31 Ara 2016

Elveda 2016



2016 yılının  son saatlerini gidiyoruz.
Bu yılın nasıl geçtiğiyle ilgili iki açı var.
Birinci açı benim kişisel yani özel açım.
İkinci açı ise benim içinde yaşadığım coğrafyanın ve ortamın açısı.
Kişisel açıdan baktığımda hedeflerime ulaştığım sonucu çıkabilir. Giderek verimli bir yıl geçirdiğim de söylenebilir.
Üç yeni kitabım yayınlandı.
Seyahatname II, Erguvan Rengi Söylenceler ve Sürgün.
Seyahatname II adı üzerinde bir yolculuk kitabı. Bir tür seyir defteri. Son bir kaç yıldır doğa yürüyüşlerinde gittiğim yerleri ve bu yerlerin bana düşündürdüklerini yansıttığım bir kitap.
Kırk beş bölüm var kitapta. Önsözüyle birlikte kırk altı bölüm. Gidip gördüğüm yerlerdeki toprakların yer altını ve yer üstünü tarihsel bir paradigma ile anlatmaya çalışıyorum. Binlerce yıl önce kurulmuş muhteşem kentlerin , yapıların öyküsü.
Erguvan Rengi Söylenceler ise bir deneme kitabı. Bu kitapta iki yüz civarında deneme var. Dört ana başlık altında topladım bu denemeleri. Dünya, Türkiye, Medya ve Ezoterizm.
Sürgün ise bir roman. 1982 yılında yazdığım bir roman. Uzun bir bekleyişten sonra bu metin de okuyucuyla buluşmak üzere 2016 yılında yola çıktı.
Böylelikle edebiyat alanında 2016 yılı kişisel hedefime ulaşmış oluyorum.
İkinci kişisel hedefim aktif bir yaşam sürme, bol seyahat etme ve her fırsatta yürüyerek keşfetme üzerineydi.
Hiç ayak basmadığım yörelere gitmek, dağlarına tırmanmak, yaylalarında yürümek pınarlarından su içmek amacıyla 2016 yılının ilk haftalarından itibaren Toroslar, Kaçkarlar, Karçallar, Istıranca dağları, Bolu dağları, Uludağlar  keyifle yürüdüğüm yöreler oldu. Bu yörelerin fotoğraflarını çekmek bir tutku oldu. Çiçekler ve landscape iki önemli alan oldu benim fotoğraflarımda. Mümkün olduğu kadar az insan unsuru olan fotoğrafları tercih ettim. Fotoğraf arşivim giderek büyüyor.
İkinci açı ise hiç de iç açıcı değil. Siyasi huzursuzluk ve kutuplaşma bütün yıl boyunca giderek arttı. Geçtiğimiz yıl barış sürecinde gidip fotoğraflarını çektiğimiz topraklarda savaş var. Gün geçmiyor ki birileri ölmesin. Şehit sıfatı kullanılıyor genellikle. Oysa bu bir din savaşı değil. Ağır kayıplar söz konusu. Özellikle güneydoğuda artık hiç bir şey eskisi gibi değil. Irak, Suriye sınırlarından savaştan kaçan insanlar akın akın sınırlardan giriş yapıyor. Sayılar çok büyük. Üç milyon, beş milyon.
Ekonomik yaşam iyiye gitmiyor. Dolar aldı başını gitti. Sene başında kur 2,90 iken sene sonunda kur 3,53 oldu. Bu da yüzde yirmi iki artış demektir. Ya da TL nin yüzde yirmi iki oranında değer kaybetmesi . Geçim giderek zorlaşıyor.
Medya tümüyle iflas etti denebilir. Hükümetin bildirilerini okumak, bakanların demeçlerini yayınlamak dışında habercilik yapılmıyor. Televizyonlarda vurdulu, kırdılı diziler ve evlilik programlarıyla dini sohbetler ağırlıklı.
Sonuç itibariyle yaşadığım coğrafyada toplumsal moral çok düşük.
Kötü bir yıl oldu 2016. Yaşama zevkini azaltan, moral bozan olaylarla dolu bir yılı geride bırakmaya saatler kaldı.
Gelen yıldan umutlu muyum?
Hayır değilim. Umutlanacak hiç bir işaret yok.
Gelecek yılın 2016’dan daha kötü olacağını düşünüyorum.
“Umut” aslında dini bir kavram. “Hope” özellikle Hıristiyan dininde vaazlarde çok sık kullanılan bir konu.
Burada 2017’den umutlu olmak için benim açımdan bir kaç mucizenin birden gerçekleşmesi gerekiyor.
  • Birinci mucize, kara  cahil çoğunluğun  birden bire aydınlanarak kara cehaletten kurtulduğu zaman gerçekleşecek.
  • İkinci mucize, birinci mucizeye bağlı olarak toplumsal hiyerarşide yalakalığın ve din istismarının değil aklın ve mantığın geçerli olduğu bir yapılanma gerçekleşecek.
  • Üçüncü mucize, birinci ve ikinci mucizeye bağlı olarak toplumdaki saflaşmalar, kutuplaşmalar ortadan kalkacak toplumsal barış her yere hakim olacak.

Bu mucizelerin gerçekleşme olasılığı hiç yok. İmkansız.
Öyleyse 2017’de olumlu bir şey çıkmayacak. Tam tersine ekilen kötülük tohumları yeni felaketleri ortaya çıkaracak.
  • Doğa tahribatı artarak devam edecek.
  • Yalakalık daha da prim yapacak.
  • Baskı daha da artacak.
  • Toplumsal kutuplaşma geometrik olarak büyüyecek, şiddet artacak.
  • Ekonomi daha da kötüye gidecek.
  • Savaşlar diğer cephelere de yayılacak.
  • Şehit sayıları artacak.
  • Korku tüm topluma daha da yayılacak.

Böylesine karanlık bir tabloyu görerek “Her şey iyi olacak” diye temennilerde bulunmak ancak  kötü falcılarla sahtekarların yapacakları  bir şey.
Öte yandan kişisel amaçlar konusunda bu ortamda neler yapılabilirse o kadarı yapılabilir.
Issız ve insan ayağı değmemiş yaylalarda kamp yapabilir, yürüyebilir, çıkmadığın zirvelere çıkabilir  doğanın tadını çıkarabilirsin.
İşte 2016’ya böyle veda ediyorum.
Umutsuz ve karamsar.

6 Eki 2016

Dördüncü Romanım "Sürgün"


Sevgili Dostlar, kitaplarımın nereden temin edilebileceği sorusunu burada cevaplamak adına yeni ve daha önce yayınlanan kitaplarımın temin edilebileceği kitap sitelerini aşağıda bilgilerinize sunuyorum. Günümüzde internet üzerinden sipariş vermek daha hızlı ve ekonomik sonuç verebiliyor. Saygı ve Sevgilerimle.





1 Ağu 2016

Yeni Kitabım




Bizans çiçeği (ağacı) olarak da anılan erguvan, İstanbul’un simgelerinden biri; bir zamanlar bahar aylarında bütün sokaklarına renk katarmış. Pek çok sokak adını erguvandan almış. İstanbul’un tarihiyle bütünleşmiş bir ağaçtır erguvan.
Bizans imparatorluk ailelerinin pelerinlerini de süsleyen erguvan, Hıristiyan mitolojisinde de utancın rengi olarak geçer. Rivayete göre, Judas’ın (Yehuda) kendini astığı ağaç olan erguvan, utançtan rengini değiştirmiş.
Hakkında daha çok şey yazılabilir, ama asıl olarak esinlendirici bir yanı var erguvanın. Rengi hayata kattığı coşku kadar, hüzünlendirici ve ufuk açıcıdır öte yandan. Sorgulamak için kışkırtır. Tıpkı bu kitaptaki denemeler gibi. Yavuz Çekirge denemelerini neden “Erguvan Rengi Söylenceler” olarak adlandırdığını şöyle izah ediyor:
“Her şehrin ağaçları vardır. Oraya gidip sokaklarında gezindiğinizde bunu anlarsınız. Bodrum’un mandalina ağaçları, Antalya’nın portakal ağaçları vardır: Bağdat’ın hurma ağaçları, Atlanta’nın şeftali, Tokyo’nun kiraz ağaçları. O şehirde yaşayanlar o ağaçların fısıltılarını dinlerler. Şehrin söylencelerini fısıldar o ağaçlar. İstanbul’un ağacı da erguvandır. Erguvan rengi söylenceler benim duyduğum fısıltılardır. Bu fısıltıları burada kayda alıyorum.”
Ufuk açıcı olduğu kadar tartışan, tartıştıran, sorgulayan denemelerdir: Erguvan Rengi Söylenceler. Tarihsel bir arka planla, son yıllarda gerçekleşen, Orta Doğu’da ve Türkiye’deki siyasal gelişmelerin, çatışmaların ülkemiz ve bölgemizde yaratacağı siyasal, sosyolojik durumlarla birlikte, medyanın içinde bulunduğu durum, yanı sıra inanç ve yorumlanış biçimleri, vb oldukça geniş bir konu aralığında 140 denemenin yer aldığı bu kitap, Yavuz Çekirge’nin 2007 ile 2014 yıllarında, kişisel blogu ve sitesinde yayınlandığı yazılardan derlenmiştir.
Yazar: Yavuz Çekirge
Yayınevi: İmleç Kitap
Sayfa sayısı: 523
ISBN: 9789756130533
Basım tarihi: Temmuz 2016
Kategori: Araştırma / Eleştiri / Deneme

