon’da Rumca konuşan küçük bir azınlığın kaldığı söyleniyor. Bu azınlığın bir bölümünün zaman içinde asimile olduğu, diğer bir bölümünün de Ortodoks olarak kaldığı da söylenir. Özet olarak bölgedeki ahalinin yukarıda belirttiğimiz yörelerden gelen Müslüman Türkmenlerle karıştığı tezi de vardır. Araştırmalara göre beş bine yakın Rumca konuşanlardan oluşan köylerden de söz edilmektedir.[5] Bölgede konuşulan Rumcaya “Romeika”  adı verilmektedir. Eski Yunancanın bir lehçesi olarak kabul edilen bu dil üzerinde araştırmalar vardır. Elli köyün dışında bölgede “Romeika” konuşan kaç kişi var bunu söylemek zor.  Bu dilin giderek kaybolduğu da söylenebilir.  Günümüz Yunancası ile dil yapısı olarak benzerliği üzerinde daha kapsamlı bir çalışma yapılması gerekli.  Zaten Rum Pontus ve Yunan ilişkisini kurmaya çalışanları doğrulayacak tarihi kanıtlar aslında yoktur. Bölgedeki etnik ayırımcılığı körükleyen  siyasi akımların kopardıkları Pontus çığlıklarının hiç bir mesnedi yoktur.
Yavuz Çekirge _DSF014631462015untitled shootuntitled-2
Yaylalarda gördüğümüz bazı yapıların Rum,  Ermeni ve Gürcü ahaliden kalma olduğu söyleniyor. Bugün bölgenin tamamına bakıldığında ağırlıklı olarak Müslüman nüfus olduğu ve oldukça muhafazakâr eğilimleri olduğu söylenebilir. Ama Çinçiva Köprüsü’nden tepelere doğru bakıldığında o muazzam konakları kimin nasıl yaptırdığı, mimarlarının ve ustalarının kimler olduğu da merak edilmez. Öte yandan konuşulan dilin çeşitliliği  hiçbir yerde görünmeyecek kadar fazla. Yerel halk kendi aralarında farklı bir dil konuşmaktadırlar. Yarısı Türkçe yarısı Lazca ya da Hemşince olan bu dilin özellikle Çamlıhemşin ve civarında konuşulduğu söylenebilir.   Dikkatimizi çeken dil esasında Hemşince. Bu dilin eski Rumca ve Ermenice karışımı Hint Avrupa dili olduğu konusunda görüşler var. Buna bakarak bölgedeki Rum ve Ermeni nüfusun tamamının göç etmediğini söylemek mümkündür. Konuşulan Lazca ise Gürcüce kökenli bir dil olup Kafkas dil ailesinden bir yapı sergilemektedir.[6]
Trekking amaçlı bu gezinin konusu ilk etapta doğal olarak çok ilgimi çeken dil ve sosyal antropoloji araştırmaları yapmak değil. Yine de kendimi alamadığım gözlemler kafamı karıştırmaya yetiyor. Bölgede yaşayan halkın çok ilginç folklorik özellikleri olduğu söylenmelidir. Bölgenin tarihi mirası içerisinde Rum, Ermeni ve Gürcü ağırlıklı unsurların yanı sıra, ayrı bir halk olan Lazların da bulunduğunu söylemek gerekir. Nihayetinde bu bölgede konuşulan Türkçe de Karadeniz ağzı adını verdiğimiz kendine özgü fonetik yapısı olan ayrı bir dil ya da daha doğrusu lehçe olduğu söylenebilir. Bölgede yaşayan insanlar kendilerini her şeyden önce etnik açıdan Türk olarak tanımlamaktadırlar. Bölgenin etnik yapısı ele alındığında eski kadim Hellen ahalisinin 1500’lü yıllardan sonra Müslümanlaşmaya başladıkları söylenebilir. Zaman içerisinde Hıristiyanlığın yanı sıra bölgede Müslümanlığın da baskın bir din unsuru olduğu söylenebilir. Romeika konuşan Müslüman bir halkın mübadele sırasında göç etmemiş olmasını yadırgayanlar vardır. Oysa mübadelenin ana teması din olması itibariyle Müslüman olmayan halkların göç kapsamında olduğu söylenebilir. Bölge halkının etnik yapısından ziyade dini aidiyeti söz konusu olmaktadır.   