28 May 2008

İrtica nedir ?


İLERİCİLİK, GERİCİLİK, MUHAFAZAKÂRLIK
Halit Yıldırım (1)

Gelişmenin zıddı olan irtica sözcüğü, Türkçe’mizde; “toplumda yeniliklere değer vermeyip, her yönüyle eskiyi özlemek veya eski düzeni getirmeye çalışmak” anlamını ifade eder.
Bir faaliyetin irticaî olarak nitelendirilebilmesi için,Bilinçli olarak planlanması,Normal ölçüyü aşması,
Kurulu düzeni yıkıp, onun yerine daha geri bir düzeni kurmayı hedeflemesi,Bir eğilim olmaktan çıkıp, sosyal eyleme dönüşmesi, gerekmektedir.

Tutuculuk bir bakıma, “Muhafazakarlık” sözcüğü ile eş anlamlı olarak toplumumuzda kullanıla gelmekte olup, bir yandan ilerlemeye karşı çıktığı gibi, bir yandan içinde bulunulan düzeyden daha geri bir aşamaya dönmeye de karşı çıkmaktadır. Özetle Tutuculuk, kurulu düzende mutlu yaşayanların eğilimidir daha çok.

Dinlerin İlericiliği ve Gericiliği: Dinler ya da Mezhepler arasındaki üstünlük tartışmalarında, bugün artık “benim inancım senin inancından daha tutarlıdır, daha sağlamdır” gibi yaklaşımdan çok, “benim inancım seninkinden daha ilericidir, daha özgürlükçüdür; benim dinimden olanlar insanlığı şu ... bilimsel buluşlarla ilerletmiştir” şeklinde bir düşünce yapısı hakimdir.
Yahudiliğin ilerici olduğunu savunanlar, İspanya’da Müslümanların elinde bulunan bilimsel yapıtları, “biz Yahudiler Batı dillerine çevirmiş olmasaydık, Hıristiyan Avrupa bugünkü göz kamaştırıcı düzeye ulaşmazdı” demektedirler. Peki ama, Yahudiler bu işi hangi yıllarda yaptılar? İ.S.1000 yıllarında. Yahudilik hangi yıllarda doğdu? İ.Ö.1250 yıllarında. Yahudiliğin doğuşu ile Yahudilerin ilerlemeye çeviri yoluyla katkıda bulunmaları arasında 2250 yıllık–epeyce uzunca-bir süre geçmiş. Hıristiyanlık, İ.S.380’de Roma İmparatorluğunun resmi devlet dini olunca, ülkede Hıristiyanlığa aykırı görüş savunanların başına neler geleceği açıktı. Muhalefetteyken “Bizi kovuşturmaya ne hakkınız var; biz de en az öteki dinler ölçüsünde özgür olmak istiyoruz” diyen Hıristiyanlar, Roma’nın yönetimini ele geçirince, ülkede Hıristiyanlık dışında hiç bir dinin yaşamasına katlanamadılar. Kendileri dışındaki tüm dinleri eskiden kendilerinin uğradığı baskılardan çok daha ağır baskılara uğrattılar.

Hıristiyan Siyonistler için modern İsrail devleti, tanrının İbrahim ile yaptığı akdin yerine getirilmesi ve Mesih'in İkinci Gelişi ve Deccal'ın yenileceği nihai savaş olan “Armagedon[1]” arasında, tanrının eyleminin zamanımızdaki merkezidir. Ancak bu olmadan önce İncil'deki kehânetin, Yahudilerin diğer ülkelerden geri dönmelerini, İsrail’in Nil ve Fırat arasındaki bütün topraklara sahip olmasını ve Mescid-i Aksa'nın bulunduğu yerde Yahudi Tapınağı’nın yeniden inşa edilmesini öngördüğünü söylüyorlar.
Müslümanlar ancak, 700’lü yılların sonlarında Eski Yunan Yazmalarını çevirtip, incelemeye ve üzerlerinde akıl yürütmeye başladıktan sonradır ki, İslâm’ın “Altın Çağı”na ulaşabilmiş ve uygarlığa damgalarını vurabilmişlerdir. Çağcıl bilimsel buluşlar yapılmadan önceki dönemde yaşayıp ölmüş Müslümanlar, Kur’anı okuyunca ne anlıyorlardı?


