“İnsan, o kadar çok
duygusunu gizlemek zorunda kalıyor ki, utançtan yüzü kızarıyor.”
Jorge Luis BORGES:
Dünya kelimesinin kökeninin Arapça olduğunu ileri sürenler
var. Bu araştırmacılara göre de etimolojik anlamı ise “aşağıda olan” , “aşağılık
olan” demek oluyormuş. Dünya kavramının biri somut diğeri ise soyut olmak üzere iki anlam alanı olduğunu söylüyorlar.
Somut anlamlara bakıldığında yeryüzü, yerküre, soyut olarak bakıldığında
ise iki farklı yaşamdan söz edildiği
söylenebilir: Aşağıdaki yaşam ve yukarıdaki yaşam. Değişik dillerde farklı
soyut anlamların yüklendiği “dünya” kelimesinin bir çok disiplinin yer aldığı
sosyal bilimler alanında siyaset, hukuk, müzik ve felsefenin konusu olduğu da
söylenebilir.
Dünya aslında bir varoluş alanı olarak çıkıyor karşımıza.
Varoluşun miti, varoluşun hikayesi hep dünya ile ilişkili. Dünyaya gelen insan,
ölünce bu dünyadan “ebedi maşrık” a yolcu ediliyor; ya toprağa gömülüyor ya da
yakılıyor. Kimi inanışlara göre öteki dünyada bilinmeyen bir yere bilinmeyen
bir zamana göç ediyor. Özel bir törenle
öbür dünyaya yolcu ediliyor. Fani dünya, yalan dünya gibi tanımlarla bazı
inanışlar yaşanan ortamın ve çağın anlamsız kılınmasına, yaşanan dünyanın esas
olmadığını bir suret olduğunu serzeniştiriyor. Dünya yaşamı bir yerde asıl yani gerçek olmayan
bir kavrama indirgenmek isteniyor. “Boş dünya”, “yalan dünya” tanımı da bir
yerde bir başka soyut kavramı güçlendirmeye çalışıyor. Vaat edilen dünya da diyebiliriz
buna. İnançla ilişkilendirebileceğimiz bu soyutlama ölümlü insan için ölümsüz
olma fırsatı oluyor bir yerde. Dünyanın bu halleri inançla bağlantılı
denebilir. Öte yandan siyasetin de dünya kavramıyla yakından ilgilendiğini
biliyoruz. Dünyanın hakimi olma rüyasıyla yığınları peşinden sürükleyen
İskender, Sezar, Napolyon ve Hitler unutulmamalı. Para kazanan insan ise dünyalığını yapıyor.
Yaşam alanı olarak dünya bir zindan da olabiliyor bir cennet de. Dünya tersine
dönebiliyor. Birilerine dünyayı dar etmek isteyenler de olabiliyor. Bir anlamda
dünya kavramı yaşamla eşanlamlı gibi. Yaşam ve dünya her çağda farklı kavramları
taşıyor.
Dünya varsa zaman da var; Dünya yoksa zaman da yok diyebilir
miyiz? Kimi Yunan filozoflarına göre iki
tür zaman var: “Kronos” zamanı ve “Aion” zamanı. Zamanın anlamlandırılması ise
soyut düşüncenin gelişimi ile alakalıdır. Deleuze ‘ a göre düalist düşünce
paradigması gerçeğin zıtlıklar ötesindeki nüanslarının ortaya çıkmasını
engellemektedir. Ampirist felsefenin önde gelen filozofu Descartes ise duyuların tanıklığına başvuruyu, deneyimler hakkındaki yargıları reddeder; matematik ve mantıktan da kuşku duyar. İnsanın
deneyim elde etmeden “cogito” benlik bilgisi elde edebileceğini savunur. “Cogito
ergo Sum” sözü ünlüdür. Bu Türkçeye “Düşünüyorum öyleyse varım.” olarak çevrildiğini
görürüz. Bu çeviri ne kadar doğrudur? Kartezyen cogito düşüncesi deneyimden çok
inanca dayanmaktadır. Cogito ise benlik bilgisi olarak çevrilmelidir. Düşünerek
kendi benlik bilgisine erişen öznenin (insanın) gerçeklerden uzaklaşacağı
kuramı Deleuze ‘a aittir. Deleuze insanı eylem yapmaya, deneyim elde etmeye ve
ancak bu sayede gerçek benliğine yaklaşabileceğini ileri sürer. Deneyimi
olmayan bir özne giderek kendi algı sınırı dışındaki kurgulanmış olayları
gerçek gibi algılama eğilimine ulaşacaktır.
