19 Mar 2007

Modernite ve Nasyonalizm


Üzerinde yaşadığımız topraklarla ait olunan ırk, etik birlik , dil birliği birbirine tuhaf ideolojiler çimentosuyla eşleştirilip içinden çıkılmaz bir kafese kapatılıyoruz ve aklımızı mantığımızı yitiriyoruz gibi geliyor bana .

Bireysel düşünmeyip, kitlesel bir psikozla düşünerek hareket ettiğimiz günler var.
Modernitenin getirdiği kentleşme ,milliyetcilik ,vatanseverlik ve küreselleşme konularında tefekkür edenlerimiz azalıyor.

KAÇ TÜR MİLLİYETCİLİK VAR ACABA ?

Etnik milliyetcilik nedir ?
Irkcı milliyetcilik nedir ?
Feodal milliyetcilik nedir ?
Küresel milliyetcilik nedir ?
Atatürk milliyetciliği nedir ?




“SANAYİLEŞME çağı çokuluslu tarım imparatorluklarını dağıtarak, feodal ve aşiret yapılarını yok ederek şehirleşme ve 'milli' eğitim yoluyla ulus devletleri kurdu. Milli hukukları ve 'vatandaş'ı yarattı. Artık devletin dayandığı coğrafya 'mülk' değil, "vatan"dır. Nüfus unsuru ise 'muhtelif tebaa' değil, Atatürk'ün deyimiyle, "müttehit ve mütecanis", yani dili, soy tasavvuru ve ülküleri bir insanlardan oluşmuş "millet"tir.İsmet Paşa'nın "Henüz yeterince mütecanis değiliz" sözü aynı anlamdadır. Benzer ifadeleri İtalyan Mazzini'de, Fransız Gambetta'da, Alman Bismarck'ta da bulabiliriz.

Küreselleşme çağı ise, bir yandan uluslararası kurumları, öbür yandan insanlarda 'köklerine sarılma' duygusunu güçlendiriyor, "etnik milliyetçilik"ler yükseliyor!Bu 'ufalanma'ya paralel olarak, değerler dünyasında da "postmodernizm", modernizmin aksine, mistik ve cemaatsi değerleri yansıtıyor. Alain Minc'in "Yeni Ortaçağ" dediği bir süreç!”


Milliyetciliğin ortaya çıkışı modernite ile eş zamanlı olarak değerlendiriliyor . Milliyetcilik modernliğin ideolojisi olarak karşımıza çıkıyor . Modernliğin nesnel koşulları , tarihsel birikimi milliyetciliği üretiyor. Modern zamanlarda ortaya çıkan ulus-devlet siyasal birimlerinin çimentosu olma görevini yapıyor . Bir coğrafyada insanları bir arada tutan ,aidiyet gereği tarihsel gelişimini ortaya koyan , o insanların kimliğini belirleyen ideolojik olgu. Birey, artık ortak bir düşüncenin peşinden gidecektir .O artık bağımsız bir birey değil , bir milletin , ulusun üyesidir .

Birinci dünya savaşı sonunda Osmanlı imparatorluğuyla birlikte üç imparatorluk daha tarihe karıştı. Bu imparatorlukların küllerinden ulus-devletler çıkıyor. Yeni ülküler , yeni aidiyet kanıtları , yeni ideolojiler , yeni üretim biçimleri ve yeni kültürel kalıplar çıkıyor ortaya .Bizde İmparatorluk sonrası modern yaşama geçerken , batılılaşma hareketi daha da hızlanmış oldu. Eski kültürle ilişki , harf devrimiyle, halifeliğin , tekke ve zaviyelerin kaldırılmasıyla,kıyafet değişimiyle, kadınlara tanınan haklarla , laik devlet düzeniyle 360 derece değişti. Bu değişimin ne kadar büyük olduğu hepimizin malumu.