Taberi

Bunun en çarpıcı örneğini, döneminin en bilgili Müslümanlarından olan Taberi’nin, 1200 yıl öncesine dek Müslümanlarca el üstünde tutulan kitabında buluyoruz:


*Cebrail kanadıyla üç kez vurup, ayın ateşini söndürmüş,
*Güneş ve Ay 360 kulplu arabalarda gidermiş,
*Gökte bir deniz varmış, Güneş ve Ay o denizde yüzermiş,
*Gökte beş tane gezegen varmış, ve bunlar da namaz kılarlarmış,
*Güneş ve Ay bindikleri arabalardan denize düşünce tutulurlarmış,
*Melekler, arabadan düşen Güneş’i yeniden bindirirlermiş,
*Melek kanatlarını açıp göğü kapatınca gece olurmuş.


900 yıllarında Kur’anı okuyan Müslümanların en bilgin geçinenleri, Kur’anda böyle geçiyor diyerek işte yukarıda satırbaşları ile vurgulanan “gökbilimsel” sonuçları çıkarmışlardı. Aradan 800 yıl geçtikten sonra, Erzurumlu İsmail Hakkı’nın 1757’ de yazdığı “Marifetname” adlı kitapta, bu görüşlerin birtakım küçük değişiklerle yine; “Kur’ana uygundur, şeriata uygundur, dinimizce buna inanmak gereklidir,” denilerek savunulduğunu görmekteyiz.
Armagedon : İbranice’de Har-megido, Megido Dağı anlamına gelir. Yahudilerin ve Evanjelik Hıristiyanların Hz. İsa ile Deccal’in ordularının kıyametten önce savaşacağına inandıkları bölgeye verilen isimdir.

Hz. Ali ile Muaviye’nin karşı karşıya geldikleri Sıffin Savaşı’nda, Muaviye Ordusu’nun siyasi neticeler elde etmek için, mızraklarının uçlarına Kur’an-ı Kerim sayfalarını takmaları ve akabinde gelişen hakem olayı, İslam tarihindeki ilk irtica izleri taşıyan olay olarak değerlendirilmektedir.

Gazali

Gazali, akla dayanan felsefeyi kabul etmez. Ona göre akıl insanı yanıltır. Her türlü kuşkunun ötesinde kesinliğe varacak tek yol imandır. “Şeriat, bir bina, akıl ancak onun temeli gibidir” diyordu. Gazali'nin akılcılık karşıtı gerici Müslümanlık anlayışı, 1105-1107'den sonra İslam'da resmi devlet ideolojisi olmuştur .


Gazali’nin arkadaşlarından olup, Gazali’nin akılcı Müslümanlıktan ayrılarak Sufi Müslümanlığa dönmesi nedeniyle arkadaşlığını kesen ünlü bilgin, matematikçi Ömer Hayyam, Gazali’nin, aklı, din için sakıncalı gösterip, Aristoteles, İbn-i Sina ve Farabi’yi akıl yoluyla dinden çıkmış kafirler olarak damgalamasından sonra şöyle haykırmaktadır:

Ömer Hayyam

Ey kara cübbeli !...Senin gündüzün gece.
Taş atma, dünyayı bilmek isteyenlere.
Onlar yaradanın sanatı peşindeler;
Senin aklın fikrin abdest bozan şeylerde !...
İç temiz olmadıktan sonra,
Hacı hoca olmuşsun kaç para?
Hırka, tesbih, post, seccade güzel;
Ama Tanrı kanar mı bunlara?

