“Artık kişinin evindeyken, kendisini evinde hissetmemesi bir ahlâk sorunudur”
Adorno
Bireyin birlikte yaşadığı topluluktan kendini tefrik
ederek egosunu keşfetmesi aslında Narcissus[1]
hikâyesiyle metaforlaştırılır. Birey yığından ayrı bir varlık olduğunu, bir
başına olduğunu, tekliğini keşfeder. Bu keşif yığınların geçerli değerleriyle
bireyin özel değerlerinin farkına varmasına yani ötekileşmeyi de beraberinde
getirecektir. Kırsal alanda doğa ile iç içe yaşayan birey artık toprağı,
hayvanları ve ormanları bırakıp şehirlere yerleşecek “modernus” yani yeni olan,
çağın gereği olan yaşamına merhaba diyecektir.
Şehir yaşamıyla köy yaşamı arasındaki farkı zamanla
unutacak “Mimesis” yani doğayı taklit
etmeye yönelecektir. Doğanın yorumlanışı
daha doğrusu taklidi “Mimesis” günümüzde
bile tartışılan bir sanat kuramı olarak karşımıza çıkmaktadır. Modernite ile Mimesis arasındaki bağlantı
hemen anlaşılmayabilir. Oysa doğanın bir tür soyutlaması, suretinin çıkarılması
eylemi ister resimle, ister edebiyatla isterse de mimariyle olsun insanın
yaratıcı gücünün bir kanıtı olarak çıkar karşımıza. Birey çağın gereği olan
yaşam tarzını sürdürdüğü ve bu yaşamı soyutlamaya başladığında, bir özne
arayışına girdiğinde modernitenin kıyılarına ulaşmış demek olacaktır. Modernite
yeni olana yönelmek “Mimesis” ya da “diegesis”[2]
olarak da açıklanacaktır. Zamanı kayda almak
sanatın birçok biçiminin konusu olmayı antik çağ öncesinden günümüze kadar
sürdürmüştür.
Antik çağda birey toplum ve çağdaş olmayı Platon ve öğrencisi
Aristoteles’in düşüncelerinde de görüyoruz.[3] Platon’a
göre sanat geçek olanı taklitten başka bir şey değildir. Asıl olan idealardır. Platon’un idealar kuramı gerçekle yansıyan
gerçek arasında kurulan bağlantı üzerinden tartışılır. Sanat gerçeğin taklidi
olan “Mimesis” ile özdeşleşir. Zaman ve mekân ikilemi Kant felsefesinin de
ana teması olarak karşımıza çıkar. Kant’a göre zaman yoktur. “An” vardır. Şimdi
yani yaşanan “an” her şeyden üstündür. Modernite işte bu yaşanan ana odaklanır.
Geçmişi ya da geleceği değil, şimdiyi ele alır.
Modernitenin kesin bir tarifini yapmak kolay değil.
Bir ucundan felsefeye diğer ucundan metafizik ve siyasal bilimlere uzanan karmaşık
bir kavramdan söz ediyoruz. Kimi araştırmacıya göre “Modernus” tanımı pagan
Helen Roma uygarlığının Hıristiyanlığa dönüştürülmesinde ortaya atılmış
ideolojik bir hamle olarak değerlendirilmelidir. Çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere bir
geçiş olarak da düşünülebilir. Dilin kültür taşıyıcı semboller sistemi olduğunu
varsayarsak geleneksel olarak kanıksanmış kültür kalıplarının temsil ettiği
zamanın ötesine geçen yeni kültür kalıpları olarak da açıklanabilir belki.
