5 Kas 2017

Eğin’in kapı tokmakları





Kadim Anadolu mimarisinin en önemli öğelerinden biri de kapılardır. Kapıların kilitleri, tokmakları ve diğer aksesuarları çok ilgi çekici metal semboller ihtiva eder. Eğin evlerinin de o yöreye özgü kapıları ve kapı aksesuarları var. Demirin döküm ya da yaprak halinde   şekiller verilerek kapı aksesuarları haline getirilmesi çok eski bir sanat.


Kapı tokmakları  kartal, kuş, yılan gibi hayvan motifleri, mitolojik figürler ; ejderha, insan ve medusa, vb. , soyut semboller, bitki motifleri, geometrik desenler de yaygın olarak kullanılan konular olmuştur.  Kapı aksesuarları kadim bir gelenek olması itibariyle Urartu krallıkları döneminden bu yana kullanılmaktadır. Örneğin Urartu’da en yaygın kapı sembolü “yılan” sembolüydü. Sembol ve figürler zaman içerisinde değişime uğramış  Müslümanlığın yayılışından sonra  kuş, ejderha ve  insan figürleri  azalmaya başlamış bir süre sonra da yok olarak yerlerini soyut geometrik  şekillere, halkalara, oval ve yuvarlak formlara bırakmışlardır.

Eğin sokaklarında yürürken konakların kapıları dikkat çekiyor. Merak uyandırıyor. Gezdiğim gördüğüm Anadolu kasabalarında kapı süslemeleri hep dikkatimi çekmiştir. Bir gün bu konuyu derinlemesine inceleme arzusu her geçen gün artıyor. Toros köylerinde, Anamas havzasında, Kula’da, Ayvalık’ta, Safranbolu’da kapı aksesuarları incelemeye değer.

Eğin kapı tokmakları konusunda bir çalışma yapan Hacettepe Fen Fakültesi öğretim görevlisi Prof. Dr. Ali Demirsoy, Eğin kapı tokmakve aksesuarlarında  ortak mistik sembolün “yılan figürü” olduğunu ileri sürüyor.[1] Bandırma kuş cennetini kuran Ord. Prof. Dr. Curt Kosswig’in Eğin’i ziyareti sonrasında aldığı notlar ve fotoğrafların incelemesi sonunda ortaya çıkan “yılan” sembolünün ne anlama geldiği konusu oldukça tartışmalı. bana kalırsa Urartu geleneği devamı.  Restore edilmiş konakların kapılarında gördüğüm kapı aksesuarı replikalarında yılan figürünü ben göremedim. Görmek de çok zor. Yılana benzer bir figürü bulmak mümkün değil öte yandan yılanın başını, bir kesitini benzetmek mümkün. Zaten Prof. Dr. Ali Demirsoy  da makalesinde bunu anlatıyor.
Kapılar genellikle dört unsurdan oluşuyor: “şak şak”, “şıkkırik”, anahtar deliği ve kilit. Bu Anadolu’nun diğer kasabalarında gördüğüm kapılarda da aynı. Değişen bu unsurların metal aksamının farklılıkları.
Şak şak kapının üzerine konan tokmağa deniyor. Bu tokmak tok ses çıkarması için kapıya temas ettiği yere bir kalın bir metal parçası  yerleştirilir. Bir çok tipi vardır. En yaygın olanı kadın eli şeklinde olandır. Aşağıdaki fotoğrafta kısa bir inceleme yapalım. Bu tokmak ve şıkkırik deseni altta sekizgen bir çember etrafında şıkkırik, üstte de tokmak görünüyor. Boynuz gibi kıvrılan süsleme altta iki başlı bir yılanla bütünleniyor.