Tarihte meydana gelen irticai eylemler ciddi bir şekilde incelendiğinde, bu hadiselerin, doğrudan dinden kaynaklanmadığı, eylemcilerin şahsi, siyasi ve iktisadi amaçlarına rahat ulaşabilmek için ve halk nezdinde kolayca taban bulabilmek için dini kullandıkları açıkça ortaya çıkacaktır. Bir başka deyişle din, iktidar mücadelesine, ekonomik çıkarlara ve diğer şahsi menfaatlere alet edilmiştir.

Laik -Anti Laik

Ülkemizde geçmişin özlemini çekenler, çağdaş gelişmelere sırtını dönüp, gözlerini kapayanlar ve özellikle de, laik devlet ilkesiyle toplum içinde etkinlik ve itibarını yitirenler, yıllardır halkımıza, laikliği dinsizlik ve din düşmanlığı şeklinde sunma çabası içinde olmuşlardır.


Laiklik İlkesinin karşısına Kuran’ı, Atatürk’ün karşısına ise Peygamberi çıkarma uğraşısında olmaya çalışmışlar, yalan ve isnatsız itham ve iddialarla toplumumuzun aklını karıştırmaktan medet umar olmuşlardır. Ama ne yazıktır ki, onların karşısına bilimsel ve aydın bir din görüşüyle çıkılamadığı için, dini duyguları ön planda olan insanlarımızın büyük bir bölümü, onların her dediğini gerçek ve doğru olarak kabul ederek peşine takılmaktadır. Böylece, görünürde dindar geçinen, ama gerçekte tutucu ve buradan kendilerine bir post çıkarma gayreti içinde olan bu tür kimseler, halkın dini inanç ve duygularını sömürerek ülkemizde Laiklik Karşıtı(Anti-Laik) bir çevreyi oluşturabilmeyi başarmışlardır.

(1) Bu yazı Sn. Halit Yıldırım'ın aynı konulu bir makalesinden özetlenerek derlenmiştir.

27 May 2008

St: Paul Yılı başlıyor ...


St: Paul 'ün iki bininci doğum yıldönümünü kutlamaya hazırlanan Katolik dünyası kameralarını Tarsus 'a çevirmiş durumda.

Bir ajans haberine göre (Reuters ) Papa 15. Benedick Kasım 2006 'da İstanbul St. Esprit Cathedral'ini gezerken bu konuyu Türk yetkililere açmış.

Bu yıl 29 Haziran tarihinde başlaması beklenen St: Paul yılının kutlama hazırlıklarının en önemli parçası da Tarsus 'daki eski Katolik kilisesi . Kilise ve vakıf malları 1943 yılında devlet tarafından istimlak ediliyor ve kilise ibadede kapatılıyor.Daha sona müze olarak hizmete alınıyor . Papa 15. Benedick Türkiye ziyareti sırasında işte bu kilisenin yani Tarsus Aziz Pavlus kilisesi 'nin yeniden ibadede açılması ricasında bulunuyor ; olumlu yanıt aldığı da söyleniyor.

Katolik dünyası için iki önemli dini şahsiyet olan ; Havari Luka Antakya’da ve Havari Pavlus Tarsus’ta doğmuş oldukları söylenir.

" İsa'nın 12 Havarisinden biri olan Saint Paulus Tarsus'ta yaşamıştır ve Katolik dünyasının kurucusu olan St.Petrus da Tarsus doğumludur. Bu merkez Hristiyanlarca hac yeri olarak kabul edilmektedir.Kudüsteki Kıyamet kilisesinden sonraki en kutsal kilise olan Saint Paulus kilisesi ve Saint Paulus Kuyusu Tarsus'ta bulunmaktadır." Vikipedi

20 May 2008

Corruptio optimi pessima


Bir latin özdeğiş :(En kötüsü en iyinin bozulmasıdır)

Bu deyimin ortaya çıkışı MS. 160 yıllarında Pontus Sinop Konsülü'nün bazı din adamlarını sahtekarlıkla suçlamasıyla ortaya çıkıyor.Günümüzde de çok değişik anlamlarda kullanılan bu Latince deyim siyasetin insanlar üzerinde yaptığı değişimi betimlemesi açısından ilginç.

