30 Ara 2009

Prometheus, Attika ve Şiddet ....



Gündemden düşmeyen tek bir konu var .


Şiddet ....


Nereye yüzümüzü dönsek bir şiddet gösterisiyle karşılaşıyoruz...


Kamusal alanda şiddet uygulanması hiç de yeni bir uygulama değil aslında.


Hangi tür toplumda yaşadığına bakılmaksızın bireyin kamusal alandaki davranışlarının düzenlenmesi bir çok yöntemle gerçekleştirilegelmiştir.


Bugün yaşadığımız olayların geçmiş tecrübelerden ve öğretilerden bağımsız olduğunu düşünmek saflık olur ; bu bir anlamda çok daha farklı bir kültür düzeyinde olmayı çağrıştırmakla birlikte;kültür düzeyi yüksek olan topluluklar ve kurumlar için can sıkıcı bir paradoksu da beraberinde getirir.


Aralık ayının sonlarındayız.


İktidar ve muhalefet ve devletin saygın kurumları, vatandaşların yaşadığı ağır ekonomik krizi çözmek için bütün yıl ellerinden geleni yaptılar. Ama kriz çözülemedi .


Açılımlarla toplumun belirli tabuları yıkılmaya çalışıldı . Bu süreç devam ediyor.


Toplumun ağır ekonomik krizin altında ezildiği bir süreçte bazı çevreler , farklı bir gündemle kimsenin anlayamadığı ve gereksiz bir mücadelenin cereyan ettiği bir tabloyu ısrarla ıstıp ısıtıp medya marifetiyle topluma gösterme telaşındalar.


Oysa insanlık tarihi bu tür gerilimler ve tecrübelerle doludur.


Örneğin MÖ:525 yılları Ege ve Akdeniz Site Devletleri 'nin demokrasi mücadelesi büyük açılımlar getirecek örneklerle doludur..(1)


Altın çağ bir anlamda gerek "elit demokrasis"i,gerekse de "halk demokrasisi" adına olduğu kadar; askeri cuntaların , şiddet ve güç gösterilerinin de yaşandığı ,kayıt altına alındığı uzun bir dönemdir.


Bu tecrübelerin ve kayıtların bir kısmı günümüze kadar gelmiş,tiyatrolarımızda da başarıyla oynanmıştır.


Tragedya yazarı Aiskhülos'un eserleri bu anlamda çok iyi bir örnek olarak elimizin altındadır. Meraklısı alır okur, Aiskhülos "Zincire Vurulmuş Premeteus " adlı oyununda şiddet ve gücün hikmet (Akıl) olmadan hiç bir anlam ifade etmeyeceğini anlatır. (2)


Aiskhülos'un "Oresteia","Tebai","Danaos Kızları "adlı trilogyaları katlı anlamlar yüklüdür. Bu eserlerinde kaostan düzene oradan da bütüne gönderme yapan Aiskhülos,Prometeus Trigologyasında farklı bir kurgu ile karşımıza çıkar. "Prometheus -Lyomenos-Pürforos-Desmotes " üçlemesi,Zeus 'un ve diğer tanrıların insanlarla olan ilişkisinin belirli evrelerini göz önüne getirir. Birinci oyunda Zeus tarafından cezaya çarptırılan Prometheus,sakladığı sır sayesinde Zeus'un gazabından kurtulacak ve onu anlaşmaya zorlayacaktır.


Atina demokrasisi geleneğinin oluştuğu yıllarda MÖ:525 doğan Aiskhülos ünlü Perikles düşüncesini yani Atika demokrasi'sinin yozlaşmış hali olan "OKHLOKRASİ " (Yığınların iktidarı,çoğunluğun azınlığa zulmettiği dönem ) tartışmalarının yoğun olarak gerçekleştiği dönemde bu tragedyaları kaleme aldığı unutulmamalıdır.Kurduğu alegoriler kamusal alanın kurumsallaşması nedenselliğine bağlanabilir.


Oyunun sonunda Zeus zincire vurulmuş Prometheus 'a (3) Hermes'i göndererek,sırrı açıklamasını ister.Oyunun ana teması aslında Prometeus'un bildiği sır üzerine kuruludur.Bu sır dramatik yapının "antagonist taşıyıcısı" olarak eserin iskeletini oluşturur.