Alttaki fotoğrafta Asım Bey’in koleksiyonundan hanım eli biçimindeki tokmaklar görünüyor. Bu kapı mekanizmaları Müslüman evleri için mi geçerliydi. Tokmakları genel olarak erkekler kullandığına göre kadın eli nasıl oluyor? Bu kısım biraz araştırma gerektiriyor. Bu tok ses kapıya bir erkeğin vurduğunu gösterirdi. O vakit kapıyı bir erkeğin açması gerekirdi. Eğer daha tiz sesli olan şıkkırik vuruluyorsa o vakit kapıyı bir kadının çaldığı varsayılır ve kapıya bir kadın bakardı. Alışılmış olan usül buydu. Hıristiyan evlerde durum neydi, bu konuda bir bilgim yok.
Eğin bölgenin en zengin kasabalarından biri olması itibariyle varlıklı tüccarların konaklarının kapıları da gösterişli olmalıydı. Yakındaki maden kasabası Divriği ise demir işçiliğinin en fazla geliştiği yerlerden biriydi. üç yüz iki yüz öncesinden kalma kapılar elimizde olmadığı için kilit mekanizmalarını, kapı aksesuarlarını bilmiyoruz. Bugün gördüğümüz kapı aksesuarları en fazla yüz yıllık.


Yukarıdaki kapıya baktığımızda iki halka (şakkırik)  ve biri kopmuş iki şak şak görüyoruz. Şakşağın alt ucu bir kabaraya denk getirilerek tok bir ses çıkarması sağlanmış. Tüm mekanizma ise iki yılanın birbirine sarılmasıyla oluşmuş bir sembole dönüştürülmüş. Veya yine Eğin’de yaygın olarak kullanılan vazolu veya vazosuz çiçekler, yapraklar, çift kulplu geniş ağızlı vazo formları olarak da okunabilir.  Ayrıca alt tarafta iki anahtar deliği görülüyor. Bu çift anahtar deliği biri kısa gidişler diğeri uzun gidişler için olmak üzere iki kilit mekanizmasına bağlı. Bu çift kilit uygulaması bir çok yerde var. Kula, Divriği, Ormana, Ibradı gibi yaygın bir coğrafyada kullanılıyor. Aslında şakşak ve şakkırik uygulaması da sadece Eğin’de değil tüm Anadolu’da yaygın.


[1] “Tarihi ve mitolojiyi yaşatan kasaba”, Kemaliye Kültür ve kalkındırma derneği yayınları:

