“Hiçbir şey bilmeyen hiçbir şeyi sevmez.
Hiçbir şey yapamayan hiçbir şeyden anlamaz. Hiçbir şeyden anlamayan insan
değersizdir.”
Bir insan nasıl aydınlanır? Herkes aydınlanabilir mi? Aydınlanmış insan mı
değerlidir yoksa, aydınlanmamış insan mı? Değersiz insan olabilir mi? Daha
doğrusu değersiz insanlar olabilir mi? İnsanların ne zaman değer kazandıkları da
ayrı bir soru. Değersiz insan “Hümanizm[1]” akımına çok ters, aykırı.[2]
“İnsan merkezli” düşünce sistemine göre hiçbir insan
değersiz olamaz. Ama “tanrı merkezci” sisteme göre değersiz insanlar olabilir. Tanrı
merkezci düşüncede önemli olan tanrılar ve tanrıların koruduklarıdır. Geri
kalanlar en azından o inanç sistemine göre değersiz kabul ediliyor. Bir ayinde
yüzlerce kişiyi katleden Azteklerden tut, fırtına tanrı Baal için erkek
çocuklarını katleden Mezopotamya uygarlıklarından çık, tanrılar adına insan
kurban edilen insanların sayısını kimse bilmiyor. Kazılarda bulunan insan
kemikleri ve toplu mezarlar insan kurban edilmesinin bronz çağda önemli gelenek
olduğunu gösteriyor. Tüm insan kurban eden dinlerde varsayım insanın değeri ile
ilgili değil tanrının hoşnut edilmesine yöneliktir. Demir çağında inanç
sistemleriyle birlikte kurban gelenekleri de değişiyor. İnsanların yerini
hayvanlar ve bitkiler alıyor.
Bu insanın
değerinin göreceli de olsa arttığının bir göstergesi insanın kurban olmaktan
kurtulması. Ama köle olmalarını engelleyen bir güç henüz ortada yok: köle ticareti
yaygınlaşıyor. İlkçağda savaşlarda esir alınan insanlar alınıp satılıyordu. Her
şehir devletinde köle pazarları vardı. Feodal çağda, monarşilerde asiller var,
köylüler var bir de köleler var. Kölelerin insan olarak hiç bir değeri yok.
Doğuda da Batıda da bu binlerce yıldır böyle gelmiş böyle gidiyor. Hangi dinden
olursa olsun 19. Yüzyıla kadar din adamları da dahil olmak üzere köleliğe karşı
çıkan olmamıştır. Köleliğin yasaklanması da aydınlanma hareketiyle yakından
ilişkilidir. İnsanların birbiriyle eşit olduğu, insanlar arasında ayırım
yapılamayacağı fikri İngiltere’de monarşi
ve asiller arasındaki ilişkiyi düzenleyen “Magna Carta”nın 1215 yılında imzalanmasıyla başlamış, 1776
yılında Kuzey Amerika’da on üç İngiliz kolonisinin bir araya gelerek “Bağımsızlık
Bildirgesi”[3]ni
deklare etmesi ile devam etmiş, 1789 yılında Fransız İhtilali ile tüm dünyaya yayılmıştır.
Türkiye’de ise 1923’de cumhuriyetin ilanı ile her vatandaşın kanun nezdinde
eşit olduğu “kul” olmadığı tescil edilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda esir ticaretine dayalı
kölelik 1847’de resmen kaldırıldı. Öte yandan “Atlantik
Köle Ticaret”i adı verilen Afrika’dan zorla devşirilen insanların Amerika
kıtasına getirilip köle olarak satılmaları ilk olarak Hawai’de (1804) resmen yasaklanmıştır.
Köle ticaretinden zengin olan Danimarka
köle ticaretini kanuni olarak ilk yasaklayan ülkedir (1792). 1808 yılında Amerika İngiltere’yi takiben köle ticaretini
kanunen yasaklamıştır.
Aydınlanma dönemine kadar insanın değeri muktedirler ve din adamları
tarafından belirlenmiş. Farklı inanç sistemlerine ait insanlar yüz yıllarca
hayvanlar gibi avlanmış, köleleştirilmiş ve öldürülmüştür. Aydınlanma,
engizisyon dönemi sonunda bilimsel gerçeklerle yüz yüze gelen dindar batıda çok
kan döküldükten sonra ortaya çıkmıştır. Bilim ile din arasındaki kavgada
monarşiler doğal olarak din adamlarını tutuyorlar. Bu da zenginleşen ticaret burjuvazisi
tarafından monarşilerin tasfiye sürecine kadar sürüyor.
Doğuda daha
doğrusu tek merkezci kaba güce dayanan otoriter rejimlerin sürdüğü ülkelerde
insanın değeri hala tartışmalıdır. Özellikle orta doğuda kanunlar aksini
gösterse de “kul” kültü halâ geçerlidir. Bu yüzyılda tüm Orta Doğu ülkelerinde
insanların birey olarak evrensel haklarından yoksun olduğunu, geniş yığınların acımasızca itilip kakıldıklarına,
açlıktan ölen yığınların göz göre göre yok olmasına şahit oluyoruz.
Türkiye de ise gecikmiş[4] de olsa aydınlanmanın ilk
işaretlerinden bu yana bu topraklarda da insanın değeri çok tartışmalıdır. Osmanlı
hukuk sisteminde (Şeriat ve fıkıh) ve toplum yapısında insan merkezli bir
yaklaşım yoktur. Monarşi merkezli Sünni İslam engizisyonu sürekli
muhalifleri ortadan kaldırmak için paşaların kellesini fakir fukara halkın da
canını ve malını almaya devam ediyor.
Monarşinin nimetlerinden nemalanan rüşvetçi bürokrasi var gücüyle bilimi ve
ilerlemeyi bloke ediyordu. Çöken bir korku imparatorluğunu rüşvet alan
bürokratlar yönlendiriyordu. Batı ülkelerinin tersine halk “kara cehalet”
içerisinde hiçbir şeyin farkında olmadan veya korktuğu için din adamlarının ardından şuursuzca gidiyordu.
Cumhuriyet döneminde hızla değişen dengeler aydınlanma hareketinin bir sonucudur.
Demokrasi ve insan hakları bir anayasa ile güvence altına alınmıştır. Cumhuriyeti kuranlar da Osmanlının aydınlanmış
elitidir. Monarşinin istibdadından
kurtulan geniş kitleler cumhuriyet kadroları tarafından eğitim seferberliğine dahil
ediliyordu. Cumhuriyet ve aydınlanma
hareketinin amacı monarşik-teokratik Osmanlı
yönetim tarzının çözülmesi, halka tebaa (kul) yerine vatandaşlık bilinci
kazandırılması; genel anlamda çağdaş, modern, laik ve demokratik bir devlet ve
toplum oluşturulmasıdır. Cumhuriyetin ilk döneminde devlet ve toplum yaşamının
neredeyse bütün alanlarında yapılan reformlar demokrasi ve aydınlanmanın hayata geçirilişi
açısından önemlidir. Cumhuriyet döneminde laik devlet sistemine geçiş sürecinde
din adamları güçlerini kaybedince bir süre bocalıyor daha sonra yeniden
örgütlenmeye başlıyorlar. Tarikatlar yeraltı çalışmalarıyla toplumun her kademesine
sızıyor ve özellikle de aydınlanmamış geniş kitleleri din vasıtası ile etkiliyorlar.