Kemalist iktidarın topluma getirdiği yeni değer yargıları, ulus-devlet milliyetciliği söylemiydi. Bu söylemde yeni bir tarih yazılmıştı. Ortak hafızaya ‘Orta Asya Türkleri ‘ etnik milliyetciliği tezi kazındı. : “Malazgirt savaşı 1071, Osman Bey , Orhan Bey ; Fatih ve İstanbul ‘ un fethi , Osmanlı yükseliş dönemi ,Yavuz , Kanuni Viyana Kapıları Lale devri ve sonra çöküş : Vatanını satan hanedan ve Vahidettin . Emperyalist İngiltere’ nin uşağı Yunanistan ve kurtuluş savaşı . İzmir ‘ in kurtuluşu ve Lozan :

“ İlkokuldan başlayıp lise son sınıflara kadar bu mesajlar verildi ortak hafızaya . 1930 yılı ve sonrasında doğanlar için ulus-devlet ortak hafızasında bu tez işlendi. Bu tarih tezi de doğal olarak Türk milliyetciliğini ortaya çıkardı.
Millet kavramı , bu grupları bireyselleştirmiştir. Tek bir grup haline gelmişlerdir . Gerçek bireylerin ufku ortak bir hafızaya , ufka yönlendirilmiş , prototip üyeler üretilmiştir.
Birey artık birey olarak düşünemez hale gelmiştir , ortak hafızaya göre hareket eder olmuş , ortak değer yargılarıyla düşünür olmuştur .Bazı konuların basın tarafından milli dava haline getirilmesi çok kolay olmaktadır . Ege ‘ de havada it dalaşı . Avrupa’ yı fetheden Türkler , Başarılı Türkler , özet olarak milli kimliği yükselten ve olumlu gösteren her hareket iyi , tersi ise cezalandırılması gereken bir düşünce suçu olmaktadır . Zaten 301 .. maddenin özü de budur .

Burada , Osmanlı öncesi düşünce yapısı , Osmanlı düşünce yapısı , İslam , Cumhuriyet , Küreselleşen Türkiye gibi çok yoğun konular önümüze çıkıyor . .



Günümüzde nereye yüzümüzü dönsek , bizi ve ülkeyi ilgilendiren , ülkemiz insanını ilgilendiren , yaşadığımız çağda ve geniş coğrafyada ilişkilendirmemiz gereken şeyler var . Bu iligilendirmeleri yaparak , kavrayarak konumumuzu daha iyi anlayabiliriz belki de ?
Örneğin , Avrupa Birliği , Irak , İran , İsrail , Kafkasya , Doğal Gaz , Bankaların satışı , uluslar arası ihaleler , kültürel ilişkiler .


ULUS DEVLET KAVRAMI

Çoğunluk, artık milliyetçiliğin modası geçmiş bir ideoloji olduğu konusunda hemfikir :
Dar anlamda milliyetçiliğin, “modernite düşüncesi”yle birlikte post feodal düzende geçerli olduğunu ,bu anlayışla yola çıkan milliyetçilik akımlarının yirminci yüzyılda bir etnik üst kimlik oluşturma çabalarının hüsranla sonuçlandığını tarih kanıtlamış durumda . Bu akımlar, yerini çağdaş toplumlarda ,artık varolmak için Ulus-Devlet modelini ve buna ilişkin ulus-devlet kültürünü oluşturmaktan başka çare olmadığını bilen liderlerin vizyonlarına bırakmıştır.

Atatürk ve arkadaşlarının ‘cumhuriyet düşüncesi ‘nin özü işte budur . Her türlü bağnazlıktan arınmış,bilimsel , laik, çağdaş ve küresel yeni bir ulusal üst kültür . Atatürk ulus-devlet kavramını çok net bir şekilde gören nadir liderlerden biridir .1923 yılından bu yana da bu yeni ulus-devlet kültürünü oluşturmak için çabalar vardır .

KARŞI GÖRÜŞLER

Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllardan bu yana Atatürk ‘ ün bu vizyonunun karşısında olan güçler , çeşitli kampanyalarla Ulus-Devlet kültür idealine karşı çıkmışlardır .
Kıyafet devrimi,Dil devrimi , laik devlet , hukukun üstünlüğü, evrensel kültür değerleri gibi reformları topluma üstten alta yaymak için çabalar olmuştur . Bu reformlar , mevcut durumunu değiştirmek istemeyen statükocu , eski düzeni savunan imparatorluk kalıntısı , feodal ,dinci ve tarikatci kesimlerin sürekli karşı çıkışlarıyla kesintiye uğramıştır . Bu kesintileri ve nedenleri mercek altına yatırırsak :
Burada düşüncelerini çok ilginç bulduğum , değerli bir bilim adamınını düşüncelerinden alıntı yapalım .