Son haftalarda "68 Kuşağı " adlı siyasi yorum programlarını izleyenler oldu mu bilmem ,; ben iki ayrı kanalda izleme olanağı buldum.Hemen hemen aynı konuşmacılar ama , farklı program yapıcılarla değerlendirmelerde bulundular.1968 yıllarında Avrupada da ortaya çıkan sol ve sağ öğrenci eylemlerinin analizini yapmaya çalıştılar.Aslında tartışmalar gelip , "Türk Solu" ve gelişimi ," Türk sağı " ,silahlı eylemlerin başlangıcı gibi aslında son derece ciddi olarak incelenmesi gereken sosyopolitik bir süreci konuşmacılara "anılar " anlattırılarak değerlendirme yoluna gidildi.

En azından yaşı 50 'nin altında olan kişilerin konuyu nasıl anladıkları da büyük bir merak konusu .

Anılardan hemen "ülkemizdeki demokrasi ve özgürlükler " üzerinde değişik yorumlar ,"AKP Kapatma Davası ","ordunun siyasete müdahelesi " ,"kişisel özgürlükler " ,"tek parti döneminin kıyıları " gibi konuları ele almayı ihmal etmediler .Doğrusunu söylemek gerekirse "68 kuşağı " ruhunu çağırmanın ne gibi bir faydası olduğunu da anlamak güçtü.

Nihayetinde konuşmacıların "68 ruhunu " çağırarak AKP iktidarı döneminde özgürlüklere ve demokrasiye ne gibi bir not verileceğini beklerken tam tersi oldu.

Tam yetkiyle iktidarda olan AKP 'nin aslında bir takım çevrelerce madur edildiğini ( Burada TSK ve CHP etkisindeki Yargı kast ediliyor. ) ve son derece çaresiz kaldığı vurgulandı.

Sonuç olarak ,aradan geçen 40 yıl içerisinde "Üniversite Gençliği " üzerinde ne gibi değişimler olduğu konusunda hiç bir bilgi alamadık.

Fraksiyonlar sarasında oluşan farkı ve bölünmeleri de anlamadık.Silahlı eğlemlere geçişi de bir iki detayla geçtik.Programın sonunda bir değerlendirme bekledik ama onu da doyurucu olarak alamadık.

Kırk yılın hikayesini anlatan bir kaç kitap var . Ama yine de bu dönemi anlatmak kolay değil.Anlatmanın ötesinde analizini yapmak ise hiç kolay değil..Bu konuyu medyada tartışanlara bakınca latince bir özdeyişi anımsamadan edemiyor insan :

"corruptio optimi pessima" İngilicesi : The corruption of the best is the worst of all .

13 May 2008

Yaratıcılık – Ken ROBINSON

Out of Minds, Learning to be Creative

Çeviren : Nihal Geyran KOLDAŞ
Kitap Yayınevi-1. Basım Nisan 2003, İstanbul

Özeti derleyen : Halit Yıldırım


YARATICILIK NEDİR?

Üç aşamada bir tanımlama yapmak istiyorum. İlki, yaratıcı olmanın, bir şey yapmayı içerdiğini anlamak. İnsanlar soyut olarak yaratıcı değildirler; bir şeyde yaratıcıdırlar – matematikte, mühendislikte, yazıda, müzikte, iş hayatında vb – Gerçekten bir şey yapmıyorsanız, yaratıcı olamazsınız. Bu açıdan yaratıcılık, imgelemden farklıdır.