Günümüz Türkiye’sinde özellikle de 1946 yılından
itibaren dinin politika içine sızmasıyla laik devlet düzeni yıpratılmaya
başlanmıştır. Geçen elli yıl sonunda devlet içine yerleşen din adamları amaçlarına
ulaşıyorlar. Bugünkü iktidarın en büyük çelişkisi budur.İktidarı destekleyenler el üstünde tutuluyor, ekonomik
destek alıyor iktidarın nimetlerinden nemalanıyorlar. İktidarı desteklemeyen insanların değeri ise hiç yok.
Cumhuriyet kurumları hızla aşınıyor. Bir dönüşüm yaşanıyor şimdi. Neo-liberal
ideolojinin dönüştürdüğü kurumlar uluslararası seçkinlerin kontrolüne giriyor.
Bu bağlamda Adorno’nun “eleştirel farkındalık” adını verdiği medya
okuryazarlığını da dikkate almak gerekir. Piyasaların kontrolündeki medya
ürettiği dizilerle, kurgu haberlerle aydınlanmamış kitleleri hızla dönüştürüyor.
Bu noktada medyayı, toplumun rızasının kazanıldığı ya
da kaybedildiği bir mücadele alanı olarak gören kültürel çalışmalar için,
Althusser[5] ve Gramsci’nin,[6] “ideoloji ve hegemonya”ya
ilişkin görüşlerine değinmek
gerekebilir. Louis Althusser’in devletin aygıtlarını “devletin baskı
aygıtları” ve “devletin ideolojik aygıtları” biçiminde kategorize etmesi
önemlidir. Gramsci’nin “hegemonya”[7] kavramı medyanın hegemonyanın varlığını sağlama ve
sürdürme görevini üstlendiği şartları göz önüne sermesiyle önem kazanmaktadır.
Batı kültüründe
aydınlanma dönemi adı verdiğimiz dönemde ortaya çıkan tanrıyı değil, insanı
merkeze alan düşünce tarzının . bir ürünü hümanizm. Güç sarhoşluğu içindeki
bazı muktedirler ‘Benden sonrası tufan’
diyerek insan kıyımlarına girişmekten çekinmiyorlar. Bilgi ile muktedirlik
arasında bir denge de yok aslında. İlkçağda bilgeler muktedirlerden saygı
görürlermiş. O da bir yere kadar. Bilgiden korktukları için olsa gerek. Muktedirin
iktidarına zarar verecek bir bilgi ise söz konusu olan ortada saygı filan
kalmıyor. Bilgenin kellesi gidiyor. Bilimi ve daha önemlisi din adamını yanına alan muktedir hiçbir şeyden çekinmiyor.
Din yani metafizik aydınlanma çağına kadar kanlı bir saltanat sürdürdü.
İnsanlar din adamlarından çok çektiler. Pagan inanç dönemlerinde de, tek
tanrılı dinler sürecinde de din adına korkunç şeyler oldu. Büyük savaşlar
çıktı. Din adamları bu kıyımların tam ortasında yer aldılar. Aydınlananlar ile
aydınlanmamışlar arasındaki denge çok az değişti. Din adamları var güçleriyle
aydınlanma hareketine karşı çıktılar. Her şeyde tanrının buyruğunu arayan
Vatikan on beşinci yüzyıldaki reform hareketleriyle başlayan süreçte çok güç
kaybetti. Kilisenin baskısı azaldıkça insanlar özgürleşti, bilim gelişti. Aydınlanma
çağı durdurulamaz hale geldi. Öte yandan Müslüman doğuda çoğunluk
aydınlanmamakta ısrar ediyor nedense. Doğu nüfusunun çok az bir bölümü batı
ülkelerinde eğitim görürken aydınlandılar. Yüzyılımızda aydınlanma çağının üç yüz asır
sonrasında bile aydınlanmamakta ısrar eden kitleler var. Özellikle de
Türkiye’de son yirmi yıldır artan bir trend bu. Israrla aydınlık değil karanlık
isteyenler var.
Kul geleneğinin altı asır sürdüğü Osmanlı sonrası
kurulan cumhuriyet bireye özgür bir yaşamın kapılarını açmasına rağmen din adamları
ve din sahtekârlarının tuzağına düşen eğitimsiz yığınlar, ortaçağ karanlığında geri
dönmekte ve o karanlığın içinde yaşamakta ısrar ediyorlar. Bu coğrafyanın sorunu
da “aydınlanamama sorunsalı” esasında.
Tarihsel gerçeklerin ışığında kaba gücün egemen olduğu iktidarların yarattığı
gözü kanlı muktedirlerin korku imparatorluğu her yanı sarmış durumda. Bireysel
özgürlükleri hiçe sayan ve her yerde kısıtlayan bir zümrenin
giderek güçlendiğini görüyoruz. Bu zümrenin varlığı aydınlanmak
istemeyen yığınları çoğaltmalarıyla yakından alakalı. Bunlar gücünü devam
ettirmek için gerekirse önüne çıkanı öldürecek kadar gözü dönen kişilerden
oluşuyor. Giderek tek bir muktedirin iktidarının hukuki zeminini hazırlayarak
tüm çoğunluğun tek bir kişiye biat etmesini sağlamaya çalışıyorlar.
Muktedir güce doymuyor. Daha fazla güç istiyor. Ama bu
güçle ne yapacağını söylemiyor. Uzun süren iktidarı boyunca yaptıklarına
bakıldığında devletin birikimlerini har vurup harman savurmanın dışında bireyin refahına ve özürlüğüne ilişkin hiçbir
kalıcı adım atmadığı görülüyor. Aksine ötekileştirilen azınlık gruplar topun ağzında.
Medya[8] devlet baskısıyla
yandaşlaştırılıp muhalif sesler susturuluyor, hapishanelerde tutuklu bulunan
yazar, gazeteci ve entelektüellerin sayısı her geçen gün artıyor. İşsizler
ordusu büyüyor, dolar kuru tutulamıyor. Ama muktedir halâ ‘Bana bu gücü verin de, gerisine karışmayın’
diyor. Aydınlanmamış kitleler her zaman olduğu gibi hiçbir şekilde kötüleşen
koşullara itiraz etmiyor. Uslu bir “kul” gibi boynunu eğiyor. Aydınlanmamış kitle önce
etrafına bakıyor. Kendi beynini kullanmayı öğrenmediği için etrafındaki
insanların ne dediğine bakıyor. Muhafazakar yaşam tarzı gereği camiye gidiyor,
kahveye gidiyor, akraba ziyaretlerine gidiyor, işe gidip geliyor. Etrafındaki
kişilerin eğilimleri neyse ona göre davranmasının uygun olacağını düşünüyor.
Uyumlu olmak zorunda. Camide hoca, kahvede siyasetçi, yandaş medyada yazar
çizer takımı hep aynı şarkıyı söylüyor.