Geleneksel olan sanat, edebiyat veya ideoloji
modernitenin getirdiği yeni kalıplarla geleneksellikten çıkıp bireyin tek ve
özgür olduğu daha farklı bir alana konumlandırıldı. Bir anlamda Ortaçağın din
baskısından kurtulan sanat dalları burjuvazi ve liberalizmin doğuşu ve
desteğiyle özgürlüğün farkına varıyordu. Liberallerin ve reformistlerin tanrı
ve din eksenli düşünceyi reddeden çabalarının sonunda ekonomik bağımsızlığını
kazanan sanatçı özgün ve dini konuların dışına çıkabiliyordu. Sanatın
monarşilerin ve kilisenin desteğinden kurtulup serbest bir şekilde kitlelere
yönelmesidir modern olan. Bu değişim modernitenin en belirgin açılımlarından
biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Sanatçı her alanda özgürlüğün tadını
çıkaracaktır. Resim ve heykel alanında gerçeğin soyutlanmış yorumları ortaya
çıkmıştır.[4]
Sanatın özgürlüğü teması soyut çalışmalarla daha da belirgin bir çizgiye yani “
“Modernite” akımına dönüşmüştür. Sanat alanında modernlik geleneksel olanın
karşısında algılansa da yine de tam olarak geleneksel olana karşı olma
özelliğinden çok bireysel özgürlükler alanında iki ana akım düşünce temeli
üzerinde yükselen bir üst yapı olarak değerlendirilmesi gerekir. Bir yanda
Fransız devrimi öte yanda endüstri devrimi, şehirleşme, monarşilerin
cumhuriyetlere dönüşü modernitenin sosyolojik ve siyasal yanını da ortaya
çıkartıyordu. Sosyoloji alanında moderniteye vurgu yapan Marx, Durkheim, Weber ve
Simmel gibi düşünürler başta olmak üzere yeni bir sosyal akımın ortaya
çıktığını söylemek mümkündü.
Modernitenin Anadolu topraklarında nasıl algılandığı
konusu da ayrı bir tartışma konusudur. “Ârâftaki Münevverler “ başlıklı
makalesinde Vildan Özertürk modernitenin “Osmanlı Düşünce Sistemine” ilk
girişini İkinci Viyana kuşatmasından hemen sonraki bir tarihe yani 1683 yılına
yerleştirir. Özertürk’e göre Merzifonlu Kara İbrahim Paşa komutasındaki
kuvvetlerin teknolojik olarak daha iyi imkânlara sahip olan “Modern Batı” düzenli
orduları karşısındaki bozgunu Osmanlı Bürokrasisinin dikkatini Batıya
çevirmesine neden olur.[5] Batının
geldiği seviye dikkat çeker. Sanayileşmeye başlayan Batı kültürel devrimini de
tamamlamıştır. Reformasyon dönemini son derece kanlı geçiren Batılı imparatorluklar
Papa’nın daha doğrusu Katolik Kilisesi’nin baskısından kurtulup sanayi
devriminin gerçekleşmesinde temel teşkil eden özgür düşünce yani pozitif
bilimlerin yayılmasına olanak sağlayacaktır. Toplumun geneline yayılan bu
aydınlanma felsefesi Batının ilerleme rüzgârı olacaktır. Osmanlı bunun farkında
olmamıştır. Geleneksel düzeninde yaşayan Osmanlı toplumu, etnik çeşitliliğine
ve doğal kaynakların zenginliğine rağmen Osmanlı monarşisinin n geleneksel
yapısı gereği atılım yapamamış taklitçiliğin etkisinden kendini
kurtaramamıştır. Bürokrasi Batılılaşma adı altında bazı girişimlerde bulunmuş
fakat genel anlamda halk bu yeniliklere itibar etmemiş geleneksel yaşam tarzını
sürdürmüştür. Aslında halkın modernitenin getirdiği yaşam tarzını benimsemesini
gerektirecek fikri bir gelişim çizgisine ulaşmamasının bunda çok büyük bir
etkisi vardır. Fakirlikten kurtulamayan halk, kaynaklarını israf eden
geleneksel bir monarşi, çürümüş bir bürokrasi her türlü gelişmeye yeniliğe
karşı durmuştur. Üstten dayatılan proje başarısızlığa uğramıştır. Geleneksel
olarak tarım ve avcılığa dayalı konargöçer yaşamı süren toplulukların
moderniteyle tanışması yönetici elitin zorlamasıyla olmuştur.