İmgelemin Gücü

İmgelem, zihnin gözüyle görmek demektir. Bâzı insanlar, imgelemin bizi hayvanlardan ayıran şey olduğunu ileri sürerler. Buna karar vermek zor. Ama imgelemin insan zekâsının temel niteliklerinden biri olduğu kesin.
Görevi ne olursa olsun, yaratıcılık, yalnızca zihinsel bir işlem değildir, eylemi içerir. Bir anlamda, uygulanmış imgelemdir. O halde yaratıcılığın ilk tanımlaması, sonuçları dış dünyada görünen imgelem süreçleri olabilir.
Böylece yaratıcılıkla ilgili ikinci tanımımız şekillendi: Özgün sonuçlar doğuran imgelem işlemleri. Bir üçüncü öğe daha vardır; değer.
Tanımı gereği yaratıcı fikirler, çoğu kez çağlarının önündedirler. 1830'ların ortalarında Michael Faraday, Londra'daki Kraliyet Enstitüsü'nde ilk elektrik gösterimini yaptı. Gazla aydınlatılmış konferans salonunda, bilim adamlarından oluşan seçkin bir seyirci kitlesi önünde, iki bakın küre arasında sıçrayan, parlak mavi kıvılcımlar oluşturdu. Seyirciler etkilenmişlerdi, ama çoğu bundan nasıl bir anlam çıkaracağını bilemiyordu. İçlerinden biri, “Bu çok ilginç Faraday” dedi, “Ama ne işe yarıyor?” Faraday da, “Bilmiyorum” diye onu yanıtladı, “bebekler ne işe yarıyor?” Bugün elektriksiz bir dünya düşünmek olanaksız.
Kendi çağlarında alayla karşılanan, ancak daha sonraki kuşaklar tarafından yaptıklarının değeri anlaşılan sayısız sanatçı, bilim adamı, mucit, düşünür vardır.
Ama benim yaratıcılıkla ilgili tanımlamam şöyle: Sonuçları özgün ve değerli olan imgelem süreçleri. İki temel temayı geliştirmeme izin verin.

HAYATIN ANLAMI

Biz olayları farklı perspektif duygusu ile görürüz. Sizin zihniniz, benimki gibi farklı faktörler ve etkilerle biçimlenmiştir. Bunlar iki türdür. Dış dünyayla etkileşim içinde olduğumuz fiziksel güçlerimiz ve duyularımız vardır. Ancak dünya görüşümüz, yalnızca neyi algıladığımızın etkisi altında değildir. Gerçekte, neyi algıladığımızı belirleyen başka faktörler tarafından da derinden etkilenir. Bunlar, hayatı algılayışımızı çerçeveleyen fikirler, değerler ve inançlardır. Bir odaya, bir doğa parçasına, bir sokağa baktığımızda, algılama alanımızdaki her şeye aynı dikkatle bakmayız. Bâzı şeyleri fark ederiz, bazılarını fark etmeyiz.
Eğer sarı bir araba almışsanız, yollarda sürekli sarı araba görmeye başlarsınız. İnsan zekâsı, yalnızca bir algılama süreci değil, aynı zamanda, bir seçerek ayıklama süreci. Eğer zihinlerimiz sürekli her şeye açık olan alıcı olsaydı, ne düşünebilir ne de eylemde bulunabilirdik. Uzun dalgaya ayarlanmış radyo gibi, zihnimizde çok fazla bilgi akışı olurdu.

NE DEMEK İSTİYORSUNUZ?

Eğitimli bir köpeğe “yakala!” dediğinizde, fırlamaya hazır vaziyette dik oturacaktır. Ona yakalamanın önemi ya da tanıdığınız başarılı köpeklerle ilgili bir şeyler anlattığınızda, siz bir sopayı ileri fırlatana kadar, yüzünüze boş boş bakacaktır.
Ona bir sopa resmî gösterdiğinizde, olasılıkla resmi koklayacaktır. Bir köpeğin dille ilgili becerileri, seslerle eylemlerin bağını kurmaktan öteye gitmez. Çocuklarda olduğu gibi çabucak karmaşık düşünme ve iletişim sistemleri oluşturamaz.

