10 Ara 2017

“Kremna (Κρεμνα)`


Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının verildiği antik kent[1], bir çok kez yabancı ve yerli hırsızlar tarafından soyulmuş.[2] Bugün tüyleri yolunmuş bir kuğu gibi orada 1200 metredeki dağın tepesinde duruyor.  Nedense unutulmuş bir Pisidia kenti. Sapa bir yerde olmasından kaynaklanıyor olmalı. Pamphylia ve Lykia kentlerinin aksine Pisidia kentleri dağlık arazilerin en sarp yamaçlarında kurulmuş. Nedenini Strabon şöyle açıklıyor:



“Şimdi Kremna, Romalı kolonistler tarafından iskan edilmiştir. Romalı valiye bağlıdır. Apameia’ dan bir günlük uzaklıkta kaleden yaklaşık otuz stadia aşağıdadır.”[3]
Strabon Kremna’lıların haydutluk ve korsanlıkla  geçindiğini ima eder. Antik çağda en karlı iş köle ticaretidir. Strabon aslında tüm Pisidia bölgesi için bunu ileri sürer. Bunu söylemekte haksız da değildir. Son derece sarp kayalıkların ve uçurumların bulunduğu tepelere kurulmuş olan Kremna kolay kolay ulaşılamayacak bir yerde bulunmaktadır.


 Bugünkü karaçam orman yapısına bakılırsa antik çağda bu dağların tamamıyla kara çam ormanlarıyla kaplı olduğu ve bu doğal kamuflajdan ötürü kolay kolay şehrin görülemeyeceği anlaşılabilir. Strabon’un yaşadığı dönemde Anadolu’da “Romanizasyon” dönemi başlamıştır. Seleukos krallarının güç kaybettiği bu dönemde batı Anadolu’da bir çok yerde “korsanlık ve haydutluk”  hortlamıştır. Köle ticareti ve haydutlukla geçinen Pisidia şehirleri arasında Kremna da sayılabilir. Dağlık bölgelerden ova şehirlerine akınlar düzenleyen Kremnalılar bir süre ganimetleriyle mutlu mesut yaşadılar. Başka insanların alın teri ve göz yaşı onların mutluluğu oldu.


 Roma lejyonları Anadolu’da düzeni sağlamak için haydut avına başlayana kadar sürdü bu. Anadolu’nun korsanlardan ve haydutlardan temizlenmesi için neredeyse yüz yıl mücadele edildi. Ünlü Romalı generaller Sulla ve Marcus Antonious tam yetkiyle sürdürdükleri korsan kampanyalarıyla sonunda düzeni sağladılar.Eyalet sistemine geçildi. Kremna Galatia eyaleti sınırları içinde kaldı.  Burada bunların detayına girmenin bir alemi yok. Harabelere bakarak tarih okumak için çok büyük bir bilgi dağarcığı gerekiyor.  


Kremna tabelasını  Burdur yolunda gelip geçerken görüyordum. Kaç kez içimden o yola sapmak geçti bilmiyorum. Nihayet zamanı gelmiş olmalı ki bir cumartesi günü öğleden sonra kafama Kremna’ya gitmeyi koyup yola çıktım. Burdur yolundan saptıktan sonra GPS’e göre 35 kilometrelik bir mesafe almam gerekiyormuş. Antik kentin kapısına gelinceye kadar yolda başka yön levhası yok. Beş altı kez sapaklarda yol sormak zorunda kaldım. Yol toprakla asfalt karışımı. Yer yer çukurlar oluşmuş. GPS olmadan bulması çok zor bir yerde. Yola çıkmadan önce Kremna ile ilgili bir makalesini okuduğum arkeolog Alime Çankaya şöyle söylüyor:  


“Burdur ili sınırları içerisinde yer alan Kremna, 15 Pisidia kentinden biri. Kremna’nın tarihi Milattan Önce 6. Yüzyıllara dayanır. Antik kent pek çok kültüre ev sahipliği yapmış, kaçak kazılarla ise tarihi eserler  yerlerinden çalınmıştır. Kente ait “ilham perileri” bugün ABD’nin J.Paul Getty müzesinde bulunmaktadır.”
Hemen akla diğer on dört kent hangileri olabilir sorusunu getiriyor bu. Strabon Artemidoros’a dayanarak Kremna’nın Pisidia’da olduğunu bildirir. Artemidoros[4]; Selge, Sagalassos, Kibyria, Pednelissos, Adada Tymbriada, Kremna, Pithysos, Amblada, Anabura, Sinda, Aarasos, Tarbassos ve Termessos’un Pisidia kentleri olduklarını söyler. Bunların bazıları tamamen dağlarda oldukları halde bazıları da her iki tarafta dağların eteklerin Pamphylia ve Milyasa kadar uzanırlar.


Sonunda antik kentin girişini buluyorum. Harap bir yönetim binası. Uyarı levhası ve kapısı açık tuvaletler. Ancak demir parmaklıklardan atlayarak tuvaletlerden faydalanılabilir. Belli ki buralara gelen kimseler yok. Terk edilmiş bir bina, eskimiş bir antik kent planı karşılıyor sizi. Plana bakarak nasıl bir yol izleyebileceğimi düşünüyorum. Tepelere doğru uzayıp giden araç yolunu takip etmeye karar veriyorum. Yön levhası falan hak getire. Çoğu antik kentte olduğu gibi fal bakarak yön bulacaksınız. İki kilometre kadar tırmandıktan sonra uçurumlara ulaşıyorum. GPS’e bakıyorum. Bin metreden bin iki yüz  irtifaya çıkmışım. Burada bir yangın kulesi var. Girişteki plan kentin yerleşim planını gösteriyor ama yürüyüş yönünü göstermiyor demek ki. Belli ki şehrin üç yanı uçurumlarla çevrili. Her yerde keçi ve koyun pislikleri dolu. Belli ki burası keçi ve koyunların otlağı olarak kullanılıyor. Bitki örtüsü sert makilik. Zaman zaman geçit vermeyecek kadar yoğun.