Modern devletin çeşitli özellikleri var; kendi öz tarihinin ve kökenlerinin belirlemesinden öteye, modern çağda devletler (devlet elitleri) birbirlerinden çok şey öğrendiler; ayrıca devletler arası sistemin zorlamasıyla benzer davranış biçimlerini benimsediler. Devlet teknolojisi ve devlet davranışı (siyasi rejimden ve toplumun yapısından bağımsız olarak) aynı çizgi etrafında nispeten küçük farklılıklara izin vererek gelişti.

Eskiden her devlet iç işlerinde müstakil, bağımsız, özerk, otonomdu. Büyük veya küçük herhangi bir devlet bir diğerine o devletin yurttaşlarına ilişkin meselelerde karışamazdı. Buna karşılık devletler, aralarındaki ilişkilerin sürdürülmesi amacıyla belirlenmiş bir hukuk sistemi geliştirecekler, bu devletlerarası hukuk özne olarak devletlerin tüzel kişiliğini kabul edecekti. Devletlerarası hukuk’un temelini ise yine devletlerin kendi arzularıyla taraf oldukları antlaşmalar belirleyecekti. Dolayısıyla bu hukuk çerçevesinde bireylerin herhangi bir statüsü yoktu, her birey ancak kendi devleti ile muhatap olabiliyordu, devletler ise tüzel kişi olarak birbirleriyle ilişkilere girebiliyorlar, fakat kendi tebaaları ile olan ilişkilerinde kimseye hesap vermek durumunda kalmıyorlardı. Demek ki devlet-birey ilişkilerinde dönüşümler ancak ülkenin kendi iç dengelerinde değişikliklerden geçebilirdi. Yahut da güçlü devletler zayıf devletlere bazı tavizleri dayatabilirlerdi –örneğin ‘extraterritoriality’, yani tebaanın içinde bir gruba, bazı bireylere, devletin iç hukuk sisteminden kaçabilmek hakkı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu’nda (ve diğer bazı, Mısır, Çin gibi, ülkelerde) yaşayanların bir kısmı yerel mahkemelerde değil konsolosluk mahkemelerinde yargılanabiliyordu.

ULUS DEVLET MODELİ

Yeni Ulus Devlet Modeline göre ise , devletin modernleşmesi, merkezileşmesi ve örgütsel rasyonaliteyi tek bir merkezden yayılan bir biçimde tekilleştirebilmesinden geçiyordu. Yani devletin çeşitli kolları, coğrafi anlamda merkezden taşraya, ve de devletin erki altındaki en ücra mekanlarına kadar; ve de işlevsel anlamda devletin en üst bürokrasisinden en yan ve tali işlerle uğraşan dairelerine kadar tek bir mantığa hizmet etmeli, örgütlenmesi de bu mantığın paralelinde yapılması gerekenleri somutlaştıracak kapasiteyi ortaya çıkarabilmeli. Devletin bu rasyonalitesi ancak devlet aklının bütün devlet operasyonlarını yönlendirebilmesi ile olur; bunun için de en gerekli şey devletin hiçbir kolunun, bürosunun, dairesinin kendi başına hareket edememesidir. Yani devletin tek bir, merkezileşmiş, rasyonalitesi olmalıdır. Örgütsel olarak da bu rasyonaliteyi bütün akşamına taşıyabilecek ve onların davranışını denetleyebilecek bir etkinliğe sahip olması gerekir.


Burada esas konu Hükümranlık, “sovereignty”, konusudur . Yani egemenlik olarak da geçen bir kavram. r. Kolaylıkla anlaşılabileceği gibi dışa yönelik hükümranlık nasıl devletlerarası hukuk, uluslararası ilişkiler gibi disiplinlerin temel paradigmasını belirlemişse, içe dönük hükümranlık doğrudan veya dolaylı olarak çeşitli hukuk dallarının, siyaset biliminin, kamu yönetiminin, ve hatta sosyolojinin nasıl ve hangi soruları sorduğunu belirliyor.


