Geçtiğimiz günlerde Manisa’nın Soma ilçesi Yırca
köyünde (Antik Sandaina) bir
kamulaştırma skandalı yaşandı. Hükümet kararıyla kamulaştırılan Yırca köyü
ahalisine ait tapulu zeytinlikte bulunan yaklaşık altı bin zeytin ağacı iş makinalarıyla
köklerinden sökülerek yok edildi.[1]
Köyün ahalisinin itiraz dilekçesini dikkate alan Danıştay yürütmeyi durdurma
kararı alıyor. Kararın alınmasından
yirmi dört saat önce de zeytinliğin tahsis edildiği şirket özel güvenlik
timleri ve iş makinaları marifetiyle altı bin kadar zeytin ağacını yok ediyor.
Kamulaştırma kararı iptal ediliyor ama yok edilen altı bin zeytin ağacının
nasıl yerine konacağına ilişkin bir haber yok.
Doğa katliamlarına bir örnek
teşkil eden bu skandalın bir çok yerde tekrar edildiğini görüyoruz. Devlet
kamulaştırma marifetiyle doğayı sistematik bir biçimde yok ediyor. Bir yanda
kamulaştırma diğer yanda orman yangınları ve diğer yanlış uygulamalarla giderek
doğa kaynaklar yok oluyor.
Zeytin ağaçlarının
Türkiye’de toplam kapladığı alan 594,000 Hektar olarak ölçülmektedir. Dünya
sıralamasında ağaç adedi olarak ilk beşe girebilen bir konumda iken sistematik
bir biçimde yok edilen zeytin ormanları
her yıl azalarak yakında yok
olacağa benziyor.
Binlerce yıl
öncesinden gelen bir ağaç. Sedir gibi Meşe gibi insan dostu ağaçlar bunlar. Zeytin
meyvesi ise ayrı bir mucize. Her türlü hastalığa deva yaprakları yağ çıkarılan
meyvesi ve bir çok alanda kullanılabilen gövdesiyle yüz değil bin sene
insanları besleyebilecek bir mucize. İnternet kaynaklarını taradığımda
aşağıdaki teknik bilgilere ulaştım.
“Zeytin
ağacı(Olea europaea), zeytingiller(Oleaceae) familyasından; meyvesi yenen,
Akdeniz iklimine özgü bir ağaç türüdür. Zeytinin kromozom sayısı, 2n=46'dır.
Zeytingiller familyasının, 27 kadar cinsi ve 600 kadar türü vardır.
Ekilmeden, kendiliğinden yetişen zeytine;
yabani zeytin veya delice (oleaster) denir. Köylülerin dağdaki deli zeytini
sıkıp çıkardıkları ve ilaç gibi kullandıkları yağa da "çoral" denir.
Delice, aşılanıp-ıslah edilerek, kültür bitkisine(sativa) dönüştürülüp, daha
verimli bir hale getirilebilir. Fidandan, dikme olarak yetiştirilen zeytin
ağacı, kazık kök yapmaz ve çabuk yıkılır. Oysa dağda, tohumdan üreyen zeytin
ağacı; kazık köklüdür, yerinden kolay sökülmez.
Zeytin
ağacı, meyvesinin etli kısmından ve çekirdeğinden elde edilen, altın sarısı
yağı olan, çok değerli bir ağaçtır. Uygun koşullarda yetiştirilirse, ekimini
izleyen 5-6 yıl içinde, meyve verecek duruma gelir. Zeytin ağacının verimli
hale gelmesi, 20 yılı bulur ve giderek de verimi artar. Zeytin ağacı, bir yıl
bol ürün verirken, arkasından gelen yılda adeta dinlenir ve verimi azalır.
Sonuçta, bir yıl çok, bir yıl az ürün verir. Buna Periyodisite denir. Bu durum,
halk arasında var yılı ve yok yılı olarak adlandırılır.