Dünyanın seni etkileyen yanı ise bir gezegen olarak
büyüklüğü. Kırk bin kilometre uzunluğunda çapı olan bir küre. Dünya üzerinde
kaç ülke yaşadığı, kaç dil konuşulduğu, hayvan ve bitki türleri gibi muazzam
bir aritmetik yığınını oluşturan sayısal değerler ise bir bilgi yığınından öte
bir şey değil. Bu bilginin neye yarayacağı ise ayrı bir tartışma konusu
olabilir. Dünya konusunda bilgi edinmek için öncelikle bu bilgiyi ne yapacağını
düşünmen gerek. Dünyanın çapını bilmek ne fayda sağlayacak? Uzay endüstrisi
için faydalı olabilir, metroloji için faydalı olabilir. Başka alanlar için de
faydalı olabilir ama aç Afrikalı yığınları doyuracak bir işe yaramadığı kesin.
İnsan yaşamı yani ömrü mevsimlerle de ölçülebilir. Kaç bahar
görebilirsin? Kaç kez denize girebilirsin? Ölmeden önce yapmak istediğin on şey
nedir? İşte bunlar hep göreceli sorular olarak karşına geliyor. Bugünden
başlayarak geriye gitsen, doğduğun güne örneğin ve oradan babanın doğduğu güne
oradan da dedenin doğduğu güne. Bu zaman yolculuğunu yapmak için bilgiye
ihtiyacın var. Bu bilgilerin zaman ekseninde dizilişi ayrı bir sorunu
beraberinde getirecektir.
Büyük medya devlerinin sayfalarına bakıyorsun. Sayfanın sol yanında en yukarıda
“world” kelimesini görüyorsun. Yani dünyadan haberler. Özellikle de Ortadoğu
ülkelerinden haberlere rastlıyorsun. İran bu aralar dünyanın en sıcak ülkesi.
Sonra Irak, Suriye ve Mısır. Ortadoğu ülkelerinin haberleri dünyadan haberlerin
odağında yer alıyor.
Ülkeleri tanımak, sorunları anlamak farklı kültürden olan
insanların birbiriyle barış içinde yaşaması için gerekli. İranlı bir taksi
şoförü ile New Yorklu bir taksi şoförü oturup konuşsalar acaba birbirlerini
anlayabilirler mi? Farklılıkları ne
kadar önemli bir sonucu doğurur. Öte yandan İranlı bir politikacı Birleşik
Devletler politikacısıyla oturup
konuştuğunda dünya geriliyor. Nükleer bomba tehdidi, kimyasal silahlar ve diğer
tehditler havaya savruluyor. İşte tam burada ülkeleri bir tespih tanesi gibi bir ipe dizemeyeceğinizi
anlıyorsunuz. Kültürlerin çatışması, kültürlerin odağında insan gibi bir çok
kavramla boğuşmak zorundasınız. Dünya başlığı altında yer alan yazılar biraz da
bu öteki olanı anlama uğraşısının kayıtları olarak değerlendirilmelidir.
İlkçağlardan beri evrensel kültürün bir öznesi olma uğraşı
veren insan inanç ve güç dengesinde ince
bir çizgide yürüyerek yol almıştır. Bilgili ve eğitimli olan azınlıkla bilgisiz
ve eğitimsiz olan çoğunluğun orantısız ilişkilerini yönlendiren bir seçkinler
grubu hep var olmuştur.
Kanun koyucu seçkinler sınıfı öncelikle kendi
çıkarlarını gözeterek güç piramitleri
oluşturmuşlardır. Yığınlar birey olduklarını idrak etmede zorlanırlar.
Çağımızın felsefecilerinden Deleuze’ün bir özne olarak bireye yaklaşımı beraberinde
bir çok felsefi soruyu da getirmektedir.
Bireyselleşme sürecine giren idrak etmeye çalışan insan
olayların kurgusu içinde yığınların yapay kollektif bilinci altında ezilebilir
de. Yığınların cehalet fırtınalarında sürüklendiği
yapma limanlarda bireyselleşmeden söz etmek bireyselleşme sürecini yaşayan
insanın güvenliğini ve özgürlüğünü tehdit edebilir. İnandırılan ve sorgulamayan
yığınların acımasız infazlarına yön veren seçkinler bazı durumlarda dünyanın
gidişini farklı coğrafyalara sürükleyebilecek yalanlar üretebilirler. Bir özne
olarak insanın dünya üzerinde tek başına olmadığını söylemek gerekir.
Bireyselleşme sürecinde değişim geçiren “ego” düşünce yeteneğini yani “cogito”
özelliğini düalist bir dar alana hapsedip özgürlüğünden fedakarlık edebilir.
Olaylar bütünü içinde bir zaman örgüsü üzerinde hareket eden “ben” düalist
dünyanın var olduğu ikili alanda kamayı
veya kalmamayı seçecektir. İyinin kötüyle var olduğu bu dünyada “ben” bir özne
olarak görünmeyecektir. Her zaman bir yığın olarak görünecek ve görülecektir.
Kültür sınırlarıyla etiketlenen “ben” o etiketin tutsağı olacak, yeni bir “ben”
yaratmaya çalışsa da bunda başarılı olamayacaktır.
Dünya ve varoluş ilişkisi düşünüldüğünde insanın yıllar
öncesinden gelen “düalist” düşünce geleneğinin insanın özgür düşünme eyleminde
bazı engeller oluşturduğunu ileri süren felsefecileri hatırlamamak elde değil.