Kuzey doğu yönünde uçurumun kenarından yürüyerek antik kenti aramaya başlıyorum. Yaşar Yılmaz’ın “Anadolu’nun Gözyaşları”[5] adlı kitabında okuduğum kadarıyla Sir Charles Fellows 1 Nisan 1838 tarihinde bu bölgede keşiflerde bulunmuş. Yılmaz şöyle yazıyor:
“Fellows defterine, kalıntılara ilişkin şöyle not düşecektir:
‘Bu çıkıntının üstünde bugün artık sadece görkeminin muhteşem enkazı kalmış, gelmiş geçmiş en güzel kentlerden biri duruyordu. Süslenmiş silmelerde çoğunlukla ellerinde kalkan ve mızrak bulunan, miğferli ve zırhlı savaşan figür grupları görülüyordu. Bu orantısız figürlere ve genel görünüşe bakılırsa bu eserlerin şimdi Münih’te bulunan Egina mermerleriyle aynı zamana tarihlenmesi muhtemeldir.’”



Fellows’un ziyaret ettiği zamanda acaba antik kent ne durumdaydı? Antik kentten ne götürdü? Bunu asla bilemeyeceğiz. Bunu bilmek arkeologların işi. Belgelere bakacaklar, araştıracaklar neyin var neyin yok olduğunu ortaya koyacaklar.   Fellows’un kitaplarına  bakıp ipucu arayabilirim ama dediğim gibi bu benim işim değil. Bölgeye ilk ulaşan gezginin P. Lucas olduğunu duymuştum. Yıl 1706. Birinci Abdülmecit zamanı. Osmanlı’nın batıya açılmaya başladığı yıllar. Yabancı seyyahları Anadolu’ya gelmeye başladıkları zamanlar. Sonra kimler geldi bakalım:
“Fransız gezgin Lucas, 1706 ve 1714 yıllarında Pisidia’yı iki kez ziyaret etmiştir. İlk gezisi boyunca birtakım yazıtlara ve sikkelere rastlamış, ayrıca Sagalassos harabelerini gezme şansına da kavuşmuştur. 1816 yılında Otto von Richter ve 18264 - 1833 yıllarında İngiliz gezgin F.V.J. Arundel bölgeyi ziyaret etmiştir. Arundel ilk gezisi sırasında Sagalassos’u Burdur İli’ne bağlı Ağlasun İlçesi’ne, 1833 yılında da Apollonia Mordiaion’u Isparta İli’ne bağlı Uluborlu İlçesi’ne konumlandırmıştır.  Arundell aynı gezisi sırasında Pisidia Antiokheiası harabelerini de ziyaret etmiştir. 1836-1837 yıllarında W.J. Hamilton , 1838 yılında Ch. Fellows , 1841-1842 yılları arasında ise A. Schoenborn Pisidia Bölgesi’ni ziyaret etmiştir. 1874 yılında G. Hirschfeld Kremna ve Sagalassos’ta incelemeler yapmış, Agrae (Ağras), Seleukeia Sidera (Selef) ve Konana (Gönen) antik kentlerini keşfetmiştir. Pisidia Bölgesi’ni gezmiş olan başlıca gezginlerden bir diğeri de W.M. Ramsay’dır. Ramsay, Anadolu’da çeşitli inceleme gezileri gerçekleştirmiş ve antik kaynaklarda Pisidia’da olduğu belirtilen bazı kentlerin lokalizasyonlarıyla ilgili çeşitli fikirler öne sürmüştür. Amerikalı araştırmacı J.R.S. Sterrett, bölgeye düzenlemiş olduğu geziler sırasında çok sayıda epigrafik buluntuya rastlamış ve bunları iki ayrı kitap olarak yayınlamıştır.  K.G. Lanckoronski 1884-1885 yıllarında Pamphylia ve Pisidia bölgelerinde araştırmalar gerçekleştirmiştir. Bu araştırmalar sırasında Pisidia’da yer alan Sagalassos ve Kremna gibi başlıca antik kentlerin topografik planları çıkartılmıştır.H. Rott, 1906 yılında, daha çok Hıristiyanlık dönemi araştırmalarını kapsayan gezisi sırasında Apameia Kibotos (Dinar) ile Apollonia Mordiaion (Uluborlu) arasında ve Gönen civarında Roma yollarına ait kalıntılar fark etmiştir.” Kaynak: Senem Özden, Pisidia Bölgesi’nde Yunan ve Roma Dönemlerine Ait Kültür Varlıkları.



Kremna uçurumunun kıyısından vadiye bakıyorum. Vadi aslında tarıma çok elverişli. Hiç kimse Kremnalıların bu vadide tarım yapmadığı söyleyemez. Kremnalı beylerin mutlaka vadi tabanında işlikleri vardı.
Vadi çok derinde. Kaç metre? Belki beş yüz belki daha fazla. Tepeye çıkarken iki yüz metre tırmandığıma göre, başlangıç noktamın konumunu da düşünürsek en az dört yüz metre derinlikte bir uçurumdan söz ediyoruz. Burada iki bin yıl önce duran bir Pisidialı acaba nasıl biriydi? Yol sorduğum köylülerle bir akrabalığı var mıydı? Aslında “Çamlık” köyünün adı nereden geliyor? Çamlık Köyünün eski isminin “Girme”, “Kremna”dan türeme olduğu ileri sürülmektedir. Bu da ayrı bir keşif esasında. Girme ile Kremna bağlantısını kuran kişi de Alman Hirschfeld. Bulduğu bir kitabede Kremna ismini bulunca bağlantı ispatlanmış oluyor.    Zamanla kelimeler telaffuz eden kişilerin konuştukları dile göre  şekil değiştirerek farklı bir hale gelmektedir. Bunun bir çok örneği var.


Kaynaklar bakarsak Pisidialılar’ın kendilerine özgü bir dilleri ve eski Yunan alfabesine yakın bir alfabeleri olduğundan söz ediliyor. Bu demektir ki bazı belgeler bulundu ve bu belgeler okununca ortaya Pisidia halkının Toroslar üzerinde yaşayan Milyaslılar , Solymler , Kabalialılar, Isaurialılar ve Lykialılar ile ortak bir geçmişe sahip olabilecekleri ve kökenlerinin, en azından MÖ 2. binyıldan itibaren varlıkları saptanan Luwiler’e dayandırılabileceği çıkıyor. Bu doğru olabilir mi? Bugün bu bölgede yaşayanlara ve yarı cahil okumuşlara sorulursa bu doğru değil. Bura halkı hem Müslümanmış hem de Orta Asya’dan gelmiş. Burada yaşayan “gavurlar” da Yunanlıymış ve kafirmiş. Keçi ve koyun çobanları böyle düşünüyor. Belge filan umurlarında değil.
Bu düşüncelerden kurtuluş yok. Keçi boklarına baktıkça hatırlıyorum. Uzaktan çobanın haykırışları geliyor. Aslında bu çobanın yaşam tarzı en az üç bin yıllık. Cep telefonu kullanması bu gerçeği değiştirmiyor. Düşünce yapısı farklı bir parametrede.
Nasıl olmasın ki? Kültür öyle kendi kendine bulaşmıyor.   