Rum ya da Ermeni kökenli olunması durumu ise bazı hassasiyetleri ortaya çıkarmaktadır. Rumca konuşulan bir ailenin çocuğu bunu açıkça dile getirmemektedir. Rehberimiz Osman ve şoförümüz Necip Bey de Çamlıhemşinli. Kendi aralarında konuşurken o karma dille hızlı hızlı konuşuyorlar. Türkçe kelimeler duyuyorum ama o duyduklarım da fonetik olarak Karadeniz şivesine uygun söyleniyor. Kendi aralarında böyle şifreli şifreli konuşmaları onlara belli bir avantaj mı sağlıyor yoksa sadece daha hızlı iletişim kurdukları için mi? Ayrıca konuştukları dil Romeika, Ermenice, Lazca ve Türkçe karışımı bir dil.
Havaalanına geri dönüyoruz. Beklediğimiz yolcu da gelmiş.  Rize’ye doğru hareketimiz başlıyor. Minibüste  müzik çalınması için arka tarafta oturanlardan istekler geliyor. Karadeniz türküleri. İlk kez duyduğum türküler. Çamlıhemşin türküleriymiş çoğu. Minibüste  türkü dinleyerek ilerliyoruz.
“Ot yesam yaylalarda, Bana ne lazım borek.”
En sık istenen türkü. Gökhan Birben adlı bir şarkıcının bestesi.
Dinlemek isterseniz tıklayın lütfen.


İlk etapta aklıma “Asi Yaban Keçileri” ile yapmış olduğumuz Kızlar Dağı günübirlik gezisi geldi. Birden panikledim. Bu gezide “Ankara’nın Bağları” adlı  bir müziği belki de kırk defa üst üste çalıp oynayan bir grupla seyahat ediyordum. Çoğunluk sağlık sektörü çalışanlarından oluşuyordu. Çoğunluk kırk yaş civarında bekar bayanlar. Bir ara tahammül edemeyeceğimi anlayıp sesi kısmalarını söylemiştim de gösterilen reaksiyondan sesimi kesmek zorunda kalmıştım. O gün onların her türlü taşkınlığına katlanmak zorunda kalmıştım. Dağda zirve yaptığımızda eli yüzü düzgün bir bayana sormuştum bu taşkınlığı. O da son derece mantıklı bir cevap vermişti: “Bu arkadaşlar bütün hafta sabahtan akşama kadar dertli insanlarla uğraşıyorlar. Aralarından çoğu da ameliyat masasından kalkamıyor. Ne yapsınlar ki?” diye bana sormuştu. O zaman onlara hak vermekten başka yapacak şey kalmamıştı.
Trabzon’un bir imparatorluk başkenti olmasının getirdiği avantajları var. Mimarinin dışında kültürel olarak da bir zenginlik söz konusu olmalıydı. Kamuoyunda Trabzonlu imajı özellikle medyanın da tercihini o yönde kullanmasıyla inşaat işleriyle uğraşan uyanış işadamlarının şehri olarak karikatürize edildi. Bir yazar, bir müzisyen, bir bilim insanı çıktı da ben mi bilmiyorum? Zaten genel yapısında var bu kültür erozyonunun ; Korkunun ve kaba gücün hakim olduğu  çorak topraklar. Şimdi Trabzon’un sokaklarında yürürken o ağır hayal kırıklığını üzerimden atmak istiyorum. Yüzyıllar boyunca ne bir çiçek adı, ne de bir bitki veya hayvan adını dillerine sokmayan Müslüman Türkler’in kültürel olarak katkısı hangi alanda olmuştur acaba? Balık çeşitleri, renkler, bitkiler, kuşlar  ilgilerini çekmedi mi acaba? Söylendiğine göre Romeika dili bu açıdan çok zenginmiş.
