Sonuçları ne olursa olsun bu seçim bir tür
referanduma dönüştürüldü. Tek bir kişinin etrafına örülen klasik anlamda sanal bir
“monarşi” propagandası.
Sanal bir şato ya da bir kale. Yüz yıllık laik
cumhuriyet geleneğinin geldiği aşama bu
işte. Bu aşama aynı zamanda yüz yıllık siyasi geleneğin temsilcisi olan
Cumhuriyet Halk Partisi’nin de ısrarla değişmemekte ısrar edişinin daha doğrusu
siyasi yenilgisinin de göstergesi.[1]
CHP yüz yıl öncesinin paradigmasıyla yaklaştığı halktan bir türlü destek
görmüyor.
Daha da kötüsü neden destek görmediğinin de farkında değil. Partinin
ileri gelenleri gelenekle yeni arasında sıkışmış bir durumda olduklarının
farkında değiller.
Halkın siyaset anlayışı işte bu sanal şato
duvarlarının içinde tutuklu. Önce
padişah vardı. Sonra karizmatik askeri liderler, daha sonra da gücünü İslam
dininden alan “din tacirleri”. Laik cumhuriyet paradigması bir anlamda teokrasiye
çok önceleri dönüşmeye başladı. Daha doğrusu teokrasiye geri dönüşmeye başladı
desek daha doğru.Halifelik kaldırıldı ama diyanet işleri devletin kontrolünde
bırakıldı. Devlet her türlü biçimde toplumdaki dini kurumları denetlediğini
sandı.
Yasaklı tarikatların faaliyetini önlemekten aciz kaldı. Devletin
bütçesinden savunmadan sonra en büyük payı diyanet işleri aldı. Eğitim
bakanlığı değil. İkinci büyük yanlış da eğitimim devlet kontrolüne almak ve
devlet çarkları içinde tek tip eğitim ısrarıyla eğitimi siyasete malzeme yapmak
oldu. Bu iki büyük yanlış zaten bireysel özgürlükler alanında iki büyük kara
delik.
Bu seçim sonucunun ne olacağı o kadar belli ki.
Merak bile etmiyorum. Çoğunluğun kapıldığı ağızdan ağıza yayılan seçiminin ne olacağı çok önceden belli oldu
zaten. On kadar araştırma şirketi şişirilmiş iktidar yanlısı istatistikler
yayınlamakta birbirleriyle yarıştılar. Yüzde yetmişler bile telaffuz edildi.
Zaten Ağustos ayında seçime gidilmesi bir anlamda iktidar partisinin ekmeğine
yağ sürüyordu. Elli milyon seçmenden söz ediyoruz. Katılım oranının düşük
olacağı zaten biliniyordu. Nitekim yüzde yetmiş üçte kaldı. On üç milyon seçmen
sandığa gitmedi. Eğer katılım oranı yüzde doksan beşler seviyesinde olsaydı
sonuç çok farklı olabilirdi. Çoğunluk
denen sadece yirmi milyonu. On beş milyon kadar seçmen zaten siyasete ilgisiz.
Hiçbir zaman da ilgileri ve umutları olmadı zaten. Hangi parti gelirse gelsin
sanal şatonun yıkılmayacağını biliyorlar.
Temsili demokrasi[2]
denilen geri kalmış demokrasi anlayışının siyaseti getirdiği nokta bu. Parti
lideri tek imzayla milletvekili dağılımı yapıyor. İstediğini milletvekili
yapıyor istediğini dışarıda bırakıyor. Vilayetlerde oy kullanan seçmenin kendi
adayını belirleme şansı yok. Böyle bir şans verilmiyor. Daha doğrusu seçim
sistemi buna izin vermiyor. Yüz yıldır da bu sistemi değiştirmek için kimse bir
gayret harcamıyor. Siyaset anlayışı üretim ilişkilerine yeterince yansımıyor.
Devletin kasasını ele geçiren siyasetçi yandaşlarını kadrolaştırarak başlıyor
değişime.
Kısa sürede bir bağımlılar ve bağlayanlar denklemi ortaya çıkıyor.