Birçok bilim insanının üzerinde mutabakata vardığı
esas konu da budur: Modernite Türkiye’de ve diğer Orta Doğu ülkelerinde bir
halk hareketi değil bir elit dayatmasıdır. Bunun böyle olmasının çok tartışmalı
yönleri de vardır. Osmanlı Topraklarında
modernitenin bir halk hareketi olarak değil de bir dayatma şeklinde ortaya
çıkışı geleneksel kurumları geriletmiş, özellikle de dine dayalı kurumlar zarar
görmüştür. Devlet ile halk arasında bir köprü görevi gören dini kurumlar yerine
bürokrasi kontrolü ele geçirerek Batı ülkelerinin sanayileşme ve teknolojide
ulaştığı seviyeyi göstererek geleneksel olanı reddedip Batılı olan her şeye
olumlu gözle bakan değer yargıları oluşmasına neden olmuştur. 1839 yılında halkın
bir sabah ansızın Gülhane Meydanı’nda okunan fermanla artık “kul” değil,
“vatandaş” olduğunu anlaması aradan geçen yüz yıldan fazla sürede bile tam
olarak gerçekleşmemiştir. Günümüzde de bu çoğunluk açısından maalesef böyledir.
Cumhuriyet Türkiye’sinde halkın büyük bir çoğunluğu vatandaşlık haklarının
bilincinde değildir. Batılılaşmış
azınlık kesim ile gelenekselliği sürdüren çoğunluk arasındaki mücadele son
derece karmaşık siyasi ve kültürel sürprizlerle doludur.
Yüz yıldan fazla bir süredir geleneksel yaşam
tarzını sürdüren halk Modernite yi kendilerine zorla kabul ettirmeye çalışan
devlet bürokrasisine güven duymamaktadır. Devlet bürokrasisi tarafından
horlanan halkın koruma refleksi geleneksel ölçülere ve etik kurallara göre
belirlenmektedir. İkinci Mahmud döneminden başlayarak gelenekselcilikle
modernitenin kavgası yanlış başlamış yanlış olarak devam etmektedir. “Oksidentalizm,”
adı verilen Garpçılık akımı ise bir avuç Osmanlı mütefekkirinin Batı
entelektüellerinin şarkı yorumlayarak hayal dünyalarında ortaya çıkardıkları
bakış açısı olan “oryantalizm” akımına bir tepki olarak doğmuştur. “Emperyalist-kolonyalist
Batıya şark değerlerinden yola çıkarak ulaşmak ve Modernite yi şark ölçüleriyle
ve kalıplarıyla oluşturma fikri, özellikle monarşi muhalifleri arasında oldukça
büyük bir taraftar kitlesi bulmuştur. Modernlik bir elit eğilimi olarak yüksek
bürokrasi ve burjuvazi arasında yayılırken çoğunluğu oluşturan küçük esnaf,
göçebe, köylü geleneksel çizgiden ayrılmamakta ısrar ediyordu.
İki yüz elli yıl önce oluşan bu çelişki günümüze kadar
her iki taraftan fire vererek ulaşmıştır. Siyasi ve kültürel alanda geleneksel
olanı temsil etme savıyla ortaya çıkan güç odakları çağdaş teknolojiyi de
kullanarak etki alanlarını güçlendirmiş iletişim kurumları marifetiyle
çoğunluğun eğilimlerini yönetmeyi her zaman kolaylıkla başarmışlardır. Burada
Serdar Taşçı’nın doktora tezinden söz etmek yerinde olacaktır. [6]
Batı olarak tanımlanan uygarlığın iki kırılma
noktasından yola çıkarak gerek Fransız devrimi gerekse de endüstri devriminin
toplumsal değerler dizisi değişimlerine yol açan halk hareketleri tezde detaylı
olarak incelenmektedir. Bu bağlamda tezde de vurgulanan sosyolojik analizlerde Max
Weber ’in devletin şiddet tekelini elinde bulunduran kurum olarak tanımlanması
da modernitenin şiddete bakan yüzünü deşifre etmesi açısından ilginç olarak
kabul edilmelidir. Taşçı Batı uygarlığının yüz yılda modernitenin yarattığı kitle
kültürünün yönlendirilmesi noktasında Max Horkheimer’in “Akıl Tutulması” adlı
yapıtındaki eleştirel bakış açısına da değinmektedir. Tezin ana ekseni Batı toplumlarında bir halk
hareketi olarak başlayan ve tüm kurumlarıyla sosyolojik olayların
incelenmesiyle ve pozitivist düşüncenin Modernizm akımını eleştirmesiyle
süregider. Burada laboratuvar masasına yatırılan Batı uygarlığının
aşamalarıdır. Modernite yi elit bürokrasinin halka dayattığı toplumlarda örneğin
Osmanlı toplumunun Modernite yi algılama biçimi çok farklı olmuş, kültür kalıpları siyasi erki elinde bulunduran
güç odaklarına göre şekil değiştirmiştir.