Rum yani Roma İmparatorluğu Anadolu’da uzun yıllar hükümranlık sürdü. Benim bildiğim Büyük İskender’in ölümünden sonra generallerinin kurdukları krallıklar uzun süre devam etti. Bunlardan Pontos kralı 6. Mitridates’in  Roma’ya kırk yıl süreyle kök söktürdüğünü de biliyoruz. Romalılar sonunda istedikleri zaferi elde ediyorlar. Pompeus adlı general Pontus krallarını mağlup ediyor. Ama bir farkla dillerini değiştiremiyor. Fethedilen Anadolu Rumca konuşmaya devam ediyor. Latince ‘nin hiç şansı yok.
DSCF8944
Gito yaylasına doğru yükseliyoruz. Hava yağmurlu. Önümüzdeki üç dört gün havanın yağmurlu olacağı haberini alıyoruz. İki bin dört yüz metredeki yaylalarda bulut denizini görme imkanımız da ortadan kalkıyor. Yollar çamur deryası. Minibüs zaman zaman zorlanıyor dar çamurlu yollarda. Sisler arasında Gito yaylası görünüyor. Koçira  Pansiyon da bizi bekliyor. İki gece orada kalacağız. Bu pansiyonu çok methettiler. Özellikle de farklı atmosferini. İşte şimdi bu çamur yayla yollarında tırmanan Trans Yayla minibüsünde ise yorgun bankacılar vardı. Genç insanlar sorumlu mevkilerde çalışıyorlar. Sorumlulukları ve stresleri çok fazla. Herkes “single”. Aralarında yaptıkları espriler yaşlarına uygun değil. Daha çok “ergenlik” esprileri. Lise sıralarında görülen türden. Bol argolu ve belden aşağı. Duymamak için kulaklarımı tıkamam gerekiyor. Ama kaçış yok. Onların esiri olduk bir kere.
Pansiyon iki katlı ahşap büyük bir dağ evi. Geniş bir terası var. Terastan güneşli günlerde bulut denizini ve Kaçkar dağlarını görmek mümkünmüş. Birinci terasta uzun bir yemek masası var. Yaklaşık otuz kişinin yemek yiyebileceği söyleniyor. İkinci teras gezinti terası. Burası sigara içenler tarafından kullanılıyor. İçerde girişte geniş bir salona giriliyor. Büyük bir demir soba yanıyor. Salon çepeçevre üzeri halı kilim örtülü sedirlerle çevrili. Yerlerde  halı ve kilim serili. Buraya çorapla ya da getirdiğiniz özel terlikle  girebiliyorsunuz.
Duvarlarda çok değişik objeler asılı. Müzik aletlerinden tutun su kabaklarından çıkın her şey asılı duruyor. Daha içerde yatak odaları var. Küçük odalar, ranzalı odalar. Bu pansiyonda bir tür “kolektif” yaşam atmosferi yaratılmak istenmiş. Yetmişlerde Batıda görülen ‘commune life “ benzeri bir atmosfer yaratılmak istenmiş. Ama burası nihayetinde” Hotel California” değil. “House Rules” pansiyonun sahibi Serhan tarafından konmuş. Tartışılmıyor. Neyse o.
Pansiyona girişte ayakkabılar çıkarılıyor. Ayakkabı dolabına konuyor. Eğer dağ evini çepeçevre saran ahşap terasta gezeceksen terlik giymek zorundasın. Ayakkabılarla gezemiyorsun. Teras yağmurdan ıslanıyor ama çamur olmuyor. Sigara içenler buraya çıkıp sigara içiyorlar.  Serhan (Ona abisi de diyorlar. Sebebi de herkese abisi demesi) Çamlıhemşinli ve pansiyonun sahibi. Arkadaşları Tugay (Ona Şems diye hitap ediyorlar. Sebebi de Serhan’ın çatık kaşlarına karşılık Tugay’ın  herkese inanılmaz derecede uyumlu davranmasından  kaynaklanıyor)  ve İbrahim (Uzun beyaz saçlarını topuz yapmış bir şair ve müzisyen) de ona yardım ediyorlar.
