11 Ağu 2015

Hakkâri İzlenimleri (1)

Yedi günlük Rize Çamlıhemşin Yaylaları ve beş günlük Hakkâri gezisinden döndükten sonra bir kaç gün şaşkınlığımı üzerimden atamadım. Hem Karadeniz’de hem de Hakkâri’de üç bin metrelik irtifalarda gezdikten sonra İstanbul’a  dönmek kolay olmadı. Önce Hakkâri seyahatini daha sonra da Karadeniz seyahatini yazmaya karar verdim. Dokuz bin kareye varan fotoğraf arşivini ayıklamak da epey vakit alacağa benziyor.
Her şeyden önce bölgenin tarihini ve coğrafyasını öğrenmek gerekir. Tarih konusuna şimdilik kısaca değinirsek; İlk çağlardan itibaren insan topluluklarının barındığı bölgede MÖ. 9 bin yıl öncesinden kalma mağara resimleri bulunmuştur. Daha sonra Urartu, Asur uygarlıklarının hüküm sürdüğü bu topraklar sırasıyla Pers, Grek,Roma, Arap, Ermeni krallıklarının etkisinde kalmıştır. Bölge her zaman  uzun savaşlara sahne olmuştur.  Hakkâri 1514’te Çaldıran Seferinden sonra Osmanlı topraklarına katılmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında 24.04.1915’te Rusların işgaline uğrayan Hakkâri, 22.04.1918 tarihinde Rus işgalinden kurtarılmıştır. 1926’da yapılan Ankara Antlaşması ile Musul ve Hakkâri’nin beş bölgesi sınır dışında kaldı. Hakkâri 1933 yılında Van iline bağlanmış, 1936 yılında yeniden il statüsü kazanmıştır. (Hakkari Üniversitesi broşüründen alınmıştır.)
Hakkâri bölgesinde  iki ana sıradağ kütlesinden söz etmek mümkün. Cilo ve Sat sıradağları. Dağlarla ilgili bir alıntıyı aşağıda notlar kısmına alıyorum. (Dağlar)
Birinci Gün
İstanbul’da giderek yeknesak hale gelen yaşamı biraz hareketlendirmek biraz da uzun süredir merak ettiğim ama bir türlü gidemediğim Hakkâri ilinin sınırlarında bulunan Cilo ve Sat Sıradağları Reşko ve Sat Buzulu ve Reşko dağını yakından görmek için iki bin kilometrelik bir yolculuğu göze alarak uçakla Van’a hareket ettim. Her dağcı ve doğa yürüyüşçüsünün hayallerini süsleyen Cilo ve Sat Dağları’nı yakından görme arzum  çok güçlüymüş demek ki.
Bukla Tur ile Fujifilm ortak projesi olan Cilo Seyahati  fotoğraf sanatçısı Faruk Akbaş’ın rehberliğinde fotoğraf eğitimi ağırlıklı bir gezi amacını taşıyordu. Bu seyahat aslında iki amaca birden hizmet ediyordu. Hem Türkiye’nin en ilginç doğa harikası dağlarda dolaşacak hem de  yeni aldığım Fujifilm XT1  kamerayı denemek ve öğrenme fırsatım olacaktı. Hemen yer ayırtıp ciddi bir ücret ödedikten sonra gruba dahil oldum. Anlaşıldığı kadarıyla tura talep fazla değildi. Başvuru sayısı sekizin altında kalıyordu. Minimum katılımcı sayısına rağmen gezinin gerçekleşeceğini firmanın sahibi Okan Yenigün beni Çat Köyü’nde arayıp telefonla bildirdi. Çamlıhemşin yaylaları seyahatinin hemen ardından gelen bu ilginç fırsatı  kaçırmak istemedim.
Sırt çantası, dağ botları, bol alternatif giysi ile  kamera ve Fujifilm’den ödünç aldığım iki lensle  iki saatlik bir uçak yolculuğundan sonra Van’a indik. Ramazan Bayramı dolayısıyla uçaklar tıklım tıklım. Daracık Van havaalanında adım atacak yer yok. Uçakta birkaç kişiye gözüm takıldı. Bizim fotoğrafçı grubundan olabilirler diye aklımdan geçirdim. Nitekim yanılmadığımı sonradan anladım. Dörtte dört tutturmuşum. Fena değil.  İlk kez geliyorum buralara. Van Gölü sakin bir deniz gibi öylesine uzanıp gidiyor. İlk bakışta eski yapılar göze çarpmıyor. Buralardaki şehirleşme Urartu uygarlığından hiç feyz almamışa benziyor.
Eski adıyla başkent Tuşpa’nın  iki bin yıl önce bu bölgenin en güzel şehri olduğu anlatılıyor. O güzelim şehirden geriye çok az şey kaldığı söyleniyor. Van Müzesi’ne uğramak için vakit yok ama duyduğum kadarı ile müzede çok az eser varmış. Talan etmişler bu bölgeyi. Yerel halk İranlı, Ermeni ve Kürt. Sonradan önce İskender daha sonra Araplar ve Moğollar  da geliyor.Yıkımı ve halkın çektiği acıyı düşünmek bile istemiyorum. Bugün burada yaşayan insanların gözlerine o tarihin derinliklerinden gelen korku gelip yerleşmiş. Her dönem bir zorba çıkmış ortaya. İnsanların huzur içinde yaşayacakları bir yer yok buralarda. Nereye kaçsan gelip seni buluyorlar. Yeniden alel acele inşa edilmiş gibi duran betonarme binalar hiç hoş görünmüyor. Mimari bir estetikten yoksun olan bu binaları depremden sonra yenileme fırsatı vardı. Ama her şeyin çarpık bir dengeye oturtulduğu menfaat çarklarının estetik kaygılara prim vermediği kesin.  Belki de deprem nedeniyle toplanan paralar, yardımlar şehrin yeniden inşa edilmesine yeterdi ama kim bilir? Devlet halka hesap vermiyor, halktan hesap soruyor. Zorbalık düzeni bu bölgede sürüp gidiyor. Kaba gücü elinde tutan halkı hiç çekinmeden eziyor.
Grup toplandıktan sonra minibüsle Hakkâri’ye doğru yola çıkıyoruz. Dört gece beş gün sürecek olan seyahatin öngörülen programı şöyleydi:

  • 15 Temmuz
  • 16 Temmuz Reşko Buzulu
  • 17 Temmuz Berçelan Yaylası ve Gölü
  • 18 Temmuz Sat Buzul Gölleri ve mağara resimleri
  • 19 Temmuz Hoşap Kalesi
Bu seyahatin benim için en etkileyici bölümü Cilo, Reşko Buzulları ve Yüksekova “Sat Dağları” buzul göllerine yapılan tırmanışlar ve Trişin yaylasında olduğu söylenen neolitik zamanlardan kalma kaya resimleri idi. Bölgede tarihi eserlerden ziyade doğal güzelliklerin  daha fazla olduğu dikkate alınırsa gezinin ağırlıklı olarak manzara fotoğrafçılığını geliştirme amaçlı olacağı anlaşılıyordu. Nitekim öyle de oluyor. Minibüste rahat rahat oturuyoruz. Sayımız az. İstanbul’dan beş, Ankara’dan bir,  Fethiye bir olmak üzere grup lideri Faruk Akbaş ile birlikte yedi kişiyiz. Erzincan’dan da iki kişilik bir video film ekibi de bize katılınca dokuz kişi oluyoruz. Hakkâri Üniversitesi Spor Akademisi öğretim üyelerinden üç rehberi de sayarsak on ikiye ulaşıyoruz.
Van’a iner inmez ilk fark ettiğim şey buralarda farklı bir dil konuşulduğu ve insanların çekingen ve sürekli tetikte durduğu oldu. İnsanların gözlerinde bir ürkeklik bir bıkkınlık var.  Kürtçe ve Koyu Doğu aksanlı Türkçe buraların iletişim dili. Kimse yüksek sesle konuşmuyor.  Buraların insanıyla aramızda farklılıklar var. Hakkâri’ye yaklaştıkça bölgedeki bariz  askeri varlığı hissediyorsunuz. Kontrol noktalarında ağır silahlarla donatılmış tam teçhizatlı birliklerin konuşlandığı yollarda insanın içine ister istemez bir korku düşüyor. Hüviyet kontrolü ve nereden gelip nereye gittiğinize ilişkin sorular yadırganmıyor.
Oysa burası demokratik bir ülke olsa kimse kimseyi böylesine sorguya çekemeyecek.  Birden medyanın yalan yanlış ve yan tutarak çizdiği resim gözlerinizin önüne geliveriyor. Her tür komplo mekanizması çalışıyor. Yollarda patlamaya hazır mayınlar, keskin nişancıların konuşlandığı tepeler; zırhlı araçlar, Tomalar, biber gazları ve taş atan çocuklar. Medyanın beyninize zorla ve ahlaksızca çarpıtarak indirdiği bu zoraki senaryo  muhakeme ve gözlem kabiliyetinizi etkiliyor. Sağlıklı düşünebilmek için çaba harcıyorsunuz. Kuşku sarıyor etrafı bir sis bulutu gibi. Deneyimli bir gözlemci olmak gerekiyor.
Yolumuz üzerinde bulunan  Akçalı Köyü yakınlarındaki Pamukkale’ye benzediği söylenen travertenleri ziyaret edeceğiz. Van Hakkâri karayolunun 87. kilometresinden   toprak bir yola saparak Zap Suyu’na dökülen Karacasu adı çayın kaynağına doğru tepelere tırmanıyoruz. Berbat bir yol. Bu kadar tozlu bir yolu ilk defa görüyorum. Tozdan öksürenler çoğunlukta. Minibüsün kapısı tam kapanmadığı için içeriye toz doluyor. Boynumdaki fuları kovboylar gibi maske yapıp tozdan korunmaya çalışıyorum.
Burada da karakollar da var. Akçalı Köyü birkaç evden ibaret. Alabildiğine uzanıp giden tarlalar  ıssız görünüyor. Birkaç yüz metre daha tırmandıktan sonra  Cilo Dağları’na  kadar uzanan derin vadilere ulaşıyoruz. Cilo Sıradağlarında çoban ateşlerinin dumanları görünüyor. Akçalı Travertenlerini  fotoğraflamak üzere vadinin aşağısında ağaçların arasından akıp giden şelalenin döküldüğü yere inmemiz gerekiyor. Kayalık zemin neredeyse hiç geçit vermiyor. Tehlikeli bir iniş. Yaklaşık 2500 metre irtifadayız. Karacasu Çayı,  Merkez Dağ (3240 m), Küçükkale Dağı (3040 m) ve Gilehöyük Tepe (3505 m) yamaçlarından fışkıran pınarların sularını   toplayan Karacasu Çayı daha sonra  Zap Suyu ile birleşiyor.
Kayalık ve taş  sarp bir zeminden inmeye  başlıyoruz.[1] Patika filan yok. Öylesine dokunulmamış bir yer. Doğa cömertçe açıyor kendini. Rengarenk çiçekler sarmış her yeri. Vadinin derinliklerine indikçe çiçekler, kelebekler ve arılar  çoğalıyor. Her tehlikeyi hesaplayarak zik zaklar çizerek  vadinin dibine kadar inmeyi başarıyorum. Belime kadar otlara bata çıka şelalenin dağdan fışkırdığı kayalıklara ulaşıyorum. İki üç farklı yönde gelişen travertenin kahverengiyle beyaz arasında değişen teraslar oluşturduğu görülüyor. Zaman zaman ağır bir kükürt kokusu geliyor burnuma.
Merkez Dağ’a doğru uzanan çayırların yeşiliyle travertenlerin beyaz sarı ve kahverengi tonlardaki şekillenmelerini kamerayla yakalamaya çalışıyoruz. Saatlerce çekim yapılacak kadar malzeme var bölgede. Travertenlerin[2] dalga dalga yüzeyinde bir perde gibi su akıyor. Dağdan büyük bir hızla gelen Karacasu tam da travertenlerin orada yedi sekiz metreden dökülerek bir dev kazanı oluşturuyor.
Buranın bir fay hattı olduğu kesin. Okuduğum bir deprem raporunda bu açıkça belirtilmiş.[3]Kocaeli Deprem Sempozyumu 2005 raporunda bölgedeki deprem hassasiyetleri açıkça ifade ediliyor. Bu traverten bölgenin de olası bir fay kırılmasında ne olacağı bilinmez.
23 Ekim 2011 Van depreminden sonra yaralar sarıldı mı? Yeterli tedbir alındı mı sorusunun cevabı çok net. Resmi kayıtlara göre 600 civarında yaşam yok olurken beş  bine yakın yaralı  ve bir o kadar da bina hasarının meydana geldiği açıklandı. Resmi rakamlara inanmak için ortada bir sebep yok. Devlet bu tür olaylarda gerçek rakamları şu veya bu sebepten dolayı açıklamıyor. Bölgedeki etnik hassasiyet bir güvensizlik ortamı doğurmuş. Buranın Kürtçe konuşan halkı devlete güven duymuyor. Devlet de onlara güven duymuyor. Bir güven bunalımı sarmalını her yönü kapladığını insanlarla konuştukça algılamamak mümkün değil. Kontrol noktalarında askerlerin ses tonunda saklı olan o zorbalık ve tek yanlılık halkla devlet arasında aynen Karacasu’nun zaman içinde Merkez Dağı oyarak açtığı kanyonun iki yakası  gibi uçurumlar açıyor. Bu uçurumların kapanması çok zor. Devlet tek yanlı olarak bu Det Facto ilişkiyi kurmuş. Hoşap Kalesi’nde konuştuğum köyün yaşlılarının yüzlerindeki derin çizgilerden de anlaşılıyor bu.
Karacasu Çayı’nın oluşturduğu bu mini kanyon sürprizlerle dolu. Çay kıyısı boyunca uzanıp giden çiçek denizi üzerinde kelebek, arı, böcek orduları dolaşıyor. Bölgedeki endemik çiçek çeşitliliği dikkat çekici. Yabani sümbül çeşitleri, salep otları, orkideler, çan çiçekleri, ters laleler, yüksük otları bunlardan sadece bazıları. Hakkâri bölgesinin bir doğa harikası olduğunu rahatlıkla söylemek mümkün. Cilo ve Sat Dağları bölgenin en önemli ekosistemleri. Yaklaşık yirmi bin yıllık buzulların yer aldığı bu dağlardaki buzul gölleri, akarsular tüm bölgeyi besleyen doğal kaynaklar olarak tanımlanıyor.[4]
Yer kabuğunun çatlağından sızan kalsiyum bikarbonat ihtiva eden  suların yeryüzünde  bıraktığı izler bunlar. Bilimsel izahatın dışında görüntü olarak insanda hemen bu suyla banyo yapma isteği uyandırıyor. Yola köylülerin diktiği levhada beyaz zemin üzerine siyah harflerle “Pamukkale” yazılmıştı. Ne de olsa tanınan isim bu. Bir çok yerde “Doğu’nun Pamukkale’si” tabiri kullanılıyor. Issız topraklar buralar. Kimsenin ekip biçmediği ama yüksek otları balya balya yığıp bıraktıkları görünüyor. Buralarda bu ovaların çok az olduğu bölgelerde sık sık aynı şeyi görüyoruz. Otlar kesilmiş balyalanmış ve oraya bırakılmış. Daha sonra gelip ihtiyaçları olduğunda alacaklar her halde. Kanyonun derinliklerine indikçe kuş sesleri artıyor. İnsanlardan ürkmeyen korkusuz kuşlar. Hasret kaldığım bir şey kuş sesleri. Doğa yürüyüşlerinde ormanın, rüzgârın ve kuşların sesini duymak için sessizce beklemek gerekiyor.  Oysa Toros Dağları yaylalarında tek bir kuş sesi bile duymak mümkün değil artık.
Vadinin dibinde akşam güneşinin ilk ışıklarına kadar çekim yapıyoruz. Faruk Akbaş ve diğer arkadaşlar “kompozisyon” çalışıyorlar. İnsan unsurunun doğayla birleştirilerek görselleştirilmesi hiç te kolay değil. Konu travertenler ve kanyonun derinlikleri olunca bir çok kompozisyonu denemek gerekiyor. Ben doğa ve insan ilişkisini fotoğraflamayı çok iyi beceremiyorum. Bu grafiksel hatta geometrik bir düşünce tarzını gerektiriyor. Geniş açı lenslerle normal lensler arasında büyük farklar oluşuyor. Özellikle de böylesine dağlık bir coğrafyada ışığın yayılışını kontrol etmek kolay değil. Ben yine çiçeklerime ve kelebeklerime dönüyorum. Akşamın son ışıkları tepeleri yalarken Hakkâri’deki ilk günümüzün sonuna geliyoruz.
——————————————————————–
(Dağlar) Hakkâri il topraklarını ortadan bölen Zap Suyu Vadisi’nin doğusunda Hakkâri Torosları’nın ana kütlesi kuzeydoğu ve güneydoğu yönünde açılarak İran ve Irak sınırlarına dek uzanır. Yörenin en yüksek tepesi, ülkenin de en yüksek dağlarından olan Cilo Dağı’ndadır. Hakkâri il merkezi doğusunda Zap Suyu’ndan sonra Sümbül (3467 m) ve Mere (3200 m) dağları ile birden bire yükselen Cilo kütlesinin temelini, kalkerli ve volkanik kayalar oluşturur. Batı-doğu yönünde uzanan bir kıvrım dağı olan bu kütle, doğuya gidildikçe yükselmektedir. Ana kütle 3000 m yüksekliğinde bir kabartı durumundadır. Sırtın sağında ve solunda genellikle çıplak, dik ve sarp çok sayıda doruk yükselir. Bunlar sırasıyla 3500 m yükseltili Kisara Dağı, 4060 m yükseltili Suppadurek Dağı, 3700 m yükseltili Köşedireği Dağı ve bütün Cilo kütlesinin en yüksek noktası olan 4135 m yükseltili Reşko (Gelyaşin ya da Uludoruk ) Tepesi’dir. 3850 m yükseltili Maunseli Sivrisi ve 3650 m yükseltili Gelyano Tepesi asıl kütleden ayrılarak kuzey yönünden uzanan bir kol üzerindedir. Zap Suyu’nun doğusunda Sümbül Dağı ile başlayıp Gevar Ovası’nın güneyi boyunca İran sınırına dek uzanan bu yüksek sıra dağlar, güneydeki Irak sınırı arasında kalan Şemdinli yöresinin en sarp kesimidir. Cilo ve Şemdinli yörelerindeki yüksek dağlardan çıkan ve güney yönünde akan akarsular, kalkerler ve volkanik kayaçlardan oluşan toprakları zamanla oymuş ve birtakım sarp bölmelere ayırmıştır. Cilo Dağı’ndan güney batı yönünde Zap Suyu dirseği içine doğru uzanan geniş dağ kütlesi, bu şekilde yontulmuş ve parçalanmıştır. Bu engebeli kütle üzerinde 3000 m’yi geçen çok sayıda doruk vardır. 3250 m yükseltili Beridalo ve Yekboy Dağları, 3250 m yükseltili Samur Dağı, 3460m yükseltili Gare Dağı bunların başlıcalarıdır. Avarobaşın Çayı (Rubareşin) ile Şemdinli Çayı arasında geniş ölçüde volkanik kayalardan oluşan Sat Dağları (İkiyaka Dağları) uzanır. Kütlenin üzerinde 3540 m yükseltili Sat Dağı ile 3356 m yükseltili Gevaroki Dağı önemli doruklardır. Kaynak: Hakkâri Üniversitesi kitapçığı:           http://husis.hu.edu.tr/doc/0/pdf/Hu_2013_faaliyet_raporu_cmyk.pdf
[1] Seyahatten döndükten sonra yaptığım araştırmada bölgeye ait bir makaleye rastladım. Yüzüncü yıl  Universitesi, Egitim Faktiltesi ve  Atatürk Universitesi, Kazim Karabekir Egitim Fakultesi öğretim üyeleri Yrd. Doçent .Dr. Süleyman ELMACI ve  Yrd. Doçent .Dr. Ramazan SEVER’in Eastern Geographical Review sayı 15, sayfa  137’de yayınlanan, DOĞAL BiR ANIT: AKÇALI TRAVERTENLERi (VAN-BAŞKALE) başlıklı makalesi konuya az da olsa biraz ışık tutuyor.  Akçalı Travertines (Van-Baskale): A Natural Monument
[2] Traverten; kalsiyumbikarbonat Ca (HCO3) içeren soğuk ve sıcak su kaynakları tarafından çökeltilen karbonatlı oluşumlardır. Denizli-Pamukkale, Ağrı-Diyadin, Erzincan-Otlukbeli Gölü, Erzurum-Hölenk, Van-Başkale, Hadim-Aksazak, Hadim-Yerköprü, Sındırgı- Hisaralan, Cihanbeyli-Bolluk Gölü, Bolu-Akkale, Sivas-Sıcakçermik gibi birçok yerde birer doğa harikası olan bu traverten birikim şekilleri bulunmaktadır.
Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Selahattin POLAT Uşak Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü Uşak, TÜRKİYE’DE TRAVERTEN OLUŞUMU, YAYILIŞ ALANI VE KORUNMASI, MARMARA COĞRAFYA DERGİSİ SAYI: 23, OCAK – 2011, S. 389-428 İSTANBUL –
[3] Hakkari yöresinde bölgesel ölçekte üç önemli tektonik yapı yer alır. Bunlar Bitlis Kenet Kuşağı (BKK), Şemdinli Yüksekova fay kuşağı (ŞYFK) ve Başkale fay kuşağıdır. Kaynak: Ali Koçyiğit, 2005.01.25, MW 5.9 SÜTLÜCE (HAKKARİ) DEPREMİNİN KAYNAĞI: BAŞKALE FAY KUŞAĞI, GD TÜRKIYE.
[4] Hakkâri il topraklarının yaklaşık % 87’sini kapsayan dağlar, genellikle ülke dağlarının ortalamasından daha da yüksektir. Bu dağların en önemlileri; Cilo (4.135), Sandil (3.818), Mordağ (3.810), Karadağ (3.630), Geverok (3.680), Sümbül (3.250 m.)’dir. Cilo ve Sat dağları yöresi bölgenin en önemli doğal varlıklarıdır. Bu dağlardaki 20 bin yıllık buzullar, buzul gölleri ve barındırdığı yaban hayvanlar ve endemik bitki örtüsü ile bölge “doğa harikası” olarak nitelenebilir. Kaynak:http://www.daka.org.tr/panel/files/files/yayinlar/TRB2_Bolgesi_MDA_DogalKaynaklar_2011.pdf
 _DSF0003

