18 Oca 2009

Ah.. Filistin


Filistin kelimesi bazı tarihçilere göre ,Antik Çağda da kullanılan eski “Kenan “ve bugünkü İsrail, Ürdün ve Mısır topraklarının bir bölümünü kapsayan alanda yasamıs bir “Arap “, ya da “ Sami “ kavminin adı olan “Pelishtin” ve bunların yaşadığı yere de Filistin ülkesi anlamına gelen “Pelesheth” ve bu topraklara “Palestina” denmiştir.

Okul yıllarımızda tarih derslerinin ötesinde siyasi olarak ilk kez “Filistin” kelimesini “ Kalşnikov” tüfeği ile birlikte öğrendik. PLO ,FKÖ ve daha bir çok örgütün adını ve kısaltmaların ne anlama geldiğini tam olarak öğrenmek için de epey çaba harcadığımı anımsıyorum .
Lise tarih hocamız Osman Bey’in anlatırken en fazla heyecan duyduğu bölge de bu bölgeydi. Finike,Kenan Diyarı , Kudüs ve tabii ki Haçlı seferleri ve etkileri .. Salahaddin Eyyubi.
Antik Çağ’ dan Orta Çağ ‘a geçişte çok önemli bir rol oynayan bu bölgenin hiç ateşi sönmedi.
“Filistin “.
Medya (gazeteler ve radyo ) o zamanlar şu benzetmeyi kullanıyordu :
“Ortadoğu’nun çıban başı Filistin .....Kudüs .. “
Yıllar sonra “dışişleri”nde önemli görevlerde bulunmuş tecrübeli “Mülkiyeli Ağabey” lerimizin katılmamıza izin verdikleri uzun süren rakılı sohbetlerinde kullandıkları ve herkesin mutabık olduğu cümle :
“Filistin’de Mısır’ın izni olmadan savaş ,Suriye’nin izni olmadan da barış olmaz .”
“Kudüs fethedilemez ... “
İşte yıllar geldi geçti Filistin ‘de ve Kudüs ‘de ne savaşlar bitti ,ne de kalıcı bir barış sağlanabildi. Binlerce yıldır akan kan durmuyor..
Kimi siyasi görüşlere dayandırılan ve akademisyenlerce de desteklenen teze göre, Filistin ‘de huzurun bozulmasının ana nedeni ,bölgede İsrail devleti’nin kurulmasıdır .
Öte yandan Filistin olarak nitelendirilen coğrafya , örneğin Osmanlı İmparatorluğu döneminde hiç bir vakit bu isimle anılmamıştır.Bugün de geçmişte olduğu gibi artık Filistin diye adlandırılan bölgenin sınırlarını çizmek , tarif etmek bile mümkün değildir. Filistinli diye adlandırılan halkın kim olduğu ve tarifinin yapılması da çok kolay değildir.
Bir anlamda havada uçuşan kavramları yerli yerine oturtmak için oldukça yoğun bir kavramsal çalışma yapmak gereklidir.Siyasi anlamda “Filistinli “ ve “İsrailli” kavramlarına bakıldığında bir anlamda iki ayrı tanım göze çarpmaktadır. İsrail bir ülke, ulus , Filistin ise sınırları belli olmayan bir toprak parçasıdır. Siyasi olarak bir ulus olarak tanınmamıştır.Uluslararası hukuka göre statüsü tam olarak belli olmayan ve tartışılan bir yapıdır. Filistin-_İsrail çatısmasının kökeninde, iki düsman toplum arasında yasanan tarihsel ve dinsel uzlasmazlıklardan kaynaklanan olaylar oldugu düsünülmektedir.
Bu tezin tarafarı olanlar olduğu kadar aksini düşünenler de vardır .Irkçı kuramlara dayalı olarak üretilen tezlere göre semitizm ve anti-semitizm gibi son derece basmakalıp ve yüzeysel olan siyasi yaklaşımlar belirli toplumsal katmanlarda taraftar bulabilmektedir.Öte yandan bu siyasi söylemlerin ötesinde “İnsan hakları Evrensel Beyannamesi “ ruhuna uygun tezler üreten söylemelerin olduğu da yadsınamaz . Hiç şüphesiz bu iki tezin çatışması da bugünkü olayların merkezinde bulunmaktadır.Esas konu “Filistin” tanımından geçmektedir.
Giderek Türkiye ‘de Osmanlı İmparatorluğu mirasını kâh reddeden kâh kabul eden söylemlere göre de durum tamamiyle “İngiliz Dış Mihraklar “ tarafından “ tezgahlanan “ bir oyundur.
Oysa Türkiye 28 Mart 1949’da İsrail’i tanıyan ilk İslam ülkesi olmuş, Tel Aviv’de elçilik, Kudüs’te Başkonsolosluk açmıştır. Bugünkü resmi siyasi tavır geçmiş politikaların mirasını taşıması ile de dikkat çekmektedir.
Türkiye’nin İsrail’i tanımasından Madrid Barış Konferansı’na kadar Filistin Sorunu’nda izlediği siyasetin genel çerçevesini, bir taraftan Filistin Sorunu’nda Araplara destek vermesi, diğer taraftan İsrail’le ilişkilerini sürdürmesi oluşturmuştur.
Türkiye 1960’ların ortalarına kadar dış politikasında batı ile ilişkilerine öncelik vermiş, Ortadoğu arka planda kalmıştır. 1960’ların ortalarına kadar dış politikada Ortadoğu ile ilişkiler kararsız yönelimli dış politikaların bir uzantısı şeklinde gelişmiştir.
5 Ekim 1979’da Başbakan Bülent Ecevit’in davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Yaser Arafat’ında katıldığı bir törenle Ankara’da FKÖ’nün yarı diplomatik bir temsilciliği açılmıştır.