ZİHNİNİZİ KONUŞTURMAK

Öğrendiğimiz diller düşünce biçimimizi etkiler. Bir çocuk, şeylerin isimleri olduğunu hemen öğrenir. Ama bir başka şey daha yapar. Kelimelerin olanaklı kıldığı düşünme yollarını da özümser.
Arapça'da çeşitli deve türleri için birkaç yüz isim vardır, ancak genel olarak “deve” kavramı için tek bir isim yoktur. Bâzı kuzey Amerikalı yerli dillerinde, yalnızca, “Bir adam gördüm” diyemezsiniz.
Mutlaka adamın, oturur durumda ya da yürümekte ya da ayakta durduğunu da bu ifâdenin içine yerleştirmeniz gerekir. İngilizce konuşan birinin, Fransızca ya da İtalyanca öğrenmesi görece kolaydır. Bunun nedenlerinden biri, bu dillerde çok fazla benzer kelime olmasıdır. Bir Avrupalının Çince gibi bir dili öğrenmesi, temel özellikleri ve kuruluşu bütünüyle değişik olduğu için, çok daha zordur.
Çocuklar, öğrendikleri dillerin içinde yerleşmiş olan düşünme biçimlerini de özümserler. Bu yolla, bilincin gelişmesinde kelimeler büyük rol oynarlar. Ancak önemli olmalarına karşın, kelimelerle düşünmeyiz. Kelimeler, bâzı tür deneyimlerimiz hakkında düşünebilmemize yardımcı olurlar.
Tüm yaşayan diller dinamiktir. Yeni durumlara, koşullara, düşüncelere ve duygulara koşut sürekli yeni kelimeler ve terimler doğar. Yaşadıklarımızı, kendi düşüncelerimizin oluşturduğu var olan çerçeveler içinde yorumlarız. Ancak bu düşünceler, yaşantının akışı içinde ayrıca sınanır.
Biz dünyayı, düşünceleri ona uydurmak için deneye deneye anlamlandırırız. Düşünceleri anlamlandırmak için, onları olaylarla sınarız. Bu yolla biz dünyaya, “tahmini sonuçlar silsilesi”nden oluşan bir süreçle bir anlam veririz. Bu süreç kuşkusuz dogmalar ya da doktriner yaklaşımlarla yavaşlatılabilir hâttâ durdurulabilir. Düşüncelerimiz ve kelimelerimiz bizi özgür de bırakabilir, köleleştirebilir de.
Yeni düşünceler bizim görme biçimimizi de değiştirir. Biz dünyayı yalnızca algılamıyoruz, onu aynı zamanda kavrıyoruz. Biz yalnızca bâzı deneyimleri yaşamıyoruz, aynı zamanda onlarla ilgili düşünüyoruz, onlar hakkında fikir sahibi oluyoruz. Bizim sâhip olduğumuz fikirler, bizim bâzı şeyleri anlamlandırmamızı ve yarattığımız anlamları derinden etkiliyor. Bu açıdan bakıldığında, biz içinde yaşadığımız dünyayı yaratıyoruz ve sonra yeniden yaratıyoruz.