11 Haz 2016

İonia Karia Miletos Priene Euromos


İçlerinde İzmir’in de bulunduğu 12 İon (İyon) kenti arasında  Panionion adı verilen bir tür din birliğinin  kurulduğunu ve toplantı yerinin  Panionion antik kentinde bulunduğu bilgisini araştırdım. Birliğin inanç çekirdeğinin “Poseidon Helikonius” kültü olduğu ileri sürülmektedir. Priene’den gelen rahiplerin yönettiği şenliklerin  Panionion  (Davudlar-Güzelçamlı yolu arasında )’da yapıldığı ve şenlikler sırasında şehir temsilcilerinin ortak kararlar aldıkları biliniyor.  Bölgede İon kolonisinin kurulma amacı ne? Kim bu İonlular? Nereden geldiler? Bu soruların cevabını Hülya Boyana’nın bir makalesinden okuyorum.[10]
MÖ. 9.yy. da Atina’dan  Dor istilasından kaçan  bazı kabilelerin  Anadolu Ege kıyılarında  yerli halkla karışarak kurdukları koloni şehirlerden söz ediyoruz. Bu bağlamda Karia’lı kadınlarla evlenen İon erkeklerin çocuklarının kurduğu bu şehirlerin mimari tarzları, dini törenleri ve diğer kültürel kalıpları ilkçağ gezginleri Strabon, Pausanias , ilkçağ ratihçileri Heredotos, Thukydides ve ilkçağ filozofları Platon, Aristoteles ve Vitrivius ‘un eserlerinden yola çıkarak araştırılmıştır. Genel olarak mimari eserlerin o yörede yaşayan insanların zihin haritasını  yansıttığı düşünülür.
Göç eden İonların dört farklı kabileden oldukları söyeniyor. Geleontes (soylular), Aigikoreis (çobanlar), Argadeis (çiftçiler), Hopletes (savaşçılar). Bu kabilelere ek olarak köleleştirdikleri yerel unsurlar da var tabi. Alüvyonlu ovalara ve liman kentleri kurulabilecek arazilere kurulan koloniler kısa sürede bütün dünya ile ticaret yaparak zenginleşiyorlar. Çiftlikler  kuruluyor ve şarap, yün, tarım ürünleri, seramik, mermer vb. gibi bir çok ürünün köleler marifetiyle üretilip kontrol ettikleri limanlardan ihraç ederek kısa sürede Miletos, Efesus gibi zengin şehir devletleri meydana getirdiklerini söyleyebiliriz.
Şimdi ilk ziyaret edeceğimiz antik şehir ünlü Miletos şehri. Miletos antik çağın en önemli şehirlerinden biri. Şehrin kuruluş hikayesi de Dorların Anadoluya gelişiyle bağlantılı.  Bazı araştırmacıların söylediği gibi bunlar Hellen değil İon ve Kar karışımı.  Helenlerin Iyonyada   on iki şehir devleti kurduklarından söz edilir. MÖ. 1000 yıllarına tarihlenen bu şehirler şunlardır: Efes, Kolofon, Milet, Myndos, Priene, Teos, Erythrae, Klazemonai, Phokala(Foça), Smyrna (İzmir), Samos (Sisam), Khios(Sakız). Üç yüz yıl sonra MÖ.700 yıllarında Lidya kralı bu şehirlerin çoğunu fethetti ve kendi idaresi altına aldı. Bu şehirlerden kaçan Iyonluların Atina ve Isparta şehirlerini kurdukları söylenir. Ama bunun doğru olduğunu sanmıyorum. İlkçağ kronolojisinde Dor istilasından kaçan İon kabilelerinin Atina’dan göç ettikleri biliniyor. Tersine Atina’ya göç konusu için elde belge olması gerek. Benim taradığım belgelerde böyle bir kayıt yokç  Miletus en önemli Iyon şehri olarak bir çok felsefecinin sanatçının doğduğu şehir olarak biliniyor. Miletos tipik bir İon kenti de değil. Pers istilası sırasında Atina Delos birliği’nin yenilgisinden sonra diğer on bir şehir devleti Sparta’dan yardım isterken Miletos ileri gelenleri Perslerle masaya oturmuş ve anlaşmışlardır.
Miletos (Milet)
Günümüzden 2000 yıl önce Söke ovası deniz, Bafa Gölü de Latmos körfezi idi. İşte bu denizin kıyılarında antik çağın en güzel şehir devletleri yer alıyordu. Miletos, Priene ve Didyma . Maiandros (Menderes) ırmağı önce Priene limanını daha sonra da Miletos limanını doldurdu. Arkaik dönemin en zengin kenti olan Miletos’un kalıntıları Roma döneminden kalmadır. Diğer yapılar ya toprak altında ya da yok olmuştur. Meandros halen her yıl kıyının 6 metre ilerlemesine neden olmaktadır. Bu da basit bir matematikle her 166 yılda 1 km. demektir.  Bir İyon şehir devleti olarak MÖ. 1000 yıllarında kurulan liman şehri  yoğun bir ticaret merkezi olmakta gecikmedi. Ticarette zenginleştikçe sanat, felsefe ve bilim alanında büyük bir gelişme gösterdi. Thales güneş tutulmasını hesapladı, Anaksimenes felsefeye yeni bir boyut getirdi. Hekataios coğrafya ve haritacılık alanında eserler verdi. Mimar Hippodamos[11] şehir planlamasında ızgara sistemini (Birbirine paralel ve bibirini dik kesen dikdörtgen) geliştirdi. Heredotos  Karyalılar hakkında iyi konuşmamış ama Miletos ve İonlar hakkında ve meslektaşı Hekataios hakkında iyi şeyler söylüyor.  Heredotos bugün ıkçılık olarak niteleyebileceğimiz koyu bir Atina taraftarıydı. Üstün medeniyet, üstün ırk olarak gördüğü soylu Atinalılara toz kondurmuyor. İonlular da Atina’dan geldiklerine göre onlara daha yumuşak davranabilir. Nitekim İon ve Miletos için şunları söylemiştir:
“Panion’da toplanan Ionlar, kentlerini bizim yeryüzünde bildiğimiz en güzel gökyüzü altında ve en güzel iklimde kurmuşlardır. Ne daha kuzeydeki bölgeler ne daha güneyde kalanlar Ionia ile bir tutulamaz.”
 Miletos’un bir çok ismi var: Millawanda, Plat, Palatia bu isimlerden bazıları. İlkçağın efsane kenti Miletos ‘u sağa sola dağılmış bir harabe halinde görüyoruz. Şehrin gözle görünür birkaç yapı içerisinde en belirgini Antik Tiyatro. İki bin yıl önce bu şehrin görüntüsü tamamen farklı olmalıydı. Örneğin gördüğüm çizimlerde Tiyatro’ya deniz yoluyla geliniyormuş. Bugünkü Söke ovası deniz Bafa gölü de körfez idi. Latmos körfezi. Maiandros (Menderes) nehri Söke ovasını da Latmos körfezini  doldurunca bir zamanlar deniz kıyısında inşa edilen yapılar bataklık içinde kaldı. Tiyatro beş bin kişilik inşa edilmesine rağmen Roma döneminde kapasitesi on beş bine çıkarılmış. Tiyatro nun Roma döneminde gladyatör dövüşleri için kullanıldığı çok belirgin. Alt bölümde yer alan dehlizler ve koridorların ve çember biçimindeki sahnenin  seyirciyle irtibatının  kesildiği anlaşılıyor. Bazı özel koltukların üst kısımda kentin ileri gelenleri için ayrıldığı da belli olmaktadır.
Tiyatro binasının yaslandığı tepeye çıkıp Miletos şehrine bakıldığında insan biraz hayal kırıklığına uğramıyor değil. Bir zamanlar dünyanın belki de en gizemli şehri Miletos darmadağın olmuş, tüm yapılar kumlar altında kalmış. Bu şehir ki bir zamanlar entelektüellerin şehriydi. Miletoslu Thales bilim dünyasının bu dâhisi ilkçağda bir çok keşfe imza attı. En meşhur sözlerinden biri de “Kendini Bil.” İdi. Tarihçi Miletoslu Hekataios günümüze kadar ulaşan üç kitabıyla  ilkçağ tarihine damgasını vuran yazarlardan biridir. Ayasofya’nın mimarı Isidoros ‘da, Didim Apollon tapınağı kehanet merkezinin mimarı Dapynis de  Miletoslu. İon ve Karia halklarının karışımı bir halk olduğu söyleniyor. Bana kalırsa antik çağ Anadolu’sunu anlatan bazı arkeolog tarihçiler günümüz ulusalcı söylemlerinin de etkisiyle saf bir ırk arama peşine düşüyorlar. Bugün nasıl “saf” yani karışmamış bir ırk yoksa o zaman da yoktu. Latmos dağında sekiz bin yıl önce mağarada resim yapan insan da Miletos da tiyatro inşaatında çalışan işçi de bir karışım. İon kökenli  geleontes (soylu) ne kadar saftı? Geldiği Atina bölgesinde halklar birbirine karışmadı mı? Heredotes’e bakarsak antik çağın ırkçı tarihçisi madalyasını kimseye bırakmıyor.
Bizans döneminde tapınakların kiliseye çevrilmesi ya da tapınağın yıkılarak yerine kiliselerin inşa edildiği görülüyor. Miletos’un ünlü Dionysos tapınağının yerinde yeller esiyor. Onun üzerine St. Mihail kilisesi inşa edilmiş. Ünlü kehanet merkezi Delphinion dan geriye hiçbir şey kalmamış. Oysa bu Apollon kutsal alanı dört bir yandan gelenlerin kurban kesip kehanet bekledikleri bir yerdi. Antik çağın efsane kenti Miletos’dan geriye çok az eser kalmış. Büyük bir bölümü yurtdışına kaçırılan bu eserlerin  padişah fermanıyla  Alman mühendis Carl Humann ve onun yetiştirdiği talebeleri ve yine padişah fermanıyla[12] Arundel Kontu tarafından  gerçekleştirildiğini biliyoruz. Miletos’dan Didim’e kadar giden kutsal yolun iki yanında  bulunan binlerce tarihi eser özellikle de  heykel ve ziynet eşyası yurt dışına (Berlin ve Londra)  kaçırılmıştır. Kazıları yapan Alman mühendisler arkeolog olmadıkları için tarihi eserleri çıkarırken bir çok esere de zarar vermişlerdir.[13]