DSC_0205
Yemek saatleri çok değil ama  biraz değişiyor. Anladığım kadarıyla yemeğin hazır olup olmamasıyla alakalı. Öyle “Room Service”  rahatlığı, otel konforu yok. Banyo ve tuvaletler paylaşılıyor. İki banyo ve tuvaleti ortak kullanmak durumundasın. Yemek saatinde yemeğini yemek durumundasın. Yemek seçemiyorsun. Ne çıkarsa onu yiyorsun. Akşam yemeğinden sonra  Serhan, Tugay ve İbrahim dışarıdaki yemek terasında rakılarını mezelerini  koyup saz meclisini açıyorlar. Bir tür Karadeniz “jam session”. Dilersen katılabilirsin. Dinleyici olarak ya da müzisyen olarak. İç salonun duvarlarında asılı olan müzik aletleri meydana çıkıyor. Saz, gitar, kemençe bendir, tulum, cura.  Eğer komşu yaylalardan müzisyen misafirleri varsa konser uzun sürüyor. Çok geç saatlere kadar değil. Zaten müzik sesi yüksek derecede değil. Mantıklı bir saatte sona eriyor gece konserleri.
Koçira Pansiyonunu  ziyaret edip çok beğenenler hatta göklere çıkaranlar var. Çok beğendikleri için kişisel bloglarında övgüler yazanlar da  var. Aslında göklere çıkarmalarına hiç gerek yok. Zaten bulutların üzerinde. İş yaşamından fırsat bulup kendi değer yargılarına yakın insanlarla sosyalleşmeye vakti olmayanların bir bölümü  pansiyonun ortak alanlarında heyecanla kaybettikleri zamanı kazanmaya çalışıyorlar. Bu çok gerekli ruhsal ihtiyacın büyüsüyle şaşkınlıktan oturduğu yerde putlaşanlar da var. Bu değişik atmosfere hemen ayak uyduranlar da var, zorluk çekenler de.
Yavuz Çekirge _DSF014231422015untitled shootuntitled
Büyük şehir yalnızlıklarının, yoğun iş temposunun doğadan ve doğallıktan çekip esir aldığı aç ruhların  tedavi mekânı da denebilir. Egolarından kurtulup gerçek benliklerini  kolayca başkalarına açamayan şehir insanlarının ortak alanlarda isterlerse her türden insanla kolaylıkla diyalog kurabildikleri özel bir yer. Bir zamanlar Bodrum da, Foça da Çeşme de böyleydi. Ticari amaçların oranın temiz insanlarını sarmalamadığı, çürütmediği, insanlık değerlerinin geçerli olduğu parasal kaygıların   inanılmaz boyutlara ulaşmadığı o ilk keşif günlerinde.
Yetmişli yıllarda faşist cuntalar cenderesi başlamadan önce o sakin köşeleri hafta sonu tatillerinde bulup keşfedenleri ödüllendirdiği zamanlar. Bir önceki dönemde Azra Erhat’ların Bedri Rahmi’lerin Halikarnas Balıkçıları’nın Kekova körfesindeki batık kente bakarak  şiirler okudukları zamanlar gibi.