P. Lucas’ın 1706 tarihindeki, C. Fellows’un 1838 yıllarındaki  ziyaretlerinden sonra acaba bölgede hiç yüzey araştırması yapıldı mı? Bakıyoruz yapılmış. 16 Ağustos – 06 Eylül 2015 tarihleri arasında (22 gün) süren bir yüzey araştırması yapılmış. Yüz yetmiş yedi sene sonra. (177 sene). Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Metin’in[6] yazdığı sonuç raporunu okuyorum. Raporda bölgede kaçak kazıların yapıldığı bilgisi var. Kaçak kazılarda nelerin bulunduğu ve kaçırıldığı bilgisi yok. Yüzey araştırması  esasında 1706 yılından önce yapılmalıydı ki neyin kaybolup neyin hasar gördüğünü anlayalım. Türkiye kültür envanteri diye ortada gezen evraklar hangi yıllar arasını kapsıyor belli değil. Ama bu raporlar ileriye dönük çalışmalar. Bir yerden başlanması gerekiyor. Zararın neresinden dönsen kardır mantığıyla bardağın dolu kısmına bakarsak daha verimli olacak.
Antik kenti gezerken en fazla dikkatimi kütüphane ve stoadaki  heykel kaideleri çekti. Bu kaideler üzerindeki yazılar kazınarak yok edilmiş. Heykeller ise ortada yok. Nerede bu heykeller? Kaideleri sayarsak yirmiden fazla heykel olması gerek. Biraz araştırınca 1970 yılında bölgede bir kurtarma kazısı yapıldığı bilgisine ulaşıyorum. Prof. Dr. Jale İnan başkanlığında yapılan kazıda bir çok eser kurtarılıyor. Özellikle de bu kaideler üzerinde bulunan heykellerin bazıları  Burdur müzesindeymiş. Fakültenin web sitesinden alıntı yaparak kazıyı özetleyelim:
Kremna, antik Pisidia Bölgesi’nde, Burdur İli Bucak İlçesi, Çamlık Köyü sınırları içinde uçurumla çevrili bir tepe üzerinde yer alan bir kenttir. Kremna ismi de arazi yapısına uygun olarak Yunanca’da  uçurum anlamına gelmektedir. Bu kentin bilinen en eski halkı Solymos’lulardır. M.Ö.6.yüzyılda Lydialıların, M.Ö. 546’da Perslerin, M.Ö. 330 da Büyük İskender'in burayı almasıyla da Makedonların hakimiyetine girmiştir. Kremna, M.Ö. 25’te Roma topraklarına katılmış ve Colonia Iulia Augusta Felix Cremna adıyla koloni kenti statüsü verilmiştir. Kremna’da 1970-1972 yılları arasında, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antalya Bölgesi Arkeoloji Araştırmaları adına, Prof. Dr. Jale İnan başkanlığında, kentte yoğunlaşan kaçak kazılar sebebiyle bir kurtarma kazısı yapılmıştır. Bu kurtarma kazısında Kütüphane binasının tabanında Bizans Dönemi’ne ait mozaik ve Roma Dönemi’ne ait dikdörtgen prizma şeklinde yazıtlı kaideler açığa çıkarılmıştır. Bu kaideler üzerinde 10 adet mermer tanrı ve tanrıça heykelleri bulunmaktaydı. Bu heykeller günümüzde Burdur Arkeoloji Müzesi’nin Kremna Salonu’nda sergilenmektedir.Kentteki yapılar Roma İmparatorluk Dönemi’ne aittir. Etrafı bir surla çevrili olan kentin girişi batıdandı. Koloni kentlerinin birçoğunda olduğu gibi Kremna’da da ızgara plan uygulanmıştır. Resmi yapıların çoğu iki küçük vadi içinde toplanmıştır. İki vadinin tabanında forum, basilica (mahkeme salonu), eksedra ve kütüphane yapısı vardır. Kentin doğusundaki tepe yamacına tiyatro, onun alt tarafına bir stoa inşa edilmiştir. Batıda ise sütunlu cadde, propylon ve nymphaeum gibi yapılar bulunmaktadır.”[7] Kaynak: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi.


Kütüphane kalıntılarına bakarak hayıflanmamak elde değil. Bugün Bucak, Burdur, Isparta ve Antalya başta olmak üzere tüm Akdeniz bölgesinde böylesine görkemli bir kütüphane binasının  olmadığını söylesek her halde abartmış olmayız. Bu ne okuma aşkıdır? Bu kütüphaneyi yapan idare nasıl bir parametreye sahiptir? Prof. Jale İnan her halde bu konuda bir şeyler söyleyebilecek yetkililerden biridir. Antik kentlerdeki kamu binaları arasında kütüphane önemli bir yer tutuyordu. Bu da İnan’ın kazı raporunu okumanın çok isabetli olacağı fikrini bana verdi. Sanırım Jale Hoca bir makale ile kazı raporunu özetlemiş. Bu makale de Türk Arkeoloji Dergisi’nde yayınlanmış.


 Kütüphane binasının sol tarafında antik tiyatro bulunuyor. Yapının inşaatının tamamlanmadığı bildiriliyor. Küçük bir tiyatro esasında. Tiyatronun taşları sağa sola saçılmış. Sütunlar, heykel kaideleri, kabartmalar ortada duruyor. Kabartmalardan biri fazla hasar görmemiş. Müze yetkilileri bu kabartmayı neden almadılar anlamadım doğrusu.
Yavaş yavaş hava kararmaya başlıyor. Dönüş zamanı yaklaşıyor. Oysa antik kenti daha etraflıca gezme fırsatım olmadı. Bir sonraki ziyaretimde büyük bir olasılıkla buraya daha erken gelmeye çalışacağım.   



