16 Tem 2017

Kaçkar Dağları

Kaçkar Altıparmak Dağları Ambar Buzul Gölü 3,100 metre:12 Ağustos 2016
Fotoğraf: Yavuz Çekirge , Fotomodel: Eylem Koç ;
Yukarıdaki fotoğraf benim için çok özel. Hani insanın nefesini kesen bir şeyler olur ya, büyülenmiş gibi; ne konuşabilirsin ne de hareket edebilirsin. İşte öyle bir zamandı bu fotoğrafın zamanı. O Kaçkar dağları’nın  büyüleyici  vahşi coğrafyasına  biraz da insan unsuru katmak adına Eylem Koç’tan fotomodellik yapmasını rica etti Faruk Akbaş.
İşte bu fotoğrafta uçurumun kenarında duran cesur kadın, gönüllü fotomodellik yapan fotoğrafçı yol arkadaşımız, Eylem Koç.  Karşıda  Ambar Gölü’nün arkasında  Marsis Dağları sisler arasından bize gülümsüyordu. Uzun bir tırmanıştan sonra  gölü daha iyi bir açıdan görebilmek için “kılçık” geçişi  yaptık. Yaklaştıkça heyecanımız arttı. Büyülü zamanlardı. Şimdi tam bir yıl sonra bu fotoğrafa bakarken o heyecanı hatırlıyorum. Neydi beni o kadar heyecanlandırıp büyüleyen?
En önemlisi o uçsuz bucaksız göz alabildiğince uzanıp giden dağlar, ovalar ve çanak içindeymiş gibi pırıl pırıl parlayan buzul gölü. İnsanın yüreğindeki tüm sıkıntıları alıp götüren bu genişlik, bu ferahlık bir sonsuzluk duygusunu, bir yaşam coşkusunu da birlikte getiriyor. Üç bin metrede irtifa sarhoşluğu içinde göğe doğru yükseliyorsunuz. Her şeyi görüyor, her şeyi duyuyor, her şeyi hissediyorsunuz. Beşparmak Dağları’nın kartallarının çığlıklarını da duyuyorsunuz. Dağın doruklarından aşağıya göle doğru süzülen kartalı izlerken ruhunuz kartalın kanatlarında uçuyor. Zaman duruyor işte orada. Zaman o kartalın kanatlarında göle doğru süzülüyor.

Bu gölün adını da “Ambar Gölü ” olarak belirlemişler. Kim veriyor bu adları? Neden Ambar? Neden Altıparmak Gölü değil, ya da Marsis Gölü değil. Farsça bir kelime anbar. Depo, mağaza anlamına geliyor. Böyle bir çanak içinde olan buzul göllerine halk arasında belki de su deposu anlamında ambar gölü deniyor olabilir.  Kaçkarlarda bir çok yerde var ambar gölleri. Verçenik , Kavron göllerine de alakasız isimler takılmış. Fotoğrafa baktığımızda Altıparmak dağlarından süzülen kar sularının toplandığı bir çukur gibi görünüyor. Zaten karların hepsi de henüz erimemiş durumda. Ağustos ayının neredeyse ortalarındayız ama hala kar var. Bir iki hafta sonra buralara yeniden kar yağmaya başlar. Zaten küresel ısınma öncesinde buraların buzul olma ihtimali de çok yüksek. Hiç erimeyen karların oluşturduğu belki de yirmi bin yaşında buzullar vardı buralarda. Canım Kaçkar buzullarından da geriye ne kaldı zaten?
Buzul göllerini bir çok yerde gördüm. Doyumsuz güzellikte göller. Yüzlerce göl var. Kışı ayrı, yazı ayrı hele baharları çok daha farklı . Bir çoğunda  endemik  bitkiler ve canlılar var. İnsan ayağının çok seyrek bastığı bu göllerde yaban hayatı hala endemik özelliklerini koruyabiliyor. Kırmızı benekli alabalıklar var. Göl kıyıları ender bulunan aralarında orkide türleri de bulunan binlerce tür çiçeklerle  kaplı.  Göller üç bin metrenin üzerine çıkıldığı zaman görünüyorlar.  Karçallar, Kaçkarlar, Sat Dağları, Cilo dağları, vb. Bunlar benim gördüklerim. Bir de görmediklerim var. Bir kaynaktan alıntı yaparak özetliyorum: Kaynak: http://vagondergi.com/turkiyedeki-buzul-golleri
Uludağ Buzul Gölleri ;
  • KaragölRakımı 2270 m
  • Kilimli Göl: 2330 m rakım,
  • Buzlugöl: Ağustos ayına kadar üzerinde buz kütleleri bulunur.

Kaçkar Dağları Buzul Gölleri:
Son yapılan araştırmaya göre üzerinde güncel buzulların da bulunduğu Kaçkar Dağları’nda, Rize’de 76, Artvin’de 25, Erzurum’da 13, Trabzon’da 9, Giresun’da 4, Gümüşhane’de 2 ve Bayburt’ta 1 buzul gölü belirlendi.
  • Deniz Gölü:
  • Libler Gölü:
  • Yedigöller: Kaçkar Dağlarının güneybatısında Verçenik Dağları üzerinde 3100 m. yükseklikte bulunurlar. Erzurum-Rize sınırında Çayırözü alanında yer alır.
  • Karagöl: Kaçkar Dağları’nın doğu kesimi olan Altıparmak Dağları üzerinde bulunan 14 buzul gölünün en büyüğüdür.
  • Kapılı Göller: Verçenik Dağları’nın eteklerinde, birbirine bağlı olan iki göl şeklindedir. Erzurum-Rize arasında dağların zirvelerindeki geçitlere “kapı” adı verilmesi nedeniyle bu isimle anılırlar.
  • At Göl: Gölde alabalık bulunur.
  • Şefkar Buzul Gölleri
Atlas Dergisi’nin de bu konuda çıkardığı bir kitap var: Aşağıda kitaptan bir haritayı buraya alıntı yaptım:  İnternet üzerinden de kitaba erişilebiliyor: http://www.atlasdergisi.com/arsiv/kitaplar/turkiye-goller-atlasi/3/30/1