Bir futbol takımı tutar gibi, anayasa maddelerinin ne anlama geldiğini hiç
düşünmeden destekleyen bir kitle. Aslında bu kitlenin oranı da belli. Yüzde
otuzla kırk arası kitle denebilir ama aydınlanmamış kitlenin oranının daha
büyük olduğunu, yüzde yetmişlere vardığını araştırmalardan biliyoruz.
Türkiye’nin gündemi uzun bir süredir değişmiyor.
Cehaleti ve dindarlığı alkışlayan, aydınlanmışı ötekileştiren iç politika;
sınır komşularıyla gerilimi artıran, uluslararası diplomasiyi hiçe sayan dış
politika. Gerçek haberle buluşma olanağı
da artık kalmadı. Medya büyük bir ölçüde yandaş çizgiye kaydırıldı. Merkezde
olduğunu iddia eden medya da aslında ana çizgisi itibariyle sermaye grubunun
çıkarlarını savunan neo-liberal muhafazakar eğiliminden iktidarın ve
yandaşlarının uyguladığı baskılardan ötürü yandaş çizginin tam ortasında yer
alıyor. Gerek gazetelerde gerekse de TV kanallarında artık iktidarın
bildirilerinden başka bir şey yok. Gazete almıyorum, TV seyretmiyorum. Yabancı
medyadan ve sosyal medyadan gelen haber akışıyla yetinmeye çalışıyorum. Bir
karabasanı gün be gün yaşıyoruz.
Baharın usul usul kıpırdandığı günlerde uzun zamandır
kafamda çevirip durduğum seyahatlerden birini gerçekleştirmeye karar verdim.
Kovada Gölü Milli Parkını kış mevsiminde hiç görmemiştim. Gölün buz tuttuğunu
duymuştum. Bin metrelik irtifada geceleri sıfırın altına düşen sıcaklıkta ve
kuzeyden gelen Sibirya rüzgârlarıyla Kovada Gölünün buz tutması hiç te
şaşırtıcı değil. Sosyal medyada gördüğüm kadarıyla Beyşehir,
Burdur ve Kovada göllerinde buzda yürümeye kalkışanlar varmış. Oysa o göllerin
buzu bir insanı taşıyacak kadar kalın olmayabilir. Cahil cesaretiyle buzun
üzerine çıkanları aslında korkunç bir ölüm bekliyor. Theoria ile gerçeklik
arasına sıkışan yöre gençliğini buzlu gölde boğulma tehlikesinden koruyacak
bilinçli yerel idarelerin de olmadığı varsayılırsa durumun vahameti daha iyi
anlaşılabilir. Yerel idarelerin kış tedbirleri arasında buz kalınlıklarını
ölçmek, ince buzların bulunduğu yerleri işaretlemek, kalın bu tabakalarının
bulunduğu yerlere buz pateni kaymak isteyenler için olanak sağlamak gibi
aydınlanmış toplumların gelenekleri yok. Türkiye’de yerel idareler bazı özel
kişilere rant yaratma telaşında
oldukları nedeniyle kendilerine oy veren hemşerilerinin can güvenliğini
düşünmezler. Bu nedenle de hem yaz hem kış korunmaya muhtaç insanlar boğulur
giderler. Bir iki “ah ve vah”la olay geçiştirilir kapatılır.
Yerel idare
sorumluluğunu ne idrak eder ne de hesabını kimseye verir. Aydınlanmamış
toplumlarda “halk” bir değer taşımaz. Değersizdir. Değer taşıyan iki şey
vardır. Güç ve para. Muktedir olan bu iki sihirli kılıçla iktidara gelir.
Kendisine karşı çıkanları da bu silahlarla yok eder. Halk değersizdir ve
bilgisizdir. Aydınlanma düşüncesinden de hem halk hem muktedir korkar.
Bu topraklarda aydınlanma düşüncesi çok dar bir kesim
tarafından idrak edildi. Aydınlanma düşüncesinin özgürlükle eleştirel
ilişkisini kurmak acaba mümkün mü? Eleştirel ilişki ne demek? Aydınlanmanın
karanlık tarafını ne kadar biliyoruz? Aslında çok zor değil. Aydınlanmamış
kitlenin ortak yanları var. Aydınlanma düşüncesinde bireysel
özgürlüğün bilimsel bilginin toplumda
yaygınlaşmasıyla birlikte önyargılar ve boş inançlara dayanan düzenin
yıkılmasından sonra ortaya çıkacağı varsayımı vardır.
Bu varsayımı özellikle felsefede bir kuram olarak
ortaya atan Adorno’dur. İktidar ve kültür
ilişkisi üzerinde çalışmalar yapan Adorno[9], Frankfurt Felsefe
Okulu’nun önemli bir temsilcisi olarak geleneksel felsefenin ömrünü
doldurduğunu, eleştirel felsefenin artık kaçınılmaz bir disiplin olarak
karşımıza çıktığını vurgulamıştır.
İşte Kovada Gölü’nde akbalıkçılları, ördekleri
seyrederken Frankfurt Okulu felsefesini düşünmeden edemedim. Düşüncemi
tetikleyen esasında sosyologların sürekli toplum ile doğa arasında
paralellikler kurmasından kaynaklanıyor. Ben aynı şekilde düşünmüyorum. Bu kış
mevsiminden yavaş yavaş çıkan ıssız gölde her şey o kadar kendi dengesindeki. Doğal
yaşam alabildiğine mevsimsel döngüyü yaşıyor. Bu döngüye kim engel olabilir ki?
Zeus mu? Apollon mu, yoksa insanların yarattığı bir başka tanrı mı? Toplumsal
kurallar da böyle mi?
Buzul çağı sonrasında her yıl aynı mevsimsel döngü
tekrar ediyor. Tabiatın canlanışı, tohumların yeşermesi, bereket dolu yaz
dönemi ve hasat dönemi sonra yeniden ölüm ve yeniden doğuş. Demeter kültü[10] antik çağda mevsimlerin
döngüsünü Eleusis gizemleri[11]ile kodlamıştır. Roma
İmparatorluğu’nun beş resmi dininden biri olan bu kültün ritüelleri yani gizemleri
dini ayinlerde tekrarlanıyor. Demeter’in[12] kızı Persephone’yi
arayışı, sonra baharla birlikte kızına kavuşması gizemlerin özetini
oluşturuyor.
Bu döngüye engel
olmaya kimseni gücü yetmiyor. Çünkü tabiat herkesten daha güçlü. Aydınlanmamış
kitle her ne kadar mevsimlerin oluşumunu tanrılardan bilse de astronomik
gerçekler değişmiyor. Toplumun yapısının da doğayla hiçbir alakası olmadığına
inanıyorum.