Monarşinin yüzyıllar boyunca yarattığı korku
imparatorluğu halkın bireysel özgürlüklerini hiçbir vakit tam olarak kabul
etmemiştir. Din kurumları başta olmak üzere moderniteye karşı çıkmışlardır.
Halkın özgürlük taleplerinin dikkate alınmadığı ortamı yaratan monarşi, hakkı
olan bireyselliği ve özgürlük ortamını, fırsat eşitliğini ve modern dünyanın ve
liberalizmin gereği olan hukuk düzenini kendi çıkarları için kullanmış
geleneksel yaşamı sürdüren kitlelerin aydınlanmasını istememişlerdir. Dini ve
askeri kurumlar monarşinin istekleri doğrultusunda hareket etmiş karşı çıkanlar
çok şiddetle cezalandırılmışlardır.
Kanımca Horkheimer’in kitle kültür kalıpları tezi
Osmanlı toplumu ve onun devamı olan Cumhuriyet Türkiye’si için geçerli
değildir. Okuma yazma bilenlerin oranının yüzde beş olduğu bir ulusun
çoğunluğun içinde olduğu karanlığın nedeninin monarşinin kötü idaresinde aramak
gerekir. Viyana bozgunundan sonra iki farklı yönde değişim görülmektedir. Batı
hızla reformlar gerçekleştirerek bireylerin özgürlük taleplerini karşılarken
Osmanlı tam tersine özgürlükleri daha da kısıtlayarak halkı aldatma yolunu
seçecektir. Monarşinin tek yaptığı şey iktidar savaşlarıdır. Bürokrasi ise
iktidarların siyasi manevralarıyla kişiliksiz ve basiretsiz bir çizgiye
evrilecek halktan kopukluğu artacaktır.
Yüzyıllar boyunca örgütlenmesine izin verilmeyen
sivil toplum kurumları gelişememiştir. Halk sadece dini kurumlar yani tekke ve zaviyeler
etrafında örgütlenen sivil toplum kurumlarına katılabilmekte giderek temel hak
ve özgürlükler için değil vaat edilen öteki dünya için çalışacaklardır.
Cumhuriyetin ilanından sonra aynı yanlış devam etmiştir. Halkın ilişki içinde
olduğu dini kurumlar yasaklanmışlardır. Bir yanda yasaklanan dini kurumlar öbür
yanda bürokrat elitin dayattığı Modernite kurumları halk arasında iki farklı
yapının oluşmasına neden olmuştur. Batılı anlamda moderniteye dönük gelişen bir
elit azınlık ile yeraltına inen dini kurumlar etrafında örgütlenen geleneksel
çoğunluk.
Modernite geleneksel bir yaşam süren çoğunluğa ne
verebiliyor? Her gidilen yerde karşı karşıya kalınan derin bir uçurum.
Paradigma uçurumu. Bir yanda Batılılaşmış bir elit azınlık, öte yanda
batılılaşma yolunda başarısızlığa uğrayan toplum yaşamı için hiç de uygun
davranışlar sergilemeyen çıkarcı yarı modernler ve hiçbir şeyden haberi olmayan
farkındalığı düşük cahil çoğunluk. Zaman
içinde Batılılaşmış elit azınlık küçülecek onların yerini ise çıkarcı yarı
modernler alacaktır. Devlet kurumlarında kitle haberleşme organlarında çoğalan
çıkarcı yarı modernler iktidarı ele geçireceklerdir. Halkın yine hiçbir şeyden
haberi yoktur. Teknolojinin ilerlemesine rağmen, kitle iletişim organlarının
çoğalmasına rağmen geniş kitlelerin farkındalığı artmayacaktır.
Öyleyse nedir bu Modernite? Nasıl tarif edebiliriz?
Sözlükten okuyalım:
“Genel olarak bir uygarlığın kendi gelişim
çizgisi içinde görece en son dönemde geliştirdiği, özel olarak da Batı
uygarlığının Rönesans ve aydınlanma dönüşümünden sonra kazandığı kültürel değer
ve sosyal ilişkilerin özümsenmesi ile ortaya çıkan yaşam tarzı”[7]
Çoğu düşünüre göre öznesi “yaşam tarzı” olarak
nitelendirilebilecek bir kavramdan söz ediyoruz. Bunu derinleştirecek bir
kelime daha ararsak o da olsa olsa “gelenek” olabilir. Gelenek de oldukça
karmaşık bir kavram olarak karşımıza çıkacaktır. Kimin gelenekten ne anladığına
göre paradigma ağıyla karşı karşıya olduğumuz muhakkaktır. Bu nedenle geleneklerin
tarifine de bakmamız gerekir:
Nedir gelenek?