“Türkiye’de başta Kaçkar Dağları olmak üzere;
  • Aladağlar,
  • Bolkar Dağları,
  • Munzur Dağları,
  • Uludağ,
  • Karagöl Dağı,
  • Süphan Dağı
  •  Cilo Dağları’nın  yüksek kesimlerinde çok sayıda buzul gölü bulunuyor.
Bunlar kimi zaman yanlışlıkla “krater gölü” olarak adlandırılıyor. Oysa Türkiye’de toplam krater gölü sayısı sadece 10 civarında. En çok buzul gölü Kaçkar Dağları’nda bulunuyor; burada yaklaşık 150 buzul gölü inci tanesi gibi diziliyor. Bunlar son buzul dönemindeki buzul hareketleri sonucu oluşmuş tatlı su gölleri. Soğuk dönemlerde aşağılara doğru hareket eden buzullar, ılıman dönemlerde eriyerek yükseklere çekilir; üzerinde hareket ettikleri zeminleri de örselerler. Bu hareketlerin yüzlerce yıl devam etmesi ile vadi tabanları yayvanlaşır ve yüksek kesimlerdeki bazı düzlüklerin aşınmasıyla derin çukurlar oluşur. Bu çukurların tabanı da killi malzemeyle dolarak su sızdırmaz hale gelir, çukurda zamanla su birikir ve göl oluşur. Bu göllerin büyük kısmı çok yüksekte olduğundan canlıya rastlanan örnekler çok azdır.
Daha alçak rakımlı göllere atılan alabalıkların yaşayabildiğine dair birkaç örnek biliniyor. Örneğin Verçenik Dağı civarındaki Atlı Göl’de alabalık bulunuyor. Bolkar Dağları’ndaki Çinili Göl ve Karagöl gibileri ise Toros kurbağası gibi tek nokta endemiği canlılara ev sahipliği yapıyor. Buzul göllerinin en yükseği Süphan Dağı’nın zirvesinde, yaklaşık 4 bin metrede. En büyük ve en derini ise Kaçkar Dağı’nın güneyinde yer alan Deniz Gölü; rakımı 3 bin 376 metre, derinliği yaklaşık 60 metre, çapı ise yaklaşık 150 metre. Orta Toroslar’da Aladağlar’da bulunan Yedigöller Platosu bir zamanlar buzul işgali altındaydı. Yüksek zirvelerin buzul örtüsü altında birer ada gibi göründüğü plato, zamanla şimdiki halini aldı ve buzullardan geriye yedi adet göl kaldı. Buzul gölleri, Türkiye’nin en temiz su kaynakları. Bu kaynaklara çok yakın gelecekte gereksinim duyabiliriz, bu nedenle mutlaka koruma altına alınmaları gerekiyor.”

 Cilo Buzulu Avaspi Gölü ve orkideler, Hakkari . Fotoğraf: Yavuz Çekirge 2015

Dadala Pansiyon’da ilk sabahım. Uyumak ne mümkün. Güneş doğmadan uyandım. Kameramı  tripodumu kapıp kendimi dışarı attım. tarih 12 Ağustos 2016. Bana arkadaşlık eden  dünya iyisi iki gerçek yayla köpeğiyle (Karabaş’la)  fotoğraf çekiyoruz. Bana poz vermek için ellerinden geleni yapıyorlar. Alışık olduklarından değil. İnsanlarla iletişim kurmayı çok iyi biliyorlar. Şimdiye kadar gördüğüm köpeklerden çok farklılar.Yaklaşmıyorlar.  Hep belli bir mesafeyi koruyorlar. Ben yürüyünce onlar da yürüyor, durunca onlar da duruyor. Şehirdeki sokak köpekleri hemen yanınıza yaklaşır yiyecek verip vermeyeceğinizi sizi koklayarak anlamaya çalışırlar. Bu yayla köpekleri hiç bir zaman mesafelerini bozmuyorlar. Yiyecek bile verseniz yaklaşmıyorlar. Yiyeceği bir yere bırakır uzaklaşırsanız o zaman yiyeceğe yaklaşıyorlar.  Pansiyonun yakınındaki tepeye yavaş yavaş tırmanıyoruz. Arkamızda muhteşem Altıparmak Dağları. Sarı çiğdem tarlaları arasından iki dostumla geçip tepeye tırmanıyoruz. Arka planda Dadala Pansiyonu’nun çatısı ve Altıparmak Dağları . Güneş bu dağları aşarak bize ulaşacak. O zaman sis başlayacak. Sis kayalıklara tırmanıp duracak, su gibi kaynayacak. Her dakika değişen bir coğrafya. Tam bir fotoğraf stüdyosu. Set, dekor ve ışık sürekli değişiyor.