Kış mevsiminin en güzel yanı kar yağmasıdır hiç
şüphesiz. Kar bütün çirkinlikleri örtüyor. Hava sıcaklığı en fazla bir iki derece ama
şiddetli bir rüzgâr var. Buz gibi esen güçlü bir rüzgâr. Hissedilen sıcaklık
her halde eksi üç ya da beş. Bu da ziyaretçileri caydırmaya yeterli. Göle giden
yol kenarlarında kar birikintileri var. Gölün güney ucunda ise çeşitli su kuşları
toplanmışlar. O kadar çoklar ki. Rüzgârla dalgalanan suların üzerinde simsiyah devasa
bir örtü gibi batıp çıkıyorlar. Karabatak, ördek ve diğer su kuşları gölün
nispeten daha ılık köşelerine toplanmışlar. Kuzeyden gelen rüzgâr o kadar şiddetli
ki göl kıyısına kurduğum tripotumu alaşağı etti. Kameram şans eseri hasar
görmedi. 18-135 lensin kenarı ciddi bir darbe aldı. Bir süre makinada ayar ve
odaklanma sorunu oldu ama sonra düzeldi. Ucuz atlattım bu kazayı. Daha
seyahatin başında fotoğraf makinası arızalansaydı çok üzücü olabilirdi. Demek
ki rüzgâr değil fırtınaymış bu. Yedi sekiz belki de on kuvvetinde bir fırtına.
Zaten çektiğim fotoğraflar da bir şeye benzememiş. Suyun rengi çamur gibi. O
güzelim mavi rengi görmek mümkün değil. Sanırım dalgalar dipteki çamurları
kaldırıyor. Ördekler ve su kuşları da bunu bekliyor. Onlar için bu ziyafet
anlamını taşıyor. Gölün doğu yakasında küçük bir yarımada oluşmuş. Park alanı
da o yarımadanın üzerinde. Giriş kapısının oradaki gişelerde kimse yok. Kış mevsimi
dolayısıyla kapalı. Piknikçiler için taş ocaklar, çocukları için oyun parkı,
tuvaletler ve müze bu alana yapılmış. Buraya gelen gruplarda mangal merakı var.
En baş yemek de “sucuk-ekmek”. Antalya bölgesinde mangalcıların vazgeçilmez
yiyeceği. Alanda iki yöne işaret konmuş. Sola giden işaretler kuş gözlemcileri
için bir seyir terasının da bulunduğu dört kilometrelik yürüyüş parkurunu
gösteriyor. Sağ taraftaki patika ise iskeleye gidiyor. Göl hakkında teknik
bilgileri bir yerde okuduğumu hatırlıyorum. Not almışım. Alıntı yapıyorum:
“Milli
Park’ın yüzölçümü 6551 hektardır. Karstik tektonik bir göl olan Kovada Gölü
turkuaz mavisi rengindedir. Gölün çevresi yürüyüş mesafesi 21 kilometredir. En
derin yeri yedi metredir. Göl çevresi bitki örtüsüne örnek olarak kızılçam,
karaçam, saplı-sapsız-saçlı meşeler, pırnal meşesi, kokar ağaç ve ardıç gibi
ağaç türleri ile hayıt, sandal, kocayemiş, funda, çitlembik, yabani zeytin,
akçakesme, mersin, melengiç, boyacı sumağı, muşmula, alıç, dağ muşmulası,
böğürtlen, yabani gül, defne, tesbih ağacı, karaçalı, kördiken gibi maki
florasının çalıları sayılabilir. Kovada Gölü’nde sazan, kadife ve tatlı su
levreği, tatlı su ıstakozu bulunur. Bölgede bulunan hayvanlar ise: Yaban
domuzu, sansar, porsuk, tilki, tavşan ve ağaç sincabıdır. Kovada Gölü’nde 153
tür su kuşu tespit edilmiştir. Kuşlardan yaban ördeği, kaz, angut, keklik ve
çulluk mevsimlere göre milli parkta rastlanan belli başlı türlerdir.”
Alanda benden başka kimse yok. Böyle bir fırsat bir
daha ele geçmez. Dilediğim gibi fotoğraf çekebileceğim. Hazırlıklarımı yapıp
çekimlere başlıyorum. Su kuşları bir süre sonra artık benden kaçmıyorlar.
Onlara bir zarar vermeyeceğimi anladılar her halde. Yine de belli bir mesafede
duruyorlar. Soğuk rüzgâr altında eldivensiz çalışmak çok zor. Bir süre sonra çekimlere
ara verip yanımda getirdiğim termostan bitki çayımı içiyorum. Fırtınadan
korunmak için geniş gövdeli bir çınar ağacını siper alıyorum. Ördekler ve
akbalıkçıllar ziyafetlerine neşe içinde devam ediyorlar. Onlar soğuktan
etkilenmiyorlar. Gözüm oraya buraya atılan ambalaj atıklarına takılıyor. Birkaç
bira şişesi, sigara paketleri, pet su şişeleri, meşrubat şişeleri, naylon
torbalar derken liste uzuyor. Ambalaj
atıklarına bakmaktan vaz geçmezsem manzaranın keyfini çıkaramayacağımı
anlıyorum. Yıllar önce Türkiye’de ambalaj atıklarını toplama ve değerlendirme
hareketini[13]
başlatan biri olarak bütün çabalara rağmen aydınlanmamış kitlenin çöp atmaya
devam ettiğini görmek çok hayal kırıcı. Buraya
gelen mangalcıların sağa sola attıkları ambalajlar bunlar. Aydınlanmamış
kitleden hiç kurtuluş yok. Her şeyi tüm güzellikleri yıkmaya devam ediyorlar.
Bu kitlenin bu kadar yıkıcı olmasını acaba kim
tasarladı? Frankfurt Okulu’nun teoretisyenlerinden Horkheimer, toplumun tasarlanan bir özne olduğunu ileri
sürer. Nerede ? Batıda. Doğuda daha farklı şeyler oluyor. Arabasına
akrabalarını doldurup Pazar günü hava almaya çıkaran bu muhafazakar dindar grup
toplumda gördüğü şeyleri taklit ediyor. Bu sağa sola çöp atıp vicdanları
sızlamadan çekip giden korkunç mangalcıları acaba kim tasarladı diye düşünmeden
edemiyorum. Bu alel acele tasarlanan toplumdaki bireyin davranışları toplumun ekonomik örgütlenişine, bireylerin
ruhsal gelişimine ve toplumun yapısındaki hukuksal, kültürel, ideolojik, ahlaki
vb. gibi unsurlara göre değişiklik gösterirmiş.
Aydınlanmamış kitleyi kodlayan muktedir ve
işbirlikçileri onları çevreyi kirletmeleri için kodlamıyor. Çevreye ambalaj
atıklarını atma eylemi onlar için doğal bir eylem. Park idaresi piknik alanına
bir uyarı levhası koymuş. “Çöplerinizi çöp kutusuna atınız!” Tamam da çöp
kutusu yok. Doğal alanlara denetimsiz olarak bırakılan şeyler aydınlanmamış
kitle tarafından çalınıyor. Büyük bir olasılıkla çöp kutuları da çalınmıştır.
Birilerinin evinde bir şekilde kullanılıyordur. Tasarlanma konusuna geri
dönersek. Nasıl oluyor da muktedirler toplumu çağdaş değerlere göre tasarlamıyorlar
da dini değerlere yönlendiriyorlar. Ahlak ve din burada el ele vermiş tasarlama
çabasında. Muktedirin iktidarını korumak ve kollamak göreviyle din adamları
öğütlerde bulunuyorlar, toplumun davranışlarını kodluyorlar. Aydınlanmamış
insan bireysel özgürlüğünün farkında değil. Kafasındaki toplum algısına,
etrafında gördüklerine göre hareket
ediyor. Kendini muktedirin kölesi olarak görüyor. Muktedirin emirlerini yerine
getirmekle yükümlü olduğunu düşünüyor.