Priene
Yağmur bulutlarıyla yarış ediyoruz.  Sabah erkenden Panionion’daki  Zeus mağarasında arındıktan sonra dönüş seyahatimiz başladı. Aslında özel tören günlerinde Zeus mağarasında arınan dindarlar yürüyerek Priene’deki  Athena tapınağına  kurban kesmek üzere gidiyorlarmış. Yolda  çiselemeye başlayan yağmur zaman zaman şiddetini artırıyordu. Oysa dönüş yolumuzda bir kaç İyon antik kentini ziyaret ederek günümüzü değerlendirmek ve bol fotoğraf çekmek istiyorduk.  Yağmur bulutlarının önüne geçerek Priene’ye ulaştık. Mykale (Dilek) dağının eteklerinde MÖ.12. yüzyılda Ionların kurduğu on kent arasında sayılan bir liman kenti olan Priene şimdi denizden çok uzakta. Meandros bu bölgenin kaderini değiştirmiş, değiştirmeye de devam ediyor. İlk çağda nehrin yani Meandros’un bir tanrı olduğuna inanılıyordu. Hiç bir insan ya da kral veya rahip/rahibe  onun kadar güçlü değildi. Zaten güçlü olana tapınmak insanın tabiatında var. Tapınmanın ana tetikleyicisi korku aslında. Geçmişte de böyleydi şimdi de böyle. Değişen çok az şey var.
Broşürden okuduğumda çok sevindim.  Bölgede Kybele tapınağı olan sayılı şehirlerden biri Priene. Kybele’nin izini her gittiğim yerde sürmeye devam ediyorum. Anadolu’nun bu eşsiz tanrıçası bu coğrafyada yaşayan insanların yarattıkları bir tanrıça.
Geometrik (Hippodamus)[14] planla kurulan kentin içinde bir çok tapınak merkezi var. Kybele Tapınağı,  Demeter Tapınağı, Athena Polias tapınağı, Mısır Issis ve Zeus tapınakları dini hoşgörünün tam anlamıyla var olduğu bir şehri  gösteriyor. Roma İmparatorluk döneminde beş resmi dinin tanındığı biliniyor. Bu tapınakların varlığı da bunu gösteriyor. İlkçağda bu tapınakların rahipleri tüm komşu şehirlerde de tören yönetmek üzere görevlendirilirlermiş. Nitekim Priene Bizans döneminde piskoposluk merkeziydi. Çift limanı vardı. Meanderos (Menderes) nehri her iki limanı da kapatınca denizden yaklaşık on km. uzağa düşerek önemini ve nüfusunun büyük bir kısmını  kaybettiğini biliyoruz. Kybele tapınağının varlığı çok ilginç. Frigya buraya çok yakın. Ana tanrıça kültü Anadolu’nun yabancı olmadığı yüzyıllar boyunca farklı isimler altında bile olsa en yaygın inanç sistemi olarak çıkıyor karşımıza. “Kubaba” (Hitit), ya da Kybele (Frigya) bütün canlı varlıkların yaratıcısı, toprak ve bereket tanrıçası olduğu için bütün ekili toprakların  onun koruması altında olduğuna inanılır. Her zaman bir aslanla birlikte görünür. Dağlar, kırlar, nehirler, kanyonlar onundur. Şelaleler , kayalar ve dereler onun yaşadığı yerlerdir. Kayalar ve taş tanrıçanın ruhudur. Tapınaklar kayalara oyularak yapılır. Kybele’nin o kayanın içinde yaşadığına inanılır. Kybele kültünde kayaya oyulan niş tanrıçanın giriş ve çıkış kapısı olarak kabul edilirdi. Niş, kutsalın kutsalıdır. Kybele’nin kült simgesi, heykel ya da fresk niş içinde mutlaka bulunurdu.
Antik kenti gezmeye otoparkın bitimindeki bilet gişesinden sonra dik bir yamacı tırmanarak başlıyoruz. Parke taş döşeli yolda yürümek çok heyecan verici. Bu yol en az iki bin yaşında. Parke taşlar zamana karşı var gücüyle direniyor. Belki de birkaç bin yıl daha dayanacak. Sabahın erken saati olmasına rağmen ünlü  Athena caddesi emekli Alman turistlerle dolu. Parke taşlara takılmamak için çok dikkatli yürüyorlar. Parke taşlar ustalıkla dizilmiş ama zaman içinde yer yer bazı kısımlarını toprak ve otlar örterek tümsekleştirmiş.  Önce tiyatro binasını ziyaret ediyoruz. Nedense antik kentlerdeki tiyatro binaları çok ilgimi çekiyor. Bu tiyatro Dyonisos’ a ithaf edilmiş. Dolayısıyla tüm oyunlar Dyonisos’u onurlandırarak oynanıyor.  Helen tiyatrolarında alışıldık yarım çember biçimindeki sahne izleyicilerle aynı seviyede.  Roma tiyatrolarının aksine Helen tiyatrolarında  tiyatro eserleri oynanıyor. Şehrin ileri gelenlerinin koltukları tüm görkemiyle ve mermer işlemeleriyle göz kamaştırıyor. Aradan bu kadar zaman geçmesine rağmen hala iyi durumdalar. Yaz mevsiminde öğle vakti bu koltuklara oturanların fırın üzerine oturmakla aynı işi yaptıkları söyleniyor. Bazı turistlerin  aşırı sıcakta dinlenmek için koltuklara oturarak yaralandıkları bilgisi var. Ünlü mimar Pytheos’un birkaç eserinin bu şehirde olduğunu duymuştum.  Halikarnas mozolesinden başka  buradaki Athena tapınağını da onun yaptığı söyleniyor.
Euremos
Son durağımız Karia kentlerinden bir diğeri  Euremos. Kentteki en önemli yapı Zeus Lepsynos tapınağı. “Memeli Zeus” heykelinin burada bulunduğu ve British Museum’a taşındığı söyleniyor. Anadolu’da en iyi korunan tapınaklardan biri olan Zeus Lepsynos tapınağı  Korint düzeninde inşa edilmiş. Şehirle ilgili teknik bilgiler ihtiva eden bu alıntıyı yapıyorum.
“Tapınağın Korinth başlıkları gerek akanthus yapraklarının uzun ve yüzeysel biçimde basit olarak işlenişi, gerekse bu yaprakların aralarında gerideki kalathosun taş yüzeyinin görünmesi gibi stil özellikleri ile Aizonai’daki Zeus tapınağının kompozit başlıklarına benzerlik göstermekte ve bu nedenlerle Hadrian Dönemi içine (İ.S. 117-138) tarihlenmektedir.150 6×11 sütunlu peripteros tapınağın sütunlarından 16 tanesi günümüzde arşitravları ile birlikte ayaktadır. Tapınağın inşasının tamamlanamamış olduğu bazı sütunlardaki yivlerin tam işlenmemiş olduğundan anlaşılmaktadır.
Sütunların üzerinde adak yazıtları ( tabula ansata ) yer almaktadır. Tapınakta yapılan kazı çalışmalarında bulunan özellikle üst yapıya ait pişmiş toprak akroter parçaları bize Arkaik Dönem’deki Zeus Lepsynos tapınağı ile ilgili detaylı bilgiler vermiştir.151 Euromos’da son yıllarda yapılan kazı çalışmalarında Arkaik Dönem’e ilişkin 2 farklı yapıya ait mimari terrakottalar ele geçirilmiştir. Miletos’da ortaya çıkarılan Artemis Khitone(?) tapınağı Euromos’da I numaralı yapı arasında büyük benzerlik gösterdiği anlaşılmıştır. Kentteki diğer yapılar arasında büyük ölçüde tahrip olan tiyatro ile dört tarafı stoalar ile çevrili agora ve Hellenistik Dönem’de güzel bir taş işçiliği ile inşa edilmiş olan sur duvarlarına ait kule görülebilmektedir.”
Ormana doğru inşa edilmiş olan bu tapınak bence bölgede gördüklerim arasında iyi korunmuş denebileceklerden. Bu tapınakların inşası yüzyıllar sürdüğüne göre festivallerde acaba ne yapıyorlardı. Her şeyden önce bu bir tapınak olduğuna göre bir kutsal yazısı olmalı (lex sacra). Kirlenme (miasma) ve arınma (katharsis) usullerinin bu yasayla belirlenmesi gerekiyor. Kirlenmenin ana kaynağı ölüler olmaktadır. Ölülerle temas etmek bir kirlenme(miasma) nedeni olmaktadır. Her tapınağın kendi kuralları bulunmaktadır.  Tapınağın restorasyonu sırasında bir kapı dikmesinde lex sacra yazıtı bulunmuştur. Epigrafların tercümesi ile kirlenme ve arınma konusunda kurallar şöyledir:
“Ey yabancı temiz bir kalbin varsa ve ruhunda adalet duygusu taşıyorsan bu kutsal yere girebilirsin. Ama adil biri değilsen ve kötü niyetliysen , ölümsüzlerden ve bu kutsal bölgeden uzak dur. Bu kutsal mekan kötüleri sevmez ve onları cezalandırır. Tanrı değerli insanlara değerli armağanlar verir.”  Kaynak: H. Malay, Sosyal tarih ve Arkeoloji.
Tapınak çok etkileyici. Restorasyon işlemleri belli ki yavaş ilerliyor. Bazı yerlerde beton kullanıldığı dikkatimi çekti. Nedense bu restorasyon işlemini çok hafife alıyorlar. Bir çok yerde restorasyon faciaları yaşandı. Umarım bu güzelim tapınak ehliyetsiz kişilerin eline geçmez.
Kaynakça:
  • Özer, Yasemin. Karia Coğrafyası ve Tarihi,Yüksek Lisan tezi, Muğla Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü ,Tarih Anabilim Dalı, Muğla, 2007
  • Yılmaz, Yaşar, Anadolu’nun Gözyaşları, Yem Yayın, İstanbul, 2015
  • Dilek Yarımadası-Büyük Menderes Deltası Milli parkı, Orman ve Su İşleri bakanlığı Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü, (Broşür)
  • Milet, Alman Arkeoloji Enstitüsü, İstanbul (Broşür)
  • Priene, Alman Arkeoloji Enstitüsü, İstanbul, (Broşür)
  • Balamir, Ömer, Yeni arkeolojik ve Epigrafik Veriler Işığında Karia Bölgesi Tarihi Coğrafyası, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Arkeoloji Anabilim Dalı, Ankara, 2010