Türkiye – İsrail ilişkilerinde Genelkurmay Başkanlığı ile İsrail Savunma Bakanlığı’nın imzaladığı 23 Şubat 1996 tarihli “ Askeri Eğitim ve İşbirliği Antlaşması ” bir dönüm noktası olmuştur.

İsrail’e sert eleştirileriyle bilinen Necmettin Erbakan’ın başbakanlığında kurulan Refah – Doğruyol koalisyon Hükümeti’nin iktidarda kaldığı 1996 ortalarından 1997 ortalarına kadar ki dönemde de ilişkilerin hızının kesilmemesi, Erbakan’a rağmen Dışişleri’nin ve Genelkurmay’ın hükümetin kontrolü dışında ilişkileri sürdürdüğü şeklinde değerlendirilmiş, “ Türkiye – İsrail ilişkileri hükümetlere göre değiştirilemeyecek bir kararlılık ve perspektifle ele alınmaktadır ” tespitinde bulunulmuştur.

Kimi siyasi yorumculara göre 1996’dan itibaren stratejik işbirliği ekseninde yürütülen ilişkiler Türkiye ve İsrail tarafından farklı algılanmıştır. Türkiye, İsrail ile işbirliğini geliştirerek PKK’ya karşı istihbarat desteği almaya çalışmış, ABD’den ön şartlar nedeniyle doğrudan alamadığı bazı askeri araçları İsrail kanalından elde etmek istemiş, bu çerçevede İsrail’den askeri teknoloji ithalatını amaçlamıştır. İsrail ise ABD’nin desteğiyle ve Türkiye ile geliştirdiği stratejik ilişkiyle tehdit olarak gördüğü radikal ülkelere karşı özellikle İran ve Suriye’ye karşı güç kazanmayı hedeflemiştir.

Bugünkü Gazze olayının ardında son derece karmaşık bir olaylar örgüsü yatmaktadır :
Oslo Anlasmalarının ardından 1994 yılında imzalanan Gazze-Eriha Anlasması ile _srail askeri ve sivil yönetimi Gazze ve Eriha’dan çekilmis, bölgenin idaresini Filistin yönetimine bırakmıstır. Bu anlasma taraflar arasındaki barıs sürecinin devamını saglamıstır. Anlasmanın ardından İsrail’in isgal ettigi toprakları Filistin idaresine bırakması süreci devam etmistir. 1995 yılında
imzalanan Oslo-II ya da Geçici Anlasma ile İsrail 900 Filistinli mahkumu serbest bırakmıs, Batı Seria’nın Karbata, Kabatiya ve Yatta kasabalarından, Cenin’den,Nablus, Tulkarim, Beytullahim ve Ramallah’tan geri çekilmistir.

Bütün bu detaylar genel olarak dünya ve Türkiye kamu oyunun içinden çıkabileceği konular değildir.Bu kadar detay ve karmaşıklık da esas konunun çözümünde son derece ciddi engellr oluşturmaktadır.