“ Dindar toplum yaratacağız”, “üç çocuklu aileler
istiyoruz”, “kadınlar kapalı olmalı”, “iktidara itiraz eden teröristtir”, vb.
gibi kodlamalarla aydınlanmamış kitle bir yerlere yönlendiriliyor. Muktedir her
mikrofonu eline aldığında bir şeyleri kodluyor. O günün şartlarına göre
menfaatine ne uygunsa onu kodluyor. Batı toplumlarında yaptıkları gözlemleri
sistemleştirip theoria haline getiren Frankfurt okulu felsefecilerinin bu
coğrafyadaki farklı bir gelenekten gelen aydınlanmamış kitleye ilişkin neler
söyleyebileceği de şüpheli. Ne tesadüftür 1923 yılında bu coğrafyada monarşi
yıkılıp cumhuriyet kurulurken Frankfurtta zengin bir tahıl tüccarının oğlu olan
doktora talebesi Felix Weil, ve arkadaşları Adorno, Horkheimer ve Marcuse
kapitalist topluma eleştirel bir bakış açısı getiriyorlardı. Toplumun tasarlanan
bir özne olduğunu ileri süren araştırmacılar en önemli konuyu dikkate
getiriyorlardı. Tasarlanma süreci hiçbir zaman bitmiyordu. Sürekli değişen ve
kendi içinde değişim geçiren bir olgu olduğunu ileri sürüyorlardı. Şimdi bunun
bizim aydınlanmayan kitlemizle ne alakası var diye düşünenler olacaktır. Kovada
gölündeki ördeklerle ne alakası olduğu sorusuna ise hiç cevap vermeye
kalkışmıyorum. Cumhuriyet döneminde muktedirler tarafından eğitim sistemiyle
batılı değer yargılarıyla kodlanmaya çalışılan kitlenin büyük bir bölümünün
kodları kabul etmiş görünüp tasarlanamadığını bugün görüyoruz. Osmanlı
toplumunun “kul” vatandaşı hiçbir zaman “birey” olmayı istemeyecek, bunun için
de mücadele vermeyecektir. Mücadele etmesi “isyan” olarak görüneceği için bir şeyler
yapmak yerine, daha güvenli olan “dua”
etmeyi tercih edecektir. Toplum dinamikleri açısından muktedir veya muktedirler tarafından
tasarlanan toplum bireylerinin bazıları uyum göstermekte zorlanacaklardır.
Hitler öncesinde sosyal demokratların ve liberallerin muktedir olduğu birinci
savaş sonrası anayasası Weimar anayasası
olarak bilinir. İki meclisli federal sisteme de Weimar Cumhuriyeti adı
veriliyordu. Alman toplumunun aydınlanmamış kitlelerini kodlayarak iktidara gelen Weimar
muktedirlerini bireysel özgürlükler ve vatandaşlık hakları gibi toplum hayatının
en önemli temelleri ilgilendiriyordu. Savaş sonrası ortaya çıkan ekonomik kriz
her yerde olduğu gibi Almanya’da da şiddetle hissedildi. Sonrası bilinen tarih.
Nasyonel sosyalistlerin adım adım iktidara yürüdükleri dönem ve Almanya’da
Hitler diktatörlüğünün büyük bir çoğunlukla desteklenmesi. Aydınlanmamış geniş
Alman kitleleri ekonomik menfaatleri için Hitler gibi bir ruh hastasını
iktidara getirip muktedir kıldılar. Weimar muktedirleri birer birer tasfiye
edildi. Weimar anayasası da rafa
kaldırıldı. Bu da toplumun tasarlanan bir özne olduğunun en önemli göstergesi.
Her muktedir tasarladığı toplum modelini zorluyor. Aydınlanmış olsa da olmasa
da halk nihayetinde kendisine baskıyla kabul ettirilmeye çalışan modellere
tepki duyuyor. Frankfurt okulu[14] işte bu diyalektiği
kuramsal anlamda konu edinen bir akımdır. Özellikle Adorno Marksist kuramdan
hareketle toplumdaki tüm dalgalanmaların kapitalist üretim ilişkilerinden
kaynaklandığını savunur. 1969 yılında vefat eden Adorno’nun eleştirel kuramı
daha sonra 1973 yılında vefat eden Horkheimar ve 1979 yılında vefat eden Marcuse
tarafından konu edilse de seksenli yıllara girdiğimizde Frankfurt Okulunun
yaşayan bir temsilcisi kalmadığı için sönüp gider. Bugün Frankfurt
okulunun eleştirel kuram tezini genç
kuşak temsilcisi Alman felsefeci ve sosyolog Jürgen Habermas[15] devam ettirmektedir.
Frankfurt Okulunun eleştirel kuramının benim Kovada
gölü gezimle alakası ise Almanya ile farklı bir kökten gelen Türkiye toplumunun dinamiklerini bu gölde yaşayan
canlılarla bakarken düşünmemden kaynaklanıyor. Burada Almanya veya daha doğrusu
Avrupa tarihsel gelişim sürecinde çok farklı kültürel sentezleri yaşadı.
Türkiye toplumunun küçük bir bölümü ise
özünde Avrupa’nın aksine aydınlanmayı iki yüz yıl gecikmeli de olsa yaşadı. Bugünkü
siyasi yapıya bakıldığında aydınlanmamış kitlenin rızasıyla iktidarda olan
dinci muhafazakar tabanlı neo-liberal destekli bir iktidar görüyoruz. Bu
iktidarın topluma uyguladığı baskı bireysel özgürlükleri büyük ölçüde kısıtlama
stratejisi esasına dayanmaktadır. Bu bağlamda “yandaş medya” veya “penguen
medyası” adı verilen iletişim tekelleri vasıtasıyla iktidar toplumdan aldığı
desteği çoğaltma niyetindedir. Bu siyasi
tablonun analizini yapmak niyetinde değilim. Nihayetinde bu benim işim değil.
Aydınlanmış olsun aydınlanmamış olsun toplumun dinamiklerinin sorunlu olduğu
aşikar. Öte yandan Jürgen Habermas’ın eleştirel bakış açısının daha sağlıklı
çıkarımlara varılmasında önemli olduğunu düşünüyorum. Jürgen Habermas,
bireyi toplumsal düzenin (iktidarın şiddet tekellerinden) baskısından kurtarmak
için “iletişimsel
eylem kuramı” adı verdiği bir kavramdan yola çıkarak açıklamaya çalışır.
Toplumsal düzenin baskısından bireyin kurtulabilmesi için, bireyin iletişim olanaklarına engelsiz bir şekilde
ulaşması gerektiğine inanır. Kamusal
alanın yapısal çözümlemesi çalışmasında devlet ve birey ilişkilerinde özgür bir
alan olan kamusal alanın devlet tarafından kontrol edilmemesi varsayımı vardır.
Kovada gölü
ekosistemine bakarak toplumsal sorunları daha iyi anlama imkanı olabilir mi?