Arapgir Eğin Seyahati




Uzun zamandır görmeyi istediğim Anadolu’nun tam orta doğusuna -Fırat’a yani  Malatya Arapgir’e , Eğin Karanlık Kanyonu da kapsayan  FA-Foto Safari programına katıldım. Seyahat ağırlıklı olarak Fırat kıyılarında Arapgir dağ köylerinde çekim yapma amacıyla programlanmıştı. Uzun otomobil, traktör yolculukları, gece çekimleri, kanyonda ve Taş yolda uçurum kenarı çekimler de programın tadı tuzu çekirdeğiydi.
Bin kilometre yol kat ederek her bakımdan farklı bir iklime, çok sert bir coğrafyaya gidiyorsunuz. Gündüz ve gece arasındaki sıcaklık farkı neredeyse on beş, on sekiz derece, ormanları, su kaynakları  yok olmuş (tüketilmiş) 1200-1500 metrelik kıraç topraklarda, çoğunlukla  terk edilmiş dağ köylerinde çekim yapacağız.
Neresi bu Arapgir?
Kaymakamlığın web sitesinde Arapgir’in konumu şöyle veriliyor:
” İlçe, engebeli ve dağlık bir bölgeye sahiptir. Doğu Anadolu Bölgesinin batı kesiminde, Yukarı Fırat Bölümünde, Fırat Vadisinin batı yakasında, Malatya iline 114 km mesafede yer almaktadır. Arapgir’in toprakları doğuda Elazığ’ın batısında Sivas’ın Divriği, Malatya’nın Arguvan, kuzeyinde Erzincan’ın Kemaliye, Güneyde Elazığ’ın Baskil ve Keban ilçeleri ile çevrilidir. İlçe merkezinde rakım 1250 metredir. Yüzölçümü 964 km2’dir. 2016 Adrese Dayalı Nüfus Sistemine göre toplam nüfus 10.491 kişidir. İlçenin 63 Mahallesi bulunmaktadır.”[1]
Öncelikle İstanbul’dan Malatya’ya uçuyorsunuz. Bir saat yirmi dakika sürüyor. Daha sonra otomobille bir buçuk saat daha gidiyorsunuz. Yolların bazı bölümleri  keskin virajlarla dolu. Arapgir’de kalınacak yer olarak bizim tercihimiz belediyenin işlettiği Millet Han oldu. 1850 yılına tarihlenen kesme taş yapı, avlusu ve şadırvanıyla bölgesel mimari özellikleri taşıyormuş. Kültür bakanlığı tarafından 2009 yılında aslına uygun olarak restore ediliyor. İşletmesini de Arapgir Belediyesi yapıyor Millet Han’a benzer yapıları Arapgir’de bulamadık. Sanırım eski yapılar yıkılmış, restore edilmemiş. Öte yandan  Eğin’de restore edilen yapıları görünce bölge mimarisi hakkında bir fikrimiz oldu. Burada da “Hatıllı Ev” tabir edilen ve batı Anadoluda da görülen mimari tarzı yaygın.
Arapgir tarihi ile ilgili olarak verilen bilgiler yeterli değil. Belge niteliği taşıyan tüm eserler kayıp. Onar köyünde gördüğümüz bireysel bir girişimcinin topladığı birkaç eser dışında ortada fazla bir şey yok. Şehir müzesi de yok. Yine Onar köyü sınırları içerisinde bulunan mağaralardan birinde  Roma dönemine ait süvari ve at resimleri  bulunuyor.
Roma İmparatorluğu’nun doğu sınırı MÖ. 70 yılından itibaren Fırat nehri ile belirgindi. Fırat boyunca konuşlandırılan dört Roma lejyonu  bulunduğu kayıtlarda var. Bunlardan 12. Fulminata (Yun. Κεραυνοφόρος) adlı birliğin o zamanki adıyla “Melitene” de karargah kurduğu ama tam olarak nerede olduğu bilinmiyor. Tek bir mağarada bulunan at ve süvari resimlerinin yeterli bir kanıt olacağını sanmıyorum.