“Bir
toplumda, bir toplulukta eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup,
kuşaktan kuşağa iletilen kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre,
davranışlar ve anane”[8]
Sosyologların gelenek tarifi farklılık
göstermektedir. Gelenek değişken midir? Kuşaktan kuşağa aktarılırken değişime
uğrar mı? Dinle ilgisi nedir? Bu soruları cevaplamak gerekir. Moderniteyi
geleneksel olanın karşısına getirerek bir zıtlık yaratmak kolaydır. Öte yandan
Moderniteyi üretmiş olan Batılı toplumların geleneklere bakışı ile moderniteyi
topluma dayatan elitlerin idare ettiği toplumların geleneklere bakışı çok
farklı olacaktır. Gelenek kelimesi Hint Avrupa dillerinde etimolojik anlamda ,
“intikal etme”, “aktarılan” , “getirilen, taşınan” köklerinden üretilmiştir.
Türkçede ise durum göründüğünden de karmaşıktır. Cumhuriyet öncesi dilde Osmanlıcada
“adet” , “An’ane” kelimesinin kökünün Arapça ‘falandan nakledildi’ anlamındaki
“an fulânin”den gelmekte olduğu ileri sürülmektedir. Batıdan ziyade Arap Fars
kültürünün baskın olduğu Osmanlı toplumunun geleneklere bakışını din ve
inanışlardan bağımsız düşünmek mümkün değildir. “Rivayet” kavramına da değinmek
gereklidir. İnanışların nesilden nesile intikal ederek değiştiği Osmanlı
toplumunda Müslümanlığı bazı hadisler gösterilerek yorumlayan din adamlarının
geleneklerin önemli bir bölümünü oluşturduğu söylenebilir.
Bahtiyar Aslan doktora tezinde toplumda geleneksel
olanla geleneksel olmayan kültürlerin çatışmasının edebiyata yansımasını
inceliyor: Geleneksel olanın izahında İslam literatüründe rivayet edenlerin
(ravî) zincirinin uzun olduğu hadislere “an’aneli hadisler” adı verildiğini belirtmektedir. [9] Önemle
vurgulanan konu ise geleneklerin üzerine yerleştirilen aslında “özel” bir alan
olan “din” olgusudur. Belirli bir dinin vurgulandığı geleneklere yönelik alan
tartışmalı bir alandır. Bir toplumun kültürel geçmişini dini öğelerle gösterme
eğilimi özellikle siyaset alanı için sonsuz olanaklar sunmaktadır. Geleneklerine bağlı kalan çoğunluğun kamusal
alanda yapılan bu din vurgusuna eğilimli olduğu söylenebilir. Bu vurgu
moderniteyle birlikte azalması gerekirken aksine artmış, şiddetlenmiştir. İki bin yıl önce ve bir başka kültürde geçerli
olan geleneklere “kutsal” vurgusu yapılarak yaratılan etki hiç de azımsanacak
bir güç değildir. Siyasi söylemlerde kutsal alan paylaşılamaz. Bir siyasi grup
kutsal alanı kendi alanıymış gibi savunmaya başlar. Siyasi rakiplerini de bu
kutsalı tehdit eden unsurlar gibi göstermeye çabalar. Bunda başarılı olursa
iktidarı elde eder. Nitekim son elli yıldır kutsalı savunan siyasi partiler
iktidara gelmişlerdir. Kutsal alan dokunulmaz kılınarak tartışma dışına itilir
ve gelenekçi kitle üzerinde bir baskı kurulmaya çalışılır.