5 Haz 2015

Neyi Seçiyorum..?


Yine bir seçim dönemi yaşanıyor. Bol küfürlü, skandallı, kavgalı, bol gürültülü, bombalı, TOMA’lı ve biber gazlı.

Bu seçimlerin ve geçmiş seçimlerin bol aritmetikli, kavranması zor bir yanı var. Seçmen sayısı, baraj, nispi mi yoksa çoğunluk mu gibi parametreler var. Sonuç itibariyle basit bir sistem değil. Türkiye’de  seçim sistemi olarak “yüksek barajlı liste usulü nispi temsil sistemi” uygulanmaktadır. Yüzde onluk bir baraj söz konusudur. Seçmen bölgesi söz konusu olmaksızın siyasi partilere veya bağımsız adaylara oy vermektedir. Siyasi partiler de daha önce belirlemiş ve deklare etmiş oldukları listelere göre seçim bölgelerindeki oy sayılarına göre milletvekili çıkarmaktadırlar.  

7 Haziran 2015 Milletvekili Genel seçimlerinde oy kullanacak seçmen sayısı (55,922,380 ) Elli Beş Milyon Dokuz Yüz Yirmi iki bin üç yüz seksen olarak YSK Tarafından açıklanmış bulunuyor. Bir yıl önce Cumhurbaşkanlığı seçimi için belirlenen seçmen sayısından yaklaşık iki yüz bin daha fazla (55,701,719).  

Seçime katılım oranı genellikle yüzde yetmiş civarında seyretmektedir. Seçmen merkez ağırlıklı bu siyasi yapıdan aslında hoşnut değildir. Devletin tüm kadrolarıyla siyasallaştığı dönemlerde halkın tercihinden ziyade çıkar gruplarının menfaatleri belirleyici olmaktadır. Merkeze toplanan siyasi güç yerel sorunlarla uğraşmaktan çok iktidarı elinde tutmak için devletin olanaklarını seferber etmeyi tercih etmektedir.

Nitekim bu seçimlerde de iyice kutuplaşan Türkiye’de mücadele dört parti arasında cereyan edecektir. Bu seçimlerin iki kritik alanı vardır. Birincisi AKP’nin uğradığı oy kaybının ne ölçüde olacağının tahmin edilememesidir. Son seçimlerde Yüzde elli oy alan AKP’nin bu seçimlerde yüzde otuzlara düşeceğinden söz edilmektedir. İkinci kritik alan HDP’nin barajı geçip geçmeyeceği konusudur. Eğer HDP barajı geçerse mecliste en az altmış milletvekiliyle önemli bir temsil sağlayacaktır. Eğer barajı geçemezse AKP ve diğer barajı geçen partilerin milletvekili sayısında orantısal bir artış olacaktır.

Bu seçimlerde oy çalma, hile ile torba saklama, bilgisayar kayıtlarında sahtecilik gibi seçim hilelerinin yapılacağı ihtimali üzerinde durulmaktadır. Yaklaşık iki aydır bu söylentiler ayyuka çıkmış durumdadır. Eğer seçimlerde hile yapılırsa, bu sonuçları çok vahim olaylar dizisinin başlangıcı demektir. İkinci tehlike parti mitinglerinde patlayan bombalardır. Özellikle de HDP mitinglerinde meydana gelen taciz olaylarının maksatlı olduğu kesindir. Hükümetin bu konuda aciz olduğu hatta ateşe körükle yaklaştığı da görülmüştür. Bu da vahim terör olaylarının seçimlerden sonra patlayacağı şüphesini güçlendirmektedir.

Seçim anketlerinin çoğu AKP’nin oy kaybını ve HDP’nin barajı geçeceğini işaret etmektedir. Bu da yapılacak seçim simülasyonunun bu iki parametre ışığında yapılmasının daha mantıklı olduğunu göstermektedir.