Pek sanmıyorum göl ekosistemi büyük ölçüde su miktarı ve kalitesiyle ilişkili.
Son yıllarda gölün dip sularında artış gösteren metal bileşenlerinin bazı göl
canlılarının yaşama şartlarını tehlikeye attığını söyleyen bilim adamları var.[16] Buna örnek olarak göl
ıstakozlarında görülen ağır metal birikimi gösteriliyor. Gölde her canlı
dengede olan ekosistemin bir parçası. Göl suyunun çevre fabrika atıklarından
kaynaklanan ağır metallerle kirletilmesi burada yaşayan canlıları yok
edecektir. Bilimsel veriler bunu göstermesine rağmen yerel idarelerin tedbir
almaması aydınlanmamış kitlelerin konuya ilgisiz davranması nasıl açıklanabilir
ki? Bu kitlelerin oylarıyla muktedir
olan yerel yönetici de ilgisizdir. Göl havzasındaki meşe ağaçlarının azalması
nasıl sincap nüfusunun azalıp çoğalmasıyla alakalı ise gölün kirletilmesi de o
ekosistemde yaşayan canlıların hayatını tehlikeye atmaktadır. Buradan hareketle
göl modelimizdeki bireysel özgürlükler ve anayasal haklar hiçe sayıldığında da
ortaya çok farklı bir toplum çıkacaktır. Özgürlüklerine düşkün bireyler
muktedirler tarafından taciz edilecek, göçe zorlanacaktır. Yaşama şartları
ortadan kalkan bireyler de göç etmekten başka çare bulamayacaklardır.
Tasarlanan toplum modelinde birey değil de kul modeli varsa kul olmak istemeyen
birey sivil itaatsizlik yollarını deneyecektir. Kamusal alan yani göl
ekosistemi artık özgür değildir. Yok olmaya mahkumdur.
Yahudi bir aileden gelen Adorno ikinci savaş öncesinde
Hitler’in anti-semitik politikaları gereği 1933 yılında Yahudi öğretim
üyelerinin çalışma izinleri iptal edilince Almanya’yı terk etmek zorunda
kalmıştır. Ülkesini terk edip İngiltere’ye yerleşen Adorno 1938 yılında da
ABD’ye yerleşti. Felsefe ve müzik çalışmalarına kesintisiz devam etti. Savaş
sonrasında Almanya’ya dönen Adorno Frankfurt üniversitesinde 1969 yılında ölene
kadar profesör olarak çalıştı. Adorno kültür ve iktidar tezinde muktedirlerin
kültür endüstrisini ele geçirerek özgürlük alanlarını kısıtlamaları tezi üzerine çalışmıştır. Özgür olmayan
kültürün zaten muktedirin iktidarını savunmaktan başka bir işlevi
de yoktur düşüncesindeydi. Giderek ticaret ve propaganda ürünü haline gelen popüler
kültür artık kültür olmaktan çıkıp başka bir şeye, ideolojiye dönüşecekti. Popüler kültür muktedire hizmet
eden bireyin daha da baskı altına alınmasına vesile olacaktı. Bu da
aydınlanmanın özüne aykırı bir durumdur. Frankfurt okulu zaten aydınlanmanın
imkansız olduğunu savunuyorlar.
Şimdi aydınlanma nedir? sorusunun cevabını arayalım.
Aydınlanma
toplumun ve bireylerin bilim aracılığı ile ilerleme anlayışına dayanmaktadır.
Toplumda saygı ve ilgi gören bilim adamı, durmadan gelişerek toplumu da ileriye
taşıyacak kişidir. Sürekli ilerleme ve gelişme içinde olan bilim adamı ideal toplum düzeni için çalışır. İdeal
toplum düzeni de “laik” bir temele oturan gerçek olarak izah edilebilir. İnsan
aklının özgürce sadece toplumun ortak menfaatleri için gerçekleri dikkate
alarak ilerleme kaydetmesi idealdir. İnsan aklı hiçbir baskı altında kalmadan,
hiçbir muktedirin amacına hizmet etmeden sadece doğruları ve gerçekleri
araştırarak ilerlemeyi sağladığı taktirde aydınlanmış demektir. Aydınlanmanın
önündeki engel din baskısıdır. Din ile bilim yan yana duramayan iki disiplindir. Gerçek ile
metafizik aynı terazide tartılamaz. Din adamları soyut kavramlar üzerinden
korku yaratarak “aman çarpılırsın” söylemleriyle, “cennette her erkeğe yetmiş
huri düşer” vaatleriyle kandırarak yönlendirdikleri kitleyi kontrol altında
tutarlar. Adorno’nun da çalışmalarında işaret ettiği gerçek budur. “Modern
dünyayı totaliter örgütlenmeler yoluyla denetim altına alınmış bir yer olarak
sunup baskı ve tahakkümün temelinde yer alan nesnel güçlerin”[17]
izini süren Adorno referans olarak aslında Hitler Almanyası’nda yaklaşık on beş yıl süren totaliter rejime göndermeler
yapar. Batıda durum böyle iken Orta Doğuda henüz İslam dininin ortaçağını
yaşayan ülkeler arasında sayabileceğimiz Türkiye de başta olmak üzere
pozitivist düşünceye tam olarak geçiş yaşanmamıştır. Cumhuriyet döneminde
devletin de teşviki ile başlayan muazzam pozitivist hamle üniversitelerde
kurulan enstitülerle güçlendirilmiştir. Yurtdışındaki gözde üniversitelere
gönderilen doktora talebeleri hiç te az değildir. İkinci savaş öncesi Hitler
Almanya’sından kaçarak Türkiye’ye gelen Yahudi bilim adamlarının da katkısı ile
bilimsel çalışmalar ciddi bir ivme kazanmıştır. Bu değerli hocaların
yetiştirdiği talebeler yeni üniversiteler kurmuşlar bilimsel çalışmaların
çekirdeğini oluşturmuşlardır.
Daha sonra darbeler dönemi başta olmak üzere günümüze
kadar gelen süreç içinde bilimsel çalışmalar üniversite hocalarına ve
talebelerine uygulanan ağır ideolojik baskıyla engellenmiştir. Öncelikle entelektüel
çevrelerde etkin olan Marksist eğilimlerin cumhuriyetin ilk yıllarında üniversitelerin sosyal bölümlerinde
yaygınlaşmasıyla bir ölçüde Frankfurt Okulu etkisi diyebileceğimiz “Eleştirel
Bakış” ın toplumdaki tabuları yıkmaya başladığı da söylenebilir. Bundan korkan devlet
içerisindeki neo-liberal damar sol akımlarla devletin şiddet tekeli olan polis
ve ordu marifetiyle mücadele etmiştir. Soğuk savaş yıllarında başlayan ve özünde bir anti-komünist
Nato hareketi olan askeri darbelerin gerekçesi haline gelen sol hareketin kamusal
alandan, devletten ve üniversitelerden temizlenme operasyonu önce 1971 daha
sonra da 1980 darbeleriyle çok hunharca yöntemlerle tamamlanmıştır. Toplumdaki dindarlık eğilimini kullanan darbe yönetimleri
sol eğilimli öğretim görevlileri yerine milliyetçi muhafazakar eğilimi
olan kadroları teşvik etmiştir. O yıllarda başlayan bilimde ve toplumsal
yaşamda batıdan doğuya kayma hareketi giderek güçlenmiş tarikatların da üniversitelere ve
devlet kadrolarına sızmasıyla kontrolden çıkmıştır. Günümüzde önümüze gelen
referandum paketinin, totaliter rejim manifestosunun evveliyatı kırk elli yıl
öncesine dayanmaktadır.