Modernitenin ne kadar göreceli olduğunu kavramanın esas
ayırım noktası ise işte tam da burasıdır. Batının moderniteyle tanışması çok
katı dindarlığın hakim olduğu ve milyonlarca insanın katledildiği engizisyon
dönemi sonrası “Rönesans” çağına rastlar. İtalya’dan başlayarak on beşinci
asırda aydınlanma dönemi ardından dinde reformasyon devri diye bilinen
özellikle Kuzey Avrupa’da Protestanlığın yayıldığı yüz binlerce insanın din
uğruna birbirini katlettiği çok uzun bir süreç yaşanır. Yüz yıldan fazla süren
bu savaşlar sonunda Fransa’da halk devrimi gerçekleşir. Modernitenin esas
anlamda başlangıcı olarak Fransız halk devriminin entelektüel ve kültürel
atılımı kabul edilir. Modernite bazı düşünürler için Fransız Halk Devrimi ile
özdeşleşmiştir. Fransız halkının geleneksel kilise kültüründen kurtularak
bilimsel yöntemleri kullanarak sanayi devrimine hazırlanması çok önemli bir
aşamadır. Bu bireyin özgür olduğu monarşinin yok edildiği bir alandır. Fransa monarşiden
kurtulmuş ama daha sonra diktatörlükten kurtulamamıştır. Napolyon Fransa’yı
farklı bir siyasi alana çekmiş askeri gücün dinin yerini aldığı farklı bir
rejim ortaya çıkmıştır.
On sekizinci asırda Batıda bunlar cereyan ederken.
Bazı Osmanlı bürokratlarının reçete olarak padişaha sundukları “Garpçılık”
projeleri çok farklı bir fitili ateşleyecek, halkın değil bir avuç elit
bürokratın ve zengin tüccarın modernleşmesi halkın ise her şeyden habersiz aynı
yaşayan geleneksel yapıyı yaşamaya devam etmesine neden olur. Bu ikilem zamanla
derinleşecek elitlerle çoğunluk halk arasındaki kültür makası giderek
açılacaktır. Moderniteyi yaşadığını gösterme gayretinde olan elit, halkla
bütünleşmek için değil halkla kendi arasına daha derin uçurumlar açmak için
yapar.[10] Nitekim
Bahtiyar Aslan da tezinde bu uçurumun nedenlerini ve süresine değinir:
“Batı
dışı toplumlar için modernleşmenin anlamı, Batılı toplumlara benzemeye, onların
değerlerini benimsemeye, Batının kurum ve anlayışını toplumda yerleştirmeye,
yine bu kurum ve anlayışın gerektirdiği pratikleri hayata geçirmeye yönelik
çalışmaların gerçekleştirildiği süreç demektir. (…)
Batı dışı toplumlar,
özellikle de güçlü bir geleneğe sahip olan Osmanlı ve İran söz konusu
olduğunda, modernleşme, kendini tarif için belirlenen “öteki” ye dönüşmek
anlamına gelir. Dolayısıyla bu tür toplumlarda modernleşmenin “öteki” olana
benzemek gibi bir zorunluluğa işaret eden bir yanı vardır. Bu psikoloji, içinde
halli mümkün olmayan bir tenakuzu barındıran, dolayısıyla gelenekle modernin
çatışmasından ayrı olarak sürekli bir çatışmayı diri tutan bir sürecin psikolojisidir.”[11]
Batı taklitçiliğinin ayyuka çıktığı on yedinci asır
her bakımdan siyasal ve toplumsal açıdan trajikomik olaylarla doludur. Modernleşme
sürecinde “paradigma” farklılıkları yaşanması doğaldır. Din, sanat, ekonomi ve
siyaset alanlarında modernleşmek arzusu acaba çoğunluk tarafından da aynı
iştahla isteniyor muydu? Yoksa bu “elit” bürokrasi tarafından bir reçete olarak
yazılmış ve halka dayatmayla içirilmeye çalışılan bir çare miydi? Habermas üç
büyük kültürel değere vurgu yapıyordu: Bilim, ahlâk ve sanat. Diğer
düşünürlerin aksine Habermas modernitenin tamamlanmamış bir proje olduğundan
söz ederek modernitenin aksayan yönlerinin düzeltilerek uygulanması gereğini
vurgulamıştır. Post yapısalcı ve Post Modern düşünürler bu analize katılmayarak
modernitenin iflas ettiğini söylemişlerdir. Eskiye doğru giderek modernitenin
hangi alanlarda etkili olduğunu da görmek mümkündür.