Zeytin
ağacı, çok özel bir ağaçtır. 1000 yaşına kadar yaşayabilir. 3000 yaşında zeytin
ağaçları bulunduğu, bazı araştırmacılar tarafından ifade edilir. Zeytin
ağacının uzun yaşamı, yapraklarındaki, oleuropein maddesine dayanır. Bu madde,
zeytin ağaçlarını, hastalık ve zararlılardan korur. Ayrıca yapraklarından çıkan
kalsiyum elenolaten maddesi, zararlı virüs, bakteri ve mantarları yok eder.
Dayanıklı
ve kolay çoğalan bu ağaç; yaşlansa, gövdesi çökse, kurusa, gövde yumrularından
ve köklerinden fışkıran sürgünlerle canlanır, yeni bir ağaç olarak ortaya
çıkar. Odunu, sert ve sağlamdır. Erozyona karşı mücadelede de, en uygun ağaç
türüdür. Orman yangınlarına dayanıklıdır. Yanan ağaçlar, kısa sürede sürgün
verirler. Yaşlı zeytin ağaçlarının, gövdelerindeki öz kısımları, öteki
ağaçlarda olduğu gibi boğumlaşmaz, zamanla çürür gider. Bu nedenle, gövde
kesitindeki yıl çizgilerini araştırıp, zeytinin yaşını bulmak zordur.
Zeytin
ağacının boyu, 10 metreyi bulur. Sık dallı, yayvan tepelidir. Genç zeytin
ağaçları, geniş, kıvrımlı, yumrulu, yuvarlak tek gövdelidirler. Bazı yörelerde,
ana kökten gelen üç ayrı gövdeli ağaçlar bulunur. Ağacın tacı (tepesi),
yaklaşık olarak, artan boy kadar her sene genişler ve tacının 2-3 misli genişlikte,
bir alana yayılabilir.”
Bu bilgilerin ötesinde binlerce yıldır insanoğlunun ve
hayvanların yiyecek, yakıt, ilaç gibi çok önemli ihtiyaçlarını karşılayan zeytin ağacı mitolojide ve gerek çoktanrılı
dönemde gerekse de tek tanrılı dinlerde önemli bir öğe olarak karşımıza çıkar.
Akdeniz
havzası zeytin ağacının anavatanı gibidir. Bu büyük coğrafyada her yerde
zeytin ağacı bulmak mümkündür. Binlerce yıldır var olan önemli bir ağaç.
Bir
simge bir iz.
Likya bölgesinde gezerken hemen hemen her antik
kentte zeytin yağı ve şarap elde etmek için geliştirilen antik çağdan kalma imalathaneleri
gördüm. Zeytinin ya da üzümün ezildiği oyma taşlar çok belirgin. Sonra yine
taştan oyulma yağın akması için geliştirilen
taş kanallar ve küpler, amforalar. Antik çağda zeytin yağı yakıt olarak da kullanılıyordu. Lykialı
tüccarlar hasattan sonra zeytinyağlarını amforalara doldurulup gemilerle uzak
bölgelere sevk ediliyordı. Termessos’da zeytinyağı imalathaneleri gördüm.
Dağlar zeytin ağaçlarıyla dolu. Ne yazık ki bu ağaçların zeytinlerini bölgede oturan köylü
değerlendirmiyor. Çünkü zeytini bilmiyorlar. Buralara yerleşen göçebe halk
hayvancılık kültürüne sahip. Kendilerinden önce o topraklarda oturanların
zeytin, şarap, tütsü, seramik, mermer, vb. gibi hüner gerektiren işlerinden
haberdar değiller. Zeytin ağacını diğer ağaçlardan ayırabilecek bilgiye de
sahip değiller. Bu nedenlerle bölgedeki
zeytin ağaçları, asmalar bakımsızlıktan işe yaramaz hale gelmiş durumda. Antik
çağdaki kültür günümüz taşınamamış. Ne yazık.
Ayvalık’a ilk kez gittiğimde zeytinyağının ne denli
önemli olduğunu anladım. Sabah kahvaltısında getirilen ısıtılmış baharatlı zeytinyağına
ekmek banmak büyük bir değişiklikti. Sonra zeytinyağıyla pişen o enfes sebze yemeklerinin
lezzeti unutulur gibi değil.