Nitekim Kongo ‘da iki kabile liderinin verdiği iktidar mücadelesinin yol açtığı yüz binlerce masum sivilin hunharca öldürülmesi dünya medyasında nedense yeterince ilgi görmezken Gazze de İsrail ‘de ölenler daha büyük bir ilgi odağı olabilmektedir.

Neden ?

Her şey bir yana esas konunun özü budur …

10 Oca 2009

İstanbul ‘da köklerini arayan bir “Paşa” torunu..


İsveçli sanatçı Deniz Helberg Üresin ’le bir söyleşi.

İstanbul ‘un Cihangir semti artık giderek her ülkeden gazeteci,yazar,sanatçı,işadamı, ve akademisyenlerin yaşadığı ,bir anlamda Londra ,Paris çizisinde bir kültür metropolünün özelliklerini gösteriyor.Gözle görünür bir değişimin yaşandığı bu eski mahalenin ara sokakları ve caddelerinde bir biri ardından açılan ve tıklım tıklım dolan restoran ve cafelerde farklı bir İstanbul akşamı yaşanıyor gibi.

Bir zamanların “Rue de Pera “ ,Galata semtlerinde olduğu gibi akşam saatlerinde dolup taşan bu mekanlarda hemen hemen her ülkeden birilerini bulmak mümkün.

Deniz Hellberg ‘de işte bu yeni Cihangirli ‘lerden biri.Bir paşa torunu.Babası Türk annesi İsveçli.Tiyatro yönetmeni,Strindberg uzmanı.Devlet Tiyatrosu’nda uzman kadrosunda çalışıyormuş.Defderdar yokuşunda bu yıl açtığım Sahaf dükkanımın vitrinindeki Strindberg antolojisini görüp içeri dalmış.Oturup saatlerce konuştuk.Bu konuşmalarımızdan bazı bölümleri burada okuyucularımızla paylaşmayı düşündüm.

Her şeyden önce İstanbul 2010 Kültür Projesi kapsamında ve genel olarak kültürel olaylarda böylesine kendini yetiştirmiş uzmanların etrafımızda dolaştığı bir dönemde onu tanıtmanın yararlı olacağını düşündüm.

Y.Ç: Deniz, neden Istanbul ?

DH: Burada yaşamamın benir çok nedeni var.Öncelikle kişisel olarak benim için çok önemli bir kent.Babamın doğup büyüdüğü kent .Ne de olsa yarım kan Türk sayılırım.İkinci olarak da çok ilgimi çeken “Sufizm” i burada bu kentte öğrenme fırsatım oldu.Mürşidimle 2001 yılında burada tanıştıktan sonra bir derviş olma yolunda sanırım epey yol kattetim.

İnsanın nefsini nasıl terbiye edeceğini öğrenmek o kadar kolay değil.Belki de İbn Arabi ‘nin söylediği gibi bu yolculuk ömrümüz olsa 5000 yıl da sürebilir.

İslam Teolojisini öğrenmek için İsveç ‘ten ,İstanbul ‘a ,Şam ‘a oradan da Kahire ‘ye bir çok kez yolculuk yaptım .Bu seyahatlerim hep eğitimle geçti. İstanbul hep dönüp dolaşıp geldiğim yer oldu. Sufizmin yolunu izlemek için çok çabaladım. İnsanın kendini eğitmesi çok zaman alıyor.

Y.Ç. Ailenin köklerini aramak gibi bir şey mi ?

DH: Köklerimi aramak bulmak içimde dayanılmaz bir duygu olarak hep vardı.Üresin ailesinin geçmişi bir anlamda benim de geçmişim . Köklerimi arayarak bir otobiyografi yazma fikri de hep aklıma olan bir şey.Yazmaya da başladım esasında.

Eski bir Osmanlı asker ailesine mensup olmak heyecan verici bir duygu. Dedem General Naim Üresin ‘in anılarını buldum.Onları okuyacak kadar Türkçe bilmiyorum.Yirmi yılı kapsayan anılarda tarihsel ve sosyal olarak ilgimi çeken çok şey bulacağımı biliyorum.

Akrabalarımın çoğu Konya kökenli .Bir anlamda Sufi bir aileden geldiğim de söylenebilir. Büyük dedelerimin Sufi olduğu söylendi. Bu otobiyografi için doküman toplamak da kolay değil.Bir anlamda akrabalarımın da yer aldığı ,kutsal olan şeylerin de yer verildiği derinlemesine bir otobiyografi işte.