Yapılan istatistiki akıl yürütmeye göre ortaya şöyle iki temel senaryo çıkmaktadır:

Birinci Senaryo:

Birinci Senaryoya göre:  AKP % 33-35 bandına gerileyecektir. HDP tüm sol kesimin ve bir kısım AKP oyu alarak %12-14 bandına çıkacaktır. CHP ise % 35-32 bandına yükselecek, MHP ise %18-14 bandında oy sağlayacaktır. Diğer partilerin oy oranının barajı geçmeye yeterli olmayacağı için bu seçim sistemine göre ziyan olacağını da söylemek gerekir.  

İkinci Senaryo:

İkinci senaryo tümüyle sürpriz bir tabloyu ortaya çıkaracaktır. Bu sürprizde HDP barajı geçemeyecek, AKP ciddi bir oy kaybına değil de yüzde onluk bir oy kaybına uğrayacaktır. AKP % 39-36 bandında, CHP ise %30-34, MHP %18-15 bandında bir sonuçla milletvekili dağılımı gerçekleşecektir.

Birinci Senaryo milletvekili sayısı:        İkinci Senaryo Milletvekili Sayısı
AKP         215                                                           279                                        
CHP         199                                                           202
MHP         73                                                             69
HD            63                                                             -

İkinci senaryoya bakılınca HDP’nin barajı geçememesinin sonucu olarak AKP altmış milletvekili daha fazla çıkarma olanağına kavuşmuş bulunmaktadır. Esas sorun da budur. HDP’nin barajı geçip geçmemesinin CHP ve MHP oylarında belirgin bir artış veya düşüş meydana getirmediği aşikardır. Bu senaryonyu çok önceden hesaplayan partiler seçim stratejilerini de bu yönde kurmuşlardır.
Birinci senaryo gerçekleşirse Türkiye siyasi yaşamında yeni bir dönem açılacaktır. Bu dönemde AKP’yenilgisi giderek ciddi oy kayıplarına dönüşecektir. Rüşvet, ihaleye fesat karıştırma   ve yolsuzluk davalarıyla partinin hırpalanacağını  rahatlıkla söylemek mümkündür. En büyük zararı da Cumhurbaşkanı görecektir. Meclise verilecek gensoruları bu kez reddetmeye oy gücü yetmeyecek olan partinin geleceği pek parlak görünmüyor.

İkinci senaryo ise ciddi sorunların ortaya çıkacağı huzursuzluk dolu ağır bir dönemin başlangıcında olduğumuzu gösterecektir. HDP’nin meclis dışında kalmasının sonuçları Güney Doğu bölgelerinde giderek artan şiddet olacaktır. Bu şiddet sarmalı tüm Türkiyeyi ve meclisi  sarsacak şiddette olacaktır. Nispi bir AKP başarısı gibi görünse de bu senaryo Türkiye’nin hayrına olmayacaktır.

8 Haziran sabahı Türkiye’nin hangi yolda yürüyeceğini şimdiden kestirmek kolay değil. Özgürlüklerin arttığı, beraberlik ruhunun yeniden kurulduğu refah dolu bir döneme girmediğimiz ise çok belli. 

12 May 2015

Kenan Evren ve 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi



Türkiye Cumhuriyeti tarihi müdahalelerle dolu. Cumhuriyetin ilan edildiği 1923 tarihinden bu yana kaç müdahale olduğu ve bu müdahalelerin nedenleri çok kapsamlı siyasal analizleri yapmayı gerektiriyor. 12 Eylül darbesi yapıldığında Stockholm’deydim. Tüm dünya medya organlarında flaş haber olarak verilmişti. Meclis ve siyasi partiler kapatılmış, parti başkanları tutuklanmıştı. İsveç medyasına darbeyle ilgili yorum yaparak katkıda bulunmuştum. Aradan tam kırk beş yıl geçmiş. Geçen Cumartesi günü  Kenan Evren’in de vefat haberi geldi. Darbeci general, müebbet hapse mahkum olduğu 12 Eylül davasında yargılanmıştı.
Cumhuriyet tarihinin en kanlı ve ağır darbesinin sonuçlarını bir gazete şöyle özetliyordu:
  • Bir milyon 683 bin kişi fişlendi, bir milyona yakın kişi gözaltına alındı.
  • 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.
  • 517 kişiye idam cezası verildi. 50 kişi asıldı.
  • 71 bin kişi irtica ve komünizm propagandası suçlamasıyla, 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı.
  • 50 binin üzerinde kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti.
  • Yaklaşık 300 kişi gözaltındayken öldürüldü. 171 kişi işkenceden öldü.
  • 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.
  • 3 bin 854 öğretmen, 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.
  • Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. 31 gazeteci cezaevine girdi. 300 gazeteci saldırıya uğradı.
  • 3 gazeteci silahla öldürüldü. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı. 13 büyük gazete için 303 dava açıldı.
  • Cezaevlerinde 299 kişi yaşamını yitirdi.
Şimdi Kenan Evren’in vefatının ardından yazılanlara bakıyorum da iç karartıcı dengelerin ne kadar içine batılmış olduğunu görüyorum. Darbeci olarak mahkum edilen birine devlet cenaze töreni düzenlemek her halde bir başka ülkede olmaz. Bir hukuk sistemi düşünün ki, darbe yapmak suçuyla müebbet hapis cezası veriyor ama unvanlarını geri almıyor. Bir başka darbe davasında “Balyoz” ya da “Ergenekon”  artık ne ad verildiyse önce kalabalık bir grup muvazzaf subaya müebbet hapis cezası veriliyor  daha sonra berat kararı çıkıyor. darbe var mı yok mu diye tartışılan davaların yanında 27 mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri de fakta ortadayken tam bir yargılama yapılmıyor, gerçek suçlular işkenceciler toparlanıp hapsedilmiyor da iki general suçlu gösteriliyor.  Bir yerde bir terslik olduğu kesin. Bakıyoruz şimdi de cenaze için devlet töreni yapılacak ama devleti temsilen ne hükumet ne de siyasi parti temsilcileri cenaze törenine katılmayacaklarını beyan ediyorlar. Bu nasıl bir hukuk düzeni  diye sorgulamamak elde değil.
Konstantiniyye-139
Osmanlı’nın darbe tarihi çok uzun. En bilinenlerden biri ise: 23 Ocak 1913 tarihinde Enver Paşa ve arkadaşlarının Babı  Âli’yi elde tabanca bastıkları darbe. Bu  baskınla  başlayan bir darbe geleneği, demokrasinin değil zorbalığın ve kaba gücün egemen olduğu bir siyasi akımın özellikle iktidar gücünü elinde tutanlarla onların rakiplerinin halkın katılımı olmadan giriştikleri mücadelelerin altyapısını oluşturduğu söylenebilir. İttihat ve Terrakki  adı verilen siyasi akım aslında Jakoben yani buyurgan, katılımcı olmayan bir siyasi geleneğin benimsendiği bir grup askerin söz sahibi olduğu süreçte ortaya çıkmıştır. Cumhuriyetin kurulması ile birlikte o günkü savaş şartları ve dünya genel ekonomik ve siyasi konjonktürü dikkate alınarak yine halkın katılımcı olmadığı Jakoben  devlet modeline geçilmiştir. Tek parti dönemi olarak adlandırılan bu dönemde ordu ve askerler ülke siyasetinde etkili olmuşlar, gerektiğinde müdahalelerde bulunmuşlardır. 1923-1946 dönemi siyasi analizini yapan onlarca bilimsel çalışma var. Cemil Koçak, Ahmet Demirel, Mete Tunçay, Çetin Yetkin, vb. gibi düşünür yazarların eserlerini her kitapçıda bulmak mümkündür. Burada özetle darbe geleneğinin sadece 1980 yılında ortaya çıkmadığını evveliyatının olduğunu söylemekle yetineceğim. Bir diğer önemli nokta da 1982 anayasasıdır. Halen yürürlükte olan bu anayasa bir türlü değişmemiştir. Seçim barajı, baskı kanunları özgürlüğü kısıtlayıcı maddeleriyle bir türlü değiştirilemeyen bu anayasa Kenan Evren anayasasıdır. Bugün hiçbir siyasi partinin bu konuda savunulacak bir yanı yoktur. İkiyüzlü bir  siyaset yürüten günümüz siyasi partilerinin   bu anti demokratik anayasadan nemalandıkları da unutulmamalıdır. Bugün meydanlarda halkın desteği, milli irade  nutku atan siyasilerin halen yürürlükte olan Evren anayasasına sığınarak gerçek halk desteğini yok saydıkları, nispi seçim sistemiyle parti başkanı hegemonyasını sürdürdükleri ve kendi millet vekilini seçemeyen halkın bir kısmının oylarının heba olduğu bir başka seçime hazırlanıyoruz. Geçen dört yıl boyunca anayasayı değiştirme çabalarını bilinçli olarak baltalayan siyasi partilerin amacının mevcut bozuk düzeni sürdürmek olduğu aşikardır. Halkın özgürlük talepleri, demokratik hukuk devleti rüyası maalesef bir başka bahara kalmış görünüyor. Mevcut sıkı düzen yetmiyormuş gibi şimdi dikta heveslisi siyasilerin bir de başkanlık sistemi talebi gündeme oturmuştur. Demokrasi isteyen halkın karşısına başkanlık sistemi adı altında bir de tek adam idaresi sorunu çıkacaktır.
29 Nisan 2015 Emirgan Lale Sabancı Müzesi 143
Soğuk savaş yılları Türkiye için felaketleri de beraberinde getirmiştir. İki kutuplu dünyada bir ileri bir geri giden demokratikleşme çabalarının sert darbelerle yok edildiği görülmüştür. Farklı görüşten olanlara tahammülün olmadığı bir atmosferi yaratan da darbeler ve baskı rejimleridir. Kenan Evren Türkiye’deki sol akımları bertaraf etmeyi kendisine görev edinmiş ve bunu da Atatürkçü, milliyetçi ve dindar bir nesil yetiştirme adına sert ve buyurgan toplumsal müdahaleler yaparak gerçekleştirme yoluna gitmiştir. Hapishaneler işkence merkezlerine dönüştürülmüş, üniversitelerdeki demokratik hareketler  asker ve polis kordonuna alınarak durdurulmuş, sendikalar ve sivil toplum kuruluşları zararlı, kökü dışarda örgütler ve çeteler olarak ilan edilerek bertaraf edilmiştir. Toplumun en dinamik ve eğitimli kesiminden üç milyona yakın insanın yok edilmesi bazı güçlerin amaçladığı değişimi sağlamıştır. Demokrasi yerine dindarlık ve biat kültürünü aşılayan toplum mühendislerinin en büyük yardımcısı da bir şekilde sağlanan ekonomik refah düzeyiydi. Turgut Özal uluslararası sermayenin muhafazakar temsilcisi olarak fakir halka zengin olma yolları açıyor, birbiri ardından reformlar yapıyordu. Parlamenter sistem yine Kenan Evren anayasasıyla çalışıyordu. Aynen bugün olduğu gibi. Sağlanan göreceli ekonomik refahla Batıya açılınıyor ihracatta patlama yaşanıyordu. Demokratik talepler, özgürlük istekleri ağır şekilde cezalandırılıyor devlet dindar muhafazakar kadrolarla farklı bir mecraya dönüştürülüyordu.
İşte Kenan Evren bu dönüşüm süresince cumhurbaşkanlığı yapmış, onun emrindeki istihbarat güçleri  sistematik işkencelerle ve tutuklamalarla her tür muhalefeti bastırmıştır. Medya bu dönemde el değiştirmiş yeni oluşumu destekleyen kalemşörler piyasaya çıkmıştır. Turgut Özal ve Kenan Evren hayranı bu kalemşörler methiyeler dizerek halka güllük gülistanlık ileriye giden bir Türkiye fotoğrafı sunmuşlardır. Kenan Evren ve Turgut Özal ‘ın korku üzerine kurulu idaresi , sendikalara, medyaya  ve sivil toplum kuruluşlarına uyguladıkları baskıyla Türkiye siyasi gidişatının  soldan sağa kaymasına  neden olmuşlardır. Bugün eğer din üzerinden siyaset yapan birileri varsa bunun mucidi Turgut Özal’dır. Sağlanan ekonomik refah sürdürülebilir ekonomik refah değil dış sermayeye bağlı güdümlü ve göreceli bir refahtır. Toplumun belirli bir kesimi yolsuzluklarla, sahtecilikle zengin edilmiş çalışan ve vergi ödeyen kesimin yükü ağırlaştırılmıştır. Özal döneminde yapılan reformlar zaten liberal ekonomilerde olmazsa olmaz mekanizmalarla desteklenmek zorundaydı. Bu değişimi bir başarı, bir mucize gibi lanse eden ve duyuran  medya sahipleri devlet banka ve fabrikalarını cazip kredilerle satın alıyor giderek zenginleşiyorlardı. İşte bu yeni Türkiye fotoğrafında  eksik olan en önemli şey özgürlükçü bir anayasaydı. Yeni iktidar sahipleri bu anayasayı değiştirmek için ciddi bir çaba göstermediler.
Polis ve Vatandaş İlişkisi
Kenan Evren yargılandı mahkum oldu ama 12 Eylül iktidarının önemli oyuncuları  yargılanmadı. Onlar hala serbest ve kilit noktalarda görev yapıyorlar. Savcılar 12 Eylül’ün gerçek suçlularını yargı önüne çıkaramadı. Sembolik olarak iki emekli generalin apoletlerini söküp müebbet hapse mahkum ettiler ama dava Yargıtay aşamasında onaylanmadığı için uygulama aşamasına geçemedi. Bir anda hukuk uygulanamadı. Şimdi Kenan Evren’in ölümüyle ortada suçlu da kalmadı. Türkiye cumhuriyetinin ve demokrasisinin  bu kadar ağır bir yara almasına neden olanların adalet önüne çıkarılamadığı gibi verilen zararın da ne olduğu artık unutulmuş durumda. Yaratılan balık hafızalı toplum, dindar ve muhafazakâr kimliği kabullenmiş görünüyor. Özgürlük ve adalet isteyenler hemen cezalandırılıyor ve tasfiye ediliyor. Kenan Evren öldü ama 12 Eylül ruhu her yeri kaplamış durumda. Nefes almak çok zor.