Devletler her zaman kendilerinden güçlü devletlerin dayattığı anlaşmalara riayet etmek veya çeşitli devletlerin oluşturduğu düzenin parçası olmak zorunluluğunda kalmışlardır. Örneğin Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO) dışında kalmak Türkiye gibi bir devlet için düşünülebilir bir alternatif değil, çünkü bu büyük çapta dünyayla ekonomik bütünleşmeden vazgeçmek anlamına gelebilir. Dolayısıyla ithalat ve ihracatın yönetilmesine ilişkin düzenlemeleri WTO’ da öngörülen koşullar çerçevesinde yapmak ve uygulamak gerekiyor. Bu da fiili olarak dünyada yavaş yavaş geçerli olmaya başlayan, tek bir pazarın oluşmasına yönelik serbest ticaret şartlarının kabulü anlamına geliyor. Aynı tür dayatmalar arasında devletin kendi ihalelerini tüm dünya şirketlerine açması, özelleştirme sürecinde ulusal şirketleri kayıramaması gibi şartlar da var.

Özellikle hukuk’un globalleşmesi hükümranlık kavramının temelini sarsan bir nitelikte. Özellikle Türkiye gibi Avrupa hukuki geleneğini sonradan alan ülkelerde devletler kendi hukuklarını oluşturmada neredeyse sınırsız bir serbesti hissediyorlardı. Bunun nedeni geleneksel hukukun geçerliliğini kaybetmesinde yatıyordu, yani bu Avrupa hukukuna sonradan gelen devletler ise sıfırdan başlıyorlardı. Oysa şimdi çeşitli sahalarda hukuk globalleşiyor, yani devletlerin kanun koyucu olarak artık aynı derecede bağımsız olmaları imkansız. İç hukukun global standartlara uyum göstermesi gibi “
Hukukun globalleşmesinde birinci ivme ekonomiden geliyor. Bütün endüstriler araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin getirdiği katma değer bazında gelişiyor. Bir sektörün zengin ülkelerde yer almasının ön koşulu içinde araştırma geliştirmenin, dolayısıyla da fikri mülkiyetin çok yer tutması.

Bu nedenle öncelikle Amerikan şirketleri patent, copyright, marka gibi mülkiyet unsurlarının kanunda düzenlenmesi konusunda büyük baskı yapıyorlar. Bütün diğer devletler de aşağı yukarı aynı kanunları mecburen parlamentolarından geçiriyorlar. Mülkiyet haklarının bu yönde gelişmesinden başka ulusal ekonomilerin rekabete açılması için gerekli düzenlemeler de aynı kararlılıkla dayatılıyor. Örneğin hisse senedi alım satımında gereken şeffaflık Amerikan kanunlarının benzerlerinin ulusal hukuka getirilmesi ile sağlanıyor; aksi takdirde yabancılar borsaya para getirmiyorlar. Aynı tür düzenlemeler banka sektörü için de geçerli. Genel olarak piyasada rekabet kurallarının dünya ortamına uyum göstermesi tüm dünya ekonomisinin sermaye açısından tek bir alan haline gelmesi anlamını taşıyor.

Hukukun globalleşmesinde ikinci alan insan hakları. Bu konuda devletlerin 1945 sonrası, Birleşmiş Milletler çatısı altında imzaladıkları, daha çok iyi niyet göstergesi olan anlaşmalar, birden gerçeklik kazandılar. İnsan hakları konusunda global düzeyde bir konsensus oluşmuş durumda. Hiçbir devlet ‘benim iç işlerime karışamazsınız’ argümanı ile insan hakları ihlallerine devam edemiyor. Türkiye gibi bir devlet için Avrupa Konseyi çok somut bir devletler-üstü düzenleme oluşturuyor. Türkiye Devleti’nin insan hakları ihlalleri davaları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kadar gidiyor ve devlet kendi iç işlerindeki uygulamalar dolayısıyla yargılanıyor, hüküm giyiyor, ve buna da hükümranlık adına itiraz edemiyor.