Bir gece otöbüsüyle ıssız ve kimsenin uğramadığı bir balıkçı kasabasına gelirsin. Sakin kasabanın kahvesine girersin. Herkes sana ilgi gösterir. Kalacak yer bulmaya çalışır. Yanında kız arkadaşın varsa evlilik cüzdanı sorulmaz. Bu “Kolonial ilgi” sana hoş gelir. O hani İngilizlerin üçüncü dünya ülkelerine gittiklerinde gördükleri aşırı  ilgi gibi bir şeyler.Hala görüyorlar ya.  Sen de  kendini o egzotik “kolonial” havaya kaptırırsın. İşte o hava yetmişlerin havasının bir kısmı sanki   Koçira’da var gibiydi. Karadeniz Yaylaları o dokunulmamışlığı, saflığı ihtiraslı ruhların henüz kirletmediği bir coğrafya.  Koçira da sanırım bir şekilde bunun mücadelesini veriyor. Serhan, Tugay ve İbrahim o giderek artacak olan şımarık şehir insanları saldırılarını bertaraf edebilirlerse Koçira bir çok kişi için bir sığınak, bir rehabilitasyon alanı  olarak kalabilir.
Orada bireyselliğine dönemiyorsun. O topluluk içerisinde uyumlu  bir birey olmak durumundasın. Yalnız kalamıyorsun. O kolektif havaya senin de girmekten başka çaren yok.  Kurallara karşı gelemiyorsun. Anarşiye yer yok. Kendini dışarı atsan.  Dışarıda çok sert bir hava var. Gidecek yer de yok. Oraya o havaya mahkumsun.
Orada iki bin elli metredeki bulutlar üstündeki yaylada tek istediğim dışarıda olmaktı. Yıldızları ayı ve bulutları seyretmek, dumanı hissetmek ve ıslanmak. Kuşların sesini dinlemek. Toprağın kokusunu içine çekmek.  Oradaki sosyalleşmeyi tercih edenlerin aksine ben insanlardan ve onların törpülenmemiş egolarından uzaklara kaçmak istiyordum. Yağmur altında terasa çıkmakla odama gitmek arasında bir tercih kullanmak zorundaydım.
Oysa yağmur hiç aman vermiyordu. Bütün pansiyon ahalisinin bir arada oturduğu yerde istemeden de olsa gözlem yapmak zorunda kalmak, egoların çatışmasına şahit olmak  beni rahatsız ediyordu. Sanki bildik bir tiyatro sahnesi  gibi.  Godot’u bekleyerek oynanan eski bir oyun gibi. Bana göre eski bir oyun ama oradaki genç insanlara göre daha farklı yeni şeyler var. Müziğin ritminde bir huzur, biraz isyan biraz aşk ve nostalji. Pansiyonun sahibi ve iki arkadaşı aslında herkese göre bir atmosfer  sağlama çalışmışlar. Başarılı da olmuşlar.
Kırık kalpler, yalnız kalpler, beni hiç kimse sevmedi’ler, ben yine iyiyim’ler, belli belirsiz vıcık vıcık flörtler, ucuz felsefi sözler, ergenlik esprileri,  ve sadece tek bir kadını özleyerek söylenen Karadenizli sevda türküleri yankılanıp dururken yaşamın anlamını bir kez daha düşünürsün. Tahammül katsayının artmasını istersin. Orada Koçira’nın kamusal alanında sanki bir şeyler bekleniyormuş gibi havada asılı duran bir kemençe tınısı gibi oturursun. Sen de beklersin. Havanın açmasını, o yağmurun dinmesini ve ertesi sabah gün doğumunda bulut denizini görmeyi düşlersin.
Koçira’da kaldığımız iki gün hiç hava açmadı. Hep sis hep yağmur hep hüzün.
Bu ziyaretimde benim de payıma bu düştü.
Bir daha Koçira’ya gider miyim?
Never say never…

——————————————————————————————————————-
[1] Doç.Dr.,Kırıkkale   Üniversitesi Fen ve Edebiyat  Fakültesi Türk  Dili ve  Edebiyatı  Bölümü.