11 Şub 2015

İstanbul’da Balık Çorbası Aramak


Bu Şubat ayını İstanbul’da geçirmek istedim. Özlediğim şeylerden biri de balık çorbası idi. Tarihi şehrin keşfetmediğim yörelerini adım adım gezerken fotoğraf çekecek, esnaf ve   balık lokantalarını yoklayacaktım. İlk etapta Kadıköy çarşısı içinde balık çorbası içilecek yerleri soruşturmaya başladım. Kadıköy çarşısı Osman Ağa Camii ile başlayan Mühürdar Caddesi ve Güneşli Bahçe sokak ile Üzellik sokağın arasında yoğunlaşan şarküteri, balıkçı ve manavların çoğunlukta olduğu dükkanların birbiri ardına sıralanışıyla oluşuyor. Manavlar ve balıkçılar zaten üç dört metre kadar olan dar sokaklara tezgahlarını taşırarak  geçiş yerini yarı yarıya azaltmışlar. Sabahtan akşama kadar buradan yoğun bir kalabalık akıyor.

Ara sokaklarda Mukadderhane Caddesi ve Serasker sokağında  ise  balık ekmek, midye, kokoreç, lahmacun gibi hızlı servis lokantaları var. Meyhaneler ve Pub’ların tüm Kadıköy ara sokaklarına yayıldığı, Moda Caddesi, Reks Sineması çevresinde hemen hemen tüm sokakları dolduran kafeler, meyhaneler ve publarla İstanbul’un hiçbir semtinde görülmeyen yoğunluğa ulaşıyor.  Mühürdar Caddesi üzerinde “Közde Kahve” adı altında Türk kahvesi servisi yapan cep  kafeleri çoğunlukta. Hemen hemen her türlü yiyeceğin satıldığı bu yüzlerce lokantada en yaygın tür ise  kebap ve meze  türü. Dünyanın en verimli balık alanlarından biri olan İstanbul Boğazı ve Marmara denizine  açılan  Kadıköy lokantaları zaman içinde ahalinin değişimine paralel olarak  balık ağırlıklı değil et ve tavuk ağırlıklı yemeklerle dolu.

Çarşı yüzlerce yıllık eski geleneğinin yanı sıra göçlerle başlayan değişim sürecinin de odağı haline gelmiş. Eskiden çok talep olan Yahudi, Rum ve Ermeni ahalinin tercih ettiği yiyeceklere artık  nadiren rastlanıyor. Çarşının ara sokakları akşamcıların ve Fenerbahçe taraftarlarının  içki ve yemek ihtiyaçlarına göre yarı Pub yarı meyhane yarı bistro tarzı dekore edilmiş lokantalarla dolu. Sokağa konan masalar iki metre geçiş yeri ya bırakıyor ya da bırakmıyor. Bu lokantalarda tavana yerleştirilen büyük ekranlarda futbol maçları yayınlanıyor. Özellikle de Fenerbahçea takımının maçlarının olduğu  akşamlarda iğne atılsa yere düşmeyecek şekilde taraftarlarla doluyor bu lokantalar. Kadıköy semtinde yaşayanların  Fenerbahçe tutkusu o kadar  derin ki Fenerbahçeli olmak Kadıköylü olmakla eş anlamlı kullanılıyor. Galatasaray taraftarının  Nevizade Sokağın’da, Beşiktaş taraftarının Beşiktaş Çarşı’sında oluşturduğu Sports Bar, meyhane tarzı İstanbul gençliğinin yaşam tarzının önemli bir yanını yansıtıyor.  