Cunda adasında bir tepeye tırmanmıştım. Orada
bulunan ulu zeytin ağacının gölgesinde oturmuş denize bakıyordum. Ağacın
altında olgunlaşarak dalından düşen zeytinler vardı. Karatavuk kuşları birbiri
ardından gelip onları teker teker götürüyordu. Bir süre sonra benim varlığıma
alıştılar. Zeytin ağacının altında oturmak bana iyi gelmişti. Bu topraklarda
eskiden oturan insanların nereye gittiklerini sık sık düşünürüm. Bu toprakların
tarihini ve kültürünü anlamak için mübadele yıllarına geri gitmek gerekiyor.
Birinci cihan savaşı öncesinde Anadolu nüfusu on
altı milyon olarak tespit edilmektedir. Bu nüfus içerisinde üç milyona yakın
Rum ve üç milyona yakın da Ermeni ve yüz elli bine yakın Yahudi bulunduğu
bilinmektedir. O dönemde ağırlıklı ayırım din aidiyeti üzerinden yapıldığı için
toplam nüfusun yüzde kırkının gayri Müslim olduğu söylenebilir.
Bu nüfusun Rum Ortodoks
kesimi MÖ.200 yıllarından itibaren Hellen etkisinde kalan Anadolu
halklarıdır. Likyalıdır, Frigyalıdır, Lidyalıdır.İyonyalıdır, Karyalıdır.
Anadolu kültürünü taşıyan halktır. Ermeni nüfus ise daha çok Doğu Anadolu
uygarlıklarının mirasçısı olan Urartu, Kilikya ve diğer kültürlerin mirasçısı
halktır. Sayıları altı milyona varan bu Osmanlı tebaası İttihat ve Terakki
hükümetleri tarafından sistematik bir şekilde yok edilmiştir. 1915 yılında tehcir kapsamında bir buçuk
milyon Ermeni, 1921 yılında bir buçuk milyon 1923 yılında da bir milyon iki yüz
bin Rum Yunanistan’a göçe zorlanmıştır. Bütün Ege bölgesinde bulunan Rum nüfus
mübadele marifetiyle boşaltılmış, yerlerine Trakya, Balkan ve adalarda bulunan
Türk nüfus yerleştirilmiştir. Dolayısıyla bugün Ege ve Akdeniz bölgelerinde
oturan halk sonradan oraya yerleştirilen Müslüman halktır.
Bu halkın prensip
itibariyle göçebe Türkmen halk olduğu düşünüldüğünde Batı Anadolu yerleşik
kültürüyle alakaları olmadığı açıktır. Aradan geçen süre içinde zeytin ağacının
ve üzüm bağlarının nasıl geçim kaynağı haline dönüştürülebileceğini
kavrayamayan halk hayvancılık ve hububat tarımı başta olmak üzere bir dönüşüme
meyil etmişlerdir. Köylünün ağaçlara ve suya olan nefreti tarım arazisi azlığından
kaynaklanmaktadır. Bölgedeki gölleri kurutarak, ormanları yakarak tarım arazisi açmaya çalışan köylü farklı bir
coğrafyanın insanıdır. Ağaçsız ve susuz topraklardan geldikleri için bugün
yaşadıkları ormanlık ve sulu arazileri çölleştirmeye çalışmaktadırlar. Devlet
ise bu gidişe dur diyeceğine aksine teşvik etmektedir.
Eğer Rum nüfus göçe zorlanmasaydı ne olurdu? Cunda
adasında o ulu zeytin ağacının altında bunu düşündüm. Eğer o nüfusun orijinal orantısı
korunsa idi 1923 yılında ilan edilen Cumhuriyet dört resmi dile ve dört resmi
dine sahip olan çok dilli, çok dinli, çok kültürlü demokratik bir Cumhuriyet
olabilirdi. Siyasi olarak bu başarılabilir miydi? Söylemesi çok zor.