Kremna kaynakçası:
·         Arundell, F. V. J. (1834), Discoveries In Asia Minor. Including A Description Of The. Ruins Of Several Ancient Cities And Especially Antioch of Pisidia, London.
·         Aulock, H. Von (1979), Münzen und Städte Pisidiens II, Istanbuler Mitteilungen-Beiheft 22, Tübingen.
·         Bean, George E. (1970), “Kitabeler”, Türk Arkeoloji Dergisi 19-2, 99-102.
·         Davis, Edwin John (1874), Anatolica; or, The Journal of a Visit to Some of the Ancient Ruined Cities of Caria, Phrygia, Lycia, and Pisidia, London.
·         Dörtlük, Kayhan (1976), “Keraitae Araştırma Raporu”, Türk Arkeoloji Dergisi, 23-1, 17-23.
·         Dörtlük, Kayhan (1988), “İlk Keraitai Yazıtı”, Türk Arkeoloji Dergisi 27, 69-71.
·         Hirschfeld, G. (1879), Monatsbericht der Königlich Preussischen Akademie der Wissenschaften zu Berlin, Berlin.
·         Horsley, Gerald, R. H. - Mitchell, Stephen (2000), The inscriptions of Central Pisidia, Inschriften
·         griechischer Städte aus Kleinasien, Bd. 57, Bonn.
·         Horsley, Gerald, R. H. (1987), “Inscriptions from the So-Called “Library at Cremna”, Anatolian Studies 37,49-80.
·         İnan, Jale (1970), “Kremna Kazısı Raporu”, Türk Arkeoloji Dergisi 19. 2, 51-99.
·         Köker, Hüseyin (2011), “Küçük Bir Keraeitai Definesi”, Özsait Armağanı: Mehmet ve Nesrin Özsait Onuruna Sunulan Makaleler, (Edt. Hamdi Şahin – Erkan Konyar – Gürkan Ergin), 287-292.
·         Köker, Hüseyin (2007) “Sikkeler Işığında Kremna Kenti Tanrıları”, 1. Burdur Sempozyumu, Cilt 1, (Ed.Gökay Yıldız – Zeki Yıldırım – Şevkiye Kazan), Burdur, 677-682.
·         Levich, Barbara (1967), Roman Coloies in Southern Asia Minor, Oxford.
·         Metin, Hüseyin –Polat Becks, B. Ayça – Becks, Ralf (2014), Kremna ve Çevresi Yüzey Araştırması 2013,ANMED 12, 171-178.
·         Mitchell, Stephen - Waelkens, Marc (1987), “Sagalassos and Cremna 1986”, Anatolian Studies 37, 37-47.
·         Mitchell, Stephen - Waelkens, Marc (1988), “Cremna and Sagalassos 1987”, Anatolian Studies 38, 53-65.
·         Mitchell, Stephen (1987a), “Cremna ve Sagalassos Çalışması 1985”, 4. AST, 167-170.
·         Mitchell, Stephen (1987b), “Cremna Araştırmaları”, 5. AST- I, 257-263.
·         Mitchell, Stephen –Cüceren, İlhan (1994), “1993 Yılı Pisidia Yüzey Araştırmaları”, 12. AST, 497-512.
·         Mitchell, Stephen, (1991), “Hellenization of Pisidia”, Mediterranean Archaeology 4, 119-145.
·         Niemann, George - Petersen E. - Lanckoronski, Karl Grafen (1892), Staedte Pamphyliens und Pisidiens. (2-Pisidien) Leipzig.
·         Owens, Eddie (1991), “The Cremna Aqueduct And Water Supply System”, Greece - Rome, Vol. 38, 41-59.
·         Öztürk, Hüseyin Sami (2009), “MÖ III. Yüzyıldan M.Ö. I. Yüzyılın Başlarına Kadar Doğu Akdeniz ve Küçük Asya’nın Güney Kıyılarında Korsanlık/Haydutluk”, Ancient History, Numismatics and Epigraphy in the Mediterranean World. Studies in memory of Clemens E. Bosch and Sabahat Atlan and in honour of Nezahat Baydur, İstanbul, 299-308.
·         Perkins, J. B. Ward - Ballance, M. H. – Reynolds, J. M. (1958), “The Forum and Basilica at Cremna”, BSR,Vol. 26, 167-174.Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl: 6 Sayı:11 2014 Güz (s. 1-27
·         Sterret, J. R. Sitlington (1888), The Wolfe Expedition to Asia Minor, Papers of the American School of Classical Studies at Athens III 1884/5 publ, Boston.
·         Strabon, (2005), Antik Anadolu Coğrafyası, Çev. Adnan Pekman, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul.    


[1] Prof.Bilge UMAR Kra-(u)mna yani “Doruk kenti”anlamına geldiğini söylüyor. Gerçekten de kent ,altından geçen Aksu çayının vadisine egemen bir tepede kurulu. Bana uçurum yaklaşımı daha doğru geliyor. Bölgenin topoğrafik yapısı da bunu ispatlıyor. 
[2] Antik kenti soyanlar arasında kimler yok kimler. Onlara da ilerde değineceğim.
[3] Strabon, Antik Anadolu Coğrafyası, çev. Prof. Dr. Adnan Pekman, Arkeoloji ve Sanat Yayınları. İstanbul 1993,  s.51.
[4] Artemidorus of Ephesus was a Greek geographer, who flourished around 100 BC. His work in eleven books is often quoted by Strabo, but only fragments of the work exist.
[5] Yılmaz, Yaşar, Anadolu’nun Gözyaşları, YEM yayın, İstanbul, 2015
[6] Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü. Tlf: 0248 2133158, email: hmetin@mehmetakif.edu.tr.

5 Kas 2017

Eğin’in kapı tokmakları





Kadim Anadolu mimarisinin en önemli öğelerinden biri de kapılardır. Kapıların kilitleri, tokmakları ve diğer aksesuarları çok ilgi çekici metal semboller ihtiva eder. Eğin evlerinin de o yöreye özgü kapıları ve kapı aksesuarları var. Demirin döküm ya da yaprak halinde   şekiller verilerek kapı aksesuarları haline getirilmesi çok eski bir sanat.


Kapı tokmakları  kartal, kuş, yılan gibi hayvan motifleri, mitolojik figürler ; ejderha, insan ve medusa, vb. , soyut semboller, bitki motifleri, geometrik desenler de yaygın olarak kullanılan konular olmuştur.  Kapı aksesuarları kadim bir gelenek olması itibariyle Urartu krallıkları döneminden bu yana kullanılmaktadır. Örneğin Urartu’da en yaygın kapı sembolü “yılan” sembolüydü. Sembol ve figürler zaman içerisinde değişime uğramış  Müslümanlığın yayılışından sonra  kuş, ejderha ve  insan figürleri  azalmaya başlamış bir süre sonra da yok olarak yerlerini soyut geometrik  şekillere, halkalara, oval ve yuvarlak formlara bırakmışlardır.