2800 metrede Altıparmak dağları eteklerinde bulunan Dadala Pansiyon’da kalıyoruz. “Faruk Akbaş ile Machael” fotosafarisinin duraklarından biri de burasıydı. İki gece kalacağımız pansiyon çok etkileyici bir yer. Neden etkileyici?
Birincisi burası ıssızlığın tam ortasında 2800 metrede muazzam bir dağın, Altıparmak Dağı’nın eteklerinde bir pansiyon. Elektrik var. Elektriği yakındaki bir buzul deresine kurdukları mini HES’den sağlıyorlar. Su derdi hiç yok. Her yer su. Ama yakacak derdi var. Etrafta hiç ağaç, kuru bir dal bile yok. Yakacak odunu katırlarla Avusor üzerinden getiriyorlar.
İkincisi bir doğa tutkunu olarak insanı çıldırtıcı sürprizlerle dolu bir coğrafya. Nereden başlayayım? Çiçekler, böcekler, göller, dereler, otlar, kokular, yaban hayatı. Her yarım saatte bir değişen bir manzara. Sanki canlıymış gibi bir inen bir kalkan Karadenizlilerin tabiriyle duman yani sis. Vadinin derinliklerinden başlıyor gelmeye. Yavaş yavaş Altıparmak eteklerine kadar geliyor. Sonra geri çekiliyor. yarım saat sonra tekrar geliyor duman. Akşama kadar bu dekor değişimi devam ediyor. Time-Lapse çılgınlığı. Dadala yaylasında yürüyerek dolaşmak gerek. Her çıkılan tepede manzara değişiyor. Bir fotoğraf tutkunu için çıldırtıcı bir şey bu.
Avusor Yaylası’na kadar araçla geldikten sonra yükümüzü katırlara yükleyip yola koyulduk. Beş kilometrelik inişli çıkışlı bir yol. Zor mu, zor. Alışık ve antrenmanlı olduğum için bana kolay  diyebilirim. Ama doğa yürüyüşlerine aşina olmayanlar için çok zordu.  Çıkış onları bitirdi. Panikleyenler oldu.  2,300 metredeki Avusor yaylası’ndan beş yüz metre tırmanarak 2800 metrelerde bulunan Dadala Pansiyonu’na gidiyoruz. İlgilenenler için GPS koordinatları şöyle:
Yürüyüş tam üç buçuk  saat sürmüş. Sürekli çıkış olduğu için.  Sis bir geliyor bir gidiyor. Ağustos ayındayız ama yavaş yavaş sonbahara giriyor gibiyiz. Sürekli sis içinde yürümek de hiç kolay değil. Sis bir geliyor bir gidiyor. Bazen göz gözü görmüyor. Sisler sıyrılınca Altıparmak Dağları’nı görüyorum.
Bu “kuş uçmaz kervan geçmez” pansiyon dağcılar arasında oldukça popüler. Zirve yapmak isteyenler burada geceleyip ertesi gün tırmanışa geçiyorlarmış. Burası bir aile işletmesi. Lüks arayanların pek hoşlanacağı bir yer değil. Lüks denince ne anladığımıza da bağlı. Kaçkarlarda hiç bir pansiyonun “lüks” tanımına uygun olmadığını düşünüyorum. Doğada olmak istiyorsanız bazı fedakarlıklar yapmanız gerekiyor. Yemekler kötü olabilir, çarşaflar kirli olabilir, banyoda sıcak su  olmayabilir, vb. Aldırmayacaksınız. Eğer aldırıyorsanız, rahatsız oluyorsanız buralara gelmeyeceksiniz.
Alplerdeki; fransa, İtalya, Almanya, İsviçre, Avusturya şalelerinin standardını burada bulmak mümkün değil. Nokta.
Gece olunca başka bir dünyaya geçiş yapıyorsunuz. Yıldızlara gidiyorsunuz: Bizim bulunduğumuz dönemde meteor yağmurları vardı. parseid göktaşı yağmuru.



Perseid göktaşı yağmuru Swift-Tuttle kuyrukluyıldızının kalıntılarından oluşuyor.  Bu kuyrukluyıldız her 133 yılda bir Güneş etrafında bir tur atıyor. Bu sırada Güneş’e yakınlaşmasıyla geride bazı parçalarını bırakarak yörüngesi üzerinde bir enkaz yığını oluşturuyor.  Dünya’nın yörüngesinin bu kuyrukluyıldızın yörüngesiyle kesişmesi sonucunda bu enkaz yığınının içerisinden geçiyoruz. Aşağıdaki grafik bu oluşumu gösteriyor. Kaynak: http://www.kozmikanafor.com/perseid-goktasi-yagmuru-12-13-agustos/


Gece her şey değişiyor. Rüzgar duruyor, vadinin üzerine bir sessizlik çöküyor. Yıldızlar birer birer parlamaya başlıyor. Size o kadar yakınlar ki? Büyük şehirlerde hiç bir zaman görmediğiniz yıldızlar.