[1] Bugünkü adıyla Beşparmak Dağlarının bulunduğu coğrafyanın antik çağda adı Latmos olarak geçmektedir. Bugünkü Bafa gölü de Latmos körfezi’nin B.Menderes nehrinin alüvyonlarla körfezi doldurmasıyla lagünleşmesi,nden meydana gelmiştir.
[2] Paradoks, görünüşte doğru olan bir ifade veya ifadeler topluluğunun bir çelişki oluşturması veya sezgiye karşı bir sonuç oluşturmasıdır. Türkçe’ye, Fransızca paradoxe sözcüğünden türeyerek giren paradoks sözcüğünün, etimolojik anlamda kökeni Yunanca paradoksos yani “karşıt-çelişen (düşünce)”dir. Paradokson, paradoks (karşıt düşünce) içeren iddia anlamındadır. (Yunanca para: Yan(ında), boyunca; üzerinden, dışa; karşı. Yunanca doksa: Düşünce; niyet. Ayrıca Yunanca dogma: Düşünce; karar; tez.) Bu Yunanca kökenli sözcüğün Latince’ye paradoxus olarak girmesi, sözcüğün daha sonra (17. yüzyılda) batı dillerinde yer almasını sağlamıştır. Kökende sözcük “kabul görmüş bir düşünceyle çelişen, karşıt bir ifade” anlamında kullanılır.
[3] Epigrafi, taş veya maden gibi dayanıklı maddeler üzerine yazılmış kayıtları inceleyen ve tarihe yardımcı olan eski yazıtlar bilimi. (Bu bakımdan, papirüs gibi dayanıksız maddeler üzerindeki kayıtları ve yazı şeklini inceleyen paleografi’den ayrılır.) Üzerine yazmak, kaydetmek anlamına gelen ‘Epigraphein’ fiiliyle yazıt anlamına gelen ‘Epigraphe’ sözcüklerinden gelir. Türkçe’ye yazıt bilgisi ya da yazıt bilim olarak çevrilmiş olan Epigrafi taş, metal, tahta, mermer, seramik gibi kalıcı ve sert maddeler üzerine eski Yunan ve Latin dillerinden birisi ya da ikisiyle yazılan yazılarla -sikke hariç- uğraşan bir bilim dalının adıdır. Epigrafi bilimiyle uğraşanlara Epigraf denir.
[4] Karia, güneybatı Anadolu’da günümüzde Muğla ve Aydın illerini kapsayan bölgeye antik dönemde verilen isimdir. Kuzey sınırını Büyük Menderes vadisi ve Messogis Dağı, doğusunu Salbakos Dağı, güneydoğu sınırını ise Indos (Dalaman Çayı)
belirler. Bölge Güney Anadolu’yu boydan boya kateden Toros Dağları silsilesinin bağlantısı olan dağ sıralarının Ege denizine dik olarak uzandığı dağlık bir bölgedir. Bu dağlar yer yer doğal ormanlar ile kaplıdır. Menderes nehrinin kıvrılarak aktığı verimli ovada dağ sıraları arasında yer alan üç nehir Morsynos (Dandalaz), Harpasos
(Akçay) ve Marsyas (Çine Çayı) birleşir.  Kaynak: Ömer Balamir, Yüksek Lisans Tezi ,Ankara 2010
[5] Erken Tunç Çağı MÖ. 3000-2000, Orta Tunç Çağı MÖ. 2000-1750, Geç Tunç çağı MÖ.1750-1200
[6] Demir çağı MÖ. 1200-700
[7] Burada Rumca tanımını bilinçli olarak kullanıyorum. Anadolu’nun diller tarihi sürecinde Luwi , Kar, Likçe, vb. gibi dillerin yüzlerce yıl aynı  potada eriyerek Rumca’yı oluşturduğunu düşünüyorum.
[8]Yılanbalıkları konusunda araştırma yapan Doç. Dr. Erol Kesici’nin tanıtımından alıntı yapıyorum:
“Yılanbalıklarının bilinen 19 türü söz konusudur. Bizim sularımızda bulunan yılan balıkları Avrupa Yılan balığı (Anguilla Anguilla)’dır. Yaşam süreleri 15-20 yıldır. Hayatlarının büyük bir bölümü yumurta göçü için yağ depoladıkları tatlı sularda geçer. Yılanbalıkları yalnızca bir kez ürerler ve yumurta bıraktıktan sonra ölürler.”
[9] Prof. Dr. Nuran Şahin,   Kehanet ve Klaros, makale , Osmanlı Bankası arşivi.
[10] Hülya Boyana, Doç. Dr. Ankara Üniversitesi,DTCF tarih Bölümü,İonalılar ve İona daki kabile teşkilatlanması.
[11] Miletus doğumlu mimar Hippodamus, MÖ.498-408. Şehir planlamasında çağın en önemli eserlerini veren Hippodamus’un projeleri; Pireus, Rodos, Thurium, Halicarnassus, Alexandria, Antioch(Antakya), Miletus ve Priene.
[12] Bu fermanların rüşvetle alındığına hiç şüphe yok.
[13] Yaşar Yılmaz, Anadolu’nun Gözyaşları, Yurtdışına kaçırılan eserler,İstanbul, 2015
[14] Miletus doğumlu mimar