YARATICI SÜREÇ

Yaratıcılık bir işlemdir, bir olgu değildir. Bir şeyi işlem olarak adlandırmak, onun çeşitli ögeleri arasında ilişkilerin varlığına işaret eder. Olan her şeyin aşamaları ve niteliklerinin birbiri ile bir bağlantısı var demektir. O halde yaratıcı olma süreci neleri içerir?
Şu üç hayati özellik yaratıcı süreç için temeldir:
· Kendi yaratıcı gücünüz için en doğru ortamı bulmanın önemi
· Bu ortamı denetleyebilme gerekliliği
· Deney yapmak ve risk almak için gerekli olan özgürlük
Ortamınızı Bulmak
Gerçek yaratıcılık ortamınızı bulmak, kendinize ait olan içinde yer almaktan geçer.
Yaratıcılık yanlış ortamda bastırılabilir. Birkaç yıl önce, yazdığım bir kitap için, çok iyi bir edebiyat editörüyle çalıştım. Her iyi editörün olması gerektiği gibi üslupla ilgili olarak çok doğru yargıları olan ve bu niteliğiyle, kitabın kalitesine büyük katkılarda bulunan biriydi. Bana kırklı yaşlarda edebiyat editörü olduğunu söyledi.
Daha önce konser piyanistiymiş. Neden mesleğini değiştirdiğini sordum. Londra'da ünlü bir şefle bir konser vermiş. Konserden sonra birlikte yemek yemişler. Şef onun performansını övdükten sonra, “Ama siz keyif almıyordunuz değil mi?” diye sormuş. Çok şaşırmış. Bunu hiç düşünmemiş. Gerçekten de pek keyif almadığını söylemiş. Zâten genel olarak piyano çalarken keyif almadığını da eklemiş. Şef ona neden bu işi yaptığını sormuş. O da, “Çünkü iyi çalıyorum” diye yanıtlamış. Müzikle uğraşan bir aileden geldiğini, piyano dersleri aldığını, yeteneğinin fark edildiğini anlatmış. Daha sonra müzik eğitimini sürdürmüş, doktora derecesi almış ve sonunda bir konser piyanisti olmuş. Ne o, ne bir başkası, bütün bu yıllar boyunca müzikten keyif alıp almadığını sormamış. İyi olduğu için bu işi yapmayı sürdürmüş.
Şef sonunda, “Bir şeyi iyi yapmak, ömrünü o işi yapmakla geçirmek için yeterli bir neden değil” demiş. Birkaç haftalık bir kararsızlık sürecinden sonra piyanist, şefin haklı olduğuna karar vermiş. Konser sezonunu tamamlamış. Piyanonun kapağını kapamış ve bir daha da açmamış. Onun yerine, gerçekten sevdiği sanat olan kitaplara dönmüş. İnsanlar kendi ortamlarını bulduktan sonra, gerçek yaratıcı güçlerini keşfediyorlar ve kendileri oluyorlar.

Yaratıcı düşünme alışılagelmiş düşünme biçimlerinin dışına çıkmaktır. Daha önce birbirleriyle ilişkisi saptanmamış düşünceler arasında, beklenmedik bağlar, benzerlikler kurarak yaratıcı kavrayışa ulaşırız.
Tüm fikirler yaratıcı olanaklara açıktır. Yaratıcı kavrayışlar, bu fikirler beklenmedik biçimde birleştiğinde ya da normal olarak bağlantılı olmadıkları düşünülen meselelere ya da sorulara uygulandığında ortaya çıkar.

SONUÇ

Bu bölümde zekânın esas olarak yaratıcı olduğunu, hayatlarımızın, yaşamımıza anlam vermek için kullandığımız düşüncelerimiz tarafından biçimlendiğini ortaya koymaya çalıştım.
Yaratıcılık, yeni olanaklar ve olasılıklar görebilme sürecidir. Hepimizin yaratıcı güçlerimiz vardır, ancak bunlar ortamlar ve süreçlerle bağlantılıdır. Bu güçlerin farkında olmak, onların ortamına hâkim olmayı, risk alma özgürlüğüyle birlikte gerekli becerilere sâhip olmayı gerektirir. Yaratıcılık kesin olarak mantıksal bir süreç değildir, zekâmızın ve kişiliğimizin bir çok değişik yönünü ve özelliğini içerir. Önemli bir faktör de, sezgi ve yaratıcılığın içerdiği malzemeler ve süreçle ilgili duyarlılıktır. Bilmek ve hissetmek arasındaki ilişki, yaratıcı sürecin tam merkezinde

4 May 2008

“Persona” ve “Mandala”