Babaannem bana yardımcı oluyor.Türkçe bilmediğim için tercümelerde yardımcı oluyor.Güçlü bir kadın babaannem .O kadar çok belge var ki ..Onun yardımı olmadan bu projeyi tamamlamak mümkün değil. Bu yıl sonuna kadar tamamlayabilirsem ,İsveç ‘te yayınlamayı düşünüyorum. Bir anlamda modern Türkiye’nin de tarihini yansıtıyor bu otobiyografi.Cumhuriyete geçiş ve sancılı yılları yazmak ve bu tarihe küçük de olsa bir katkıda bulunmak heyecan verici.

Y.Ç. Istanbul ‘un 2010 projesine ilgi duyuyor musun ?

DH: İstanbul ‘un 2010 yılında Kültür Başkenti olma projesi çok ilgimi çekiyor.Avrupanın bir çok başkentinde uluslararası festivallerin hazırlanmasına katkıda bulundum.Bu konuda çok deneyimim var. Bir yazar ve tiyatro yönetmeni olarak İstanbul Şehir Tiyatroları’nda TRT ,de çalıştım. Geçen yıl Norveç Stavanger Kültür Başkenti projesinde uluslararası koordinasyon ekibinde yönetici olarak çalıştım.Bu edindiğim deneyimleri doğal olarak kendi kentim olarak gördüğüm İstanbul ‘da 2010 yılı projesi kapsamında değerlendirmek istiyorum.Ama bu sadece benim isteğimle olmuyor.Proje yöneticilerinin benim gibi uzmanların desteğini almayı görebilmesi gerekli.

Anladığım kadarıyla 2010 proje ekibinde uluslararası tecrübesi olan kimse hemen hemen yok gibi, Istanbul festivali organize eder gibi düşünmemeleri gerekiyor.2010 projesi çok daha farklı bir platformda çalışmayı ve koordinasyonu gerektirir.Gördüğüm kadarıyla içine kapanık bi,r çalışma sistemi izliyorlar.Çok az vakit kaldı esasında.

Bu aslında devasa bir proje.Kültürel olduğu kadar ekonomik ve siyasi yanları da var. Türkiye’nin imaj sorununu çözmesi için çok önemli bir fırsat.Avrupalı Türkiye’yi ve Türk insanını nasıl görüyor , bu imajı nasıl daha olumlu hale getirebiliriz ,gerçekçi hedefler neler olabilir , gibi bakmak gerekiyor . Gördüğüm kadarıyla karar verenlerin hemen hemen hepsi duygusal ve gerçek dışı bir platformda çalışıyorlar.Bu daha çok siyasi bir nedenden kaynaklanıyor.Oysa Avrupa kamu oyu için o siyasi eğilimin hiç bir anlamı yok .Bunu tarafsız birilerinin karar veren yöneticilere hatırlatması gerekli. Bunu en büyük eksiklik olarak görüyorum. Bir anlamda 2010 projesi Türk kamu oyunu etkilemeye yönelik olarak kurgulanıyor.Bu çok büyük bir hata .kaynakların boşa harcanmasından başka bir şey değil.

İstanbulu ‘un gerçek multi kültürel yapısını ortaya çıkaracak doğal olarak algılanabilecek,gerçek kent yaşamının her yönüyle yansıtıldığı yapay olmayan bir proje olmalı.Yapay olarak kurgulanan geçici kentsel dönüşümlerin doğru mesajlar vermeyeceğini düşünüyorum.Proje idarecilerinin cesaretle gerçek İstanbul yaşamını gösterecek detaylar üzerinde durarak kentin ticari,siyasi ve kültürel yaşamını yansıtmaları gerekli.öte yandan Avrupanın önde gelen sanatçılarının da davet edilmesi ve Türk sanatçılarla kaynaşmasının yollarının açılması gerekli.Bu öyle amatörce yapılacak bir iş değil.

Y.Ç: Biraz da kendi eserlerinden söz eder misin ?

Burada yazdığım ilk tiyatro oyunum : “ Tanrının kenti İstanbul” bir anlamda farklı etnik ve kültürel çevrelerin insanlarının bir arada mutlu ve huzurlu bir biçimde yaşadıklarını anlatıyor. Yaşanan kültürle festival kültürü arasında farklılıklar olduğunu vurgulamak adına tarihi bir perspektif vermeye çalıştım kent yaşamına .

Y.Ç. :Avrupa ile Türkiye birbirinden çok farklı mı ?