Hekate ve Zeus


Antik kentleri gezerken sık sık tapınaklarda yapılan törenleri; festivalleri , kesilen kurbanları, din adamlarını, kutsal rahibeleri ve kahinleri düşünürüm. İki üç bin yıllık taşlar kolay kolay gizini ele vermez. Sizi araştırmaya zorlar. Keyifli bir araştırmadır bu. Antik çağın ritüelleri ve festivalleri çok cazip bir konu olmuştur benim için. Anadolu ezoterizminin değerli taşlarıdır onlar. Festivallerin hemen hemen hepsi “din” ya da “kült” adına yapılan ritüellerden oluşur. Bölgenin kültürel tarihine paralel olarak hangi festivallerin kutlandığı biliniyor. Özellikle kayıt tutmakta çok usta olan Atinalıların günümüze intikal eden belgelerine göre en yaygın festival, Hekatombaion (Temmuz ) ayında kutlanan Panathenaia (yeni yıl festivali) olarak karşımıza çıkıyor. Arınma festivalleri antik çağda olduğu kadar günümüzde de insan yaşamında büyük bir yer tutmaktadır. Zeus tapınağının merdivenlerine oturmuş Meandros nehrinin doldurduğu ovaya bakıyorum. Deniz çok uzaklarda. Belli belirsiz ilerde mir mavilik olarak görünüyor. Oysa iki bin yıl önce deniz tapınağın merdivenlerini yıkıyordu.
Her festival ya da dini tören mitolojik bir öyküye dayanıyor. Adonis, Demeter, Hyakinthos gibi kahramanların ölümü için tutulan yas, daha sonra dirilmeleriyle yaşanan bahar sevinci katılanlar tarafından coşkuyla kutlanıyor. Özel festivaller de var. Sadece kadınların katıldığı örneğin: Thesmophoria ve Adonia sadece kadınların katılımıyla kutlanıyordu. Girit’de sadece köleleri katılımıyla yapılan Kydonia festivali de ilginç olanlardan.
Anadolu’daki festivallerin  idaresi “leturgia” adı verilen gönüllülük temelinde görev alan bir devlet memuru tarafından yürütülebildiği gibi halkın seçtiği bir idareci tarafından da yürütülebiliyordu. Öte yandan kült kutlamalarında ağırlık rahip ve rahibeler üzerine düşüyordu. Ancak hali vakti yerinde olanlar  rahip görevini yürütebiliyorlardı. Rahiplik veya rahibelik son derece masraflı bir işti. Görevin gerektirdiği masrafları yapmakla yükümlüydü. Bu masrafların karşılığında adanan kurbanlardan ve hediyelerden  pay söz konusu olabilirdi.  Görev süresi bir yıl olarak belirleniyordu.
Bir festivalde olması gereken ritüeller:
  • Pompe (Yürüyüş alayı)
  • Thysia (Sunu)
  • Hestiasis (Şölen)
  • Agon (Yarışma)
  • Dans
  • Tiyatro oyunu
  • Dinleti
Genellikle önceden hazırlanan bir yürüyüş alayı festivalin başlangıcını oluşturur. Örneğin Miletos’dan  Didiyma’daki Apollon tapınağına uzanan 15 kilometrelik kutsal yol antik çağda sık sık kullanılırdı. Taş döşeme yolun  iki yanı tanrı heykelleriyle doluydu. Apollon adına kutlama  yürüyüş alayıyla başlardı. Branchihler sülalesinden bir rahibin başkanlık ettiği festivallere katılım çok büyük olurdu. Bir kehanet merkezi olan Apollon tapınağına kehanet için gelenler yüz boğa kurban etmek zorundaydı. Kurbanlık hayvanlar da alayla birlikte yürürdü. Festivalin onuruna düzenlendiği  tanrının heykelinin yürüyüş alayı tarafından tapınağa getirilmesi ve festival bitiminde tekrar geri götürülmesi ritüelin en önemli öğelerindendi.