Lokantaların menüleri meze ağırlıklı. Çoğu da bir iki günlük. Bu mekanlarda balık çorbası bulmak imkansız. İki büyük balık lokantası var çarşıda. Boğaz balık lokantalarına benzeyen beyaz örtülü, bol  meze çeşidi çıkaran ızgara  balık yenen içkili eski İstanbul tarzı lokantalar. Bu lokantaların menüsünde de yok balık çorbası.

Dicle Balık

Sora sora Bağdat bulunurmuş. Sonunda balık çorbası yapan bir lokanta buldum. Dicle balık lokantası. Safran kullandıkları için çorbanın rengi sarı. İçinde özellikle küçük  balık filetosu  parçaları var. Fransız usulü kırlangıç çorbası diye yazmışlar menüye. Kırlangıç balığı olup olmadığını anlamak zor. Bana kırlangıç gibi gelmedi. İnce kıyılmış sebzeler ve unla terbiye edilmiş çorba lezzetli. Her gün saat on ikide çıkarmış çorba. Çorbanın fiyatı yedi Türk Lirası. Hamsiyi ayıklayarak fileto halinde servis ediyorlar. Lezzetinden Karadeniz hamsisi olduğu anlaşılıyor.  


Halikarnas Balıkçısı

Balık çorbası arayışımı bir tanıdığın tavsiyesine uyarak Üsküdar’da sürdürmeye karar veriyorum. Üsküdarlılar  Kadıköy’den çok farklı bir yaşam tarzına sahip. Anadolu’dan gelen daha muhafazakâr bir kitlenin yerleştiği Üsküdar’da Kadıköy’ün aksine bir tane bile içkili lokanta yok. Ünlü Kanaat lokantası bulunduğu binanın yanındaki binayı da alarak iyice genişlemiş. Kanaat lokantası İç Anadolu ve Karadeniz  tarzı et ağırlıklı yemekler sunuyor. Menüsünde balık yok. Balıkçılar çarşısına girince sol tarafta Halikarnas Balıkçısı var. Balık tezgâhında balık satıyor ve içeride yeni dekore ettiği iki katlı balık lokantasında balık çorbası var. Beyaz renkli yoğun bir çorba. Bol un kullandıkları belli. Sebze ağırlıklı balık fileto parçalarının da bulunduğu çorba altı Türk Lirası. Çorbanın pek lezzetli olduğunu söyleyemeyeceğim. Terbiyesi biraz yoğun, kullandıkları sebzeler de pek lezzet vermemiş. Her halde doyurucu olması için patates ağırlıklı bir tarif kullanıyorlar. Hamsi tavasını da farklı buldum. Dicle Balık’ın aksine kılçıklarıyla bütün halde tavasını yapmışlar. Kılçıklar da oldukça sert. Ayıklayarak yemek gerekiyor.



Kuzguncuk Balıkçısı

İstanbul’un mahalle hayatını yaşayan  semtlerinden biri olan Kuzguncuk’ta Perihan Abla Sokağı’nda bulunan lokanta dekoruyla dikkat çekiyor.


Hafta arası olduğu için olsa gerek sokaklar tenhaydı. Kuzguncuk Balıkçısını kolaylıkla buldum. Zaten internet araştırması yaparken burayla ilgili bir çok bilgiye de eriştim. Fransız usulü kırlangıç balığı çorbası çok meşhurmuş. Çorbayı daha ilk kaşığında beğendim. İçine konan sebze ve baharatlardan olsa gerek çok hoş bir kokusu hafif bir tadı vardı. İçindeki balık parçaları diğer balık çorbalarının aksine çok küçüktü. Belli ki balık filetolarını ince ince doğrayarak ayrı bir tat yaratmak istemişlerdi. Burada balık çorbası fiyatı altı Türk Lirası. Kış mevsiminde olmanın gereği dışarıda sokakta oturamadım. İçeride oldukça dar bir alanda yemek zorunda kaldım. Ama çorbasını ve fiyatını beğendim. Üsküdar’da Halikarnas Balıkçısına gitmektense buraya Kuzguncuk’a gelmeyi tercih ederim. Zaten giderek ahalisinin Arap yaşam tarzına dönüştüğünü gördüğüm  Üsküdar’a gitmek hiç içimden gelmiyor. Kuzguncuk hem balık çorbasıyla hem de atmosferiyle balık çorbasına çok daha uygun bir semt.

Tarihi Karaköy Balıkçısı

Bir dostumla balık çorbası mekanları üzerine  konuşurken  o hatırlattı. Tarihi Karaköy Balıkçısını. Perşembe Pazarı’nın ara sokaklarında Grifin Han’da iki katlı küçük bir aile işletmesi. 1923 yılından  bu yana hizmet verdiği söyleniyor. Sadece öğle yemeği saatlerinde açık. Cumartesi kapalı. Acaba sahibi Yahudi olduğu için olabilir mi?  Bir zamanlar Sık sık gittiğim bir yerdi. Annemle ablamla da birkaç kez gidip balık çorbasını, kağıtta levreğini  denemiştik. Çok az sayıda balık alıp onlar bitince de lokantayı kapatan bir işletme anlayışı var. On ikide açılıyor saat üç civarında da balıklar bitiyormuş. Çorba kırmızı renkli. Küçük balık parçaları  hoş kokulu sebzelerle tatlandırılmış. Havuç rendelenmiş sanırım. İçimi çok rahat, yoğun değil. Bu çorbanın da mükemmel olduğunu söylemeliyim.
Böylelikle Üsküdar’ı saymazsak çok kısa bir yolculukla ulaşılacak üç farklı mekanda balık çorbası içilebileceğini  anlamış oldum. Doğal olarak duymadığım, gözden kaçırdığım bir çok mekan vardır. Örneğin Yeniköy, Sarıyer, Kanlıca, Beykoz,   Kumkapı, Samatya, Balat, Fatih  Yeşilköy, Bakırköy  gibi semtlerin balık lokantalarında da balık çorbası yapıldığını sanıyorum.
Araştırmaya devam…

11 Şubat 2015, Yel değirmeni 

22 Oca 2015

Sagalassos


18 Ocak 2014 Sagalassos 104

Yıl 1885. Polonyalı Kont Karol Lanckoronski, Psidia’ya Sagalassos’a gelir ve fotoğraf çekmeye başlar. 1892 yılına kadar tüm antik kentlerin fotoğrafını çeker. Dönüşünde iki ciltlik bir kitap yayınlar: “Städte Pamphyliens und Pisidiens”. O yıl Osmanlı İmparatorluğu bürokrasisi Mısır Eyaletini tüm toprakları ve tebaasıyla İngilizlere verdiğine ilişkin anlaşmaya imza atar. İstanbul Anlaşması yıl 1885.

18 Ocak 2014 Sagalassos 084

1907 yılının Nisan ayında ünlü İngiliz Casus/Arkeolog Gertrude Bell Sagalassos’u ziyaret eder. O tarihte antik kent kar altındadır. Antik tiyatronun 16 fotoğrafını çeker. O tarihte İstanbul’da Osmanlı bürokrasisi Babıali’de birbirini yemektedir.

18 Ocak 2014 Sagalassos 107

İlk kez 8 Nisan 2013’de ziyaret ettiğim Sagalassos’da kar filan yoktu. Aksine bahar günü gibiydi. Kente 7 kilometre mesafede kurulmuş olan Türkmen köyü, zamanla kasabaya dönüşmüş.  Ağlasun adı verilen kasabaya neden bu adın verildiği bilinmiyor. Antik kentte  Helen-Roma mimarisi şaheserlerinden sonra kasabanın derme çatma yapıları iç karartmaya yeterli. Kasabanın tam ortasında yer alan yaşlı çınar ağacı zamana tanıklık ediyor.

18 Ocak 2014 Sagalassos 247
Anadolu’nun yazılı olmayan tarihi her türlü yoruma açık. Antik kent hakkında bulunan ilk belgeler MÖ.333 yılından kalma. Makedonyalı İskender’in Anadolu seferinden. Termessos’u aldıktan sonra İskender ordusunun  yönünü Sagalassos’a çeviriyor. Akdağlar üzerinden gelerek kenti kuşatıyor. Kenti aldıktan sonra adını değiştirmiyor. Bronz Çağı’ndan bu yana var olan kentin gerçek ahalisinin kimler olduğu hep tartışmalı. Kuruluşundan on ikinci asırda terk edilişine kadar geçen süre içinde Pisidia’nın en önemli şehirleri arasında saygın bir yere sahip oluyor.
Belçika Leuven Katolik Üniversitesi öğretim üyelerinden Marc Waelkens ‘in birinci Burdur Sempozyumunda sunduğu bildiride bölgede kazı yapan  bilim adamlarıyla ilgili referanslar var. Kenti ilk keşfeden arkeologun Paul Lucas olduğu bilgisi var. Kazı yapanlar arasında Van Neel, F Arundell, Stephen Mitchell sayılıyor.

