Kağıdın yanma derecesini tüm
dünyaya anlatan Amerikalı yazar Ray Bradbury dün evinde vefat etmiş.
Ölümünden tam 60 yıl önce
yazdığı bilim kurgu romanı, Fahrenheit 451 kimi düşünürlere göre
güncelliğini koruyor. İkinci savaştan sonra iki kutba ayrılan dünyanın Batı
merkezinde bulunan Amerika Birleşik Devletleri, silahlanma yarışına
giriyor, bunu siyasi olarak halka izah etmek için de “Komunizm” tehlikesini
gösteriyordu. Neyin sağ neyin sol , neyin komunizm neyin kapitalizm olduğu pek
de kolay anlaşılmayan bir propaganda savaşına dönüşen bir dünyayı anlatıyordu.
Kore savaşı bu güç dengelerinin
sınandığı Türkiye gibi fakir üçüncü dünya ülkelerinin de savaşın içine
çekildiği bir dönem oluyordu. İşte ellili yıllarda soğuk savaşın tüm
siyasi garabetiyle yüklendiği insanlarda bir şaşkınlık vardı. Siyasi olarak
ayakta kalmak için bazı güç odakları suni düşmanlar yaratma yolunu seçmişti.
Jurnalcilik almış yürümüş, medyada bağımsız yazarların çoğu havlu atmış,
sansür, kovuşturma,iftira ve hamaset olağanlaşmıştı. Baskı giderek artıyordu.
Otoriteye mutlak itaat edilmesini talep eden siyasi iktidar, her tür
eleştriyi vatan hainliğiyle, komunizm ajanlığıyla bağdaştırıyordu.
Bradbury her ne kadar kitabın
sansürü ve Mcharty döneminin baskı rejimini hedef almadığını söylese de
1947-1957 döneminin özgür düşünen insanlar için bir kabus olduğu gerçeğini
görmezden gelemeyiz. Yine aynı dönemde yayınlanan bir başka kitap, George
Orwell ‘in 1984 adlı romanı da tüm dünyada totaliter rejimin eleştirisi
olarak değerlendirildi.
İşin ilginç olan yanı ise,
Hitler Almanya’sı ile doruğuna çıkan faşizmin sert idaresi giderek ABD’de de uygulanmaya
başlıyordu. Anti komünizm adı altında faşizm ve totalitarizm yaygınlaşıyordu.
Askeri cuntalar dönemi de böyle başladı zaten. Bradbury kendisine yöneltilen
sorulara hep kaçamak cevaplar verdi. Fahrenheit 451 adlı romanın
televizyonun bir medya organı olarak matbuatı yani basılı eserleri
ortadan kaldıracağını düşündüğünü ve metaforu o açıdan kurguladığı
açıklamasını yaptı. Bu tartışmalı bir konu. Bizim kuşak, yani ellili
yıllarda doğuğ yetmişli yıllarda üniversiteye giden kuşak Türkiye’de giderek
artan baskı rejimleri gördük. Askeri ve sivil cuntalar bireysel özgürlükleri
hiçe saydı. Anayasa kuşa çverildi. Altmışlı yıllar, yetmişli yıllar sansürler,
kovuşturmalar, işkenceler, sürgünlerle geçti. Acılı bir kaç kuşak doğdu ve
yetişti bu siyasi ortamda.
Bradbury’nin romanı ilk
kez 1953 yılında yayınlandı. 1966 yılında da İngiliz- Fransız ortak
yapımı olarak François Truffaut tarafından filmi yapıldı. Film ilk kez Türkiye’de
”Değişen Dünyanın İnsanları” adıyla 1968 yılında gösterime girdi.
Siyasallaşmaya başlayan öğrenci ve işçi kesimi tarafından büyük ilgi gördü.
Türk okuru kitabı okumadan
filmi görmüş oldu. Daha sonra roman 1971 yılında yayınlandı. Ne kadar
satıldı bilmiyorum. O yıllarda kitap yayını filmlere göre daha geriden
geliyor olmalıydı. Çağdaş romanları ancak yabancı dil bilenler okuyabiliyordu.
Onların sayısı da oldukça azdı.
Aradan geçen kırk yılda dünyada
ve Türkiye’de çok şey oldu. Bireysel özgürlükler konusunda büyük
ilerlemeler olduğu kadar gerilemeler de oldu. 1980 cuntası aydın kesimi adeta
bir tırpanla budadı. Aydınlar büyük hasar gördü. Otoriter rejimler
özgürlükleri ayaklar altına aldı. Dürüstlük değil yalanlar geçerli oldu. Siyasi
iktidarlar halka hep yalanlar söylediler, gerçekleri sakladılar.
Medya iktidar oyunları oynadı,
tarafsız habercilik ilkelerini hiçe saydı. Yaşamak için okurlarından değil,
siyasi iktidarlardan güç almayı seçti. İktidarı haber yapan bir medya
geleneğinden gelen basın “Takvim-i Vakayi” tarzı gazeteciliğe döndü.
Sonuç olarak Fahrenheit 451
sistemi bu topraklarda da yaygınlaştı.
Romanın konusu ve kurgusu
günümüzde ne kadar geçerli olabilir?
Bunu ancak romanı bir kez daha
okuyarak cevaplayabiliriz.