DH: Burada esas vurgulamak istediğim konu kentin doğal yapısını korkmadan ve hiç bir art niyet gütmeden kenti hatta ülkeyi tarihi doku içinde sunabilmek olmuştur.Bu o kadar kolay bir şey değil.

Bana gore AB kapısında bekleyen Türkiye’nin kendine güvenerek ve her neyse o şekilde gerçek yüzünü göstermesi gerekli .istanbuldaki kültür ve sanat çevrelerinde farklı bir eğilim , daha doğrusu Avrupayı taklit etme eğilimleri görüyorum.Aslında buna hiç gerek yok . Çünkü yapay bir gayret olduğu hemen anlaşılıyor.Bu daha da kötü bir etki yaratıyor. İstanbul ‘da tiyatro alanında yaptığım çalışmalarda tiyatro kültürünün hiç gelişmediğini giderek gerilediğini gördüm.

Yöneticilerin bütün gayretlerine rağmen tiyatro seyircisi azalıyor. Bu da bana gore gerçek İstanbul tiyatro kültürü yerine yapay birAvrupa tiyatro kültürü yaratılmaya çalışılmasından kaynaklanıyor.Bunun farkına varıldığı zaman , Avrupa taklitciliğinden vaz geçildiği zaman gerçek tiyatro kültürü gelişmeye başlayacak kanımca .

Türk tiyatrosu ve sanatı kendi köklerine dönerek tarihi dokusundaki çok kültürlü damarını bulmalı,bu anlamda Avrupadaki sanat akımlarının farkında olan bir sanatçı grubunun önemini de vurgulamak isterim.

Bugün artık yalnızca kendi kültürünü ve tarihini bilmek yeterli değil , bunu uluslararası perspektife oturtmak da önemli.

İşte tam burada 2010 projesinin önemi ortaya çıkıyor.Proje kapsamında dünyaya verilecek olan mesaj Avrupa taklidi bir kültür mü olacak , yoksa kendi köklerine dayanan ve Avrupa kültürünü özümsemiş bir yeni dalga mı olacak , bunun farkında olmak gerekli. Nitekim 2010 kapsamında buraya gelecek olanlar bunun farkında olacaklardır.

Projenin kalitesiyle alakalı bir alan bu. Gerçek kültür başkenti olmak demek aslında bu demek .Çok kültürlülüğün bir potada erimesi için gerekli ortamın hazır olduğu mesajının herkese doğal olarak verilmesi demek.;yoksa taklit kültürünün yutturulmaya çalışılması, ya da Avrupalı sanatçıların gövde gösterisine dönüşmesi büyük bir felaket olur doğrusu.

Y.Ç: :Peki bu nasıl gerçekleşebilir ?

DH: İsveçlilerin bir sözü vardır : “ Ordning och reda” yani her şeyin Avrupalının anlayacağı ve alıştığı bir düzen içinde olması çok önemli .

Ziyaretçilerin kuyruklarda bekletilmesi ,zamanında başlamayan gösteriler,son dakika program değişiklikleri , ve bunun gibi şeyleden söz ediyorum .

Burada kesin bir “evet” ve kesin bir “hayır” cevabı verilecek bir düzenden söz ediyoruz. Şark kurnazlığı yaparak , once evet sonar hayır dönüşümleri büyük zararlar açacaktır.Yönetimin çok güçlü olması ve her şeyi en ince detayına kadar planlaması gerekiyor.

planlamanın yapılabilmesi için de gerek Avrupalı gerekse de Asyalı gibi düşünebilen ve her iki culture hakim insanların farkındalığı gerekli.

Y.Ç. Teşekkürler Deniz.”Lycka Till” (İyi şanslar )

5 Oca 2009

Ta Fota





İstanbullu Rumlar, Hz. İsa'nın vaftiz edilişinin yıldönümüne denk gelen Ta Fota ( Işıklar ) bayramını, kutlamaya hazırlanıyorlar.

Hristiyan Ortodoks inancına göre Hazreti İsa'nın doğumu ve vaftiz edilişi geleneksel olarak her yıl 6 Ocak tarihinde 'denizden haç çıkarma' töreniyle kutlanıyor.

"Işıklar" bayramı sadece Ortadoks Rumlara özgü bir kavram değil. Bu törenlerin binlerce yıllık geleneklerden günümüze taşındığını biliyoruz.