Kentin tarihçesi işgallerle dolu. Kent sürekli el değiştiriyor. Helenleşme döneminden sonra sırasıyla Seleukoslar, M.Ö. 281, Attaloslar ve Bergama Kırallığı M.Ö. 188-133, Roma Galatya Eyaleti M.Ö: 39 siyasi yapının önemli dönüm noktaları. Değişmeyen şey kent meclisi. Her dönemde kent meclisi ve monarşi varlığını koruyor. Bu da kentin asillerinin hakim güçlerle işbirliği yaparak kentin yağmalanmasını önlediklerini gösteriyor.

Bugün belirgin şekilde ayakta kalan yapılar var. İki buçuk kilometreye yayılan kenti gezmek zaman alıyor. Kentin önemli yapıları sırasıyla meclis binası,aşağı ve yukarı  agora,stadyum, kütüphane, çeşmeler, hamam,Zeus tapınağı,Kiliseler ve diğer yapılar olarak özetlenebilir. Tüm Roma şehirlerinde görülen döşeme taş döşeli Agora dikkat çekici. Görkemli sütun ve heykellerle iki yanı süslenmiş bu blok taş döşeme yollar iki bin yıllık görkeminden hiç bir şey kaybetmemiş.

Günümüzde Pisidia  bölgesinin en  iyi durumda kalmayı başaran tarihi yapıları bence İmparator Augustus zamanında yapılan döşeme yollar. Latince adıyla Via Sebaste. Bu döşeme yolların bazı bölümleri tahrip olmamış. Özellikle de Akseki Sarıhacılar bölgesindeki döşeme yol üç kilometre kadar var. Bu yolun büyük bir bölümünün köylüler tarafından asfalt dökülerek tahrip edildiği söyleniyor.

Sagalassos  en zengin ve görkemli dönemini Roma Galatya Eyaletine dahil olduğu zaman yaşamıştır. Mısır başta olmak üzere tüm Akdeniz bölgesinde kereste, zeytinyağı, seramik, çeşitli madenler ticareti yapmışlardır.  Şehir yedinci asırda meydana gelen büyük depremde büyük zara görmüştür. Nüfusu azalmaya başlayan şehir on ikinci yüzyıldan sonra  terk edilmiştir. Günümüze kalan eserler heyelan altında kaldıkları için korunmuşlardır. Kentte yapılan kazılarda yeni yapılar ve heykeller bulunmaktadır.
Sagalassos’u ikinci kez karlar altında gezerken içimi bir hüzün kapladı. Üstün bir medeniyetin izlerini taşıyan yapılara baktıkça kafamdaki sorular çoğalıyordu. Bu en az elli bin nüfusun yaşadığı, dokuz bin kişilik antik tiyatrosu ve stadyumu olan antik şehrin, su ve kanalizasyon teşkilatı, muntazam yolları ve planlı yapıları vardı. Şehri Akdağ eteklerine kuranlar aşağıdaki ovayı da tarım için kullanıyorlardı. Oysa bugün o ova baştan aşağıya çarpık betonlaşmayla tarım yapılamayacak hale getirilmiş. Sarnıç sistemi tahrip edildiği için ova yağmur sularıyla bir bataklık gibi örtülmüş. İki bin yıl önce o coğrafyada var olan medeniyet şimdi yok. Ağlasun ve Mamak belediyelerinin aldığı  acemi tedbirler iflas etmiş durumda. Çirkin yapılar, viraneye dönmüş yapılar, evlerin arasından akan kanalizasyon karışan dere yeterince hüzün verici.

Bir zamanlar seramik atölyeleriyle dolu olan Mamak’ta tek bir usta kalmış. O da zar zor geçiniyor. Kasabayı gezerken başları takkeli elleri tespihli erkek kalabalığın kötü bakışlarıyla karşılaşıyorsunuz. Çocuklar saldırgan ve eğitimsiz. Sagalassos’dan geriye sadece taşlar kalmış. Taşlara kazınan medeniyet orada duruyor ama yerli halkın buna aldırdığı yok. Ülkeyi yavaş yavaş saran kara cehalet burayı da demir pençelerine almış. Sıkıyor da sıkıyor.

18 Ocak 2014 Sagalassos 351

13 Oca 2015

Bellum Sacrum



Bellum Sacrum[1] mu Cihad[2]’mı?


Paris’te Fransız vatandaşı üç Radikal İslam militanının işledikleri korkunç cinayetin etkisi giderek genişliyor. Cinayeti işleyen El Kaide/IŞİD[3] bağlantılı teröristlerin Fransız güvenlik güçleri tarafından bertaraf edilmesinin ardından yarın (11 Ocak 2015) Paris’te Fransız Cumhurbaşkanının çağrısıyla geniş katılımlı bir protest yürüyüşü düzenlenecek.

Yürüyüşe şimdiden önemli sayıda siyasi liderin katılacağı bilgisi haber ajanslarının gündeminde. Bu yürüyüşün ne amaçla yapılacağı ve nasıl bir mesaj vereceği de tartışılan konular arasında. Batı basını haberi terörizme vurgu yaparak verirken “Radikal İslam” akımları üzerinde de duruyor. Teröristlerin cinayet sebebi olarak Charlie Hedbo dergisinde geçtiğimiz aylarda yayınlanan Hz. Muhammed ve İslam konulu karikatürlerin gösterilmesi de demokrasi ve basın özgürlüğü tartışmalarını alevlendirmiş görünüyor.

 Dergide yayınlanan karikatürlerin özellikle dinin siyasetle olan ilişkisinin ve kitleleri etkileme biçimi üzerine yoğunlaştığı, sadece İslam dini ile sınırlı olmadığı, aynı hicivlerin Hıristiyan ve Yahudi dinlerini ve peygamberlerini de kapsadığı biliniyor. Özellikle de Hz. İsa konulu birçok karikatürün yayınlandığı ama Hıristiyan toplulukların bu karikatürleri çok daha serinkanlı bir biçimde karşıladığı da ileri sürülüyor. Hiçbir Hıristiyan grup “İsa’ya ve dinimize hakaret ettiniz.” diye dergiye saldırmıyor. Ama radikal İslami gruplar saldırıyor. Öncelikle de bunun üzerinde durmak gerekiyor. Neden Müslümanlar şiddete başvuruyor?

Charlie Hedbo cinayetleri Hıristiyan ve İslam toplulukları karşı karşıya getirdi. Her ne kadar İslam ülkeleri liderleri ve din adamları bu saldırıyı gecikmeli olarak da olsa kınasa da yine de konuşmalarda bir “ama” tonu var. Batılı ve özellikle de Fransız entelektüel çevrelerinin demokrasi ve söz hürriyeti vurgusu görmezden geliniyor. İslam ülkelerinde bazı çevreler yapılan eylemi haklı bulurken bazı çevreler de şiddetle kınıyor. Toplum ikiye bölünmüş durumda. IŞID’in İslam adına kelle kesme törenlerini sosyal medyada yayınlamasına tepki duyan Batı kamuoyu şaşkın durumda.

Dinler arası hoşgörü ve siyaset tartışmalarının din adına cinayetlere dönüşmesi kimi sosyologlar tarafından barbarlık olarak nitelendiriliyor. Nitekim bu cinayetleri başka türlü izah etme imkânı da yoktur. On ikinci asırda işlenen din cinayetlerine gönderme yapan Radikal İslam grupları özellikle de IŞID her fırsatta  “Cihad” çağrısı yapmaktadır. “Şeytanla savaş”  olarak nitelendirilen bu çağrının Hıristiyan Batıya ve İsrail’e karşı yapıldığını biliyoruz.

 Birinci savaş sonrasında Orta Doğu’da yeniden çizilen sınırların günümüzde artık geçerli olmadığı da ayrı bir gerçek olarak çıkıyor karşımıza. Arap İsrail savaşları, Baas rejimleri, Müslüman kardeşlerin güçlenişi, İran’da Humeyni ile başlayan yeni Şia akımı,  Çöl savaşları, Arap baharı, Yemen, Suriye ve Irak’ta meydana gelen mezhep savaşları ve daha birçok sorunun ortaya çıktığı bir dönemden geçiyoruz. Batı Avrupa demokrasi, söz hürriyeti ve insan hakları temelli demokratik rejimlerle refah içinde yaşarken Orta Doğu bir kan gölü içine sürüklendi. Yaklaşık altmış yıldır süren kanlı çatışmaların bilançosu çok ağır. 
Orta Doğu bitmeyen katliamlarla sarsılırken tutunacak bir dal arayan insanların karşısına uzun süre bir kurtarıcı çıkmadı. Önceleri Sovyetler Birliği tarafından desteklenen Mısır ve Suriye tarafından kurulan Arap Birliği’nin yolundan giden Orta Doğu halkları hayal kırıklığına uğrayınca Müslüman Kardeşler, FKC gibi örgütlere bel bağladılar. Lübnan bir savaş alanına döndü. Lübnan halkı neredeyse bir gece bile silah sesi olmadan uyku uyuyamadı. Bugün bu karmaşa şiddeti artarak sürmektedir.