Anadolunun gizi çözülemeyen, gelecek kuşakların bulması gereken cevaplarla aydınlanacak tarihini oluşturan  konulardan biri de Melitene. Asur kraliçesi Semiramis’in kurduğu söylenen şehrin kalıntıları nerede? Ayrıca Asur kralı Semiramis’in bu şehri kurduğunu belgeleyen kanıt nerede? Bir Roma imparatorluk doğu sınır şehri olan Melitene’nin kamu yapılarının kitabeleri nerede? Neden bir tane bile Mithra veya Jüpiter  tapınağı kalıntısına rastlanmadı? Eski Arapgir’de Roma hamamaına benzer bir yapı göze çarpıyor, taş köprüler de sorular sorduruyor ama cevaplar göz doldurucu değil. Olsa olsa metoduyla tarih yazamayız. Yazılmamalı. Kimse de bu belgesiz tarihe güvenmemeli.
Anadolu kültür tarihinin kronolojisi buralar için de geçerli. Hitit dönemiyle başlayıp Osmanlı’ya kadar giden üç bin sene. Bazı kişiler buralarda on on iki bin yıldır “kültür” olduğunu ileri sürüyor. Belki doğrudur ama ortada yeterli belge yok. Varsa bile nerede olduğunu bilen yok. Hangi müzede sergileniyor bu belgeler? Arapgir’de müze yok. Müze kurmayı gerektirecek kadar belge de yok.  Bildiğim kadarıyla Malatya vilayeti sınırları içerisinde hiçbir yerde ne yüzey araştırması ne de kazı çalışması var. Vilayetin yayınladığı kalın kitabın içerisinde farklı yerlerde otuz kadar höyük fotoğrafı konmuş ama. Höyüklerin içinde ne var bilen yok.
Foto safari programımız kapsamında ilk gün Karanlık Kanyon, Taş yol ve Eğin var. Yoğun bir program. İkinci gün Arapgir dağ köylerine yöneliyoruz. Cemevleri çekimleri yapıyoruz. Son gün de Eski Arapgir’i fotoğraflayıp yol üzerindeki birkaç köyde çekim yaptıktan sonra havaalanına geçiyoruz. Kağıt üzerinde kolay gibi görünüyor ama her gün en az dört beş farklı yerde çekim yapılacak, ayrıca gece çekimleri de var. Dolunayda Fırat’ı çekmek istiyordum. Bir süre yer aradık sonunda onu da bulduk. İlk gece geç vakit yatağa girip erkenden kalkıp ikinci güne koşuşturduk. Havaalanına dönüşümüzde iki binin üzerinde fotoğrafla ve bağırsak enfeksiyonuyla geriye döndüğümü gördüm.
Şimdi oraları gördükten sonra öncelikle sağlıklı yiyecek konusunda çok daha dikkatli olmam gerektiğini anladım. Her ne kadar aynı ülke sınırları içerisinde olsa da yöresel olarak farklı bakterilerin cirit attığı bir bölgeye gidiyorsunuz. Yemek yenen yerlerde hijyen konularına pek dikkat edilmiyor. Çoğunlukla herkes evinde yediği için lokantacılık da pek gelişmemiş. İnsanlar yiyecek buldukları için kendilerini şanslı sayıyorlar. Hamur ağırlıklı  besleniliyor buralarda da. Yağ ve hamur. Et ve tavuk konusu biraz daha karmaşık. Şehir hayatı daha yeni yeni oluşuyor.