[2] http://devrimcikaradeniz.com/karadenizde-neden-rumca-romeyika-konusuluyor/
[3] Ahmet Akyol Net’den alıntı yapılmıştır. Trabzon kenti, İÖ 7.yüzyıl başlarında Miletoslu denizcilerin Karadeniz kıyısında kurdukları ticaret kolonilerinden biridir. Kentin yer aldığı yörenin dağlardan kıyıya doğru masayı andıran setler halinde alçaldığını gören Miletoslular, bu liman yerleşmesine Eski Grekçe’de “Masa” anlamına gelen “Trapeza” sözcüğünden türettikleri “Trapezous” adını verdiler. Çeşitli kaynaklarda Trapezus, Trapezunda ve Trapezund biçiminde geçen kentin adı zamanla Trabzon’a dönüştü.
Trabzon bölgesi, İÖ 1 700’den 1 200’e kadar Hitit Krallığı’nın bir bölümünü oluşturmuştu. 500 yıla yakın süren Hitit egemenliği sırasında Trabzon bölgesi nüfusu Asya kökenli kişilerden oluşuyordu ve Pontus kıyılarında Grek/ Helen kolonizasyonu henüz kendini göstermemişti. (Nakracas, 193 vd)
Trabzon, geniş ölçüde Tanrı’nın koruyuculuğuna bel bağlamış bir hükümdar ailesinin kentiydi. Koruyucu azizi 3. Yüzyılda yaşamış bir yerel martir (Hristiyan din şehidi) olan Aziz Eugenios’tu. Ona adanan 13. Yüzyılda yapılmış kilise hâlâ ayaktadır. (Günümüzde Yeni Cuma Camii)
Panayia Khrysokefalos’a, yani Altın Başlı Bakire’ye adanmış  büyük kilise de, yukarı kent bölümünün ortasında, ayakta duruyor. (Günümüzde Orta Hisar Camii) Kentin imparatorlarından nicesine taç giydirme ve metropolitlerin tahta oturma töreninin yapıldığı yer bu kiliseydi. Ancak, kentteki anıtlardan en iyi korunmuş olarak günümüze gelen ve en etkileyici olanı Ayia Sophia /Aya Sofya Manastır Kilisesi’dir, kent surlarının yaklaşık3 km. batısında, denize bakan bir burnun üzerindedir.
Trabzon İmparatoru IV. Ioannes, giderek artan Osmanlı tehdidine karşı, komşularını Osmanlıya karşı birleştirmeyi tasarladı. Komşularının en önde geleni, Akkoyunlu Beyi, Ioannes’in kız kardeşiyle evli olan Ali Bey’in oğlu Uzun Hasan idi. Hasan, rakibini, Karakoyunluların beyini yenerek ve Diyarbekir’deki merkezinden diğer Türkmenler üzerinde otorite kurarak ailesinin mülklerini geri almış, hatta genişletmişti. Bu korkulur savaşçıya IV. Ioannes kendi kızı Theodora’yı eş verdi. Kızın güzelliği sadece İran’da değil, Venedik’te ve Batı’da neredeyse destanlaşmıştı. Uzun Hasan da böylesine büyük ödül karşılığında Trabzon İmparatorluğu’nu bütün askerleriyle, parasıyla ve kendi bedeniyle savunmaya söz verdi. Osmanlılara karşı kendisini destekleyecekler diye IV. Ioannes’in güvendiği diğer komşular Sinop yöresinin beyi ile Karaman Beyi, bir de Gürcistan’ın Kralı ve prensleriydi.( Donald,436-437)
Ne var ki, IV. Ioannes bağlaşıklarını sınayamadan 1458’de öldü. Kardeşi David hemen Trebiznond (Trabzon)  tahtına çıktı.
David’in Osmanlı karşıtı bir bağlaşıklar birliği oluşturma plânları daha da büyüktü. Burgonya Dükü Philippe ve Papa II. Puis ile temasa geçti, onları birliğe katılmaya davet etti.