Sonra çöl savaşları geldi. Irak yerle bir edildi. Beş milyon insan göç etti. Sünni ve Şia mezhepten olanlar çatışmaya başladı. Mezhep savaşlarının önü de bu şekilde açılmış oldu. Orta Doğu’da artık Avrupa’nın 1600 yıllarında başlayan ve Vestfalia anlaşmasıyla sona eren ama milyonlarca insanın ölümüne sebep olan “Otuz Yıl Savaşları’na benzer savaşlar başlamış oldu.  

  Bu mezhep savaşlarının tarafı olan çeşitli radikal gruplar yani  El Kaide ve ISIS gibi gruplar acaba nereden besleniyordu? El Kaide grubu bir hayal peşinde koşuyor,  Abbasi imparatorluğunu kurmak ve şeytanı (Batılı İnsanları) yok etmek için mücadele ettiğini ilan ediyordu. Bu amaç için her yol mubahtı. Orta Doğu’da bir gözlemci statüsünden başka bir rol üstlenmeyen Avrupa ülkelerinin radikal İslam terörüne maruz kalması hiç te tesadüf değildir. Bu ülkelerde örneğin Fransa’da beş milyondan fazla Müslümanın yaşadığı bilinmektedir. Aynı şekilde ciddi bir Müslüman nüfus barındıran İngiltere, Almanya, Hollanda ve İskandinav ülkelerinin de terörün arka bahçelerinde beklediği endişesi içinde oldukları bir gerçektir.

 Siyasal alanda sağ muhafazakâr ve sağ radikal yelpazenin giderek güçlendiğini görüyoruz. Fransa’da bu yıl yapılan seçimlerde % 25 oy alan bu grupların ülkelerindeki göçmenler aleyhine bir kampanya yürüttükleri de varsayılırsa, artık Avrupa’da ikinci savaştan bu yana süren huzurlu dönemlerin sonuna gelindiği sonucuna varılabilir.

 Demokrasinin ve söz hürriyetinin tehlike altına girdiğini gören Avrupa’nın demokratik güçleri olayın ciddiyetine vurgu yapıyorlar. Dünya ve özellikle de Batı din savaşlarından çok çekti. Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki savaşların yanı sıra Hıristiyanlar arasında mezhep savaşları tüm Avrupa’yı kana boyadı. Nitekim bu yürüyüşün birinci mesajı savaş karşıtlığı demokrasi ve insan hakları, söz hürriyeti olacaktır. Batıda endüstri devriminden sonra ortaya çıkan ulusalcı laik devletlerin dini meseleleri bir yana bırakarak liberal ekonomilerin sağladığı bireylerin refahını temin etmek amacıyla yayılmaya başlamasıyla din dışı sömürgecilik dönemi başlamıştır. Birinci ve ikinci savaşların din savaşları olmadığını ekonomik savaşlar olduğunu biliyoruz.

Orta Doğu’da ikinci savaş sonrasında meydana gelen din savaşları Müslümanlar ile Yahudiler arasında cereyan etti. Arap İsrail savaşı denilen bu savaş ta aslında bir din savaşıydı.  İslam dinine mensup bazı grupların yayılmacı bir strateji izlemediğini söylememiz mümkün müdür? El kaide ve İŞİD gibi radikal İslami grupların programlarında İslam dininin bütün dünyaya yayılması vardır. Halifeliğin ilan edilmesiyle İŞİD Suriye ve Irak merkezli bir İslam devleti kurmuş ve kendi tabirleriyle “Cihad” başlamıştır. 

IŞİD bu savaşı sadece Hıristiyanlara karşı sürdürmüyor, onların yolundan gitmeyen Müslümanlara karşı da yürüttüğünü söylüyor. Bu bağlamda Paris saldırısı Hıristiyan dünyaya ve Avrupa medeniyetine olduğu kadar Müslümanlara karşı yapılan bir saldırı olarak da ortaya çıkmaktadır. Fanatik radikal grupların kendi amaçları dışında gözlerini hiçbir şey görmemektedir. İntihar saldırılarının giderek artacağı da söylenebilir.

Türkiye bugünkü gidişatıyla çok tehlikeli bir yol ayırımına girmiştir. 1923 yılında kurulan laik devlet yapısını değiştirmek isteyen bazı güçler, radikal İslami gruplar tarafından da desteklenmektedir. Ülkede giderek zayıflayan demokratik yapının totaliter bir rejime evrildiği de ayan beyan görünmektedir. Basın özgürlüğü sıralamasında 148. sıraya düşen Türkiye’yi karanlık günler beklemektedir. İktidar partisinin demokratik reformları yapmakta geciktiği, muhafazakâr siyasal atılımlar yaparak dini siyasetin merkezine oturtma çabalarının giderek arttığı gözlemlenmektedir. 

Din yani İslam dini geniş çapta devlet kurumlarının içine sindirilmektedir. Devlet memurları “mahalle baskısı” tabir edilen iktidar rüzgârı ile modernizeyi ve liberal cepheyi bırakıp İslam cephesine geçmiş bulunuyorlar.    Şiddetin her geçen gün tırmandığı Orta Doğu’da din yani İslam dini en önemli güç haline gelmiştir. Bir yanda İran, öte yanda Müslüman Kardeşler, Hamas, IŞİD, El Nusra, El Kaide, Taliban ve diğer gruplar. Hem birbirleriyle hem Hıristiyanlarla hem Yahudilerle, kısacası tüm dünyayla savaşıyorlar. Türkiye bu denklem içinde kendine bir yer bulma çabasındadır. Bir yanda laik Avrupa öte yanda İslam Şeriatı olmak üzere iki farklı siyasi cephede aynı anda bulunmak isteyen iktidar giderek tehlikeli sulara kapılmaktadır. Türkiye radikal grupların cirit attığı bir coğrafya haline gelmiştir. Ülkede sesi son derece cılızlaşan demokratik güçlerin bu gidişatı engellemeye takati kalmamıştır. Muhalefet partileri, STK’ları, medya organları iktidarın güvenlik güçleri ve etkisi altına aldığı adalet mekanizması, ekonomik teşvik paketleri tarafından bertaraf edilmiştir.

Sonuç olarak sıralamada 148. Olan medyanın gerçekleri yazamayacağı, gösteremeyeceği söylenebilir. Giderek güçlenen iktidarın gelecek seçimleri de alacağına kesin gözüyle bakılmaktadır. Batılı özgür basının Türkiye’yi nasıl gördüğü konusuna gelince; her şeyden önce söz hürriyetinin ve adaletin sorunlu olduğu bir Orta Doğu ülkesi olarak görmektedirler. İktidarın ikili bir oyun sergilediği de gözden kaçmamaktadır. Batılı demokratik değerlerden hızla uzaklaşan bir ülkenin AB üyeliği de zaten söz konusu olmayacaktır. Bu bağlamda danışıklı siyasi bir dövüşe dönen AB müzakerelerinden de bir sonuç çıkmayacağı da aşikârdır.

Cereyan eden din savaşlarında hangi tarafı tutacağına karar vermesi gereken bir iktidarın geleceği de buna bağlıdır. Bir yanda Güney Doğu sorunu öte yanda yolsuzluk, özgürlük ve adalet ihlalleri at başı giderken Paris’te özgürlük ve dayanışma yürüyüşüne başbakanlık düzeyinde katılmak derin çelişkinin gözler önüne serilmesine neden olmuştur. Nitekim özgür batı medyası bu çelişkiye dikkat çekmiştir. Bu çelişkiyi örtmek için hamaset nutukları atan siyasi liderlerin her şeyden önce insan aklına ve mantığına saygısı yoktur. Derin bir siyasi bunalıma doğru sürüklenen Türkiye’nin önümüzdeki günlerde ciddi sarsıntılar geçireceğine muhakkak gözüyle bakılabilir…    

   

[1] Lat. Kutsal Savaş, din savaşları. Batı kültüründe Hıristiyan ve Müslüman dünyalar arasındaki savaşları ifade etmek üzere kullanılan bir kavram.
[2] Arapça. İslam dinini yaymak  uğruna savaşmak anlamında kullanılan Arapça kökenli bir kavram. 
[3] Bu radikal İslami akımlar kök itibariyle Selefiyye fırkasından doğan unsurlardır. Müslüman Kardeşler grubunun yıllarca sürdürdüğü silahsız siyasi mücadelenin ötesinde  Vahabilik ile yakınlığı olan bu itikatların 1988 yılında Afganistan’da doğan kolu El- Kaide, 2004 yılında El Kaide’ye bağlı olarak kurulan IŞİD 2014 yılında hilafet ilanıyla bağımsızlığını ilan etmiştir. 

Hakkâri İzlenimleri (1)

Yedi günlük Rize Çamlıhemşin Yaylaları ve beş günlük Hakkâri gezisinden döndükten sonra bir kaç gün şaşkınlığımı üzerimden atamadım. Hem Ka...