Hukuk ihlalleri bireysel özgürlük alanının giderek daraltılması yadırganmıyor.[3] AB
Kopenhag kriterlerini uygulayacağını ileri süren hükümetler tam tersi ihlallerle
seçmenini bunaltma yoluna gitmektedir. Mezhep, ırk, etnik kimlik, sosyal kimlik
alanlarında azınlıkta olanların tarumar edildiği ve cezalandırıldığı bir
siyaset anlayışı egemen olmuştur.[4] Demokrasi
adı verilen siyasi alan aslında örtülü bir otokrasi geleneği olarak gelişme
göstermiştir. Yerel yönetimler Ankara’ya endeksli siyasetlerle kendi bindikleri
dalları kesmişlerdir. Oysa Osmanlı imparatorluk döneminde bile böylesine
merkeziyetçi siyaset izlememiştir. Yarı özerklik verilen vilayetlerin yönetimi
yerel idarecilere bırakılırken yakın dönemde özerklik tümüyle ortadan
kaldırılarak merkeze dönük idare egemen kılınmıştır.
Seçmen bir ölçüde
aldatılmıştır. Seçmenin devlet algısı “devlet baba” terimiyle ifade
edilmektedir. Seçmen geleneksel olarak padişah, kral gibi eskiyle yapışkan bir
liderlik anlayışını bilmektedir. Burjuvazinin gelişmemiş olduğu bu topraklarda
feodal ilişkiler ve ataerkil otokratik aile yapısı belirleyici olmuştur. Aile
bireylerinin demokrasi anlayışı yoktur. Devlet ise korkulan, vergi toplayan,
cezalandıran , askere alan, desteklediklerini zengin eden sihirli bir güç
olarak algılanmaktadır.
[5] Siyasi
partilerin demokrasi anlayışı ise cumhuriyet tarihi boyunca “odunu aday
göstersem seçtiririm.” [6]Doğrultusunda
olmuştur. Meşrutiyet yıllarından bu yana liberalleşmeye çalışan Türk siyasi sistemi
liderlerin gölgesinde kalmıştır. Güçlü liderler “tek adam”[7]
siyaseti izleyerek etraflarındaki güçlü rakiplerini tasfiye etmeyi siyasetin
bir gereği olarak görmüşlerdir. Bugün güçlü liderleri “diktatör” olarak
nitelendirenlerin cumhuriyet tarihinin 1923-1945 ve 1946-1960 dönemlerini
etraflı olarak incelemeleri Türk siyasetinde bu geleneğin köklerine inmelerine
ve esas kaynağı kavramalarına yardımcı olacaktır. Değerli araştırmacı Mete
Tunçay[8] ve
Cemil Koçak’ın[9]
tüm eserleri bir ölçüde sözünü ettiğimiz siyasi geleneğin belgeli örnekleriyle
doludur. 1960 sonrası “Kemalist” akımının şiddetle reddettikleri bu belgelere
dayanan Cumhuriyet tarihi “tek adam” siyasetinin gelişimine ve bugününe ışık
tutmaktadır.
Demokrasinin kalitesinin bu kadar düşük olmasının
nedenlerini analiz etmek kolay değildir. Her şeyden önce siyasi uygulamaların
ve siyasetçilerin eylemlerinin anayasal dayanaklarıyla hukuksal çatısının
sağlamlığı büyük bir rol oynamaktadır. Anayasal ve adli kurumların bağımsızlığı ve gücü demokrasi
kalitesini doğrudan etkilemektedir. Diğer yandan partilerin siyasi
geleneklerinin ve eğitim faktörlerinin sonucu olan siyasi eylemlerin bağımsız ve gerçek bir
medya ile denetlendiği kamusal alanın önemini vurgulamalıyız.
Bireysel hak ve
özgürlükler, söz hürriyeti gibi demokrasinin olmazsa olmaz öğelerinin derecesi
de demokrasinin kalitesini göstermesi açısından önemlidir. Güçlü siyasi
liderlerin sahip oldukları gücü medyayı susturmak için kullanmaları Türk siyasi
geleneğinde vardır.[10] Gelişmiş
toplumlarda örneğin AB ülkelerinde , ABD’de,
Kanada’da ve Avustralya’da demokrasi nasıl ölçülüyorsa burada da öyle
ölçülmelidir. Türkiye’yi bu çizgiden ayrı tutarak sanki daha düşük seviyede
demokrasi, bireysel özgürlükler, sanat, medya, spor vb. gibi alanlarda da düşük
kalitede standartlara uygun görmek ne kadar doğru olur?
Halkın işin kolayına
kaçmak için sık sık kullandığı “Burası Türkiye” sözü her alanda kaliteyi
aşağıya çekmek için kullanılmaktadır. Kamusal alanda insanların birbirlerine
gösterdikleri saygı ölçüsünde de bir yanlışlık olduğu muhakkaktır. Sıraya
girmeden tanıdığını devreye sokarak işini gördüren, trafikte emniyet şeridini
ihlal eden mantalite hakem görmeden faul yapan sporcunun ruh halini
yansıtmaktadır. Gerçek anlamda yerleşik yaşayan uygarlıkların iki bin yılda
oluşturdukları şehir kültürü her yönden yok edilmiştir. Bu topraklarda yaşayan
yerleşik halk zaten göç ettirilmiş ya da katledilmiştir. Gidenlerin yerine
yerleşenlerin ise şehir yaşamından haberleri yoktur.