Kovada gölünün suları Şubat güneşi altında pırıl pırıl
parlıyor. İlerde Anamas dağlarının karlı zirvelerinden güçlü kuzey rüzgârının
kaldırdığı karlar savruluyor. Yakınıma kadar sokulan karabataklar ve yaban
ördekleri bana aldırmadan ziyafet çekiyorlar. Artık ne yiyorlarsa. Sanırım bir
tür yosun yiyorlar. Akbalıkçıllar kendilerine özgün “s” harfine benzeyen boyunları ve uzun pembe gagalarıyla kolayca
gölün içinden beğendikleri artık neyse alıp yiyorlar. Kıştan çıkan bu güzel su
kuşları avcı tehlikesi olmadan yaşıyorlar. Bu göl ve çevresinde yiyecek
zincirinin üst halkasında acaba kim var? İnsan olmadığı kesin. Ayı ya da kurt
veya bir başka yırtıcı olabilir mi? Söylemek zor. Bu kadar su kuşunu besleyebilecek
mi bu göl? Martılar da var. Onlar da yeni eriyen buzlar arasından balık
yavrularını kolluyorlar. Sazan balık yavruları bu kuş nüfusunu besleyebiliyor
demek ki. Su oldukça bulanık. Çamur renginde denebilir. Bu da eriyen karlardan
kaynaklanıyor olabilir. Tek yapmam gereken şey kendimi bu nefis doğanın
kucağına bırakmak. Her zaman oynadığım bir oyun var. Ses oyunu. Gözlerimi
kapatıp sesleri dinliyorum. Su sesi, rüzgârın sesi, karabatakların ve yaban
ördeklerinin sesi, birkaç çeşit kuş sesi, ağaç yapraklarının sesi, uzaklardan
geçen bir otomobilin motor sesi. Bir süre bu sesleri dinleyerek iskelede
oturuyorum. Ruhum dinleniyor. Aslında buraya birkaç kez daha gelmek gerek. Mart
sonu, Nisan başı gibi. Hem havalar daha ısınmış olacak, hem de göçmen kuşların
tamamı gelmiş olacak, bahar çiçeklerini
de unutmayalım. Doğayı gözlemleyerek, doğal yasaların toplum yapısı ve
işleyişiyle ilgili ipuçlarına ulaşılabilir mi? Doğanın değişmez kuralları yani
mevsimler, kuşların göçü ve diğer olaylar değişebilir mi? Karl Marks toplumsal
alanı doğa yasalarıyla açıklama gayretinde bulunur. Habermas bunun mümkün
olamayacağını ileri sürer. Aslında sosyoloji
kuramları (August Comte) da toplumun
doğa yasaları gibi yasalara uygun olarak geliştiğini ileri sürer. Bu teori Frankfurt
Okulu temsilcileri tarafından kabul edilmez ve eleştirel teorinin bireyin
toplum içindeki davranışlarının doğal yasalardan çok farklı olduğunu ve
özgürlük kavramının esas olduğunu ileri sürerler.
Kovada Gölü’nü
seyrederken toplum yaşamının kurallarını doğal yasaların belirleyemeyeceğini
düşünüyorum. Toplumu sanki homojen bir yapı gibi görüp tabakalara ayırarak ne
kadar çözümlenebilir ki? Bireylerin gerek kitle gerekse de tek olarak
davranabileceği varsayımı zaten toplumsal sınıflar gruplamasını zorlaştırır.
Habermas’ın önerdiği “eleştirel teori” yaklaşımı bu noktada eski anlayışlara,
açıklamalara hatta tarihsel olaylara daha farklı bakmamıza yardımcı olabilir.
Habermas, hermenötik
bakış ayrılıklarından kaynaklanan farklı
çıkarımların elde edilebileceğini ileri
sürer. Örneğin Birinci ve İkinci Savaşlar, Sovyetler Birliği’nin dağılması,
Berlin Duvarı’nın çöküşü, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, Çöl savaşları, vb.
gibi tarihsel olaylara kimin hangi açıdan baktığına göre farklı hermenötik
çıkarımlar elde edilecektir. Eleştirel
teori her bir bakış açısının üzerinde durmak ve irdelemek durumundadır. Kovada
Gölü’nün buzlu sularını seyrederken bu topraklarda giderek her geçen gün daha
fazla ortaya çıkan şiddet sarmalına bakarak gelecekte bizi korkunç baskı
günlerinin beklediğini düşünüyorum.
Kaynakça:
·
Sönmeyen,
Deniz. “Adorno ve
Horkheimer‟ın „Aydınlanmanın Diyalektiği‟ Eserinde Kültür Endüstrisi ve İktidar
İlişkileri”Yüksek Lisans Tezi, Mersin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Felsefe Ana Bilim Dalı, Mersin 2012
·
Yaşat,
Cem Doğan. Edebiyat
sosyolojisi açısından Adorno estetiğinin toplumsal temelleri, Doktora Tezi,
Mimar Sinan Güzel sanatlar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul
2008
·
Taşçı,
Serdar. Eleştirel
Kuram’da Modernite sorunsalı, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, İstanbul,2010
·
İsbir,
Erdal, Hermeneutik Gelenekten Frankfurt Okulu’na eleştirel bir
unsur olarak refleksiyon,Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara, 2015
·
Usta,
Yasin, Aydınlanma
düşüncesi, eleştirel teoride bilgi ve özgürlük ilikisi,Yüksek Lisans Tezi,
Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İletişim fakültesi, İstanbul
2014
·
Kasap,
Çağrı Barış, Language, Origin and Mimesis, Yüksek
Lisans Tezi, Bilkent Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Ankara, 2004
·
Veysal,
Çetin, Max Horkheimer’da nesneleşme ve Özgürleşme Sorunu,
Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2003
·
Becermen,
Metin,Theodor W. Adorno
ve Michel Foucault’da hakikat ve İktidar ilişkisi, Doktora Tezi, Hacettepe
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Anabilim Dalı, Ankara, 2009
·
Çelik,
Mehmet, Egemen
ideolojinin bir aracı olarak medya ve eleştirel farkındalığın gerekliliği:
Medya Okuryazarlığı. Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü İletişim Bilimleri Anabilim Genel gazetecilik bilim dalı, İstanbul,
2008
·
Tanrıverdi,
Germeç, Ezgi, Sosyolojik
Açıdan Küreselleşme ve Ulus-Devlet(Giddens, Bauman ve Habermas Örneği), Doktora
Tezi, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sakarya 2009
[1] Hümanizm terimsel
tanım açısından "sevgi" içermez. Daha felsefi ve bilimsel bir temeli
ifade eder. Türkçe karşılığı insan-merkezciliktir. Yani tanrı-merkezcilik geri
plana atılır ve bir anlamda reddedilir, insan-merkezcilik esas alınır.