Yıllar boyunca insanlar karşıt anlamlar üretilerek ilerleyen düşünce yapısı
gereği zıtlıkların ötesine geçemeyen, yeterince detaylı düşünmeyen kolaya kaçan
beyinlerin ürettiği düşüncelerle beslendi. İnanç ve bilim ortaçağda birbiriyle
zıt kutuplara yerleştirildi. Bilim adamları dinsiz kafirler olarak ilan edildi.
Yakıldı, asıldı ve yok edildiler. Bilim adamları din adamlarını öldürdü mü? Tarih
sahnesinde böyle bir şey yok. Hep din adamlarının kıyımı ve zulmü var. Bilim
adamlarının doğrudan zulüm ve kıyım yapıp yapmadıkları Hiroşima’ya atılan bomba
kapsamında tartışılmaktadır. Bir yerde paralellik kurulabilir. Ortaçağdaki
Tapınak Şövalyeleri dışında din adamlarının doğrudan insanlara zarar verdikleri
çok az görünür. Din adamları etkiledikleri kralın askeri gücüyle ölümlere sebep
vermişlerdir. Bu anlamda dolaylı olarak
zulüm etmiş ve kıyım yapmışlardır. Aynı şekilde bilim adamları icat ettikleri
silahlar vasıtasıyla insanlara zarar vermişlerdir. Günümüzde bu zarar
sürmektedir. Zaman ekseninde geçmişe bakan öznenin şimdi ve gelecek sarmalında
deneyimlerine dayanarak algıladığı gerçek önem kazanmaktadır. Deleuze’un “Kronos”
ve “Aion” zaman kavramlarına değinmekte sonsuz fayda var.
“Deleuze Ayrım ve Yineleme’de zamanın üç sentezi üzerinde durur ve oluşa izin
vermesi açısından Nietzsche ile birlikte gelecek zamanı olumlar. Ama daha sonra
gittikçe zamanı olayla olan birebir ilişkisi içinde düşünür ve Aion ve Kronos zaman ayrımı yaparak geçmişin ve geleceğin şimdi içinde
kasıldığı bir olaysal zaman düşüncesi geliştirir. İkinci zaman (virtüel geçmiş), şimdiyi tasarlamayı
bırakmadığı sürece, birinci zamanın (edimin
şimdisi) tamamlayıcısı olmaktan çok rakibidir. Bu
düşünce artık Kronos’un egemenliğine izin
vermeyen bir düşüncedir. Tamamlama daha çok ikinci zaman ile üçüncü zaman (bengi dönüşün geleceği olumlaması) arasında
gerçekleşir: “geçmişi ve geleceği genişleten ve içine çeken bir şimdi yerine, Aion
ile birlikte yayılan şimdi, geçmişin kısımlarına ve geleceğin kısımlarına bölünme
süreci içinde buharlaşır” (Deleuze, 1969: 78). Yani artık Kronos’un yayılan şimdisi
yoktur, sadece Aion’un sonsuz geçmiş ve geleceği vardır.”[2]Kudret Aras, Doktora Tezi, S. 142
Kudret Aras’ın doktora tezinde kapsamlı olarak incelediği
Deleuze düşüncesine göre, Aion’un sonsuz geçmiş ve geleceği vardır. Yani zaman
bin parçaya bölünmüştür. Bu ne anlama gelmektedir? “An-ı Daim” kavramı Aion’u
açıklamaya yeterli midir? Aslında
değildir. Paradoksal bir şimdi yerine interaktif ve dönüşüm geçiren ve sürekli
hareket halinde olan deneyimlerin varettiği bir öznenin şimdisinden söz ediyor. Bir kısmı geçmişte
olan bir kısmı gelecekte olan ve sürekli değişen bir şimdiden söz ediyoruz. Bu
dünyaya geri dönen insan varolduğunun da bilincine erişecektir. İnsan toplumsal
olayların tam ortasında deneyim kazanmaktadır. Algıladığı olaylar onun
varlığının bir parçasıdır. Siyasi ya da gayri siyasi diye düalist bir düşünce
tarzının ürettiği aion yerine siyasi
olayları algılayan özne kendine göre çıkarımlar elde etmek için o olayların ortasında
yer aldığının bilincinde olmalıdır. Deleuze
dünya yaşamını yani insanın varoluş paradoksunu aion kavramıyla çözümlemeye çalışmaktadır. Nasıl
bir dünya ? Şizofrenik bir dünya .
[1] Bu denemeler 2007-2013
yılı arasında yazarın www.yavuzcekirge.com ve www.yavuzcekirge.blogspot.com
adresinde yayınlanan blog metinlerinden derlenmiştir.
[2] Kudret Aras, GILLES
DELEUZE FELSEFESİNDE ÖZNE-OLUŞ’UN ONTOLOJİK
TASARIMI, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Ankara, 2013