Nedir bu sır ? (4)


Mitosun yaratılış süreci ve aklın (Hikmet ) in şiddet ve güce olan üstünlüğünün formülü olarak belirginleşir.


Hikmet olmadan gücün hiç bir işe yaramadığının kanıtıdır bu .


Zeus tüm dünyanın hakimidir . Mutlak güç ondadır . Kratos ve Bia da onun yanındadır.


İktidar gücünün en önemli iki simgesi, Fiziksel güç ve şiddet Zeus 'un elindedir.


Biçimlendirilmiş akıl yani hikmet olmadan gücün hiç bir anlamı yoktur.


Gizli olan şey ise iktidar için tehlike arz eder.


Oyunun sonunda Zeus çaresiz yine şiddete baş vurur.


Ama şiddetin fayda etmeyeceği ortada bir gerçek olarak durmaktadır.


Göklerin hakimi ulu Zeus 'un zincire vurulmuş Prometeus ile uzlaşmaktan başka çaresi yoktur.


Güce ve şiddete tapanların kaçınılmaz kaderi , şiddet uyguladıkları insanlarla anlaşmak zorunda kalmalarıdır....


-------------------------


(1)Katımın geleneğinin Antik Yunan’ın kent devletlerine dayandığı bilinmektedir. Doğrudan demokrasi biçiminde gerçekleşen bu katılımlar, günümüzdeki anlamda katılmanın ilk örneklerini oluşturmaktadır. Atina’da gördüğümüz gelişmenin ilk adımı, kralların yerine, seçimleri her yıl yenilenen ve özellikle yargı gücünü elinde bulunduran “Arkhon”ların seçilmesi... İ.Ö. 7. yüzyılda bunların sayısı dokuza çıkmaktadır. İ.Ö. 594’te Arkhon seçilen Solon, Atina demokrasisinin temellerini atmıştır. Yeni düzenin en önemli iki kurumu, tüm yurttaşların katıldığı halk meclisi, Ekklesia, ve tüm yurttaşların ad çekmesine katıldıkları halk mahkemeleri, Heliaia’dır... Her Attika kabilesinin 100 üye verdiği Dörtyüzler Meclisi, Ekklesia’nın gündemini hazırlamaktadır. Daha sonra kabile örgütlenmesinden mahalle örgütlenmesine geçilince, her mahalleden 50 kişinin üye olduğu ve başkanının her gün değiştiği Beşyüzler Meclisi oluşturulmuştur. Bu meclis, tam demokratik bir meclistir... Arkhonlar bu meclisin önünde hesap vermektedirler... Alıntı : Referans ;Prof. Dr. Erol Köktürk


(2)Atina’da tragedya ve komedya’n böylesine olağanüstü bir hızla gelişmesinin bir başka nedeni de toplumsal yapının birbirinden farklı, hatta zaman zaman biribiri ile çelişen değer yargılarını da bünyesinde taşımakta olmasıdır. Tiyatro sanatına özgü olan ve karşıtların çatışmasından doğan bu akım, dönemin toplumsal çelişkilerinden hız almıştır. Butoplumsal çelişki, Yunan toplumunun büyük topraks ahiplerinin hegomanyasından kurtulup, demokrasinin egemen olduğu siyasal bir yapıya geçmesi ile açıklanabilir mi ?


(3)Prometeus cezaya hiç aldırmadı. Zeus’un kendisinden özür dilemesi için gönderdiği elçilere de yüz vermedi. Çünkü kendi gözyaşıyla çamurunu yoğurup elleriyle yarattığı ve ateşle tanıştırdığı insanların artık evrenle birlikte sürekli bir evrim sürecine girdiğini biliyordu! Gün gelip insanoğlu evrenin efendisi olacak ve tanrıların saltanatına son verecekti… Prometeus sağlam kabuklu şeytanağacından yaptığı bir değneğin içini oydu. Ve ateş tanrısı topal Hefaystos’un demirci atölyesine gitti. Oradan çaldığı kıvılcımı bu değneğin içine gizlice koyup insanlara ulaştırdı!.. Artık bu ateşle ısınıp aydınlanmaya başlayan insanoğulları da, yeryüzünü insan gözleriyle görmeye ve insanca düşünmeye başladılar... Alıntı : Yaşar Atan -


(4) Prometeus un sakladığı ve yalnızca kendisinin bildiği sır aslında bir efsanedir.Altın çağda mutlaka saklanan bir sır vardır.Bu sırra vakıf olan bilgeler kadim uygarlıkların gizli bilgilerini saklarlar.Ezoterik sistemlerle bu sır nesilden nesile aktarılarak saklanır.Sırra kimin vakıf olacağına sırrı taşıyan karar verir.