Öte yandan  bölge tarihini araştırmam gerektiğini de anladım. Eğer bölgeyle ilgili bir şeyler yazacaksam buna mecburum. Nihayetinde turist rehberi hazırlamıyoruz. Bölgenin fotoğrafını çekerken tarihi coğrafyasını, kültür katmanlarını da fotoğrafın içine yerleştirmeliyim. Nereden başlayacağımı da bilemiyorum. Sanırım en belirgin olandan Fırat nehrinden başlamak gerekiyor.
FIRAT her dinde kutsal kabul edilen bir nehir. Eski adlarıyla Medos, Perath, Euphrates ve  Ferat. Kutsal kitaplarda adı geçen bir nehir.  Tevrat’a ve İncil’e göre cennetin sınırlarını oluşturan dört nehirden biri. İslam efsanelerine göre nehir kuruyunca ortaya altından bir dağın çıkacağı inancı da var. Üzerine kurulan barajlarla kuruma noktasına çok yaklaşan Fırat’ dan geriye ne kalacağını düşünmek bile istemiyorum. Anladığım kadarıyla “Ferat”,  “Fırat” olarak Türkçeleştiriliyor.
Fırat aynı zamanda coğrafi bir sınır. Uzun yıllar boyunca da öyle olmuş. Doğu ile batının sınırı da denebilir. Roma lejyonları Fırat kıyılarına konuşlanıp Part[2] saldırılarını geçitlerde karşılamayı planlamışlar. MÖ. 95 yılında Part kralıyla anlaşma yapan ünlü Roma generali ve Kilikya Valisi Cornelius Sulla’nın anlaşma sonrası özellikle dağ geçitlerini kontrol altında tutmak için bölgede yerleşik bir lejyon bulundurduğunu biliyoruz. Malatya (Melitene) yakınlarında konuşlanan 12. Fulminata lejyonunun sınırları koruma görevi biliniyor.  Tomisa (Kömürhan), Armosata (Samsat), ve Zeugma (Birecik) adlı geçitler kervanların ve askeri birliklerin geçişi için çok önemliydi. Deniz taşımacılığının yeni yeni gelişmeye başladığı dönemlerde  Çin ve Hindistan kervan ticaret yollarının önemini vurgulamak açısından Arapgir bu yolların üzerinde bulunuyordu. “Guylan Khamosorian” bölgesinde kalıntıları bulunan antik Roma yolu “Harbuzik” bölgesine kadar izlenebiliyor. Toros dağlarında gördüğüm benzer antik yollardan hiç te farklı değil. Bu bölgede konuşlanan lejyonların daha kolay hareket etmesi ve kervanların daha emniyetli ilerlemesi amacıyla yapılan bu yollar hem ticaret hem de askeri amaçlara hizmet ediyor, genellikle de bölge valisi tarafından finanse ediliyordu. Bir çok yerde benzerlerini gördüğüm mil taşlarının bahçe dekorasyonunda kullanıldığına dair kuvvetli emareler de var.
Aşağıdaki harita  Roma İmparatorluğu’nun doğu sınırı ve lejyonları göstermektedir Kaynak: Parker 2000, 122
Roma imparatorluğu lejyonları MÖ. 188 yılındaki Apemeia Barışı[3] sonrasında tüm Anadolu’yu hakimiyet alanları ilan etmişler doğuda Kommagene, Ostrone ve Armenia krallıklarının sınırlarına dayanmışlardır. MÖ. 129 yılında kurulan Asya Eyaleti (Provinca Asia) sınırları Fırat’a kadar uzanıyordu.
Romalı generaller zaman zaman bu sınırları da zorlayarak Parth krallığı topraklarında askeri harekatlar yapmışlar, fakat hiçbir şekilde sınır kabul edilen Fırat’ı daha ileriye taşıyamamışlardır. Doğunun güçlü kralları Roma’yı tanımak istememişler sık sık kanlı mücadeleler Fırat kıyılarında yapılmıştır. Sulla Parth krallarıyla anlaşma yaptıktan sonra Malatya’da XII Fulminata, Samosta’da XVI. Flavia Firma ve Zeugma’da da IV Scythica lejyonlarını konuşlandırmışlardır. Bu lejyonların tuttukları kayıtlar bir ölçüde bu coğrafyanın da tarihi gerçeklerine ışık tutmaktadır.  Fırat nehri yüzyıllar boyunca krallıklar arasında sınır kabul edilmiştir. Roma imparatorluğu ve Parth Krallığı arasında yapılan anlaşmadan sonra lejyonlar çadır düzeninden garnizon düzenine geçerek şehirler oluşturmuşlardır. MS. Yüzüncü yıldan sonra Fırat nehri boyunca Zeugma en fazla gelişen Roma şehri olmuştur.