Osmanlı Sultanı II. Mehmet’in  duyacağını bile bile ilişkilerini geliştirmeye çalışan İmparator David, bunların üstüne bir de Sultan’dan IV. Ioannes’den aldığı haraçtan vazgeçmesini istedi.Daha da akılsızlık ederek, bu konuda görüşmeyi  akrabası ve bağlaşığı Uzun Hasan’a bıraktı.Uzun Hasan ise bu fırsattan yararlanıp kendi adına da Sultan II. Mehmet’ten olmayacak taleplerde bulundu.(Donald, 437)
Trabzon Rum İmparatorluğu, Osmanlı için zaten bir çıban başı durumundaydı. Bu haddini aşan talepler üzerine Sultan II. Mehmet, Trabzon üzerine bir sefer düzenlemeye karar verdi.
1460/ 1461 kışı, nereye yapılacağı açıklanmayan bir sefer hazırlığı içinde geçti.
  1. Mehmet, 1461 Haziranı’nda, Bursa’da toplanmış bulunan ve sayısı 60 000 süvariye, 80 000 piyadeye varan askerlerin başına geçti. Birinci hedefi Karadeniz kıyısındaki Sinop oldu; Sinop Beyi Trabzon’un savunulmasına yardım etmeye çağrılmıştı. Bey, kendini karadan ve denizden kuşatan Osmanlı güçlerinin büyüklüğünü görür görmez teslim oldu; Filibe’ye sürüldü. (Donald, 437)
Bundan sonra Osmanlı donanması yelken açıp Trabzon’a doğru yola koyuldu; bu sırada II. Mehmet de  ordusunu harekete geçirip Akkoyunluların sınır kenti olan Koyunlu Hisar’ı ele geçirdi. Uzun Hasan, beyliğinin başına daha beter bir şey gelmeden barış istemeyi uygun buldu; artık Trabzon tek başına kalmıştı.
Osmanlı donanması, Sultan’dan ve ordusundan çok daha önce oraya varmıştı. Varışı, İmparator David’i gafil avladı. Şaşkınlık daha atlatılmadan Osmanlı ordusunun öncü birlikleri Trabzon’u kuşatan tepelerde görülmeye başladı.
İmparator David,fazla düşünmeden telim olmaya karar verdi. Trabzon’un son imparatoru, Konstantinopolis’in son imparatoru gibi kent surlarında yiğitçe savaşarak ölüme kavuşmayı hiç aklından geçirmemişti. İmparator David, ailesi ve Amirutzes dahil yüksek yöneticilerden bir kaçı Osmanlı gemilerinden birine konup Konstantiniyye’ye (İstanbul) götürüldüler.
Sultan II. Mehmet, devrik İmparator David’i daha sonra Edirne’ye gönderdi ve ona Struma vadisindeki tımarlardan gelen hayli yüklü bir gelir bağladı.  Ne var ki, iki yıl sonra İmparator David  bir ihanet girişimiyle suçlandı ve çocukları ve yeğenleriyle birlikte idam edildi. (Donald, 438)
Alphonse De Lamartin, Trabzon İmparatoru II. David Komnenos’un son günlerini şöyle anlatır:
“ Mahmut Paşa’nın  dalgakıranın kulelerini yıkan top ateşinden sonra görüşmeler başladı. II. David Komnenos, kaleden çıkarak kendisinin ve halkının geleceğini Fatih Sultan Mehmet ile pazarlık etmek üzere Osmanlı ordugâhına geldi.Sultan kendisine,denizden ailesi ve serveti ile çekilmek ya da boşuna kaleyi savunarak yaşamını, ailesini kaybetmek arasında seçme hakkı tanıdı. Verilen söz üzerine ailesinin bir bölümünü yanına alan II. David, İstanbul’a gitmek üzere bir kadırgaya bindi. Kızlarından en genci Anna’yı Sultan II. Mehmet’e eş olarak bıraktı. Padişah bunu kabul eder gibi göründü, ancak eş olarak almadı. Kızı hareminde mevcut yüzlerce cariyenin arsına kattı. II. David’in kardeşinin oğlu ve tahtın yasal varisini elinde tutsak olarak alıkoydu.II. David ve ailesi kentten ayrıldıktan sonra Trabzon’a giren Fatih Sultan Mehmet, ileri gelen ailelerin çocuklarını Saray’a aldırdı. Zenginleri servetleri ile birlikte İstanbul’a gönderdi. Fakirlere ise, ancak kentin dışında yaşama izni verildi. Osmanlılar saraylara,evlere, kalelere ve kentin içine yerleştirilmeye başlandı.