[2] Aydınlanma 17.
Yüzyıl Avrupa düşüncesinde insanın din ve geleneklerden koparak kendi aklıyla
hayatı anlama ve yorumlama çabasını ifade eden bir kavram olarak ortaya
çıkmıştır. Kant’ın, “insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmayış
durumundan kurtulup aklını kendisinin kullanmaya başlaması” olarak tanımladığı bu düşünce tarzı, bir fikir
ve sanat akımı olarak, birbirinden etkilenen ancak birbirinden bağımsız da
olabilen bir dizi sanatsal ve düşünsel üretimi kapsayan Hümanizmanın, din ve devletin
değil insanın kutsal nitelikler taşıdığı iddiasının devamıdır ve insanın
düşünce tarihinde Akıl Çağı olarak bilinen süreçten sonraki aşamadır.
[3] Declaration of Independence July 4, 1776
[4] Osmanlı
İmparatorluğu’nda 1876 yılında yeni bir anayasanın ( 1. Meşrutiyetin) ilanı ile başlayan süreç aydınlanma
hareketinin de başlangıcı kabul edilir.
[5] Louis Pierre
Althusser : Fransız Marksist filozof. (Doğumu. 1918 – Ölümü. 1990)
[6] Antonio Gramsci :
İtalyan sosyalist filozof. (Doğumu. 1891-Ölümü 1937)
[7] Hegemon kavramı,
ilk olarak eski Yunan’da lider, “hegemonya” ise, bir şehirdevletinin diğer
şehir devletleri üzerindeki üstünlüğü, anlamında kullanılmıştır.Hegemonya
kelimesinin Yunanca’daki sözlük anlamı ise “önderlik”tir. Gramski’ye göre devlet
zora, baskıya ve siyasal egemenliğe dayalı bir iktidar alanıdır. Sivil toplum
ise devlet ve üretim dışında yer alan ve ona dayalı olan “hegemonya”
alanıdır.
[9] Theodor Ludwig
Wiesengrund-Adorno, (1903-1969) Alman felsefeci. “Adorno, aklın nesnel olmadığını, insanın da bu anlamda kendi özneli
olamadığını savunur ve bugüne kadarki felsefenin foyasını ortaya çıkarmaya
çalışır. Aklın nesnel olamamasının sebebi de insanın kendi hayatının öznesi
olamamasıdır. Toplum üzerine teorileri genel bir karamsarlığı yansıtır. Ona
göre bürokrasi, idare ve teknokrasinin kuşattığı toplumda bireyin kendisi
bizzat geçmişte kalmıştır. Yoğunlaşmış sermaye, planlama ve kitle kültürü
bireysel özgürlükleri büyük oranda tahrip etmiş ve eleştirel düşünme yeteneği
yerini tümüyle şeyleşmiş bir toplum bilincine bırakmıştır. "Düşünen insan
saldırgan olamaz" şeklinde kışkırtıcı tarzıyla ideolojilerin etkisini
kırmayı, aforizmalar biçiminde yazılmış metinleriyle kapalı düşünce
sistemlerinin temellerini yıkmayı düşünür. Bu geleneksel olmayan tavrı toplumun
eleştirel olmayan bir olumlamasını engellemeye çalışır. Böylece okurun sadece
düşünmesini değil, düşüncelerini eleştirel bir biçimde yeniden kurmasını
hedefler.
Adorno'nun kişisel
çalışması, Okul'un genel yönelimlerinin çok ötesine gider bir bakıma, çünkü
Adorno bir anlamda eleştirel teorinin kendi sınırlarına ulaştığı noktada
çalışmasını sürdürür ve kendine özgü yöntemini bu çalışmarla geliştirir.
Horkheimer ile birlikte yaptığı çalışmaların yani sıra, kendi kişisel
çalışmlarının derinliği ve içeriğinden söylem yapısına kadar taşıdığı özgüllüğü
dikkat çekicidir. Onun kişisel başyapıtı olan Minima Moralia bu bakımdan özel
bir yere sahiptir. Kendi yöntemini ve anlayışını derinlikli ve ilginç bir şekilde
ortaya koyar bu kitap. Adorno, her zaman, düşüncenin kendi içine kapanma
eğilimine karşı ısrarla direnir. O, bir anlamda her tür despotizmin ve tahakküm
ilişkisinin kaynağını ve kökenini düşünme imkânının sınırlandırıldığı ve
ketlendiği yerlerde görür.” Kaynak: vikipedia.
[12] Mitolojide Kronos ve Rea’nın kızı olan bereket
tanrıçası Demeter’e, Yunanistan’da,Anadolu’da, Girit’te ve Trakya’da tapınan
halklar vardı. Toprağın verimiyle ve buğdayla ilişkilendirilen tanrıça Demeter ,
aslında Anadolu’da Kybele ve Girit’te Rea adıyla bilinen ana tanrıça figürüyle
bağlantılı olduğu ileri sürülür.Demeter’in Eleusis ’teki kültü ise; tanrıçaya
inananlara, toprağın verimi yanında sonsuz bir mutlu yaşamı ya da ölüm sonrası
sürdürülecek mutlu bir hayatı vaat ediyordu.
[13] ÇEVKO’nun kurulma aşamalarında ciddi mesai verdiğimi
hatırlıyorum.
[14] Frankfurt Okulu teorik olarak 3 Şubat 1923’te
Frankfurt Üniversitesine bağlı olarak Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü adıyla
kuruldu. Rusya’da gerçekleşen Bolşevik Devrimi’nin ardından Enstitü faaliyete
geçti. Enstitünün amacı, Almanya’da sol aydınları Marksist kuram etrafında
birleştirme, yeniden canlandırmak ve teori ile pratiği birleştirmekti.
[15] Jürgen
Habermas,
18 Haziran 1929’da Düsseldorf’da doğdu. Berlin ve Frankfurt Üniversitelerinde
iktisat, hukuk ve felsefe öğrenimi gördü.1954 yılında Berlin Üniversitesi’nden
“Tarihte Saltçılık’’ adlı çalışmasıyla felsefe doktorası aldı. 1954 yılından
sonra önceleri bir serbest gazetede gazeteci olarak çalışmaya başladı. Bu sırda
sürgünden dönen Adorno tarafından Frankfurt Sosyal Araştırma Enstitüsü’ne
çağrıldı. 1961–1964 yılları arasında Heidelberg Üniversitesi’nde felsefe
profesörü oldu ve 1961 yılında ‘’Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü’’ adlı
çalışmasını yayımladı. Profesör olduktan sonra, radikal öğrenci gruplarından
uzaklaşmış ama yine de sol kanada yönelmeye devam etmiştir. 1968 yılında
yayımladığı “Bilgi ve İnsansal İlgiler” kitabı ile artık iyice tanınmaya
başlamıştı.1974’ten bu yana Max Plan Enstitüsü’nde sosyolojik araştırmalarını
sürdürmektedir (Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi,1985).
[17] Torun, Tayfun.
“Theodor Wiesengrund Adorno’ da Sanat ve Ütopya” YLT.