26 Ara 2009

Ütopya


Yazımızın başlığı İngiliz Sir Thomas More 'un ünlü kitabı "Ütopya " ya gönderme yapıyor.

"De Optimo Reipublicae Statu deque Nova Insula Utopia" adlı kitap , 1516 yılında Yavuz Sultan Selim Safavi Ordularının komutanı Şah İsmail 'i (Türkler Türklere karşı yapılan bir diğer savaş olarak tarihe geçmiştir.
Bu savaşın aslında Sünni Şia savaşı olduğunu ileri süren tarihçiler de vardır ) yendikten sonra Mısır 'a ,doğuya doğru kendisinden önceki büyük generallerin yaptığı gibi savaş hazılıkları yaparken yayınlanıyor.

Sultan Selim, Trabzon Valisi olarak görev yaparken Babası 2. Bayezid 'a Dulkadiroğulları desteğiyle (Annesi Dulkadiroğlu Gülbahar Hatun'dur ) bir saray darbesi vurarak "Ya devlet başa ya kuzgun leşe " diyerek 9. padişah olarak tahta oturur. 2 Bayezid dönemi Anadolu 'da Şehzadeler mücadelesi olarak damgasını vuracaktır.

Şehzade Ahmed,Şehzade Korkud ve Şehzade Selim tarafından kurgulanan ayak oyunlarının ve devlette dönen entrikaların ayyuka çıktığı dönemdir.Tam tabiriyle her karış Anadolu toprağı fıkır fıkır kaynamaktadır.Devlet zayıflamıştır .Şehzadeler mücadelesi beyliklerde saraya ve devlete isyan hareketlerini tetiklemiştir. "Ayaklar baş olmuştur".

Başını kaldıran kaldırana ...

Yavuz Selim Memlukların üzerine yürürken Osmanlı Devleti'nin artık emperyal devlet politikası da şekillenmektedir.

Sir Thomas More kitabında Atlantik Okyanusu 'ndaki bir adadan söz eder.Aslında Yunanca'dan türettiği ad "Varolmayan Yer " anlamına gelmektedir.
Adanın sosyo politik idaresi o kadar mükemmeldir ki ,bir çok kimseye " Yok canım,daha neler ; olur mu öyle şey ?" dedirtmiştir.

İngiliz siyaset tarihi ve siyaset felsefesi "Sparta" ve "Atina" tarzı arasında gidip gelmelerle doludur.

Magna Carta ile başlayan demokratikleşme serüveni asillerin kralın yetkilerinin kısıtlanmasına ilişkin talepleri şahinler tarafından sürekli engellenmeye çalışılmıştır.

Yavuz Sultan Selim 'in Safavi ve Memlûk seferine çıktığı sıralarda İngiltere'de de 8.Henry iktidardaydı. Henry 'nin sarayında özellikle kralın keyfi uygulamalarının ve evlilik ve evlilik dışı ilişkilerinin oluşturduğu karmaşa ve dönen dolapların çok farklı olduğunu söylemek de mümkün değildir.

8. Henry Anglikan kilisesinin kurulmasına yol açan dini açılımla da bir devrim yaratmıştır. Sir Thomas More bu kitabı o dönemde kaleme almıştır. Sir Thomas More kitabında M.Ö. 400 yıllarında Plato 'nun yazdığı Republica 'yı mercek altına alır .

Sir More 'un Yunanca okuduğunu ve tüm Yunan siyasi tarihini bildiğini de da varsaymamız gerekir. 8.Henry'nin Sparta yönetiminin eleştirisi ve Vatikan 'a karşı çıkan bir kralın hikayesi siyasi derslerle doludur.

O yıllarda Osmanlı bürokrasisinden birinin bu kitabı okuduğuna dair bir belge yoktur. Yavuz Sultan Selim 'in "Sparta" ya da "Atina" tarzını benimsemesini gerektirecek bir durum da söz konusu değildir. Böyle olmasını gerektirecek asiller sınıfı zaten Osmanlı'da yoktur.
Var edilmemiştir.