Güzelim baharın bol erguvanlı ,papatyalı günlerini yaşarken birden bire bir korku filmi her yanımızı sarıyor. Zamanın gerilerine doğru bizi sürükleyen bu korkulu günlerle Mayıs ayına çok hareketli bir giriş yaptık.
Öncelikle bu yıl “1 Mayıs “ gösterileri ve bunun öncesi ve sonrası oluşan toplumsal ve siyasal “nevroz” tanıdığımı sandığım “Türkiye “ kavramı ve “üniter devlet” ortamı konusunda bir kez daha kabul etmesem de tanımadığım bir ortamda olduğumu anlamama ve bu kadar yıldan sonra bile şaşırtıcı sonuçların ortaya çıkabileceğine ilişkin kuşkulu bir psikolojiye doğru sürüklendiğimi gösterdi.
Aslında 5 Mayıs “Avrupa günü” olarak ilan edilmiş. Bizim 1 Mayıs korku filminin yanında kağıt üzerinde kalan ana konulara kimsenin bakacak hali yok.
Avrupa Birliğinin dört ana hedefi şöyle belirlenmış :
1-Barış,
2-Temel hak ve özgürlüklerin korunması,
3-Ekonomik ve sosyal refah seviyesinin sağlanması,
4-Barışsever ve hür bir dünyanın yaratılması .

Sonra eski sanki bu sorunların çözümü kitaplarda yazıyormuş gibi kitaplarımı karıştırmaya başladım.Okul yıllarımdan bu yana zaman zaman sözlük ve ansiklopedi karıştırmayı severim. Bir veya bir kaç sözcüğün peşine takılıp saatlerce sürüklendiğim olurdu. Gecenin sessiz saatlerinde yapılan düşünce eğitimi. Bu eğitimin en önemli belgeleri de uzun süredir tuttuğum günlükler . Günlüklerimi karıştırıp iki sözcük buluyorum : “Persona “ ve “ Mandala “ .


Bu iki sözcük aslında ne kadar değişik çağrışımlar yaratıyor. C.G. Jung üzerine bir araştırma yaparken karşıma çıkıvermişler. Not düştüğüm yıl 1974 .Önce Ingmar Bergman ‘ın filmini izlemişiz , sonra da C. G. Jung ‘un “Persona” kavramıyla paralellikler aramışız saatler boyunca .Bu arayışları günlüğümde özetlemişim.


“Persona “ : aslında “maske” demek . Toplumsal bir maske .İnsanların toplumsal yaşamlarında yüzlerine taktıkları maske .




Ingmar Bergman ‘nın öyküsünü yazıp filme uyarladığı metaforik bir öykü. 1967 yılında vizyona giren filmde hemşire Alma rolünde İsveçli Bibi Anderson ,aktrist Elisabeth Vogler rolünde de Norveçli Liv Ullman ‘ı izliyoruz . İki kadının filmin akışı içerisinde kişiliklerinin nasıl birbirine karıştığını kare kare ustanın sessiz anlatımıyla bu iki muhteşem oyuncunun yüzlerinden izliyoruz.
"Gerçekler bizimle alay eder ve biz sonuna kadar rolümüzü oynamak zorundayız."

“Persona”da bir psikiyatri kliniğinde hemşire olarak görev yapan Alma, kliniğin en önemli "hastası" ünlü aktrist Elisabeth'ten sorumlu hemşire olarak atanır. İlginç olan Elisabeth'in herhangi bir ruhsal bir problemi olmadığıdır. Histerik ya da depresif değildir. Elisabeth sadece susar ve etrafında olup biteni izler. Varolmak üzerine felsefi sorgulamalar yapan Elisabeth'in tersine, Alma yaşamı fazla ciddiye almamaktan yanadır.

Filmin metaforik öyküsü içinde C.G. Jung ‘un “Persona “ kuramının ışıltılarını bulabiliriz. İki ruhu aynı bedene yerleştirmek yani iki insanın aynı anda tek ve ayrı insan olabilmesi sorunsalı. Toplumsal şizofreniyi yaşayan bireyin “persona “ ve “ mandala “ arasında bocalaması.
Sorular Elisabeth'in suskunluğunun ardındaki cevaplardır ve Alma çözüme gerçekten de çok yaklaşmıştır. Bergman , Jung ‘un kuramını bu öyküyle yorumlamaya mı çalışmıştır acaba ?

Evet günlükten alıntılar böyle devam edip gidiyor işte . Mandala ile persona nın buluşması .

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...