Benzer bir durum azınlık (grup) hakları konusunda geçerli. Etnik, inanca bağlı, veya davranıştan kaynaklanan azınlık oluşturan grupların hakları yine evrensel değerler adına korunuyor. Burada önemli olan devletlerin egemen iradesinin üstünde bütün dünyaya şamil değerlerin ortaya çıkmış olması ve bunun dışında kalmaya çabalayan devletlerin bu normlara ayak uydurmasının bir şekilde sağlanması. Ayrıca WTO’nun devletlere karşı uygulanılabilecek müeyyidelere karar verdiğini, yakında işlemeye başlayacak, Roma’da kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin karşılıklı anlaşmalarla sınırlı kalmadan cezai ehliyet kullanabileceğini düşünürsek, hukuk’un ulusal çerçeveden çıkıp globalleşme yönünde geliştiği anlaşılır.

Hukukun globalleşmesinde üçüncü bir saha en geniş anlamıyla çevre korunmasında ortaya çıkıyor. Örneğin Türkiye’de son yıllarda gündeme gelen bazı özel veya devlet yatırımlarında çevre sorunları ve kültürel hazinenin korunma sorunları Türkiye vatandaşları kadar yabancılar tarafından da gündeme getirildi. UNESCO’nun ‘insanlığın ortak kültürel mirası’ olarak kabul ettiği doğal ve kültürel varlıklara zarar verecek pratikler en azından tartışma konusu oluyor, ve sonunda engellenebiliyor. Ülkelerin bu konularda çeşitli anlaşmalara imza atmış olmaları ve bu anlaşmaların bir şekilde iç hukuka geçirileceği sözü düzenlemelerin ülke üstü düzeylerde gerçekleşeceğini işaret ediyor. Kamuoyunun da bu konularda duyarlılık kazanmış olması ‘onlar bizim iç işimize karışamaz’ türü bir tepkinin geçerliliğini azaltıyor. Dünyanın kendi ekoloji dengesiyle, ve korunmaya muhtaç çevresiyle tek bir organizma olarak görülmeye başlanması, “global” bir aidiyet bilincinin yerleşmesi, giderek ulusalcı egemenlik his ve düşüncelerinin yerine geçiyor.