Beylikler ise hiç bir zaman asiller gibi bazı imtiyazlara erişememişler , tımar sahibi olarak "Kiracı " statüsünde olmuşlardır.

Korku imparatorluğunu ele geçiren Sultan Selim mutlak gücü de elinde tutmaktadır.Ölüm korkusuyla çalışan zavallı bürokratların korkusu şımartılan yeniçerilerdir. Padişahın hassa alayı olarak da görev yapan bu azınlık, Sultan 'ın demir yumruğudur .Boynu vurulan vezirlerin ve yüksek dereceli bürokratların sayısını bilen yoktur.Sultan Selim 'in neden Anadolu 'da bir katliam yaptığı,hangi güçlerin etkisiyle hareket ettiği de henüz ortaya çıkarılmayı bekleyen muammalardan biridir.Gerçek Anadolu tarihi henüz yazılmamıştır.

Bugün aradan geçen bu kadar zaman sonra Gregorian takvime göre ikinci milenyumun birinci onluğuna girerken Türkiyedeki kaynama ve hesaplaşma tüm hızıyla sürüyor.Korku imparatorluğunun mirası hala ortadan yok olmamıştır.Tüm kanun ve düzenlemelere rağmen mentalite ve "Kul Mantığı " değişmemiştir.

Yıllardır her iktidar ve iktidara karşı olan güçler "power " yani güç mücadelesini kendi bildiğince yapıyor. Demokrasi ve insan hakları konusunda ciddi mesafeler alınması gerekirken tam tersi gerçekleşiyor.

Atının üzerinde elinde tabancayla meclisi basan zihniyetle yıllardır mücadele verenlerin eğer bu tez doğruysa (Genel Kurmay Başakanlığı kesinlikle yalanlıyor ) iki istihbarat subayının tüyler ürperten haberini medyada izlerken, devletle onu vekaletle oraya getiren halk arasında "Çevirmen " rolünü oynamaya çalışan medyayı bütün çıplaklığıyla bir kez daha gördüm .

Neden böyle iğneyle kuyu kazmak durumunda Türk halkı ?

çaresiz.... Bilgi yok .... Yorumcu çok...

Devletin birbirine bağlı kurumları medya aracılığıyla iletişim kurmayı tercih ediyor. Seçmen ve vergi ödeyen halk kendisini temsil etmesi gereken devlet memurlarını kimin ve nasıl kontrol ettiğini öğrenemiyor, olup bitenleri anlayamıyor.

Asker bir yanda,bürokratlar öbür yanda ,sermaye öbür yanda seçmen bu yanda ve medya tam merkezde duruyor.

Mahkemeler ve kanun bu denklemi çözmekten aciz ...Savcılar sorgulamaktan bitap düşmüş durumda. Her geçen gün göz altına alınanların sayısı artıyor.Kanun adamları görevlerini her koşul altında gerçekleştirmeye çalışıyorlar ama , netice yok ...

Artık seksensekizinci yılındaki Vekalet (vesayet ) demokrasisi aslında hiç kimsenin tam olarak kavrayamadığı bir şekle bürünmüş durumda...

Kimin neyi nasıl yaptığı belli değil ...

Herkez şaşkın ... 2010 yılına böyle giriyoruz işte Sir Thomas More 'un kitabını düşünerek...

"De Optimo Reipublicae Statu deque Nova Insula Utopia

21 Ara 2009

Stockholm ’de ”Yule” ya da ”Jul” günleri .....


İsveç 'te yaşadığım yıllarda Kasım ayının gelmesini hiç istemezdim. Sadece ben değil orada yaşayan hiç kimse istemezdi. Kasım ayının yoğun karanlığı insanları etkiliyormuş.İstatistiklere göre intahar vakaları çoğalıyormuş: Bu nedenle oralarda Kasım ayına "İntahar ayı" deniyormuş.

Karanlık ve soğuk bir kabus gibi üzerimize çökerdi.

İstediğimiz biraz daha fazla ışık ve biraz sıcaklıkdı. O kadar karanlık ve yalnız olurdu ki geceler ...