Eğin sokaklarında yürürken konakların kapıları dikkat çekiyor. Merak uyandırıyor. Gezdiğim gördüğüm Anadolu kasabalarında kapı süslemeleri hep dikkatimi çekmiştir. Bir gün bu konuyu derinlemesine inceleme arzusu her geçen gün artıyor. Toros köylerinde, Anamas havzasında, Kula’da, Ayvalık’ta, Safranbolu’da kapı aksesuarları incelemeye değer.

Eğin kapı tokmakları konusunda bir çalışma yapan Hacettepe Fen Fakültesi öğretim görevlisi Prof. Dr. Ali Demirsoy, Eğin kapı tokmakve aksesuarlarında  ortak mistik sembolün “yılan figürü” olduğunu ileri sürüyor.[1] Bandırma kuş cennetini kuran Ord. Prof. Dr. Curt Kosswig’in Eğin’i ziyareti sonrasında aldığı notlar ve fotoğrafların incelemesi sonunda ortaya çıkan “yılan” sembolünün ne anlama geldiği konusu oldukça tartışmalı. bana kalırsa Urartu geleneği devamı.  Restore edilmiş konakların kapılarında gördüğüm kapı aksesuarı replikalarında yılan figürünü ben göremedim. Görmek de çok zor. Yılana benzer bir figürü bulmak mümkün değil öte yandan yılanın başını, bir kesitini benzetmek mümkün. Zaten Prof. Dr. Ali Demirsoy  da makalesinde bunu anlatıyor.
Kapılar genellikle dört unsurdan oluşuyor: “şak şak”, “şıkkırik”, anahtar deliği ve kilit. Bu Anadolu’nun diğer kasabalarında gördüğüm kapılarda da aynı. Değişen bu unsurların metal aksamının farklılıkları.
Şak şak kapının üzerine konan tokmağa deniyor. Bu tokmak tok ses çıkarması için kapıya temas ettiği yere bir kalın bir metal parçası  yerleştirilir. Bir çok tipi vardır. En yaygın olanı kadın eli şeklinde olandır. Aşağıdaki fotoğrafta kısa bir inceleme yapalım. Bu tokmak ve şıkkırik deseni altta sekizgen bir çember etrafında şıkkırik, üstte de tokmak görünüyor. Boynuz gibi kıvrılan süsleme altta iki başlı bir yılanla bütünleniyor.

Alttaki fotoğrafta Asım Bey’in koleksiyonundan hanım eli biçimindeki tokmaklar görünüyor. Bu kapı mekanizmaları Müslüman evleri için mi geçerliydi. Tokmakları genel olarak erkekler kullandığına göre kadın eli nasıl oluyor? Bu kısım biraz araştırma gerektiriyor. Bu tok ses kapıya bir erkeğin vurduğunu gösterirdi. O vakit kapıyı bir erkeğin açması gerekirdi. Eğer daha tiz sesli olan şıkkırik vuruluyorsa o vakit kapıyı bir kadının çaldığı varsayılır ve kapıya bir kadın bakardı. Alışılmış olan usül buydu. Hıristiyan evlerde durum neydi, bu konuda bir bilgim yok.
Eğin bölgenin en zengin kasabalarından biri olması itibariyle varlıklı tüccarların konaklarının kapıları da gösterişli olmalıydı. Yakındaki maden kasabası Divriği ise demir işçiliğinin en fazla geliştiği yerlerden biriydi. üç yüz iki yüz öncesinden kalma kapılar elimizde olmadığı için kilit mekanizmalarını, kapı aksesuarlarını bilmiyoruz. Bugün gördüğümüz kapı aksesuarları en fazla yüz yıllık.


Yukarıdaki kapıya baktığımızda iki halka (şakkırik)  ve biri kopmuş iki şak şak görüyoruz. Şakşağın alt ucu bir kabaraya denk getirilerek tok bir ses çıkarması sağlanmış. Tüm mekanizma ise iki yılanın birbirine sarılmasıyla oluşmuş bir sembole dönüştürülmüş. Veya yine Eğin’de yaygın olarak kullanılan vazolu veya vazosuz çiçekler, yapraklar, çift kulplu geniş ağızlı vazo formları olarak da okunabilir.  Ayrıca alt tarafta iki anahtar deliği görülüyor. Bu çift anahtar deliği biri kısa gidişler diğeri uzun gidişler için olmak üzere iki kilit mekanizmasına bağlı. Bu çift kilit uygulaması bir çok yerde var. Kula, Divriği, Ormana, Ibradı gibi yaygın bir coğrafyada kullanılıyor. Aslında şakşak ve şakkırik uygulaması da sadece Eğin’de değil tüm Anadolu’da yaygın.


[1] “Tarihi ve mitolojiyi yaşatan kasaba”, Kemaliye Kültür ve kalkındırma derneği yayınları:

Arapgir Eğin Seyahati




Uzun zamandır görmeyi istediğim Anadolu’nun tam orta doğusuna -Fırat’a yani  Malatya Arapgir’e , Eğin Karanlık Kanyonu da kapsayan  FA-Foto Safari programına katıldım. Seyahat ağırlıklı olarak Fırat kıyılarında Arapgir dağ köylerinde çekim yapma amacıyla programlanmıştı. Uzun otomobil, traktör yolculukları, gece çekimleri, kanyonda ve Taş yolda uçurum kenarı çekimler de programın tadı tuzu çekirdeğiydi.
Bin kilometre yol kat ederek her bakımdan farklı bir iklime, çok sert bir coğrafyaya gidiyorsunuz. Gündüz ve gece arasındaki sıcaklık farkı neredeyse on beş, on sekiz derece, ormanları, su kaynakları  yok olmuş (tüketilmiş) 1200-1500 metrelik kıraç topraklarda, çoğunlukla  terk edilmiş dağ köylerinde çekim yapacağız.
Neresi bu Arapgir?
Kaymakamlığın web sitesinde Arapgir’in konumu şöyle veriliyor:
” İlçe, engebeli ve dağlık bir bölgeye sahiptir. Doğu Anadolu Bölgesinin batı kesiminde, Yukarı Fırat Bölümünde, Fırat Vadisinin batı yakasında, Malatya iline 114 km mesafede yer almaktadır. Arapgir’in toprakları doğuda Elazığ’ın batısında Sivas’ın Divriği, Malatya’nın Arguvan, kuzeyinde Erzincan’ın Kemaliye, Güneyde Elazığ’ın Baskil ve Keban ilçeleri ile çevrilidir. İlçe merkezinde rakım 1250 metredir. Yüzölçümü 964 km2’dir. 2016 Adrese Dayalı Nüfus Sistemine göre toplam nüfus 10.491 kişidir. İlçenin 63 Mahallesi bulunmaktadır.”[1]
Öncelikle İstanbul’dan Malatya’ya uçuyorsunuz. Bir saat yirmi dakika sürüyor. Daha sonra otomobille bir buçuk saat daha gidiyorsunuz. Yolların bazı bölümleri  keskin virajlarla dolu. Arapgir’de kalınacak yer olarak bizim tercihimiz belediyenin işlettiği Millet Han oldu. 1850 yılına tarihlenen kesme taş yapı, avlusu ve şadırvanıyla bölgesel mimari özellikleri taşıyormuş. Kültür bakanlığı tarafından 2009 yılında aslına uygun olarak restore ediliyor. İşletmesini de Arapgir Belediyesi yapıyor Millet Han’a benzer yapıları Arapgir’de bulamadık. Sanırım eski yapılar yıkılmış, restore edilmemiş. Öte yandan  Eğin’de restore edilen yapıları görünce bölge mimarisi hakkında bir fikrimiz oldu. Burada da “Hatıllı Ev” tabir edilen ve batı Anadoluda da görülen mimari tarzı yaygın.
Arapgir tarihi ile ilgili olarak verilen bilgiler yeterli değil. Belge niteliği taşıyan tüm eserler kayıp. Onar köyünde gördüğümüz bireysel bir girişimcinin topladığı birkaç eser dışında ortada fazla bir şey yok. Şehir müzesi de yok. Yine Onar köyü sınırları içerisinde bulunan mağaralardan birinde  Roma dönemine ait süvari ve at resimleri  bulunuyor.
Roma İmparatorluğu’nun doğu sınırı MÖ. 70 yılından itibaren Fırat nehri ile belirgindi. Fırat boyunca konuşlandırılan dört Roma lejyonu  bulunduğu kayıtlarda var. Bunlardan 12. Fulminata (Yun. Κεραυνοφόρος) adlı birliğin o zamanki adıyla “Melitene” de karargah kurduğu ama tam olarak nerede olduğu bilinmiyor. Tek bir mağarada bulunan at ve süvari resimlerinin yeterli bir kanıt olacağını sanmıyorum.

Anadolunun gizi çözülemeyen, gelecek kuşakların bulması gereken cevaplarla aydınlanacak tarihini oluşturan  konulardan biri de Melitene. Asur kraliçesi Semiramis’in kurduğu söylenen şehrin kalıntıları nerede? Ayrıca Asur kralı Semiramis’in bu şehri kurduğunu belgeleyen kanıt nerede? Bir Roma imparatorluk doğu sınır şehri olan Melitene’nin kamu yapılarının kitabeleri nerede? Neden bir tane bile Mithra veya Jüpiter  tapınağı kalıntısına rastlanmadı? Eski Arapgir’de Roma hamamaına benzer bir yapı göze çarpıyor, taş köprüler de sorular sorduruyor ama cevaplar göz doldurucu değil. Olsa olsa metoduyla tarih yazamayız. Yazılmamalı. Kimse de bu belgesiz tarihe güvenmemeli.
Anadolu kültür tarihinin kronolojisi buralar için de geçerli. Hitit dönemiyle başlayıp Osmanlı’ya kadar giden üç bin sene. Bazı kişiler buralarda on on iki bin yıldır “kültür” olduğunu ileri sürüyor. Belki doğrudur ama ortada yeterli belge yok. Varsa bile nerede olduğunu bilen yok. Hangi müzede sergileniyor bu belgeler? Arapgir’de müze yok. Müze kurmayı gerektirecek kadar belge de yok.  Bildiğim kadarıyla Malatya vilayeti sınırları içerisinde hiçbir yerde ne yüzey araştırması ne de kazı çalışması var. Vilayetin yayınladığı kalın kitabın içerisinde farklı yerlerde otuz kadar höyük fotoğrafı konmuş ama. Höyüklerin içinde ne var bilen yok.
Foto safari programımız kapsamında ilk gün Karanlık Kanyon, Taş yol ve Eğin var. Yoğun bir program. İkinci gün Arapgir dağ köylerine yöneliyoruz. Cemevleri çekimleri yapıyoruz. Son gün de Eski Arapgir’i fotoğraflayıp yol üzerindeki birkaç köyde çekim yaptıktan sonra havaalanına geçiyoruz. Kağıt üzerinde kolay gibi görünüyor ama her gün en az dört beş farklı yerde çekim yapılacak, ayrıca gece çekimleri de var. Dolunayda Fırat’ı çekmek istiyordum. Bir süre yer aradık sonunda onu da bulduk. İlk gece geç vakit yatağa girip erkenden kalkıp ikinci güne koşuşturduk. Havaalanına dönüşümüzde iki binin üzerinde fotoğrafla ve bağırsak enfeksiyonuyla geriye döndüğümü gördüm.
Şimdi oraları gördükten sonra öncelikle sağlıklı yiyecek konusunda çok daha dikkatli olmam gerektiğini anladım. Her ne kadar aynı ülke sınırları içerisinde olsa da yöresel olarak farklı bakterilerin cirit attığı bir bölgeye gidiyorsunuz. Yemek yenen yerlerde hijyen konularına pek dikkat edilmiyor. Çoğunlukla herkes evinde yediği için lokantacılık da pek gelişmemiş. İnsanlar yiyecek buldukları için kendilerini şanslı sayıyorlar. Hamur ağırlıklı  besleniliyor buralarda da. Yağ ve hamur. Et ve tavuk konusu biraz daha karmaşık. Şehir hayatı daha yeni yeni oluşuyor.