Zeus Mağarasında Arınma



İlkçağın en önemli kehanet merkezlerinden biri de Didyma (Didim) idi. Diğer iki önemli kehanet merkezinin “Delphoi,Delphi” ve Klaros olduğunu söyleyelim. Söylendiğine göre Panionion’(Güzelçamlı) Zeus mağarası da bölgedeki Miletetus’daki ve Priene’deki  Apollon kehanet kültünün rahibeleri tarafından arınma merkezi olarak kullanılıyormuş.  Apollon, Leto ile Zeus’un oğlu olarak bilinir. Güneş tanrısıdır. Apollonun ikizi Artemis’dir.  Leto Hera’nın takibinden kaçarak Apollon’u  Delos adasında, ikizi  Artemis’i  ise  Efesus’da  Ortygia tepesinde  doğurmuştur. Gerek Apollon gerekse de Artemis Ionya’nın ve Karia’nın en önemli tanrılarıdır. Adlarına yapılan tapınak sayısını kestirmek çok zordur. İkisi de külttür. Bu ikisine eşdeğer üçüncü kült ise Dyonysos kültüdür.  Kehanet geçmişte ve günümüzde insanın geleceğiyle ilgili endişelerini ve merakını gidermek için esas itibariyle tanrılara veya tanrılarla ilişkili olduğu düşünülen dağlara, sulara, taşlara, kemiklere,  vb. ve yıldızlara danışma olgusudur. İonlar bu coğrafyada şehirler ve tapınaklar kurmadan önce kehanet merkezleri ve Kybele kültü vardı. İonlar yerel halkla kaynaşmak adına onların inanışlarını İon inanışlarıyla bir sekretizme gittiler. Edindiğim bilgiler doğruysa İonlar Karia’ya gemileriyle geldiklerinde yanlarında kadınlar yoktu. Kolonilerini kurarken oranın yerli ahalisi ile  evlenmekten başka çareleri de yoktu. Karia’lı kadınlar İonlarla evlenip onlara çocuklar doğurdular ve çoğaldılar. Efsaneler de böyle başlar aslında. Bir yerlerden gelen savaşçı erkekler işgal ettikleri coğrafyada yaşamlarını sürdürmek için yerli halktan yardım isterler. Yerli halk karşı çıkarsa savaş olur. Ünlü Pers komutan Harpagos ordusuyla Batı Anadolu’ya Lykia’ya geldiğinde Xantos halkı direndi. Yenildiklerini anlayınca da ortak bir kararla tüm kadınları öldürdüler ve sonra da şehri ateşe verdiler. Harpagos’un askerleri işgal ettikleri diğer şehirlerde aynı direnişle karşılaşmadılar. Daha sonra İskender ordularıyla bölgeye geldiklerinde benzer şeyler oldu. Bu muazzam ordular nasıl toplanıyor? Hepsi geri dönüyor mu? Geride kalanlar ne yapıyor? Bu sorular ayrı bir araştırma konusu. Biz yeniden Zeus mağarasına dönelim. Antik çağda kutsal olanın nasıl belirlendiğine ilişkin farklı yaklaşımlar olabilir ama bir yerin kutsallığını belirleyen o yerin nasıl bir yer olduğuna bağlı. Kült yapılarının sahip olduğu kutsallık aslında bulundukları alana ait bir kutsallıktır. Akarsular, ormanlar, mağaralar, su kaynakları, yaşlı ağaçlar, dağlar, göller ve denizler, adalar kutsalın olmazsa olmazı olarak karşımıza çıkarlar. Tapınaklar genellikle kutsal alanlara inşa ediliyor. Dini ritüellerin çok önemli bir unsuru olan su kaynağı, su kutsal kabul ediliyor. Rahip tören sırasında kutsal sudan bir yudum içer ve sonra törene katılanlara da içirir. Su olayı tüm dinlerde en önemli unsur olarak karşımıza çıkar. Su bir arınma aracıdır. Günahlarının affını dileyecek olan inanan önce suyla arınacaktır. Günümüzde de Hıristiyanlıktaki vaftiz, ve kilise içindeki ayazma ile Müslümanlıktaki abdest ve zemzem suyu ilişkilerini göz ardı etmek mümkün değildir.
Mağaranın girişi  çok iri granit kayalarla kaplı. Kayaların arasından inerek mağara içindeki turkuaz göle ulaşıyorsunuz.  Mağara gölü ayaklarınızın altında. Deniz suyu sanırım burada mağaranın tavanından sızan dağ suyuyla tatlı suyla karışıyor.  Turkuaz rengi su mağaranın derinliklerine  uzanıp karanlıklara karışıyor. Güneşin ışıklarının aydınlattığı berrak sulardan mağaranın suyunun temiz olduğunu anlıyoruz. Antik çağda Panionion (Güzelçamlı)  yerleşkesine yakın olan bu mağaranın kutsal olduğuna inanıldığı için bazı arınma ayinlerinde kullanıldığı bilgisi var. Aslında arınmak için ideal bir yer. Her ne kadar Poseidon’un hışmından korunmak için Zeus’un saklandığı yer olarak da tanıtımı yapılsa da bence kültlerin arınma yeri olması daha kuvvetle muhtemel. Ayrıca Priene ve Miletus ‘daki Delphinion Apollon Kutsal alanının kehanet merkezi olarak da uzun süre kullanıldığı söyleniyor. Bu seyahatte kutsal kabul edilen sularda arınma fırsatını kaçırmak istemiyorum. Hep duyarım “kutsal topraklar” tanımını. Neresi kutsal topraklar.? Hangi dine inandığınıza göre değişiyor kutsal topraklar. Yahudiler için Kudüs, Sünni Müslümanlar için Mekke, Şia fırkası için Kerbela, kutsalın kutsalı olarak biliniyor. Bundan iki bin beş yüz yıl önce burada yaşayanlar için uzaklardaki kutsaldan çok yakındaki kutsal önemliydi. Yerli halkın tanrıçası olan Kybele ile İonların Artemis kültü aynı şehirde iki farklı tapınakta, iki farklı kutsalda inananlarıyla buluşabiliyordu. Madem ki bu topraklara geldim öyleyse geçmişteki insanlar gibi arınmak için kutsal sulara girmek şart oldu.
Bafa Gölü’nden sonra Zeus Mağarası’nda da arınmak için zamanımız var. “Vaftiz” adı verilen Yunanca “vaptizo” kelimesi suya batırmak ve suyla yıkanmak/yıkamak anlamına geliyor. Özellikle de kutsal sulara girerek bütün vücudun yıkanması tam arınma töreni olarak tanımlanıyor bir çok dinde. Uzun beyaz giysileri içinde nehir sularına girerek arınma Hindu geleneğinde de var, Zerdüşt geleneğinde de. Ancak arınırsan, tanrıyla konuşabilirsin;  bir dilek tutabilirsin ya da bir soru sorabilirsin. Antik çağdan günümüze kadar gelen kadim geleneklere göre özellikle gündönümlerinde, ekinokslarda kutsal sularla arınmanın  vaftiz olmanın ruhu temizlediğine inanılıyor. Bu mağara da kutsal suyu sayesinde bir arınma yeri olarak inananlara hizmet veriyor. Antik çağda kehanet merkezlerinin nasıl olduğunu izah eden bazı araştırmacılar var. Prof. Dr. Nuran Şahin kehanet merkezlerine ilgi duyan ve Klaros’da kazı yapan bir araştırmacı. Onun bir makalesinden faydalanarak kehanetin nasıl gerçekleştiği ile ilgili bilgi ediniyorum.[9]
Kehanet yapacak kişi önceleri tapınakta doğan bir  bakire kadın iken sonraları tapınakta doğan erkeklerden seçilmeye başlanmış. Aslında mağaranın içindeki suya girerken düşündüğüm tek şey: dünyanın hiçbir yerinde böyle bir suda yüzme imkanımın olmadığını, her yerde yüzebileceğimi ama bu suyu soğuk kutsal mağarada yüzmenin bana çok farklı duygular yaşatacağını düşünüyorum. Sabahın erken saatlerinde aynı amaçla mağaraya gelen yedi kişiyiz. Herkes suya dalarken dilek tutmayı ihmal etmiyor. Suyun sıcaklığı sanırım on beş bilemedin on altı dereceden fazla değil. Suya girer girmez her yanımı ateş basıyor. Dalıp suyun altından biraz yüzüyorum. Dileğimi aklımdan geçiriyor Zeus’un dileğimi kabul edip etmeyeceğini düşünüyorum. İki bin yıl önceyi hayal etmek kolay değil. Okuduğum kehanet ritüelleri aklıma geliyor: Her şeyden önce arınmak için bu suya çıplak girmek gerekiyor. Arınma ritüelini gerçekleştirecek olan rahibe de çıplak. Uzun saçlı ve çok alımlı bir bakire. Yüksek sesle ilahiler okuyarak seni başından tutup suya daldırıyor. Sonra bir süre suyun altında kalman için başını suya bastırıyor. İlahiler okuyarak bunu birkaç kez tekrarlıyor. Rahibe defne yaprakları çiğniyor. Sana da ağzından çıkardığı bir yaprağı çiğnetiyor. Tadı acı ama uyuşturucu özelliği var. Hafif bir sarhoşluk içindesin. Artık Miletus’a Apollon kutsal alanına gidip kurban kesebilir, rahiplere hediyeler verebilirsin. Orada tapınakta Apollon’a yüz boğa hediye etmen gerekiyor. Bu boğalardan biri tören rahibi tarafından seçilip kurban edilecek.   Kahin kadın “Manto” sana kehanetini yazılı olarak verecek. Dörtlü kafiyeli mısralara yazılan kehaneti sadece senin okuyup yorumlaman gerekiyor. Ritüel böyle imiş. Suda daha fazla kalamayacağımı hissediyorum. Sudan çıkıp giyinip kahvaltı ettikten sonra  Miletus’a  hareket edeceğiz. Tuttuğum dilek bende saklı.