Sabahları saat altıda çalar saatle uyanıp ,apar topar etimi kesen soğuğa katlanarak metroya koşardım . Eksi on iki ,on üç derecede sert Kuzey rüzgarına karşı koşuşturma pek hoş olmazdı.

Metroda kimse kimsenin yüzüne bakmazdı.Yüzünü saklayacak bir gazeten ya da kitabın yoksa,paltonun yakalarını kaldırıp iyice içine saklanır,gözlerini kaparsın. Kime baksam bunalım. Ne sorsan bunalım.Bunalım ayı bu... Konuşmaya cesareti olanlar güneşten söz ederdi... Malorka ... Sicilya ...Girit.. Kenya . Günün aydınlanması öğle vaktine doğru gerçekleşirdi.

Stockholm'ün karanlık ve çok soğuk Kasım akşamlarında ayaklarım beni eve gitmeden önce ,içki içmek istemediğim zamanlar çoğunlukla Maria Torget 'deki kilisenin sıcak toplantı salonuna bazen de Belediye Kütüphanesi ’ne götürürdü.Şöminelerde yanan odunların çıtırtısı beni dinlendirirdi. Bir de Lasse ’nin yerinde yanardı şömine .Onun şöminesinde kokulu kütükler yanardı. Akkavak ağacı kütükleri.

"Lasse'nin Krog"u tabelası rüzgarda sallanırdı ,geçerken şöminenin alevleri ve masalarda yanan renkli mumlar sizi içeri davet ederdi. Şömineye yakın bir masaya oturup sıcak yemek ve şarap ...içebilirdiniz.

Benim kaldığım iki odalı eski dairede kalorifer yoktu. Sobayla ısınıyordum . Soba dediğim de İsveç sobası . "Kakelungen " adı verilen duvar şöminesi . Oturduğum dairenin vazgeçilmez mobilyası,tam olarak şömine değil, duvara monte edilmiş devasa bir tür çini soba da denebilir. Çok görkemliydi. Ateş yakılacak yerinde odunlar için ayrı ,kömür için ayrı yer ayrılmıştı. Üst gözlerde sıcak su ve fırın olarak kullanılabilecek özel bölümler vardı. Isınma fabrikası . Salonda muzazam bir yer kaplıyordu....Çevreden topladığım iki üç kuru tahta parçasını yaktığımda, ısı uzun süre dairenin içinde kalıyordu; neredeyse bütün gece ısınabiliyordum.. Aslında düşünüyorum da teknoloji harikası bir soba ... Kadim teknoloji...

Kilisede genellikle yarım kron karşılığında sıcak çorba olurdu. Orada hem çorbanı içeceksin hem de ısınacaksın

Cuma akşamları saat dörtte işten çıktıktan sonra karanlıkta, metroda titreyerek -Orada hava saat ikide kararıyordu.- eve koşturup Kakelungen 'e iki üç tahta parçası atıp ateşi harladıktan sonra , Lasse 'nin Krog 'una kendimi zor atardım. "Lasse's Krog" : kararmış ve rutubetli lambri kaplı dar bir kapıdan büyük bir salona giriliyordu. İki bölümü vardı.İçki içenler şömineye yakın oturur,yemek yiyecek olanlar ve yalnız kalmak isteyenler daha içerlere doğru çekilirdi.

Oranın sahibi eski veteran gazeteci Lasse bir gün bana elinde tuttuğu tuhaf bir şişeyle yaklaşıp .

"Hey Turko , şu içkinin bir tadına bak..Bu benim köyden geldi.Dünya üzerinde bunun gibisini bulamazsın dostum ." dedi.

"Lasse , bu karanlık ve soğuk dünyada siz buralarda bu kadar yıl nasıl donmadan yaşayabildiniz dostum ? "

Lasse 'nin en sevdiği dialog buydu. Eski bir Expressen gazetesi siyasi muhabiri olarak su katılmamış bir Viking şövenisti. "Kralcı" tabii ki ... Sosyal Demokrasi düşmanı...