Göllerin Işıkları




“Önce karanlık vardı. Sonra ışık oldu.”
Kutsal metinler hep böyle başlar. Her şey karanlıkla başlar, sonra ışık gelir.
Karanlığın büyüsü eşsizdir. Öyle bir karmaşadır ki, ruhunuzda ne kadar korku varsa karanlığın içinden hepsi bir arada çıkıp gelirler.
Kaçacak yeriniz de yoktur.
Karanlığın karabasanı sizi sarmalar. Varoluşun sıkıntısıdır bu. Ontolojik gerçekleri düşünürsünüz.
Bir gölün kıyısında güneşin ilk ışıklarında “Theoria” kavramını düşünürsünüz.
Bu kıyılarda binlerce yıl önce yaşayan insanlar doğayı gözleyerek ontolojik gerçeklere varmaya çalışmışlardı.
“Her gecenin bir sabahı vardır.”
“Theoria, özgür, zorunlu olmayan, pratik hiçbir amaç gütmeyen, salt ve kuramsal (teorik) bir bilgi edinme’dir. Theoria, varlıkların, bizim için ne olduklarını değil, kendiliklerinde ne olduklarını (eşdeyişle, kosmos içinde varolan olarak ne olduklarını) söyler.”[1]
Doğayı gözlemleyerek varlık sorularına cevap aramak Ionya ve Kilikya felsefecilerinin uğraş alanı olmuştur.
Şimdi bu yaşlı gölün kıyısında karanlığın içinde elimde kamera ışığı bekliyorum. Beynimde kavramlar uçuşuyor:
Epistemoloji ve Ontoloji. Karanlığı nasıl oluyor da kavrıyorum? Işık karanlığı nasıl var ediyor?
Bu kavramların açılımı ne. Bildiğim Klasik Helence kadarıyla -loji son eki bir sistematiği belirtiyor. Geriye ne kalıyor?
 Epistemo-loji: ‘bildiğimizi (= var olanı) nasıl biliriz’ sorusu ile ilgilenir.
Onto- loji:  ‘var olan (= bilinen) nasıl vardır’ sorusu ile ilgilenir.
Felsefeye giriş derslerinde hep insanın beynini uyuşturan paradokslar vardır:
“Epistemoloji ve Ontoloji ayrımı analitik düşüncemizin bir soyutlamasıdır: Kavram, Varlıktan ayrı olduğu sanıldığında, olmayan Kavramdır — ve olmayan ise düşünülemeyendir. Varlık, Kavramdan ayrı olduğu sanıldığında, düşünülemeyen Varlıktır — ve düşünülemeyen ise olmayandır”
Sabaha karşı kıyılarına geldiğimiz gölün adı “Işıklı”. Pırıl pırıl parladığı için öyle bir isim verildiği söyleniyor. Gün doğumunda fotoğraf çekmek için buradayız. Ekim ayının sonu. Hava soğuk. Sıcak araçtan çıkıp ekim hazırlığı yapmak lazım. Kimsenin niyeti yok o ayaza çıkmaya. Zaten güneşin doğumuna daha iki saatten fazla zaman var.
Dışarı ilk çıkan ben oluyorum. Uyku tutmadı. Sıkıca giyinip kendimi dışarı atıyorum. Sırt çantamda her tür havaya karşı ekipmanım var. Eldiven, bere, wind-stopper ceketim. Nihayetinde burada kar yok. Ara katman polar giymeye gerek yok.  Göz gözü görmüyor dışarıda. Mecburen kafa lambamı yakıp yönümü ayarlıyorum. Gölün kıyısında bataklık olduğu söylendi. Dikkatli olmak gerek.  Ne kadar çok yıldız var. Acaba yıldız pozlama mı yapsam? Birkaç deneme yapmaya karar veriyorum. Nasıl olsa bol vaktim var. Bir bardak çay için neler vermezdim şimdi. Maalesef termos boş. Sıcak su doldurmadım. Büyük hata.
Karanlık insanın bilinç altını da ortaya çıkarıyor. Görüş mesafesi kısa. Netlik yok. Her nesnenin karaltısını başka nesnelere ya da canlılara benzetebilirsiniz. Karanlıkta kötü ruhlar olduğu söylenir hep. Kötü cinler, tekin olmayan varlıklar. Kötülük melekleri. Hep kötüyle eşleştirilir. Karanlıkların hiçbir kültürde iyiyle eşleştiğini duymadım.
Fırsat buldukça doğada kamp yapan biri olarak sizi karanlıktan ayıran ince bir çadırın yeterli olmadığını söylemeliyim. Doğada olmak başka şey, karanlıkta olmak daha başka. Yaban hayvanlarının çoğu geceleri koyu karanlıkta avlanmayı tercih ediyorlarmış. Kenya’da Mara nehri kıyısında çadırda ilk gecemi hiç unutmuyorum. Siyah Afrika o zaman çıkıyor karşınıza. Yerliler karanlığa karışıp saklanabiliyor ama siz bir beyaz olarak dikkat çekici bir avsınız. Çadırın içinde ormanın inanılmaz seslerini dinliyorsunuz. Aslında hayvan çığlıkları bunlar. Avcıların ve avların çığlıkları.  Binlerce Afrika canlısının çıkardığı seslerin muhteşem korosu. Uyumak ne mümkün. Güneş doğana kadar gözünüzü kırpmıyorsunuz. İşte orada karanlığın içinde bir av olmak işten bile değil. Dışarıda yanan kamp ateşi bizi vahşi hayvanlardan koruyor. Ateş başında da eli silahlı korucular var. Ne olur ne olmaz diye tedbir alınmış. En azından koruma altındasınız ama seslere engel olan bir şey yok. İşte uzakta bir aslanın kükremesi, bir maymunun çığlığı, bir filin homurtusu, çakalların ulumaları.