Mykale Kanyonu ve Domaika



Bugün  kanyon yürüyüşümüz var  Dilek yarımadası milli parkına  Güzelçamlı kapısından giriş yapıp 15 km. uzunluğundaki kanyon (Olukdere kanyonu)  içinden tırmanarak  menderes deltasına  iniş yapacak, mübadelede terkedilmiş olan eski bir Rum köyüne Domatia’ya (Doğanbey) deltaya  ineceğiz.  Yaklaşık sekiz yüz metre tırmanarak çıkacağımız kanyon yanaklarından 1400 metrede bulunan Dilektepe’ye (Mykale) de çıkmak mümkün ama bizim buna vaktimiz yok.
Sabah saat yedide milli park girişine geliyoruz . Park bekçisi bizi (Minibüsü) içeriye bırakmıyor. Saat sekize kadar görevliyi beklemek zorundayız. Milli parklar sabah saat sekizde açılıyormuş. Ücretli giriş yapılabiliyor.  Beklerken yakında bulunan Zeus Mağarası’nı ziyaret ediyoruz. Sahilde yürürken Panionion (Güzelçamlı)’nun Sisam (Samos)  adasına bakan nefis sahilinde balık tutanlar görüyoruz. Zeus Mağarası çok yakın.  Mağarayı görür görmez etkileniyorum. Anadolu’nun gizemleri listesinde yer alacak kadar  gizemli görünüyor. Mağaranın serin havası yüzümüze çarpıyor. Suya elimi daldırıyorum. Serin bir su. Mağara tavanından damlayan tatlı suyla karışan deniz suyu. Mağaranın kutsal bir yer olduğu kuşku götürmez.  Saat sekize yaklaştığı için akşam ya da ertesi sabah mağaranın gölünde arınmaya  karar verip oradan ayrılıyoruz.
Kanyon Yürüyüşü
Jandarma devriye arabası sık sık gelip kimlik kontrolü yapıyor. Söylendiğine göre Yunan adalarına olan mesafenin kısalığı yüzünden göçmenler buraya kitleler halinde gelip adalara gitmeye çalışıyormuş. Nihayet kapılar açılıyor ve kanyona giriyoruz. Minibüsümüz giriş kapısından sonra beş kilometre ilerde bulunan kanyon yürüyüş başlangıcına bizi bırakıyor.  Olukdere kanyonu yürüyüş parkuru on beş km. uzunluğunda. Milli parkta birkaç kanyon daha var. En yüksek nokta 1237 m. İle Mykale (Dilektepe) olarak belirlenmiş.
Olukdere kanyonu yürüyüş yolu başlangıcından itibaren sekiz yüz metre irtifaya on bir kilometre yürüyerek ulaşılıyor sonra Doğanbey köyüne kadar dört kilometrelik delta manzaralı iniş başlıyor. İniş sırasında kırk metreden dökülen bir şelale de var. Şelalenin suları Nisan ayı sonunda azalıyor Mayıs ayında tamamiyle kuruyormuş. Şubat ayında buraya gelenlerin anlattığına göre kayaların arasından fışkıran sular muhteşem bir manzara oluşturuyormuş. Ekolojik tahribatın sonucu olan bu durum belki de birkaç yıl önce çıkan yangınla tetiklenerek doğal bir felakete gidildiğinin habercisi. Şelalenin oradan deltaya Doğanbey köyüne doğru bakıldığında şelale suyunun oluşturduğu dere yatağını ve zakkumları görmek mümkün.
Çok zengin bir bitki örtüsü bizi karşılıyor. Girişteki bilgi levhalarında kanyonda 95 familyaya  ait  tür ve 800 kadar alt bitki türü olduğu kaydediliyor. Altı adet endemik bitki türü yalnızca bu kanyonda bulunuyormuş. Anadolu topraklarında yetişen 18 endemik bitki türü de kanyonda bulunuyormuş. Ayrıca fauna açısından bakıldığında parkın sembolü Akdeniz foku (Monachus monachus) , Anadolu parsı, 97 kuş türü 14 tür yılan ile zengin bir çeşitliliğe sahipmiş. Yürüyüş sırasında kuş seslerini duyuyoruz ama onları göremiyoruz. Diğer hayvanları görme ihtimalimiz de yok sınırında.
Ağır ağır yükselerek ilerliyoruz. Yürüyüş parkuru bir araba geçebilecek genişlikte toprak yol. Kanyonun iki yanağı arasında yüksek otlar ve yüksek ağaçlar arasında kuş seslerini dinleyerek ilerliyoruz. Milli park içerisinde halkın denize girdiği birbirinden güzel koyların olduğunu yükseldikçe  görüyoruz. Bu koyların adı Kalamaki koyları imiş. İçmeler, Aydınlık, Kavaklıburun, Karasu gibi adlar verilen bu cennet köşesi koylardaki plajlar yaz aylarında çok kalabalık olurmuş.
Yol kenarında zengin çiçek çeşitliliği göze batıyor. Sürekli çıkış bacaklara aşırı bir yük binmesine neden oluyor. Arada sırada yağmur bulutları geçişlerinde kısa sağanaklarda ıslanmamıza rağmen keyfimiz kaçmıyor. Manzara, toprağın kokusu ve çiçeklerin canlılığı her şeyi unutturuyor. Hem fotoğraf çekip hem de tırmanmak kolay değil. Doğa yürüyüşlerinde  karşı karşıya kaldığım bir ikilemdi  bu. Yürüyüş mü yapacağım, yoksa fotoğraf mı çekeceğim? Cevabımı birkaç yıl önce verdim. Hem yürüyeceğim hem de fotoğraf çekeceğim. Fotoğraf makinası ve üç lens en az altı kilo, üç litre su etti dokuz; yedek giysiler, öğle yemeği, yağmurluk derken çanta ağırlığıyla birlikte minimum on beş kilo yükle yürüyorum. Bazı yürüyüşçüler hepsi  beş kilo civarında taşıyorlar. Trekking yapıldığında on kilo yük daha ilave oluyor. Çadır, uyku tulumu, diğer kamp malzemesi de düşünülürse yük 25 kiloya çıkıyor. Akdağlara gece kamplı tırmanışımda 25-30 kiloluk yükle hem de sert eğimden tırmanmıştım da ne çektiğimi ben bilirim. Zirveye kamp yerine geldiğimde hava kararmış benden önce gelenler uykuya bile geçmişti. Tırmanırken tek bir düşünce oluyor aklımda:  Zirve noktasına ulaşmak. Kanyonu tırmanırken yüksek ağaçların gölgelerinden yürüyerek çiçekleri kolluyorum. Orkide çeşitleri çıkıyor karşıma. Mucize gibi bir şey. Türkiyede 175 tür orkide olduğunu okumuştum. Fotoğrafçılar arasında sadece orkide çekenler var. Türkiye’nin dört bir yanında orkide avındalar. Orkidelerin iki düşmanı var. Birincisi ve en korkuncu kök sökücü insanlar. Bunlara salepçi de deniyor. İkincisi de hayvanlar. Hayvanlar en azından kökleri sökmüyorlar. Kanyondaki orkideler güven içinde. Hayvanlar da salepçiler de yok denecek kadar az. Bazı ağaçları ve otları artık tanıyorum. Sağlı sollu yolun iki yanında yükselen kızılçam, doğu çınarı, kermes meşesi, menengiç, porsuk, sandal ağacı, (koca yemiş, dağ çileği,), defne, keçi boynuzu, erguvan, çalılara gelirsek: Çok zengin zakkum ve katır tınağı tarlaları, akçakesme, böğürtlen ve sakız çalıları, ayı fındığı, dişbudak, alıç, Finike ardıcı, mersin, orman sarmaşığı, tavşan memesi ve daha adını öğrenemediğim bir çok ağaç, çalı, ot  ve çiçek. Bu kanyon aslında tam bir arbetoryum gibi. Burada saatlerce, günlerce araştırma yapabilir insan. Olukdere kanyona hayat veren dere. Biz yürürken her ne kadar cılız akıyordu ise de yine de bu muhteşem kanyonu milyonlarca yılda oluşturan yorgun sanatçı olarak varlığını hissettiriyordu.  On bir kilometre tırmanış zor ama çok keyifli geçti. Çeşme başında dokuzuncu kilometrede öğle yemeği molası verdik. Yemek molasının ortasında yani on dakika sonra şiddetli bir sağanak daha bastırdı. Sağanaklara alıştığımız için yemeği  yarıda kesip yağmurluklarımızı giyip yola koyulduk. Yağmurda yürümek aslında doğa yürüyüşçüsünün ödülü. İnişe geçtiğimizde Menderes(Meanderos) deltasını gördük. Bu nehir ne kadar güçlü bir nehir. Delta kilometrelerce uzanıp gidiyor. Sonra ilerde Bafa gölü ve Söke ovası görünüyor. Bu manzarayı görmek için kaç kilometre olursa olsun tırmanılır. Tırmanmanın ödülü olan bu manzara insanın ruhunda bir yerlere dokunuyor. Sanki ayaklarınız yerden kesiliyor, katır tırnakları ve zakkumların üzerinden uçup denize uçmak istiyorsunuz. Bu doğa harikası karşısında diliniz tutuluyor. Aşağıda vahşi ve güçlü bir nehir var. Meandros nehri tüm vadiyi kaplamış neredeyse. Denizle (Poseidonla) savaşan nehir tanrısı binlerce  yıldır  denizi doldurmaya onu yok etmeye çalışıyor. Dağlardan ovalardan topladığı toprağı denize kadar taşıyor. Denizden kazanılan topraklarda kuş kolonileri, tarım alanları oluşuyor. İnsanoğlu yalnızca insanoğlu bu değişime ayak uyduramıyor. Meandros’un öfkesine bir çare bulamıyor. Mykale (Dilek) tepesinden bakınca bu mücadele açıkça görünüyor. Fotoğraf için uygun bir hava değil. Yağmur yüklü bulutlar güneşin ışıklarını karartıyor.  Denizin üzerinde kesif bir sis var. Zaman zaman yağmur yağıyor. Göz gözü görmez oluyor. Fotoğraf için uygun bir zaman değil ama seyretmek için mükemmel bir zaman. Aşağıda yeni kurulan Doğanbey köyü ve eski Rum köyü Domakia  görünüyor. Mübadelede evlerini terk edip göç etmek zorunda kalan Rumların evleri şimdi restore edilip lüks villalara dönüştürülüyor. Bir çok yerde gördüğüm gibi de Rumların yerine gelen Müslüman ahali eski köyde oturmuyor kendilerine yeni bir köy kuruyorlar. Neden böyle yapıyorlar anlamak mümkün değil. Kayaköy’de gördüğüm tepelerdeki evlere yerleşmek ve kollektif tarım yapmak yerine tarım alanı üzerine ev yapıp tarlasının etrafını çitle çeviriyor ve ortak tarım yapmayı reddediyor. Kültür farkı olsa gerek. İzmir’in Söke ve Aydın’ın zenginleri restore ettikleri villalarda Amerikan tarzı  “ weekend town house” yaşamı sürüyorlar.Yeni evli bir çift evleri dekor olarak kullanarak fotoğraf çektiriyorlar. Zakkumları sardığı bu köy şimdiden plastik bir hale dönüşmüş. Bir köy yaşamından çok “kimin evi daha güzel” yarışması süren bu köyden hiç hoşlanmadım.  Aşağıda deltanın oraya gidip su kuşlarını seyretmek istedim. Ama hava kararıyordu ve otele dönmemiz gerekiyordu.