"Viking ırkımız eğer bu iklimsel zorlukları yaşayarak ayakta kalabilmişse bana ne söylemek düşer? Sen bir Miklagård şımarığı olarak bunları söyleyebilirsin.. Siz orada tembel tembel otururken bak biz neler kurduk buralarda .Nihayetinde orada o koşullarda yaşamak bizim burada yaşadığımız gibi değildi... "

"Lasse nedir bu sizin karanlık korkunuz ? İntahar edenler , şişeye sarılanlar, nedir bu korku ? "

"Turko, Ahh. Turko.. Senin anlaman çok zor .Siz zaten karmakarışık bir ırksınız . Ne olduğunuz bile belli değil... Bizim için önemli olan ne yapıp yapıp Yule 'ye yani 21 Aralık yani Noel öncesine kadar dayanman gerekir.Bu aynı anlamda soğuğa ve karanlığa ve açlığa dayanmak demektir. 1920 lerde buradan bir milyondan fazla insanın Amerika 'ya göç ettiğini de unutma ...Neden ? Hiç düşündün mü ? Ölmemek için terk ettiler buraları.

Hadi gel , boş ver . Bak şu büyülü içkinin tadına . Bunun adı " Brän Vin". Hep zaten böyle abuk subuk konuşmak zorundasın sanki. İç kardeşim . Al şundan bir kadeh iç . Kendine gel... Yule bayramı bu .. Bu bayramda bunu içersin . ne zaman ışığı görürsen , o zaman içmeyi bırakırsın. Kural budur ... "

"Yule Bayramı.... "

""Evet , Yule ... Jul yani Noel.... "

"İçelim o zaman.. Neden bunun adı "Yanan Şarap " ? "

"Çünkü ateş , ışık demektir benim cahil Turk'om . Bu işi kavradın ama numara yapıyorsun sen . Her zaman burada benim restoranımda özel bir yerin var ... Bunu bil. Turko olduğun için değil. Kafan çalıştığı için .Al bakalım .. "

"21 Aralık 'a daha çok var ama , "

"Yaklaşıyor ama ,değil mi ? "

Hiç unutmam. Ondan sonra da gitarını alır bir kaç şarkı söylerdi. Lasse benim için karanlık Stockholm günlerinin en önemli dost ışığıydı..

Takvimi yaşamak, ya da takvimle yaşamak çok ayrı bir şey..

Nerede bulunduğumuzla alakalı bir konu...

Şimdi İstanbul 'da 21 Aralık 2009 'u karşılarken Lasse'nin "Ateş Şarabı " ndan içmek isterdim...

Gökyüzünün açılan kapılarından o zaman daha kolay geçerdim. Lasse 'nin yaptığı gibi ....

Selam sana Lasse .....

God Jul ; Yule bayramın kutlu olsun dostum , her neredeysen ...

22 Kas 2009

Annemin Çantası




“Bu çantanın çıtçıtı koptu “ dedi annem. Yirmi beş ,bilemedin otuz santim boyunda omuzdan çapraz asılan,o üzerinde kumaşı andıran kahverengi zemine sarı desenlerle süslenen Louis Vuitton taklidi çantalardan birini göstererek.


Annem için çok önemli bir çanta. Kimbilir kaç yıldır kullanıyor.Babam vefat ettikten sonra nereye gitse yanında götürdüğü hepimizin yakından tanıdığı meşhur çantası. En son Antalya’da Çıralı’ya keşfe gittiğimizde boynundaydı. Gözlüğü,cüzdanı ve diğer lüzumlu olan şeylerini yıllardır taşıdığı çok faydalı sadık eşyalarından biri.Çıçıtı bozulmuş,işe yaramaz hale gelmiş. Her iki gözüne de katarak emeliyatıyla mercek takılan cyborg kategorisine geçen annemin çantasını da tamir ettirirsek hiç bir sorunu kalmayacak .


İstanbul’da özlediği yerleri yenilenmiş gözleriyle yeniden görmek üzere keşfe çıkacak.Bu keşif seyahatlerinin vazgeçilmez bir aktörü olacağı anlaşılan çantayı da yenilememeiz gerekiyor. Çaresiz aldım çantayı elime tamirci aramaya çıktım.Yenisini alsam ,istemeyecek surat asacak biliyorum. Önce turşucunun oradaki ayakkabıcıya götürdüm.Ne de olsa tamirci ,elinde bir çıtçıt vardır bu işi çözer diye düşündüm.


“Ben bunu yapamam abi.Özel makina gerekiyor.Bu çıtçıtlar mıknatıslıdır .Bende yok.Çantacılara bak.” dedi.