Öte yandan  bölge tarihini araştırmam gerektiğini de anladım. Eğer bölgeyle ilgili bir şeyler yazacaksam buna mecburum. Nihayetinde turist rehberi hazırlamıyoruz. Bölgenin fotoğrafını çekerken tarihi coğrafyasını, kültür katmanlarını da fotoğrafın içine yerleştirmeliyim. Nereden başlayacağımı da bilemiyorum. Sanırım en belirgin olandan Fırat nehrinden başlamak gerekiyor.
FIRAT her dinde kutsal kabul edilen bir nehir. Eski adlarıyla Medos, Perath, Euphrates ve  Ferat. Kutsal kitaplarda adı geçen bir nehir.  Tevrat’a ve İncil’e göre cennetin sınırlarını oluşturan dört nehirden biri. İslam efsanelerine göre nehir kuruyunca ortaya altından bir dağın çıkacağı inancı da var. Üzerine kurulan barajlarla kuruma noktasına çok yaklaşan Fırat’ dan geriye ne kalacağını düşünmek bile istemiyorum. Anladığım kadarıyla “Ferat”,  “Fırat” olarak Türkçeleştiriliyor.
Fırat aynı zamanda coğrafi bir sınır. Uzun yıllar boyunca da öyle olmuş. Doğu ile batının sınırı da denebilir. Roma lejyonları Fırat kıyılarına konuşlanıp Part[2] saldırılarını geçitlerde karşılamayı planlamışlar. MÖ. 95 yılında Part kralıyla anlaşma yapan ünlü Roma generali ve Kilikya Valisi Cornelius Sulla’nın anlaşma sonrası özellikle dağ geçitlerini kontrol altında tutmak için bölgede yerleşik bir lejyon bulundurduğunu biliyoruz. Malatya (Melitene) yakınlarında konuşlanan 12. Fulminata lejyonunun sınırları koruma görevi biliniyor.  Tomisa (Kömürhan), Armosata (Samsat), ve Zeugma (Birecik) adlı geçitler kervanların ve askeri birliklerin geçişi için çok önemliydi. Deniz taşımacılığının yeni yeni gelişmeye başladığı dönemlerde  Çin ve Hindistan kervan ticaret yollarının önemini vurgulamak açısından Arapgir bu yolların üzerinde bulunuyordu. “Guylan Khamosorian” bölgesinde kalıntıları bulunan antik Roma yolu “Harbuzik” bölgesine kadar izlenebiliyor. Toros dağlarında gördüğüm benzer antik yollardan hiç te farklı değil. Bu bölgede konuşlanan lejyonların daha kolay hareket etmesi ve kervanların daha emniyetli ilerlemesi amacıyla yapılan bu yollar hem ticaret hem de askeri amaçlara hizmet ediyor, genellikle de bölge valisi tarafından finanse ediliyordu. Bir çok yerde benzerlerini gördüğüm mil taşlarının bahçe dekorasyonunda kullanıldığına dair kuvvetli emareler de var.
Aşağıdaki harita  Roma İmparatorluğu’nun doğu sınırı ve lejyonları göstermektedir Kaynak: Parker 2000, 122
Roma imparatorluğu lejyonları MÖ. 188 yılındaki Apemeia Barışı[3] sonrasında tüm Anadolu’yu hakimiyet alanları ilan etmişler doğuda Kommagene, Ostrone ve Armenia krallıklarının sınırlarına dayanmışlardır. MÖ. 129 yılında kurulan Asya Eyaleti (Provinca Asia) sınırları Fırat’a kadar uzanıyordu.
Romalı generaller zaman zaman bu sınırları da zorlayarak Parth krallığı topraklarında askeri harekatlar yapmışlar, fakat hiçbir şekilde sınır kabul edilen Fırat’ı daha ileriye taşıyamamışlardır. Doğunun güçlü kralları Roma’yı tanımak istememişler sık sık kanlı mücadeleler Fırat kıyılarında yapılmıştır. Sulla Parth krallarıyla anlaşma yaptıktan sonra Malatya’da XII Fulminata, Samosta’da XVI. Flavia Firma ve Zeugma’da da IV Scythica lejyonlarını konuşlandırmışlardır. Bu lejyonların tuttukları kayıtlar bir ölçüde bu coğrafyanın da tarihi gerçeklerine ışık tutmaktadır.  Fırat nehri yüzyıllar boyunca krallıklar arasında sınır kabul edilmiştir. Roma imparatorluğu ve Parth Krallığı arasında yapılan anlaşmadan sonra lejyonlar çadır düzeninden garnizon düzenine geçerek şehirler oluşturmuşlardır. MS. Yüzüncü yıldan sonra Fırat nehri boyunca Zeugma en fazla gelişen Roma şehri olmuştur.
Şimdi biraz da Fırat’ın coğrafi özelliklerine değinelim. Fırat ve ana kolu Murat Suyu ilk olarak Doğu Anadolu’nun yüksek platosu ile Güneydoğu Toros Dağları’nın kuzeyi boyunca uzanan tektonik kökenli Palu, Altınova, Malatya Ovası gibi ovalar ve bunları birbirinden ayıran Keban gibi dar boğazlardan geçer. Daha sonra Malatya’nın doğusunda, Kömürhan’da Toroslar’ı geçen derin ve Malatya Ovası’ndan Kahta’ya kadar uzanan bir boğazı aştıktan sonra Kahta, Samsat ve Bozova düzlüklerini geçip, Birecik civarında daha küçük bir boğazı aşarak Karkamış’ta Suriye’ye ulaşır. Uzunluğu bin kilometreyi aşan Fırat Vadisi, görkemi ve özellikle Kömürhan Boğazı’ndaki coşkunluğuyla her zaman gezginleri, coğrafyacı ve kültür tarihçilerini etkilemiştir. Ancak artık eski Fırat yoktur.[4]
Neden yoktur? Suyu azaldığı için görkemini kaybetmiştir. Yüksek tepelerden aşağıya Fırat’a baktığınızda nehir yatağının beşte birini bile doldurmadığını görürsünüz.
Peki, nereye gitti bu Fırat’ın suyu?
Benim bildiğim Fırat üzerinde beş büyük HES var. Keban, Karakaya, Atatürk, Birecik ve Karkamış. Bu beş baraj Anadolu’nun elektrik ihtiyacının yüzde yetmişini karşılamaktadır. Böylesine stratejik öneme sahip olan Fırat’ın suyunu korumak için çevresel anlamda hiçbir önlem alınmadığı ortadadır.
Karanlık Kanyon bölgenin en önemli doğal hazinelerinden biridir. Özellikle medyada magazin haberleriyle yer alan ünlü Erzincan valisi Yazıcıoğlu’nun da denediği  “Bungee Jumping” beş yüz metreden yapılması açısından bir çok adrenalin tutkununun bölgeye çekmektedir. Bölgede faaliyet gösteren doğa dernekleri özellikle tanıtım için bu özelliği öne çıkarmaktadırlar. Bu mudur bölgenin esas özelliği?