Burada bu gölün kıyısında yaban hayatı artık yok. Belki de binlerce yıl önce bu gölün kıyısına vahşi hayvanlar geliyordu. Şimdi domuz bile yok. İnsanlar görünürde avlanacak ne varsa avlamışlar. Sadece ihtiyaçları olduğundan değil. Yiyecek zincirinin önemli bir halkasını hiç çekinmeden koparıp alan cahil kitle şimdi de göldeki balıklara ve kuşlara yönelmişler. Buradaki karanlığın içinde vahşi hayvanların sesi duyulmuyor.
Bir süre sonra karanlığa alışan  gözlerim yavaş yavaş  nesneleri seçmeye başlıyor. Su, göl, ağaçlar, kayıklar, sazlıklar, tepeler. Gökyüzünde belli belirsiz bir turuncu ışık var şimdi. Güneşin ışıkları gökyüzünü yalıyor. Aydınlanıyoruz.
Heraklitos’un söylediği gibi :
“Her şey akar.”
Bu toprakların yetiştirmiş olduğu büyük filozoflar Miletoslu Thales, Anaksimandros, Anaksimenes ve Efesli Heraklitos.
“Önce logos vardı”
Logos sadece söz anlamında kullanılmıyor. Evrenin dengesi, düzeni kanunu anlamında kullanılıyor. Logos’u “söz” diye Türkçeleştirmek bu filozoflara büyük haksızlık olur.
İşte Herakleitos’un “Ateş” i belirmeye başlıyor. Gökyüzünü yalayan ateş yavaş yavaş yeryüzüne inecek, gölün suyuyla buluşacak.
“Her şey ateşten gelir, ateşe döner.”
MÖ. 535 yılında doğaya bakarak gözlem yapan Efesli Herakleitos’a nedense “karanlıklar filozofu” adı verilmiş. Her şeyi körü körüne kabul edip sorgulamayan insanlara öfkelenen Herakleitos’un dili de çok sivriymiş. Yazılarını anlamak çok zormuş. Oysa o her şeyin sorgulanmasını istiyordu. Bir insan her şeyi sorgulamalı, hiçbir şeyi sorgulamadan kabul etmemeli diye düşünüyordu.
Gölün yüzeyini yalayan güneşin ilk ışıkları çekim için aslında çok zaman bırakmıyor. Elimi çabuk tutmam gerekiyor. Karanlığın örttüğü her şey aydınlanıyor şimdi. Gölüm suları da “yanmaya” başladı. Ne kadar sürecek bu ateş? Sonra ateş yok olacak. Güneşin sular üzerindeki pırıltısı kalacak.
Her gölün ışığı farklı oluyor. “karagöl” adı verilen göller orman içinde yoğun ağaç nüfusu ve çeşitliliği varsa, yansımalar da doğal olarak ağaçların rengini alırsa “kara” tanımı yapıştırılıyor.
Işıklı gölünün etrafında hiç orman kalmamış. Yerli ahali ne var ne yok talan etmiş. Fotoğraf çekmek için çok fazla zamanımız yok. Gün doğumuyla yetinmek zorundayız.
Karanlıklardan çıkıp gölün turuncu parıltılarına bırakıyorum kendimi.
Işığın karanlığı yok edişini izlemek çok heyecan verici. Sanki perde perde kalkıyor karanlık. Karanlığın kapladığı yerler şimdi görülebiliyor. Bu gördüğüm şeyler hoşuma gidiyor mu?
Karanlığın örttüğü ambalaj atıkları gölün üstünde yüzüyor. Sigara paketleri, pet şişeler, teneke kutular, plastik yağ şişeleri, teneke parçaları, mobilya parçaları. Karanlığın içinden bunlar çıktı. Bu ambalajları oraya atanların da ortaya çıkmasını isterdim.
Göl kıyıları mangalcıların akınına uğruyor. Civar köylerde, kasabalarda oturan ahali tatil günlerinde arabaya doluşup göl ya da nehir  kıyılarına geliyorlar. Mangalda pişirdikleri etleri yiyor üstüne de karpuz ya da kavun yiyorlar. Etlerin ambalajları, meşrubat şişeleri ve diğer ambalajlar göle atılıyor. Gölün bu kadar büyük oranda bir kirlenmeyi kaldırması imkansız. Gölün canlıları kendilerine doğru atılan ambalaj atıklarını yemeye çalışıyorlar. Ama mümkün değil.
Fotoğraf çekerken bu atıkları kadrajın dışında bırakmak için çaba harcıyorum. Benimle o ambalajları göle boca edenler arasındaki farkı düşünüyorum. Farkı bulduğumu sanıyorum. Cevap yine aynı. Karanlık ve aydınlık. Herakleitos’dan bu yana değişmeyen insan tipi. Eğitilmeyen, eğitilmek istemeyen yığınlar. Her şeye körü körüne inanan, hiçbir şeyi sorgulamayan, düşünemeyen insan tipi.
Bu topraklarda nasıl olup ta bu karanlık insanların çoğaldığını düşünüyorum. Bu kadar mı farklı olunabilir?
Gökten gölün üzerine düşen turuncu ışıklar sararmaya başlıyor.