Kabile kültürel
değerlerini muhafaza eden eğitimsiz bir kalabalığın doldurduğu şehirler çarpık
yapılaşma, gecekondulaşma, altyapı hizmetlerinin yetersizliği gibi yerel
konularla mücadele etmek yerine Ankara’da dağıtılan rant peşine düşmüşlerdir. Bu
o kadar yaygın hale gelmiş durumda ki ihale alarak zengin olan yandaşlar,
yeğenler, dayılar her dönemde olduğu gibi bu dönemde de var. “İhaleye fesat
karıştırma” olarak ifade edilen siyasi müdahale ne zaman başladı söylemek zor. Çok
eski bir hikâye olduğu kesin. İktidar gücünü elde eden kişi ya da zümrelerin
hemen hemen her dönemde yolsuzluk yaptıkları belgelerle sabittir. İmparatorluk
devrinde vezirlerin ve kadıların adlarının karıştığı sayısız yolsuzluk olayı
kayıtlarına kolayca ulaşılabilir.[11]
Devlet gücünün bu şekilde kullanılmasını engelleyen
yasalar var. Yasaları uygulayacak olan hukukçuların bağımsız olması ve
cesaretle bu yolsuzlukların üzerine gidebilmesi için özgür bir hukuk ortamı var
olmalıdır. Oysa günümüzde cumhuriyet tarihinin en ağır hasarını gören kurum
adalet mekanizmasıdır. Hukuk ihlalleri uluslararası kuruluşlarca da
belgelenmiştir.[12]
Örnek kaynakların çokluğu karşısında hayrete düşmemek mümkün değildir. Türkiye
cumhuriyeti devlet kurumları kendilerinden beklenen halka hizmet görevi yerine siyasi
iktidarın isteklerini yerine getiren enstrümanlar haline dönüştürülmüştür.
Bu
dönüşümü engellemesi beklenen sivil toplum örgütleri ise henüz emekleme
safhasındadır. İktidarın baskı uyguladığı sivil toplum örgütleri ve medya bağımsızlıklarını
ve tarafsızlıklarını kaybetmenin ataleti içinde sürüklenmektedirler.
Sonuç olarak cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin birkaç
noktaya değinmek lüzumludur.
Bu seçimlerin
ortaya koyduğu bir gerçek Türk demokrasisinin gelmiş olduğu noktanın endişe
verici boyutta olduğudur.[13]
Seçimlerde haksız rekabet kurallarının ihlal
edildiğine ilişkin AGIT raporu önümüzdeki günlerde yayınlanacaktır. Bu raporun
muhtevasında adaylardan birinin devlet olanaklarını kullanarak diğer iki aday
üzerinde avantaj sağladığı ifade edilmektedir. YSK’nun bu noktayı göz önüne
almamasının da mevcut konjonktür içerisinde şaşırtıcı olmadığını söylemeliyiz.
İkinci önemli nokta seçime katılım oranıdır.
Yüzde yetmiş
üç oranı cumhuriyet tarihinin en düşük katılım oranlarından biridir. Oyların
dağılımı Türkiyede artık üç ana akım siyaset olduğunu tescil etmiştir.[14]
Batı Anadolu tabir ettiğimiz bölgelerde
ağırlıklı olarak CHP-MHP koalisyonu ön plana çıkarken Güney Doğu Anadolu’da
BDP/HDP koalisyonu belirgin olmuştur.
Katılım oranı üzerinden yapılacak
düzeltme ne kadar sağlıklı sonuç verecek bilinmez ama aşağıdaki analiz bir
fikir verebilir:[15]
· Seçmen
sayısı : 52,894,115
· Seçime
katılan seçmen sayısı: 40,753,657
· Geçerli
Oy sayısı : 40,019,361
· Geçersiz
oy sayısı :734,296
· Katılmayan
seçmen sayısı:12,192,000
· RTE
aldığı oy: 51,65% 20,670,920
· Eİ
aldığı oy :38,56% 15,433,609
· SD
aldığı oy 9,78% 3,914,832
Eğer seçime katılmayan seçmenler Eİ’na oylarını
verselerdi oran % 52,25 Eİ: %39,08 RTE
olacaktı.