Latmos (Bafa) Gölü


Bir tekne ile adaları gezmek üzere hareket ediyoruz. Gece kaldığımız pansiyonun teknesiyle yola çıkacağız. Göl üzerinde 5 ada bulunuyormuş. Sırasıyla; Kahveasarı Adası, İkizce Adası, Menet Adası, Kargıasarı Adası, Tavşan adası.
Adaların dördü  üzerinde Bizans dönemine ait kale ve manastırlar varmış. Ayrıca İkizce adası ve kumsalı göle girmek için en uygun yermiş. Efsanelerin  topraklarındayız. Önce İkizce ada kumsalına inip “kutsal” sularda yüzecek, sonra Menet adasındaki tepeli pelikan ve karabatak kuşlarını fotoğraflayacağız. Plan bu.
Tekne ilerlerken göl ufkuna bakıp geçmişi düşünüyorum. İonia ile Karia arasında bulunan Bafa Gölü (Eski Latmos Körfezi)  ve Latmos (Beşparmak) Dağı,  sekiz bin  yıldan günümüze kadar gelen süreçte, pek çok uygarlığı  içinde barındıran ve sayısız  tarihi olaylara tanıklık etmiş önemli bir yerleşim alanı. Ion denizinin (Ege)en güzel körfezlerinden biri olan  Latmos körfezinin Meander (Menderes) nehri tarafından tıkanması sonucunda körfez bir lagüne dönüşüp göl halini alıyor. Gölün suyu zengin yosun türlerinden ötürü yeşilimsi.  Bir zamanlar deniz olan gölde tekneyle giderken gnays kayaların binlerce değişik formunu görüyoruz. Tekne çok eski. Takma motor büyük bir gürültüyle çalışıyor. Motordan çıkan egzoz gazı derme çatma plastik boruyla küpeşteden yüzümüze geliyor. Boru belli ki bir nalburdan alınma basit bir plastik su borusu. Tekne yolculuğu bir keyif yolculuğu olması gerekirken egzoz gazı sayesinde bir ıstıraba  dönüşüyor. Bu altmış kilometre kare büyüklüğündeki gölde bol rüzgar var ama bir tane bile yelkenli yok. Oysa bir yelkenliyle rüzgarın ve deniz  kuşlarının sesini dinleyerek adaları gezmek vardı. Egzoz gazından mümkün olduğu kadar kaçarak yolculuktan zevk almaya çalışıyorum. Deniz kuşlarının fotoğraflarını çekmek için ciddi bir teleobjektife ihtiyaç var. En az 500 ya da 1000. Tepeli pelikanlar yaklaşan tekneyi fark ettiklerinde hemen kaçışıyorlar.
Efsaneler( Söylenceler) çok uzun zaman öncesinden dilden dile nesilden nesile geçip geliyor. Gelirken de mutlaka değişiyor. Ege bölgesinde tarih öncesine ait dağ kültüyle ilgili bir düzineye yakın efsane var. Bunlardan biri de Çoban Endymion’un Ay Tanrıçası Selene ile aşkı. Çoban Endymion  Latmos dağının yamacında uyurken Selene onu görüyor ve hemen aşık oluyor. Selene Zeus’dan bir dilekte bulunuyor. Endmion hiç uyanmasın, hep uyusun. Genç ve güzel kalsın. Zeus Selene’nin dileğini kabul eder ve onu ölümsüzlükle ödüllendirir. Selene ve Endymion evlenirler ve elli çocukları olur. Sonsuza kadar mutlu yaşarlar. Heraklia  halkı da Endymion için bir tapınak inşa eder.
Efsane bu.
Tekne kaptanı gölde yaşayan balıklardan[8] söz ediyor. Yılan balığı, kefal ve levrek gölün üç temel balığı imiş. Yılanbalıkları üremek için Bafa gölünden Meksika’nın Saragosa körfezine kadar giderlermiş. Dünyanın her yerinden yılan balıkları bu körfeze üremek için gelirmiş. Bu da yılanbalığının gizemi.  Saragosa körfezinde yumurtadan çıkan yavrular bir yıl kadar körfez sularında kaldıktan sonra tersine göç hareketine başlarmış. Bafa gölünden giden yılanbalıklarının yavruları tekrar Bafa gölüne geri dönermiş. Yönlerini nasıl buldukları, bu mesafeleri nasıl kat ettikleri de Bafa gölünün gizemi olarak çözülmeyi bekliyor.
Öte yandan Bafa gölü hızla kirleniyormuş. Her yıl avlanan balık miktarı azalıyormuş. Kaptanımıza göre sayıları sürekli artan su kuşları bütün balıkları tüketiyormuş. Karabatak ve pelikan gibi su kuşlarının azaltılmasını istiyor. Haklı mı diye düşünmüyorum bile. Haksız olduğu çok açık. Bu insanlar sadece kendilerinin yaşama hakkı olduğunu düşünüyor. Üremek için Meksika’ya kadar giden yılan balığını ya da gölün çok önemli bir eko dengesi olan su kuşlarını  düşünmüyor. Hızla kirlenen göl ve civar köylülerin sulama amaçlı olarak gereğinden fazla su çektikleri gerçeği, gölde gözle görünür şekilde yüzen ambalaj atıkları  göze batmıyor da bir karabatağın avlayarak yediği balık gözlerine batıyor. Oysa gereğinden fazla balık avlayan balıkçıların gözü doymuyor. Balık avına bir kısıtlama getirdiklerini kaptan duymamış. Herkes dilediği kadar balık avlarmış. Suyun zeminine çöken balçık ve sanayi atıkları balık yaşamını tehdit ediyormuş aslına. Bunu da dönüşümde öğreniyorum. Bafa gölü çok büyük bir eko tehlike altındaymış.
Yaklaşık 1400 m ye kadar yükselen Latmos (Beşparmak ) Küçük Asya`nın kutsal dağlarından biriydi. Her yönden görülebilen tepesi Tekerlekdağ`da neolitik çağdan (Yeni Taş Devri`nden) itibaren Anadolu iklim tanrısına tapınıldığı düşünülmektedir. Daha sonra bu tanrının yerini Eski Yunanların iklim tanrısı olan Zeus almıştır. Daha da öncesinde dağın tepesi çok eski bir taş ve yağmur kültünün merkeziymiş.  Orta Çağ`a kadar kurak zamanlarda dağın tepesine kadar giderek dini alaylar düzenlenip yağmur duaları okunurmuş. Bu gelenek yakın zamana kadar da korunmuş. İklim tanrısı ve dağ tanrısı kaya resimlerinde de görülüyor. Dağa tapınma yaygın bir gelenek. Kutsal kabul edilen bir çok dağ var. Kutsal dağlar o yörede yaşayan insanların bilincinde olduğu yaşamlarıyla ilgili olaylarla bağlantılı olarak oluşuyor. Dağlar her şeyden önce yükseklikleriyle değil sakladıkları suyla değer kazanıyor. Yaşam için çok önemli olan “tatlı su” dağlarda  süzülen yağmur ve kar sularından oluşan oyuklarda saklanıyor. Yaz mevsiminde dağdan gelen su bir mucize olarak değerlendiriliyor. Yüksek dağların doruklarının sürekli bulutlu ve yağışlı olması da bir iklim olayı olarak görülüyor. Dağ zirvelerine çıkmaktan büyük bir keyif alan amatör bir dağcı  olarak her zirvede dağın gücünü hissettiğimi söyleyebilirim. Zirveden aşağıya ovalara ve kanyonlara bakarken, şiddetle esen rüzgarın sesi size kendinizle ve dünyayla ilgili çok şey anlatır. Milyonlarca yaşındaki dağın zirvesinde  varlığınızı sorgularsanız kim olduğunuzu daha iyi anlarsınız.
Ionya ve Karia’daki kutsal dağlardan bazıları şöyledir:
  • İda (Skepsis),
  • Tmolos (Sardis),
  • Spylos (Magnesia),
  • Pion (Efes)
  • Zeus Akraios (Smyrna),
  • Latmos (Heralkia)

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...