7 Tem 2017

Cerattepe

Doğa katliamları sürüyor.
Türkiye’nin en yeşil ve en ormanlık alanlarının bulunduğu Doğu Karadeniz ve Artvin bölgelerinde son yıllarda hızlanan doğa katliamlarına bir yenisi ekleniyor. Artvin Kafkasör yaylası maden ocaklarına teslim ediliyor. Son derece etkili siyasi destek alan kimi çevreler bölgede tahribata başlıyorlar. Trabzon ve  Rize yaylaları tahribatlarından sonra (Uzungöl, Ayder, yeşil yol, vb.)  sonra şimdi de sıra Artvin yaylalarına geldi. Aşağıda konuya ilk defa giriş yapacaklar için BBC Türkçe bölümünden Rengin Arslan’ın 23 Şubat 2016’da yayınlanan “Dokuz Soruda Cerattepe” adlı yazısını okumalarını tavsiye ederim: Tıklayın lütfen: http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/02/160223_dokuz_soruda_cerattepe
Yazıdan da anlaşılacağı gibi ;
“Cengiz Holding, Cerattepe’deki altın ve bakır madenin işletmesini, ruhsat sahibi Özaltın Şirketi’nden redevans anlaşması ile aldı. Böylece Cengiz Holding’e bağlı Eti Bakır A.Ş. buradaki çalışmalara başlamak için gerekli ilk adımı attı.”
Cengiz Holding kimdir?
Ekşi sözlükten okuyalım: “[…] Taksim düzenlemesi ve Gezi Parkına yapılması planlanan AVM’yle ilgili olarak adlarını duyduğumuz iki şirket, Cengiz Holding ve Kalyon Grubu da, AKP döneminin yükselen yıldızları arasında yer alıyorlar. Cengiz Holding’i, Hasankeyf’i sular altında bırakacak olan Ilı su barajı projesinden hatırlayanlar olabilir.”
“ARTVİN’in Kafkasör Yaylası Cerattepe Mevkii’nde madencilik faaliyetleri için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın, ‘Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) Olumlu’ raporunun yürütmesinin durdurulması ve iptali istemiyle açılan Türkiye’nin en büyük çevre davasında, Rize İdare Mahkemesi’nin, ‘Madencilik yapılabilir’ yönündeki kararı Danıştay tarafından onaylandı. Kararla Cerattepe Mevkii’ndeki madencilik faaliyetlerinin önü açılmış oldu. CHP’nin ‘Adalet Yürüyüşü’ne katılan Yeşil Artvin Derneği Başkanı Nur Neşe Karahan ile avukat Bedrettin Kalın da karara büyük tepki gösterdi. 
Cerattepe Bölgesi’ndeki madencilik faaliyeti için Rize İdare Mahkemesi’nce ‘ÇED olumlu’ kararı daha önce iptal edilen maden şirketi, 2 Haziran 2015’te yeniden ‘ÇED Olumlu’ kararı aldı. Bu gelişme üzerine harekete geçen Yeşil Artvin Derneği öncülüğündeki 751 kişi ve 61 avukat, 8 Temmuz 2015’te Rize İdare Mahkemesi’nde, ‘ÇED olumlu’ raporunun yürütmesinin durdurulması ve iptali istemiyle Türkiye’nin en büyük çevre davasını açtı. Mahkeme, bölgede 14 Mart 2016′ da bilirkişi heyeti ile inceleme yaptı. Mahkemeye ulaşan bilirkişi raporunda, yıllık 500 bin ton çıkartılacağı öngörülen cevherin kapalı kabinli teleferikle taşınması halinde çevreye zararlarının azalacağı ve ara katlı üretim yöntemi ile heyelan riski oluşmayacağı belirtildi. Rize İdare Mahkemesi, Cerattepe’deki madencilik faaliyetleri için tarafları son kez 19 Eylül 2016’da  dinledi.” Kaynak: DHA ,http://dha.com.tr/yurt/danistaydan-cerattepe-karari/haber-1535977
Artvin,  en son 16 Haziran referandumunda Anayasa değişikliğine HAYIR oyu veren illerimizden. Cerattepe davası da sanki Artvin’de mahkeme,  hakim ve savcı yokmuş gibi nedense Rize ‘de görülüyor. Bu davayı istediği mahkemeye sevk etme becerisini gösteren holding’in avukatını da kutlamak gerekir. Çok çalıştığı belli.
“Artvin’in 2016 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 8 İlçe, 9 belediye, bu belediyelerde 38 mahalle ve ayrıca 320 köyü vardır. Coğrafi ve kültürel yapısıyla Anadolu’nun diğer bölgelerinden keskin çizgilerle ayrılır. Yüzey şekilleri çok engebelidir. İklim çeşitliliği fazladır. İlin en önemli akarsuyu, 1956 yılına kadar adını veren Çoruh Nehridir. Artvin boğalarıyla meşhur bir il olup simgesi boğadır. Artvin il topraklarının yaklaşık %55’ini ormanlık alanlar kaplamıştır. Murgul’da bakır madeni vardır. Tarihte genellikle Livane ve Çoruh adıyla bilinir. Artvin il nüfusunu Gürcüler, Hemşinliler, Kıpçak Türkleri, Ahıska Türkleri ve Lazlar oluşturur. Millî parklarıyla ünlüdür. Şavşat ilçesinde bulunan Karagöl Sahara Millî Parkı içerisinde bulunan Şavşat-Karagöl ve Borçka-Karagöl görülmeye değerdir. Machael, Efeler-Gorgit yaylaları ve Tabiatı Koruma Alanları esas olmak üzere Camili yöresi Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü tarafından biyosfer rezerv alanı olarak belirlenen Türkiye’deki tek bölgedir ve bir dünya mirası olarak görülmektedir.”
Böylesine değerli bir doğal alanı riske atan bu kararla Danıştay hakimleri sorumluluğu üstlerine almış bulunuyorlar. Türkiye Ormancılar Derneği’nin konuyla alakalı olarak yayınladığı dört sayfalık bir broşürde risklerin ne olduğu açıkça ifade ediliyor. Meraklı okuyucu vereceğim linki tıklayarak broşürü okuyabilir. Tıklayınız: http://www.ormancilardernegi.org/dosyalar/files/Artvin_cerattep.pdf 
Broşürün sonunda yer alan iki soruyla bitirelim bu yazıyı:
  • ONCA BİLİMSEL RAPORA VE MAHKEME KARARLARINA VE
    HEPSİNDEN ÖNEMLİSİ ARTVİN HALKININ İSTEMEMESİNE RAĞMEN
    BU İNAT NEDEN ?
  • ORMANI HİÇE SAYMAK, YABAN HAYATINI YOK SAYMAK, MİLLİ
    PARKI YOK SAYMAK DOĞANIN KANUNLARINA BU KADAR AYKIRI
    DAVRANMAK NEDEN ?
Ben Artvin’in muhteşem doğasında dağlarda ve yaylalarda yürüdüm, soğuk sularından içtim, dünya iyisi halkıyla  kuzine başında çay içip sohbet ettim. Bu fotoğraf da Karçallar sıradağlarında 3450 metredeki buzul göllerine hakim olan Ziyarettepe’de 8 Ağustos 2016 tarihinde çekildi.  Bakalım bizden sonraki nesiller bunu yaşayabilecek mi? 

Dağlık Kilikya -(Kilikia Trakheia)

Taşeli Platosu ya da diğer antik dönemdeki adıyla Dağlık Kilikya, ( Kilikia Trakheia) belki de Anadolu’nun en tenha, keşfedilmemiş yörelerinden biri. Heybetli dağlar, yemyeşil sulak yaylalar ve vadiler arasına saklanmış  göller her gezginin (trekkingcinin) rüyası. İki bin metredeki platoda en az on karstik göl, tırmanmak için Geyik dağları üzerinde yüzlerce zirve var.