Burada SD’a da oy verebilecek olanların sayısının en az bir milyon
daha fazla olabileceği varsayımı üzerinde durulmalıdır.
Bu da SD’ın % on
barajını rahatlıkla geçebileceği sonucunu doğurmaktadır.
Bu seçimlerin sonuçlarını yorumlarken 2015 genel seçimleri için yeni bir aritmetiğin
ortaya çıktığını da düşünmeliyiz.
· CHP-MHP
koalisyonu iktidarı ele geçirecek çoğunluğu sağlayabilecektir.
· BDP/HDP
koalisyonu yüzde on barajını geçerek Türkiye de önemli bir parti olarak
demokrasi denkleminde yerini alabilecek güce sahiptir.
· Yurtdışında
seçime katılım organizasyonunun nasıl
yapıldığı YSK tarafından kapsamlı bir raporlarla
açıklanmalıdır.
· AKP
oy kaybına uğramıştır. Oy kaybının ne kadar olduğu önümüzdeki günlerde yerel
sonuçlar açıklandığında belli olacaktır.
· Türkiye
yeni siyasi bir iklime girmiştir. Bu siyasi iklimde üç cephede sert mücadeleler
olacağı yerel ve uluslararası STK ve Hukuk kurumlarının bu mücadelede çok
önemli kaleler olacağı görünmektedir.
· AGIT,
AB ve ABD denetimlerinin daha da artacağına kesin gözüyle bakılabilir.
[1] Yıllar
içinde oy oranı yüzde yirmilere gerileyen bir partinin hikâyesi bu.
[2] “Evet
mührünü kır atın böğrüne basın.” Sözü burada zikredilmelidir. Seçmen kır ata oy
vermektedir. Ya da ampule. Seçim hakkı kişilerden bağımsız sadece bir lidere
ait olan bir ayrıcalık olarak karşımıza çıkmaktadır.
[3]
Yolsuzluk skandallarıyla dalgalanan yüz yıllık Türk demokrasisinin geldiği son
nokta yolsuzlukta dünya rekoru kırılmasıdır.
[4] Türk
toplumunun ayrılmaz bir parçası olan Alevi, Hıristiyan, Yahudi, Ateist gruplar baskı görmekte; Ermeni, Rum,
ayırımcılığı yapılmaktadır.
[5] Köylerde
tüm hizmetler devletten beklenmektedir. Sağlık,Su, eğitim,mahsul alımı, kredi,
memuriyet ve diğer menfaatlerin devlet tarafından karşılıksız olarak
sağlanacağı varsayımı siyaseti yozlaştırmıştır. Aynı zamanda seçmen olan
üretici devletten belirli menfaatler sağladığında ancak oy vermektedir. Oyların
satın alındığı bir sistem söz konusudur. Burada da yerel idareler değil,
merkezi hükümet yani Ankara karar vermektedir. Siyasi gücü elinde tutan parti
devletin kaynaklarını siyasi amaçları için yönlendirmeyi hak görmektedir.
Cumhuriyet tarihi şeker, tütün, pamuk, fındık, çay, pancar üreticilerinin taban
fiyatlarında oynama yaparak yönettiği KİT’ler vasıtasıyla siyasi menfaat
karşılığında ekonomik menfaat sağlamayı demokrasinin önemli bir uygulaması
olarak görmektedirler.
[6] Bu sözü
eski siyasi parti başkanlarından Adnan Menderes’in söylediği rivayet edilir. Parti
başkanı olan liderin iki dudağının arasında
olan milletvekili seçilme olanağının temsili demokrasinin yüz karası
olduğu bir gerçektir. Seçmen partiyi seçmekte, parti başkanı da dilediği kişiyi
milletvekilliği ile ödüllendirmektedir.
[7] Şevket
Süreyya Aydemir’in kaleme aldığı üç ciltlik eser olan “Tek adam “ güçlü
bir liderin hikâyesidir. Bu kitaplar
1963-65 yılları arasında yayınlanmıştır. Bu yıllar zaten askerlerin siyasete
yaptıkları 1960 müdahalesinden sonra doğan “Atatürkçü” ideolojinin bir yansıması olarak
değerlendirilebilir.
[12] http://www.liberal.org.tr/upresimler/MuratBurakAydin.pdf
; http://www.inhak.adalet.gov.tr/duyuru/EYLEM%20PLANI.pdf;
[15] Bu
sonuçlar YSK resmi web sitesinden alınmıştır: http://www.ysk.gov.tr/ysk/content/conn/YSKUCM/path/Contribution%20Folders/HaberDosya/2014CB-Gecici-416_a_Yurtici.pdf;