Şimdi biraz da Fırat’ın coğrafi özelliklerine değinelim. Fırat ve ana kolu Murat Suyu ilk olarak Doğu Anadolu’nun yüksek platosu ile Güneydoğu Toros Dağları’nın kuzeyi boyunca uzanan tektonik kökenli Palu, Altınova, Malatya Ovası gibi ovalar ve bunları birbirinden ayıran Keban gibi dar boğazlardan geçer. Daha sonra Malatya’nın doğusunda, Kömürhan’da Toroslar’ı geçen derin ve Malatya Ovası’ndan Kahta’ya kadar uzanan bir boğazı aştıktan sonra Kahta, Samsat ve Bozova düzlüklerini geçip, Birecik civarında daha küçük bir boğazı aşarak Karkamış’ta Suriye’ye ulaşır. Uzunluğu bin kilometreyi aşan Fırat Vadisi, görkemi ve özellikle Kömürhan Boğazı’ndaki coşkunluğuyla her zaman gezginleri, coğrafyacı ve kültür tarihçilerini etkilemiştir. Ancak artık eski Fırat yoktur.[4]
Neden yoktur? Suyu azaldığı için görkemini kaybetmiştir. Yüksek tepelerden aşağıya Fırat’a baktığınızda nehir yatağının beşte birini bile doldurmadığını görürsünüz.
Peki, nereye gitti bu Fırat’ın suyu?
Benim bildiğim Fırat üzerinde beş büyük HES var. Keban, Karakaya, Atatürk, Birecik ve Karkamış. Bu beş baraj Anadolu’nun elektrik ihtiyacının yüzde yetmişini karşılamaktadır. Böylesine stratejik öneme sahip olan Fırat’ın suyunu korumak için çevresel anlamda hiçbir önlem alınmadığı ortadadır.
Karanlık Kanyon bölgenin en önemli doğal hazinelerinden biridir. Özellikle medyada magazin haberleriyle yer alan ünlü Erzincan valisi Yazıcıoğlu’nun da denediği  “Bungee Jumping” beş yüz metreden yapılması açısından bir çok adrenalin tutkununun bölgeye çekmektedir. Bölgede faaliyet gösteren doğa dernekleri özellikle tanıtım için bu özelliği öne çıkarmaktadırlar. Bu mudur bölgenin esas özelliği?
Yine yapay olarak amacından saptırılmış bir tanıtım faaliyeti. Karanlık Kanyon’un bir doğa sever için daha farklı bir önemi olması gerekir. Her şeyden önce milyonlarca yılda oluşmuş bir tabiat harikası olması itibariyle bir çok disiplinin ilgisini çekiyor olmalı. Dokuz kilometre uzunluğunda 600 metre derinliğinde bir kanyon. Dünyanın falanca filanca uzun, derin gibi sıfatlar takılarak önemini artırmaya yönelik çabalar ne kadar lüzumsuz. Dünya kanyon sıralaması mı var yani? Her şeyi sıralamak neden? İşte orada duruyor. Gidip gör. Ne kadar kültürün varsa o kadar görebilirsin. Ne kadar kanyon gördüysen o kadar karşılaştırabilirsin. Senin beyninde oluşan ölçüt ne? Kanyonun derin yanaklarında  uçuşan yırtıcılar mı, kanyon etrafında oluşan endemik bitkiler mi? Kanyonu oluşturan akarsuyun (Burada Karasu)  debisi mi? Herkes farklı değerlendiriyor. “Base jump” adı verilen bir spor dalı daha var. Yüksek bir noktadan “yarasa paraşütü” ile atlanıyor ve süzülerek yere iniliyor. Burada kanyonda yapılan base jump atlayışları kanyonun iki yakasına gerilen bir halat üzerinden yapılıyormuş. THK’nin deli pilotlarından biri F-16’sı ile kanyona dalmış ve gerili halata takılmış. Halat kopmuş ama uçağa bir şey olmamış. Türkiye’de her tür delilik serbest. Uçuşa yasak bölgeye bir jet uçağı dalıp gösteriş yapabiliyor. Her şey abartılıyor aslında. Base jump’ın en unutulmazı hiç şüphesiz literatüre giren en deli sporcunun. Rus Valery Rozov’un 7220 metrelik Everest base jump atlayışıyla kıyaslandığında Karanlık Kanyon’un 600 metresi ne anlam ifade eder ki? Üstüne üstlük Rozov bu atlayışı Everest’e bir dağcı gibi tırmanarak gerçekleştiriyor. Helikopter marifetiyle değil.