"Ta Fota" ya da Süryanilerin "Denho günü " konusunda farklı açıklamalara rastlanmaktadır.Bu geleneğin tam olarak kökenlerine inen akademik bir araştırmaya da rastlanmamıştır.Bu folklorik ritüelin derinnlemesine analizi sanırım son derece zengin açılımlar getirebilecek semboller ve folklorik öğelerle yüklüdür.
Hıristiyan inancına göre her Hıristiyan çocuk, doğumunu izleyen ilk aylarda vaftiz edilir. Çocuk, vaftizle insanlığın günahlarından arınır, yeniden doğar ve "Tanrı `nın Krallığına" katılarak ruhsal yaşama başlar.

Süryaniler Hz . Isa `nın vaftizini "Denho Günü"`nde kutlarlar . Bu bayramda "Isa Mesih "i temsil eden haç, bir kabın içindeki suya bırakılır. Cemaatten biri, Isa Mesih `in sağdıcı olur ve kap kilisenin içinde törenle dolaştırıldıktan sonra, herkes bu sudan bir miktar alıp evine götürür.

Hıristiyanlar Hz . İsa'nın , Ürdün Nehri `nde vaftiz edildiğine inanırlar.: 6 Ocak tarihinde bu olayın anısına ve onu temsilen deniz , göl ve nehirlere yakın olan kiliselerdeki cemaat ve ruhani temsilciler, ayinin ardından sahile giderler. Kutsal haç, dualar eşliğinde ruhani lider tarafından suya atılır. Burada hazır bulunan gençler, suya atlayıp yüzerek, haçı almak için yarışır. Haçı çıkaran genç , ruhani lider tarafından bir altın haç ile ödüllendirilir.


Suların kutsanmasını temsil eden bu gelenek, İstanbul `un sahil semtlerinde asırlardır sürdürülmektedir.Bazı yorumculara göre de Ta Fota gününün anlamı şöyle izah edilmektedir:
"Rivayete göre İsa'nın doğum günü olarak kabul edilen 25 Aralık'ta, öteki dünyadan yol açılınca, fırsat bulan "ecinniler" dünyamıza doluşmuşlar. "Kirletmedik" yer bırakmamış, evlerin altını üstüne getirmişler. 12 gün boyunca bunlarla baş edilememiş. 12 gün sonra Hz. İsa vaftiz edilmiş.

Onun suya girmesiyle tüm sular kutsanmış. Gökyüzü açılmış, yeryüzüne nur inmiş. Bu kutsal güne 'Işıklar' anlamına gelen Ta Fota adı verilmiş."
Rum Ortodoksların geleneksel "Işıklar töreni", İstanbul'da son birkaç yıldır protestoların ve olağanüstü güvenlik önlemlerinin gölgesinde yapılıyor.1980'lerde terör olaylarından dolayı birkaç yıl kesintiye uğradı. Haliç'teyse denizin kirliliği nedeniyle uzun bir süre yapılamadı.
Bunun dışında bu gelenek yüzyıllardır devam ediyor. Son birkaç yıl protestolar oldu. Yeşilköy'de çok az kesintiye uğradı. Oranın dokusu çok bozulmadı. Haliç civarının dokusu, nüfus yapısı çok değişti.İstanbul'da denizden haç çıkarma törenleri iki kez sekteye uğradı. Önce 70'lerde Kıbrıs Çıkarması'nın yaşandığı dönemde. Sonra 1980'lerin sıkıntılı ortamında Fener Rum Patrikhanesi'yse Balat'ta tam 50 yıl boyunca tören yapamadı.
Haliç'in sularının temizlenmesinin ardından 2003 yılında törenler yeniden yapılabildi. Gerginlik de iki yıl önce törenin 'Haçın düştüğü yer bizim' anlamına geldiğini söyleyen bir grubun protestosuyla başladı.

Kayıklarla tören alanına giren ve sloganlar atan protestoculara göre : "Haliç'ten haç çıkarmak İstanbul'u Konstantinopolis yapmaktır." Bu protestolara destek veren siyasi gücün "etnik" ve "dini aidiyet"e dayanan bu söyleminin binlerce yıldır bu topraklarda var olan kültürel ve folklorik değerleri yok etmeye yönelik olduğu da anlaşılmaktadır.

Bu ülkenin çok kültürlülüğe verdiği değeri hukuk devleti olma çabasını hiçe sayan bu grubun emniyet güçlerince tören alanından uzak tutulması da resmi olarak her dinden ve kültürden olan Türk vatandaşlarının emniyet güçlerince sağlansa da özgür bir ortamda bulunduklarının ispatıdır.

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...