Taşeli  adı verilen  bölge yukarıdaki haritada da görüldüğü gibi Antalya’nın doğusunda, Anamur’un kuzeyinde ve Silifke’nin batısında yer alan bölge olarak tanımlanıyor. haritada da görüldüğü gibi muhteşem Göksu (Calycadnos) nehrinin kollarının doğduğu dağlar Geyik Dağları platoyu  ortadan ikiye bölüyor. Yaklaşık 1500-2000 metre arasında değişen yükseklik kışları yoğun kar yağışı  yazları ise serin bir iklim gösterir. Her coğrafya kitabında bulunabilecek bilgiler özetle şöyledir: 
” Akdeniz bölgesinin iki önemli platosu Taşeli Platosu  ve Teke Platosu’dur. Bu platolar  Karstik oluşumlu platolardır. Maki ve Kızılçamlar yaygınlıkla görülen bitki örtüsüdür. Arazinin kalkerli oluşu , su tutmayışı nedeniyle tarımsal faaliyetler çok sınırlıdır. Başlıca ekonomik faaliyetler : Kıl keçisi yetiştiriciliği , Ormancılık ve Arıcılıktır. Nufus oldukça seyrektir. “
Karların erimesi temmuz ayının sonlarına kadar sürer. 21 Mayıs 2017 tarihinde ziyaret ettiğim bu bölgeye bir ay sonra yeniden geldim. Değişim inanılmaz. Taşeli Platosunda bahar adlı yazımda bölgeyle ilgili bir çok bilgi vermiştim. Meraklı okuyucu verdiğim linki tıklarsa  daha fazla bilgi saibi olabilir. http://www.yavuzcekirge.com/?p=6764
Bölgedeki dağların adlarını saymak kolay değil. En bilineni  Geyik dağı (Giği dağı) 2887 m.  daha sonra Barçın dağı, Karaçal dağı, Delidağ, Papaz dağı, Köse dağ, Musa dağı, Kelce dağ ve Tekelik dağ, vb. gibi dağları sayabiliyoruz. Bu dağlar grup halinde Batı Toros Dağları diye bilinen sıradağları oluşturuyor. Geyik Dağları da Torosların bir parçası.    Taşeli platosuna  asfalt bir yoldan geliniyor. Antalya-Konya karayolundan  Gündoğmuş ilçesine sapıyor sonra Pembelik, Gelisandra yaylası, Susam Beli üzerinden Karın Gölü geçildikten sonra Eğri Göl yaylalarına ulaşılıyor. Buralara  “Yedi Kaza Yaylaları” diyenleri de duydum. Meraklı okuyucu dilerse aşağıdaki kitapçığı indirip okuyabilir:
Bölgede en tanınmış  yer Eğri Göl. Bence yolu asfalt olduğu için mangalcılar arasında  çok popüler.  Eskiden deve kervanlarının geçtiği bu yollar şimdi asfalt. Yaylacılar da artık atlarla, öküzlerle taşınmıyor buralara. 4X4 her markadan lüks araçları olan yaylacılar aslında hayvancılıkla da uğraşmıyor. Şehirlerde çalışıyorlar yaylaları da yazlık olarak kullanıyorlar. Eski “yaylacı”  halk yok olmuş. Eğri Göl şimdilerde günübirlik mangalcıların balık tutarak, silah ve çöp atarak günlerini geçirdikleri bir piknik alanı. Bırakılan çöp dağlarını toplayan bir kamu kuruluşu da yok. Yöre halkının doğayı kirletme özelliği onların farkında olmadıkları bir şey. Her çöpü dışarıya atıyorlar. Hiç düşünmeden. İkaz edince de kızıp kavga çıkarıyorlar. 
Bölgedeki göllerin adları konusunda da farklı görüşler var. Küllü Gölü, Cemalanı Gölü,. Karın Gölü, Duruca Gölü ve özellikle Nisan Mayıs ayında karların erimesiyle oluşan ama yazın kuruyan göller var. Vadilerde menderesler oluşturan kar suları ve sarı çiğdemler, yabani laleler, dağ sümbülleri görsel bir şölene dönüyor. 21 Mayıs’da buralara geldiğimde aşağıdaki fotoğrafı çekmiştim. Karların erimesinden oluşan sular yaylada menderesler oluşturmuştu. 
Andost Grubu ile Cemal Ertugay rehberliğinde Eğri Göl’de kamp yapmak üzere yola çıkıyoruz. Ramazan Bayramının ikinci ve üçüncü gününü burada geçireceğiz. Programa göre ilk durak  bölgede “Uçan Su” olarak bilinen şelaleler. Çündere Şelalesi olarak da biliniyor. Daha sonra göl kıyısında kamp kurulacak. Dileyenler Giği Dağı zirve çıkışı yapacak daha sonra da platonun diğer gölleri ziyaret edilecek. Bu göllerin harita üzerindeki görünümü rehberimiz Cemal Ertugay tarafından hazırlandı. Yine de yayla yolları çok karmaşık. Gölleri bulmak hiç de kolay olmadı.  Bölgede arıcılık yapan kişilerin tarifleri de her zaman doğru çıkmıyor. Ama serde kaşiflik var. haritada da görüldüğü gibi göller orada duruyor. Vadiler arasında geçiş sağlayan yolların hepsi güvenli değil. Bu bölgeyi etraflıca keşfetmek için en az iki gün gerekli. Yaylalarda çadır kurup yürüyerek keşfetmek gerekli. Ama çadır kurmak ne kadar güvenli?   
Harita: Cemal Ertugay

Şelale yolu çok dar ve virajlı. Vadinin dibine kadar inmek gerekiyor. Sıcak ve nemli havada bu döne döne iniş hiç kolay değil. Bindiğimiz minibüs zorlana zorlana iniyor. Şelale yolunda yoğun bir mangalcı trafiği var. Mangalcıların gözde mekanları arasında gelen Çündere şelalesi yolu zaten tek bir arabanın zorla geçeceği kadar dar. İki araba yan yana geçmek için epey git gel yapılıyor. Minibüsten inip yürüyoruz. Kalabalık olduğumuzu gören sürücüler de bize yol veriyor. Zar zor da olsa şelaleye kadar gidiyoruz. Aman tanrım. Mahşer yeri gibi. Suya karpuzlar, kavunlar meşrubat şişeleri atılmış. Çocuklar kumda oynuyor. Testesteron yüklü gençlik şelale yanında çeşitli atraksiyonlar peşinde. Tesettürlü kadınlar yüzleri pancar gibi kızarmış, ter içinde o sıcakta üstlerinde uzun giysilerle ofur pofur yemek hazırlıyor. Onların suya girme hakkı yok. İki tesettürlü genç kız boylarından uzun başörtüleriyle selfi çekme telaşında. Bir türlü istedikleri fotoğrafı çekemiyorlar. Yüzleri görünmüyor. Taş çatlasa on beş on altı yaşında çocuklar bunlar. O kalın örtülerin içine hapsolmuşlar. Bölgede ağır bir taassup havası seziliyor. Bunlar dini gerekçelerle tesettüre girmiş kadınlar. Bu bölgede Süleymancılar Tarikatının aktif olduğunu söylüyorlar. Gözlerimizle gördük. Doğru. 
Gündoğmuş ilçesinde öğle yemeği molasında tüm lokantalar kapalıydı. Mecburen Süleymancılar Yurtları Vakfının “Kermes” adı altında yaptığı organizasyonun yiyecek bölümünde karnımız doyurduk. Kermes deniyor ama sadece yiyecek ve içecek vardı. Ev yapımı tatlılar, kavurma, dürüm, köfte, dondurma, meşrubat. Başarılı bir organizasyon. Süleymancılar Vakfını tanımıyorum ama döndükten sonra araştırdım. Binden fazla yurt sahibi olan bu vakfın hikayesini İsmail Saymaz’ın Hürriyet ‘te yayınlanan makalesinden okuyabiliriz. Meraklı okuyucu linki tıklayarak okuyabilir. http://www.hurriyet.com.tr/kurslar-ve-yurtlar-imparatorlugu-suleymancilar-40303192