Böylece Roma /Bizans İmparatorluğu’nun son taşı düşerken, Karadeniz birkaç Ceneviz limanı dışında Osmanlı gölü durumuna geldi. “( Lamartin, 287)
Prof. Dr. Halil İNALCIK’ın tespit ve değerlendirmesi ise şöyledir:
“Fatih’in ilk hedefinin Roma İmparatorluğu’nun kendi hükmü altında yeniden canlandırmak olduğu,onun fetih planlarından açıkça bellidir. İlkin, o, bilinçli olarak Bizans tahtına hak iddia edebilecek bütün hanedanları ortadan kaldırdı. Bu amaçla Trabzon Rum İmparatorluğu’nu, Mora’da Paleologlardan  olan iki despotu ve Paleologlar ile akrabalığı bulunan  Cenevizli Gattilusi ailesini bertaraf etti. Tuna güneyindeki bütün Balkan yarımadasını doğrudan doğruya egemenliği altına sokarak buradaki hanedanları ortadan kaldırmaya çalıştı. Deniz kıyısındaki kalelerden, Mora’dan Arnavutluk’tan ve Ege adalarından Venediklileri atmak için seferleri aynı amaçla yapmıştır.Nihayet vaktiyle Bizans’a bağlı olan Kırım’ın güney sahilindeki limanları ( 1475) ve Güney- İtalya’yı işgal (1780) etmesi bu bakımdan dikkate değer.“(İNALCIK, 112)
SON SÖZ: Trabzon Rum İmparatorluğu’nun günümüzde Yunanistan veya resmî adı ile Helen Cumhuriyeti (Yunanca: Ελληνική Δημοκρατία, Eliniki Dimokratia) ile yakından uzaktan ilgisi yoktur.
(*) Dr. Georgios NAKRACAS, bu imparatorluğun kuruluşunu şöyle anlatır: “…1185 tarihinde İstanbul’daki bir halk ayaklanmasında İmparator Andronikos Komnenos ve ailesinin büyük bir bölümü katledildi. Yalnızca kızı Prenses Tamara kurtuldu. Tamara, kardeşi Manuel Komnenos’un çocukları Aleksios ve David adlarındaki iki yeğenini de yanına alarak, Pontus’a kaçtı. Başkentteki tahtı ise Aggelos’lar ele geçirdi. Tamara yanına aldığı iki çocuk ve devlet hazinesiyle birlikte, Lazya olarak bilinen Rize bölgesindeki bir kaleye yerleşti. Birkaç yıl sonra Lazya’dan çekilen Komnenoslar, Trabzon İmparatorluğu’nu kurdular. “( Nakracas, 195)
KAYNAK
DONALD M. Nicol; Bizans’ın Son Yüzyılları, İstanbul, 1999.
İNALCIK Prof. Dr. Halil; Devlet-i Aliyye, İstanbul, 2009.
LAMARTIN Alphonse; Osmanlı Tarihi, Cilt I, İstanbul, 1991.
NAKRACAS, Dr. Georgios; Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni, İstanbul, 2003.
TUĞLACI, Pars; Osmanlı Şehirleri, İstanbul, 1985.
(Yazının İlk Yayım Tarihi: 19 Mayıs 2015)
[5] Bilgehan A. Gökdağ, Doğu Karadeniz’de konuşulan diller ve Türkçe ile etkileşimleri, Karadeniz
Araştırmaları, Güz 2011, Sayı 31-S.111-134

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...