Osmanlı bürokrasisi giderek eriyen imparatorluğun
yıkılmayla karşı karşıya olduğunu gördüler. Ötekileşme faturasını ödemeye hazır
olan elit modernleşmenin gereği olan aydınlanmanın hümanizm, deizm ya da
ateizm, akılcılık, ilerlemecilik, iyimserlik ve evrenselcilik gibi temel unsurlardan
oluştuğunun bilincinde olarak halktan bu unsurlara uygun davranışları hemen beklediler.
Kısa sürede yanıldıklarını da anladılar. Dayatmayla bu fikriyatı yerleştirmeye
çalıştılar. Dinin ilerlemenin önündeki en büyük engel olduğunu halka
anlatmaları çok zordu. Nitekim anlatamadılar da. Tabandan gelmeyen çarpık
çurpuk bir modernleşme Batıyı taklit ederek yaygınlaştırılmaya çalışıldı.
Batının dört yüz yılda geldiği seviyeye onları taklit ederek bir iki yılda gelene
bilineceği düşünüldü. Kıyafet değişimi, harf değişimi geleneksel paradigmayı
değiştirmeye yetmeyecekti. Öncelikle matbaanın üç yüz yıllık bir gecikmeyle
1740 yıllarında bu coğrafyaya geldiği düşünülürse bu süre içinde Batı’nın
kültürel anlamda çok ciddi mesafe kaydettiği söylenebilir.
Moderniteyi şark entelektüellerinin eleştirmesi
başka Batılı entelektüellerin eleştirmesi ise bambaşkadır. Dr. Zeki Duman’ın
makalesinden işte tam da böyle bir Modernite eleştirisi okuyoruz.
“Modernite
nedir sorusuna, Berman’ın (2001) “şaşırtıcı bir paradokstur” deyişiyle ancak
cevap verilebileceğini, modern siyasetin telosunun
evrensellik ilkesi olması nedeniyle kamusala ilişin her şeyi birleştirmeyi
düşlerken böldüğünü, evrenselliğe ulaşmaya çabalarken tikelliği öne çıkardığı
için de bütünleşmeyi sağlayamadığını düşünür. Ona göre modernite olsa olsa,
“hâkimiyet dürtüsüdür; umut, hırs ve öz güvenle dolu olma durumudur. Veya
François Lyotard tarafından “doğa’nın boyun eğdirilmesi ve bir amaç yolunda
ayrılmasıyla bir zaman dizisine sonluluk katmak için “kartezyen kararlılığı
olarak tanımlanan şeyle ilişkisi olan davranışa ve tavra ilişkin bir bileşiktir”
(Bauman, 2000a:176).”[12]
Modernitenin daha tamamlanmadan bir fiyaskoyla
sonuçlandığını ve insanları yeniden köleleştirerek özgürlüklerini ellerinden
zorla alan bir siyasi karmaşaya dönüştüğünü ileri süren düşünürler haksız da
değiller. Aydınlanma felsefesinin ana teması olan insan düşüncesinin özgürlüğü,
Liberalizmin ana teması olan serbest ticaret ve serbest rekabet alanları
iktidara gelen siyasi akımlar tarafından genişletilmek yerine dar alanlara
doğru sürüklenerek toplumda sosyal tabakalar arasında ciddi uçurumlar açmaya
başlayacaktı. Yetmişli yıllarda tartışılmaya başlanan “postmodernite” , “yeni muhafazakârlık”
gibi akımların moderniteye itibar kaybettirdiği de söylenebilir. Öte yandan on
yedinci ve on sekizinci asırlarda sanayileşme hamlesiyle birlikte ortaya çıkan
sömürgeciliğin moderniteyi yaymak adına uyguladığı baskının sonuçları hiç de
olumlu değil. Modernite paketinin içinden toplumsal yaşama ilişkin birçok
olumlu yön olmasına karşın ağır olumsuzluklar da var. Bireyin yaşamını hangi
yönde değiştirdiğine bakılırsa daha sağlıklı sonuçlar alabilmek mümkün.
Modernite dediğimizde ne anlıyoruz?
İklim Özdikmenli’nin tezinden aktaralım.[13]
“Nietzsche’de
Modernite tekil statüsünü kaybeder; yalnızca arkaik yasamın çözülüşü ve mitin
çöküşü ile başlayan rasyonelleştirmenin tarihindeki son dönemi ifade eder. Ona
göre, çağın kültürel ve bilişsel sorunları mitin yitiminden kaynaklanmıştır.