Öte yandan Cumhuriyet döneminde Türleştirme adı
altında Anadolu’da Müslümanlaştırma ve Araplaştırma eğilimi daha baskın
olmuştur. Hıristiyan ve Yahudi nüfus azalmış, Müslüman nüfus çoğalmıştır. Bu
bir asimilasyon hareketi değil bir değiştirme ve yerleştirme hareketidir. Cumhuriyet
döneminde kültürel altyapıyı da yeniden yazılan uydurma bir tarihle destekleme
yoluna gidilmiştir. Orta Asya’dan gelen Türk nüfusun Ergenekon tarihi kalame
alınmıştır. Bu Anadolu’nun gerçek tarihi değildir. Zeytin ağacı bunun
şahididir. Bütün tarihi örenler bunun şahididir. Arkeoloji müzeleri bunun
şahididir. En belirgin olan ise Antalya müzesidir. Müzeyi gezerken heykeller
salonundan, tanrılar salonundan lahitler bölümünden geçip birden bire bir yörük
çadırının içinde kendinizi bulup afallarsınız. Aynen Adrasan isminin Çavuşköy
yapılması gibi bölgenin tarihi müzede bile çarpıtılmıştır.
Cumhuriyet iktidarlarının Türkleştirme politikası
nasıl olup ta Müslümanlaştırma politikasına dönüşmüştür? Bunun gelişimi için
yine 1900 yıllarına geri dönmek gereklidir. Türkçülük akımının güçlendiği Osmanlı İmparatorluğunun çöküş yıllarında
çare olarak bir de İslamcılar formülü ortaya çıkmıştır. Bu iki akım aynı amaç için
farklı ideolojilerle siyaset yapmışlardır. Cumhuriyet tarihi boyunca bu iki
akım birbiriyle demokratik olmayan yöntemlerle mücadele etmiştir. Zeytin ağacı
en az iki yüz yaşında olduğuna göre bütün bu olaylara tanıklık edebilecektir.
Aslında
Ayvalık bölgesinde beş yüz hatta bin yaşında zeytin ağaçları vardır. Söylentiler
doğruysa iki bin hatta üç bin yaşında zeytin ağaçları olduğu ileri
sürülmektedir. Anadolu’nun kadim sedir, ardıç ve zeytin ağaçları her şeye tanıklık edebilecektir. Fakat en büyük
sorun bu tanıkları bir şekilde yok ederek ortadan kaldırmak isteyen
paradigmadır. Ağaç ve su düşmanlığı giderek yaygınlaşmakta günümüz iktidarları
tarafından doğa hızla tüketilmektedir. Doğal afetlerdeki artışın nedeni her ne
kadar dini nedenlere dayandırılmak istense de inandırıcılık katsayısı giderek
düşmektedir.
Cunda adasında güneş yavaş yavaş ufka yaklaşıyor. Binlerce
yıldır olduğu gibi güneş tam zamanında batıyor. Denizin üzerini koyu bir
karanlık kaplıyor. Orta Doğu’da giderek artan ırk ve mezhep savaşları hızla
ülkenin Güney Doğu bölgesini sarıyor. Bir
yanda etnik ayırımcılık öbür yanda inanç ayırımcılığı bölgeyi bir şiddet
sarmalına sürüklüyor. Güney Doğu sınırına yığılan iki buçuk milyon Suriyeli,
bir buçuk milyon Iraklı siyasi depremlere neden olmaya başladı.
Demokratikleşme süreci giderek şiddet ve baskı
sürecine dönüşüyor. Cumhuriyetin tüm kurumları tehlike altında. Bu gidiş iyi
değil. Çok kısa bir süre içinde şiddetli bir sarsıntıyla rejim değişikliği
yaşanacağa benziyor. Bu tehlikeyi görüp örgütlenen STK ‘ların da yok olması
tehlikenin büyüklüğünü gösteriyor. Artık çok kısa bir süre içinde her şey
olabilir.