Kısa bir şelale ziyaretinden sonra aynı virajlı yoldan geriye dönüp Eğri Göl’de günübirlik mangalcıların çöpleriyle ve silah sesleriyle kirlettikleri yerlerden uzağa bir yere kamp kurduk. Yine de sabaha kadar silah atışlarını  ve motorsiklet gürültülerini duyduk. Akşam saatlerinde günü birlik mangalcılar birer birer toparlanıp gittiler. Tüm vadi bize kaldı desek yeridir. Göl kıyısında çadırlar görmüştük. Onlardan uzak durmakta fayda var. Çünkü içki içip içip silahlarla havaya ateş ediyorlar. Bir serseri kurşuna kurban gitmek işten bile değil. 
Bu bölgemin insanında nedense silaha karşı büyük bir bir merak var. Acaba bu merak nereden geliyor? Kilikyalılar antik çağın en acımasız korsanlarıydı ve bu dağlarda saklanıyorlardı. Yöre halkına sorarsanız:  “Yeğenim buralara Yedi Kaza Yaylaları derler, Taşeli Platosu derler, Geyik Platosu derler… ” diye başlarlar. Her şey bir kaos’dur buralarda. Kavramlar, adlar birbirine karışır. neyin ne olduğunu tam olarak bulamazsınız. Yol sorduğunuza pişman olursunuz. Kimse bir şey bilmez ama bilirmiş gibi konuşur. Küllü Göl’ü sorarsınız sizi Duruca Göl’üne gönderirler. Cemalanı yerine “Buralara cemalin yeri derler,” diye Aleviliğini gizlemek isteyen tahtacılara da rastlarsınız.  Biraz daha bilgili birine sorarsanız iyi bir cevap ta alabilirsiniz:
“Yedi Kaza Yaylaları denmesinin nedeni ise yakın zamana kadar Hadim, Manavgat, Alanya, Akseki, Gündoğmuş, Bozkır, Gazipaşa kazalarının ortasında olmasından. Şimdi sanırım 3-4 yeni ilçe daha var civarında. Yani 11 kaza yaylaları olmuş şimdilerde.”

Kamp ateşimiz göl kıyısında yandığında çok farklı bir boyuta geçtik. Alacakaranlıkta ıssız vadilerin yumuşak tepelerine vuran kızıllık tam bir doğa şöleni gibi idi. Yıldızlar teker teker çıkarken ateşte ızgara yaptığımız köfteleri sucukları yedik. Gece ilerledikçe de serinlik arttı. Şansımız varmış. Rüzgar yoktu. Kamp ateşinin etrafında gökteki yıldızların büyüsüne kapılmış bir haldeyiz. Astronomiye aşina olanlar tanıdıkları yıldızları tarif ediyorlar. O kadar çok yıldız var ki. Cep telefonuma onlarca astronomi programı indirdim. Hiç birinden verim alamadım. Ücretsiz programlar aslında bir aldatmaca. Daha sonra “upgrade” tacizi başlıyor.  Fotoğrafçıların kullandığı Photopills’i satın almaya karar veriyorum. Ama ne fayda programı öğrenene kadar çok vakit geçecek. Hiç de “user friendly” değil. Eğitim videoları İngilizcesi çok zor anlaşılan biri tarafından yapılmış. Anlaşılmıyor. para verdik ama başımıza iş aldık anlaşılan.   

 

 Benim için en büyük keşif Gelisandra Yaylası, Susam Beli istikametinden Konya’ya kadar giden Via Sebaste’nin bir kolu olan döşeme yolun bir parçasını idi. İki bin yıl önce yapılmış olan bu yol olduğu gibi duruyor. Bir mucize gibi. Ama korumasız. Bu güne kadar yok olmamasının  nedeni çok açık. Kim o sarp kayalıklara yol açmayı düşünür ki?

Via Sebaste üzerinde çok araştırma yaptım. Bu iki bin  yıllık yol ağı Romalı konsüller tarafından askeri amaçla Kilikya korsanlarına karşı savaşmak için yapılmış. Bu antik yolun  bozulmadan günümüze kalan bir parçası üzerinde yürümek beni çok heyecanlandırdı. Susam Beli’nin sarp kayalıkları arasında iki bin yıldır öylesine duran bu yol aslında bir hazine. “Via Sebaste” adı verilen antik Roma yolunun kırk sene imparatorluk yapan Augustus (Octavious) tarafından özellikle Kilikyalı korsanlarla mücadele etmek amacıyla inşa edildiği mil taşlarındaki yazılardan anlaşılıyor. Lykia , Pissidia ve Pamphylia şehirleri başta olmak üzere Güney ve Güney Doğu şehirlerini birbirine bağlayan stratejik öneme sahip yolun mil taşlarını deşifre eden arkeologlar bir yerde bölgenin tarihini de anlatıyorlar. daha fazla bilgi edinmek isteyenler için link:


Kamp kurduğumuz yer, Eğri Göl’ün Güney Batı tarafında gölden bir kilometre uzaklıktaki otluk alandaydı.  On beş kişilik bir grup. Gölün bu nispeten tenha tarafında Geyik dağları’na karşı kamp kurduk. Yakında bir çeşme de vardı. Karanlık yavaş yavaş çökerken vadinin bir başka güzelliği ortaya çıkıyordu.
Bütün gece insanı çıldırtacak kadar yakınınıza gelen yıldızların büyüsüne kapılıp uykusuz kalabilirsiniz. Yıldız pozlama, Samanyolu fotoğrafları çekme niyetindeydim ama teknik donanım eksikliğinden ötürü çekemedim. Artık bir daha ki sefere.
Fotoğraf : Cemal Ertugay

Yazı ve fotoğraflar:
© Copyright, 2017 Yavuz Çekirge. All Rights Reserved
 dağlık Kilikya 

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...