(…) Mitolojinin estetik
yeniden doğuşu düşüncesini Dionysos metaforu üzerine inşa etmiştir. Zeus’un
gayrimeşru çocuğu Dionysos, Zeus’un karısı Hera tarafından deliliğe mahkum
edildiğinden beri yabancı topraklarda dolaşmaktadır. Dionysos miti Mesih sel
bir beklentiyi karşılamıştır, çünkü o “burada” olmayan ama döneceğine inanılan
bir tanrıdır.” İklim Özdikmenli, s.45
İşte burada
modern olan ile geleneksel olanı karşılaştırma olanağına sahip olan şanslı
kişilerin siyaset sahnesinde olmadığını düşünmek gerek. Geleneksel toplum
düzeninde yaşamak isteyen çoğunluk “Cumhuriyet” ve “Demokrasi” kavramlarından
pek bir şey anlamıyor. Anlamak da istemiyor. Kendini bir “birey” olarak değil “kitle”
olarak görüyor. Konuşurken “biz” diye konuşuyor. Eleştirirken “onlar” , “büyüklerimiz”,
“yapsınlar” diye üçüncü şahıs üzerinden aşırtmaya çalışıp “ben” ini saklıyor. Korku
dolu bir kitle. Tarihi gerçeklerle yani devlet şiddetiyle yılmış bir kitlenin
küçük bir parçası olmayı, cumhuriyet bireyi olmaya tercih ediyor. Bir gün ilahi
adaletin yerine geleceğine inanıp sesini çıkartmıyor.
[1] Nehir
tanrısı Cephissus ile Liriope’nin oğlu olan Narcissus ormanda avlanırken
Nemesis’in gazabına uğrar. Nehir kenarında otururken suda kendi yansımasına
aşık olan Narcissus, nehre düşerek
boğulur. Kendine odaklı daha doğrusu bunu aşırı kendini beğenme saplantısı
haline getirenler için kullanılan bir kavrama dönüşmüştür.
[2]
Diegesis: anlatma, dolaylı temsil.
[3] Çelik,
Rifat, 21. Yüzyılda yeni biçim-anlatım denemeleri, Yüksek Lisans Tezi,
Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Heykel Ana sanat Dalı
Programı, Ankara, 2006
[4] Yirmi birinci
yüzyılda Türkiye’de bir siyaset adamının yetkilerini kullanarak bir heykeli
“ucube” olarak nitelendirerek yıktırması ve kimsenin buna ses çıkarmaması bu
topraklarda geleneksel otoriterliğin hala geçerli olduğunu ispat etmektedir.
Batı ülkelerinde on beşinci asırda görülen bu uygulamaların artık günümüzde en
azından bu ülkeler tarafından terk edildiğini söylemek mümkündür. Temeli halka
değil de üst yapıdan yani elit siyasi otorite tarafından yönlendirilen kültür
değişiminin iktidar geleneksel güçlere geçtiği vakit ters yüz edildiğinin en
basit misali olarak “Ucube heykel” davası gösterilebilir. Heykeltıraş Mehmet
Aksoy yargıya başvurmuştu fakat yargının siyasetle ters düşmemek adına bu
konuda bir karar vermekten çekindiği söylenebilir.
[6] Serdar
Taşçı, Eleştirel kuramda Modernite sorunsalı, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2010, İstanbul
[7] Ömer
Demir; Mustafa Acar, Sosyal Bilimler Sözlüğü, Ağaç Yayınları, İstanbul,
1992. s. 251.
[8] Türkçe
Sözlük, TDK Yayınları, Ankara 2005.
[9] Bahtiyar
Aslan, Cumhuriyet Dönemi Roman Kahramanlarında Kültürel Bocalama, Doktora Tezi,
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi İstanbul, 2009, s. 6
[10] Varolan
ekonomik farklılıkların ötesinde “monden”
yani modern vatandaş profili zamanla köylü-şehirli, okumuş-cahil gibi
ikilemlere de başlangıç teşkil edecektir.
[11] Aslan
Bahtiyar, s.13
[12] Zygmunt
Bauman, Eleştirel Aklın Sözcüsü, Dr. M.
Zeki DUMAN s.4, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü
[13] İklim
Özdikmenli, Jürgen Habermas ’ın Modernite savunusu üzerine bir değerlendirme,
Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara,
2006