Eğin Kanyonu, Karanlık Kanyon da adı verilen bu doğa harikasının  Kemaliye Kanyonu gibi isimlerle bilinen kanyon üzerine bazı inşaatların yapıldığı görülüyor. Öncelikle yol açıyorlar. Asfalt yol. Kanyonun kıyısından giden asfalt bir yol hangi amaçla açılır?
Akla Recep Yazıcıoğlu’nun Taş Yol’u tamamladıktan sonra bir sonra gelen vali tarafından dava edilmesini getiriyor. Bu yolu açmakla kanyona en büyük zararı verecek olan yerel dangalakları durduracak bir güç te yok. Eğin STK’larının büyük çapta kolay yoldan turizm geliri hevesinde olduğu düşünülürse, bu açılacak yeni asfalt yolla gelenlerin cepleri parayla dolu gelip paraları Eğin’e boşaltacağını düşünüyor olmalılar. Bu nasıl bir aymazlıktır? Gözleme kafası işte.
Kanyonda tekneyle gezilebiliyor. Belirli bir ücret karşılığında turistleri kanyonun aşağısından alıp yukarılarına kadar götürüp getiren tekneler var. Yukarıdan bakılınca tekneler görünmüyor bile. Söylendiğine göre yürüyüş parkurları da varmış ama işaretli değilmiş. Her şey bir oluşum içinde. Bir yandan tahrip edilen bir doğa, tahrip edilirken bunu paraya dönüştürmeye çalışan dangalak yerel idareciler. Eğin’deki durum diğer yerlerden farklı değil. Koruma amaçlı yapılmıyor hiçbir şey. Bilinçli ya da bilinçsizce tahrip ederek, zarar vererek dönüştürmeye çalışıyorlar.
Fotoğraf açısından ışığın değişiminin izlenmesi gerekiyor. Biz kanyona civar köylerinden birinden kiraladığımız traktörle yaklaşabildik. Aslında bana kalsa yürüyerek gitmek isterdim ama zamanımız kısıtlı. Bütün günümüz yok. Ancak bir iki saat kalabileceğimiz bir yer. Daha fazlasına zamanımız yok. Traktörün sahibi ve ailesi çok heyecanlı. Dönüşte köyün en yüksek yerine kurulu bir çardakta vadiye karşı birlikte öğle yemeği yiyeceğiz. Ekmek, peynir, zeytin bizden semaver, domates ve salatalık onlardan. Köhnü üzümümüz de var. Erzincan’dan gruba katılan iki gazeteci de  çiğ köfte ve sigara böreği getirmişler.
Mavi renkli gıcır gıcır bir traktörün römorkuna doluşuyoruz. On on iki kilometre gideceğiz. İnişli çıkışlı bodur meşe ağaçlarıyla dolu tarlalar arasından ilerliyoruz. Yoldaki kireç taşları ve iri kayalar sarsıntıya sebep oluyor. Bir sağa bir sola sallanarak, içimiz dışına çıkarak gidiyoruz. Kanyona dört yönden de yaklaşılabilir. Klasik rota bu traktörle gelip geri kalan üç kilometreyi yürüyerek varılan nokta. Biz kanyona öğleye doğru varıyoruz. Güneş ışıkları kanyonun batıya bakan yanını aydınlatıyor diğer yanı karanlık. Adı üstünde Karanlık Kanyon.
Base Jumping için gerilen çelik halatı görüyoruz. Metal bir anı plakası da var. Atlayışta düşüp ölen bir yabancı. Böylesine derin bir kanyonun fotoğrafı nasıl çekilir? Drone kullanılsa daha farklı olabilir ama benim açımdan bu milyonlarca yılda oluşmuş doğa şaheserini ne kadar olduğu gibi görebilsem o kadar iyi. Sarp kayaların yanaklarını oluşturduğu kanyon uzayıp gidiyor kilometrelerce. Bazı arkadaşlarımızı model olarak kullanarak çekimlerimizi yapıp istemeden de olsa dönüşe geçiyoruz.

[2] MÖ.240-MS. 250 yılları arasında İran’da hüküm süren krallık.
[3] Seleukos Kralı III. Antiokhos’un Roma güçlerine yenilmesi üzerine kabul edilen Apameia Barışı ile Anadolu’nun kapıları Roma lejyonlarına açılmıştır.
[4] Kaynak : Atlas Dergisi

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...