Yine yapay olarak amacından saptırılmış bir tanıtım faaliyeti. Karanlık Kanyon’un bir doğa sever için daha farklı bir önemi olması gerekir. Her şeyden önce milyonlarca yılda oluşmuş bir tabiat harikası olması itibariyle bir çok disiplinin ilgisini çekiyor olmalı. Dokuz kilometre uzunluğunda 600 metre derinliğinde bir kanyon. Dünyanın falanca filanca uzun, derin gibi sıfatlar takılarak önemini artırmaya yönelik çabalar ne kadar lüzumsuz. Dünya kanyon sıralaması mı var yani? Her şeyi sıralamak neden? İşte orada duruyor. Gidip gör. Ne kadar kültürün varsa o kadar görebilirsin. Ne kadar kanyon gördüysen o kadar karşılaştırabilirsin. Senin beyninde oluşan ölçüt ne? Kanyonun derin yanaklarında  uçuşan yırtıcılar mı, kanyon etrafında oluşan endemik bitkiler mi? Kanyonu oluşturan akarsuyun (Burada Karasu)  debisi mi? Herkes farklı değerlendiriyor. “Base jump” adı verilen bir spor dalı daha var. Yüksek bir noktadan “yarasa paraşütü” ile atlanıyor ve süzülerek yere iniliyor. Burada kanyonda yapılan base jump atlayışları kanyonun iki yakasına gerilen bir halat üzerinden yapılıyormuş. THK’nin deli pilotlarından biri F-16’sı ile kanyona dalmış ve gerili halata takılmış. Halat kopmuş ama uçağa bir şey olmamış. Türkiye’de her tür delilik serbest. Uçuşa yasak bölgeye bir jet uçağı dalıp gösteriş yapabiliyor. Her şey abartılıyor aslında. Base jump’ın en unutulmazı hiç şüphesiz literatüre giren en deli sporcunun. Rus Valery Rozov’un 7220 metrelik Everest base jump atlayışıyla kıyaslandığında Karanlık Kanyon’un 600 metresi ne anlam ifade eder ki? Üstüne üstlük Rozov bu atlayışı Everest’e bir dağcı gibi tırmanarak gerçekleştiriyor. Helikopter marifetiyle değil.
Eğin Kanyonu, Karanlık Kanyon da adı verilen bu doğa harikasının  Kemaliye Kanyonu gibi isimlerle bilinen kanyon üzerine bazı inşaatların yapıldığı görülüyor. Öncelikle yol açıyorlar. Asfalt yol. Kanyonun kıyısından giden asfalt bir yol hangi amaçla açılır?
Akla Recep Yazıcıoğlu’nun Taş Yol’u tamamladıktan sonra bir sonra gelen vali tarafından dava edilmesini getiriyor. Bu yolu açmakla kanyona en büyük zararı verecek olan yerel dangalakları durduracak bir güç te yok. Eğin STK’larının büyük çapta kolay yoldan turizm geliri hevesinde olduğu düşünülürse, bu açılacak yeni asfalt yolla gelenlerin cepleri parayla dolu gelip paraları Eğin’e boşaltacağını düşünüyor olmalılar. Bu nasıl bir aymazlıktır? Gözleme kafası işte.
Kanyonda tekneyle gezilebiliyor. Belirli bir ücret karşılığında turistleri kanyonun aşağısından alıp yukarılarına kadar götürüp getiren tekneler var. Yukarıdan bakılınca tekneler görünmüyor bile. Söylendiğine göre yürüyüş parkurları da varmış ama işaretli değilmiş. Her şey bir oluşum içinde. Bir yandan tahrip edilen bir doğa, tahrip edilirken bunu paraya dönüştürmeye çalışan dangalak yerel idareciler. Eğin’deki durum diğer yerlerden farklı değil. Koruma amaçlı yapılmıyor hiçbir şey. Bilinçli ya da bilinçsizce tahrip ederek, zarar vererek dönüştürmeye çalışıyorlar.
Fotoğraf açısından ışığın değişiminin izlenmesi gerekiyor. Biz kanyona civar köylerinden birinden kiraladığımız traktörle yaklaşabildik. Aslında bana kalsa yürüyerek gitmek isterdim ama zamanımız kısıtlı. Bütün günümüz yok. Ancak bir iki saat kalabileceğimiz bir yer. Daha fazlasına zamanımız yok. Traktörün sahibi ve ailesi çok heyecanlı. Dönüşte köyün en yüksek yerine kurulu bir çardakta vadiye karşı birlikte öğle yemeği yiyeceğiz. Ekmek, peynir, zeytin bizden semaver, domates ve salatalık onlardan. Köhnü üzümümüz de var. Erzincan’dan gruba katılan iki gazeteci de  çiğ köfte ve sigara böreği getirmişler.
Mavi renkli gıcır gıcır bir traktörün römorkuna doluşuyoruz. On on iki kilometre gideceğiz. İnişli çıkışlı bodur meşe ağaçlarıyla dolu tarlalar arasından ilerliyoruz. Yoldaki kireç taşları ve iri kayalar sarsıntıya sebep oluyor. Bir sağa bir sola sallanarak, içimiz dışına çıkarak gidiyoruz. Kanyona dört yönden de yaklaşılabilir. Klasik rota bu traktörle gelip geri kalan üç kilometreyi yürüyerek varılan nokta. Biz kanyona öğleye doğru varıyoruz. Güneş ışıkları kanyonun batıya bakan yanını aydınlatıyor diğer yanı karanlık. Adı üstünde Karanlık Kanyon.
Base Jumping için gerilen çelik halatı görüyoruz. Metal bir anı plakası da var. Atlayışta düşüp ölen bir yabancı. Böylesine derin bir kanyonun fotoğrafı nasıl çekilir? Drone kullanılsa daha farklı olabilir ama benim açımdan bu milyonlarca yılda oluşmuş doğa şaheserini ne kadar olduğu gibi görebilsem o kadar iyi. Sarp kayaların yanaklarını oluşturduğu kanyon uzayıp gidiyor kilometrelerce. Bazı arkadaşlarımızı model olarak kullanarak çekimlerimizi yapıp istemeden de olsa dönüşe geçiyoruz.

[2] MÖ.240-MS. 250 yılları arasında İran’da hüküm süren krallık.
[3] Seleukos Kralı III. Antiokhos’un Roma güçlerine yenilmesi üzerine kabul edilen Apameia Barışı ile Anadolu’nun kapıları Roma lejyonlarına açılmıştır.
[4] Kaynak : Atlas Dergisi

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...