Bunu ulus devletin erimesi, veya ortadan kalkmasının habercisi olarak görmek, hükümranlık olayının tamamen bittiğine karar vermek yanlış olur. Tersine donen ulus devletin hükümranlığının mutlaklaşması, yekpareleşmesi, ve rasyonalizasyonu trendleri. Eğer devleti farklı bir şekilde tanımlamaya hazırsak, bir ülkede siyasi erki kullanan, ama global düzeyde uzantıları olan, farklı network’lerin içinde çalışabilen, ille de öncelikli ilişkileri birbirleriyle olması şart olmayan, birbirlerinden nispeten bağımsız yönetim ve regulasyon mekanizmaları olarak kabul edebilirsek, devletin seklinin değiştiğini ama ortadan kalkmadığını kolaylıkla görebiliriz. Fakat devletin üniter mantığıyla kendini özdeşleştirmiş toplumsal gruplar, yekpare mutlakıyetçiliği savunanlar, yeni morfolojiden çok rahatsız oluyorlar ve bu trendi önlemeye çalışıyorlar. Krizi yaratan da bu zaten: tarihte hep olduğu gibi, eski yerini yeniye terk etmiyor. Ortaya çıkan çekişmeli durumda ne devletin çeşitli kolları ne de devletin koyduğu hukuk’a bağımlı yurttaşlar globalleşmenin gerektirdiği manevra kabiliyetini kazanamıyorlar. Böylece globalleşmenin sunduğu imkanlar kullanılamıyor. Daha da kötüsü, tartışma hala eski çerçevenin nasıl devam ettirilebileceği üzerine odaklandığı için büyük bir entelektüel enerji ve zaman kaybı yaşanıyor.
Bu bağlamda Avrupa Birliği yaklaşımının ve görünürdeki projesinin sözünü ettiğimiz modele ne kadar uygun olduğunu belirtmekte fayda var. Avrupa Birliği ulusal devletler yerine geçecek fakat esasında aynı işlevi görecek yeni bir devlet modeli değil. Yani Paris’in, Londra’nın, Roma’nın yerine Brüksel geçmiyor. Brüksel yeni bir yapılanmayı temsil ediyor, ulusal devlet düzeyinin üstünde yapılması gereken işlevleri üstleniyor. Ayrıca yukarıda sözünü ettiğimiz gibi bölgelere, yerel yönetimlere, kolektif gruplara yeni erkler tanıyarak ulusal devletin içinde siyasi ve idari odaklar oluşturulmasını öngörüyor. Ayrıca ulusal devlet yapısının işlevsel olarak ayrışmasını, çeşitli birimlerin yine göreli bir özerklik içinde diğer ulusal devletlerin benzer birimleriyle daha yakından ilişkide olmalarını, bilgi alış verişi yapmalarını, eşgüdüme girmelerini istiyor. Böylece birbirlerinden kesin sınırlarla ayrılmış devlet nüfuz sahaları yerine birbirleriyle çeşitli network’ler içinde iletişime girmiş birçok kademeden oluşan yeni bir devlet şekli ortaya çıkıyor. Burada hükümranlığın yitirilmesi söz konusu değil. Hükümranlık gerçekten halklara aitse aynı insanlar simdi aynı hükümranlığı farklı düzeylerde -yerel, bölgesel, ulusal, ve AB düzeyinde- kullanıyorlar. Burada bir şey yitiren sadece eski ulusal devletin tekelleştirdiği tür hükümranlığa çeşitli nedenlerle bağımlı olan gruplar, yani eski devletlerin devlet seçkinleri.
Avrupa Birliği globalleşmenin meydana çıkardığı koşullara en kolay uyum gösterebilecek bir idari yapı önerisi olarak önümüzdeki tek örnek. Bünyesindeki devletleri yeni koşullara uymaya, yitirilen mutlakıyete direnmek yerine bu koşullara göre yapılanmaya zorluyor. Türkiye açısından ise nispeten realist bir perspektif oluşturduğu için büyük bir şans. AB’de şekillenen süreçlerden hiç etkilenmeyen bir ülkede yasasaydık bugünkü devlet biçiminin dönüşümüne yönelik mücadele vermek herhalde çok daha zor olurdu.”


Toplumun bu değerler karmaşası içinden çıkabilmesi çok güç.En sağduyulu kesimlerinden yükselen ‘Neler oluyor ‘ sorguları , bizim için çok değerli olan ‘hukuk Devleti’ olma çalışmalarının ne kadar güç olduğunu , yüzyıllardır toplumun en alt katmanlarına kadar sinen kulluk edilgenliğini uyandırmaya yeterli olmayacaktır.Hukuk devleti olma isteği yueterince şiddetli değil.Siyasi partilerimizin iç bünyesi içinde katılaşan hiyerarşik yapının acımasız yapısı yansımıyor mu tüm topluma?Başkanımız ne derse o olur, başkana şirin görünmeler vb.

Bugün gelinen noktada bariz olarak görünen bir hakikat var : irtica bekleyen kişiler de var , İran olmayalım diyenler de var : ama en önemlisi 1923 yılından bu yana aşamalar geçiren ulus-devlet modeli artık tatışılmaktadır.

Toplumun büyük bir kesimi evrensel değerlere göre itilip kakılmadan , hukuk ve adalet şemsiyesi altında , fırsat eşitliği. ve insan hakları çizgisinde yaşamak istemektedir . Tüm kamu oyu araştırmaları da bunu göstermektedir . Büyük bir olasılıkla önümüzdeki günlerde bu güçlerin savaş alanı ortaya çıkacaktır . Medyada bu gelişmeye karşı çıkanlar zaten bariz bir biçimde görünmektedirler .

Şimdi önümüzdeki günlerde yaratılacak suni krizler birbiri ardından dalgalar halinde üzerimize gelecek .Her geçen gün daha da şiddetlenecek . Zaten hiç bir şeyi yeterince öğrenmeye ve anlamaya vakti olmayan kitleler , milliyetci,ulusalcı,islamcı , layik ,batıcı ,sünni,alevi etiketiyle dilimlenmiş olarak ve daha fazla dilimlenmeye ve etiketlenmeye boynu bükük olarak uyanacaklar uykularından her sabah .

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...