Hayretler içinde kalmıştım.Nihayetinde bir çıtçıt ;hem de mıknatıslı. Nasıl olur da yapılamaz ? Artık bir kez kafama koydum .Hem yürür hem de annemin çantasını tamir ettiririm diye düşündüm. İtalyan yokuşundan Tophaneye kadar indim .


Oradan da trenle Karaköy’e. Orada her şey bulunuyor ya .Ne ararsan Perşembe Pazarı’nda bulursun dedikleri için . Hava güneşli , neredeyse ılık bir sonbahar günü denebilir. Yolun iki yanına belediyenin diktiği o çabuk büyüyen bol yapraklı ağaçları budamışlar.Ağaçların iki dalı kalmış. İnce bir dal üzerinde üç yaprak her halde kasıtlı olarak bırakıldı. Yemyeşil denize kadar uzanan yokuşun aşağısında deniz pırıl pırıl parlıyor. Karnım da aç .En iyisi balık ekmek yemek.Kaç zamandır kafamdan geçiriyor bir türlü cesaret edemiyordum. Karaköy’de balık yemek için bir çok yer var.İlki Kadıköy İskelesi ‘nin orası .


Kapalı Çarşı’nın ihraç ettiği işporta tellalığına benzer tarzda çat pat İngilizce,Almanca,Rusça gerekirse Fransızca kelimelerle sizi davet eden garsonların üzerinize üzerinize gelmesinden rahatsız olmazsanız ne ala. İkincisi Perşembe Pazarı ‘nın Haliç ‘e bakan tarafı balık tezgahlarının olduğu yer .Oraya da Üsküdar motorları yanaşıyor. Bir curcunadır gidiyor.Eğer etrafdaki koku ve pislikten rahatsız olmazsanız orada da yiyebilirsiniz. Üçüncü olarak Eminönü tarafında belediyenin izin verdiği tarafta kayıklarda pişen balıkların servis edildiği yer. Ara sokaklara girip çıkıyorum .Çanta tamircisi arıyorum.


O ara sokaklarda kaybolmak işten bile değildir.Nitekim yine kayboldum.Bu kaçıncı kayboluşum. Hanların içine girip çıkarsanız çıkış kapısını bulamıyorsunuz. Yine girdiğim dar sokaktan sahile çıkamadım.Yeraltı camii’nin arka kapısına kadar geldim . Öbür tarafa geçemiyorum.Camiinin içinden geçebilirim ama nedense öyle yapmak istemedim. Her yer elektronik gereçler satan küçük dükkanlarla dolu.


Önümde kahverengi kürklü şişman , kısa saçlı ve gözlüklü yaşlı bir bayan yürüyor. “Buradan baklavacılara nasıl çıkılor canim ? “ diye dükkanının önünde duran bir esnafa sordu. O da kaybolmuş anlaşılan. İkinci pasajdan ya da camiinin içinden çıkılacağını söyledi esnaf.Yani Kadıköy vapurlarının kalktığı iskeleye. Hemen pasaja dalıyorum .Pasaj da sanki bir labirent.Daracık koridorlar,binaların avluları birbirinin içine açılıyor.


Çıkışı bulamadım.


En iyisi geldiğim yönden geriye dönerek tekrar meydana çıkmak diye düşündüm.Neden sonra meydana çıkabildim.Bu eski binaların nasıl bu kadar balık istifi gibi birbirine yaslandığını da görmüş oldum.Her metrekare değerli. Dükkanların çoğu sokağı ve binaların duvarlarını da kullanıyorlar.Çanta satan bir tezgaha yaklaşıp sordum. “Abi burada bulamazsın.Belki otoparkın orada baklavacıların hizasında bulursun.“ dedi.


Sahile Ziraat bankası ‘nın köşesine çıktım. Buradan her geçtiğimde İmparatorluk dönemini düşünürüm.Eski adıyla Avusturya Bankası , Galata köprüsü ve ötesi .Bu binanın da hazin bir hikayesi var.Çöken iki imparatorluğun kalıntısı olan bu bina ve üzerindeki heykeller ve kabartmalar o zamanın mimari anlayışını yansıtıyor.Bu meydanın eski halini daha çok beğeniyordum.Vapur iskelesi aynı zamanda kitap ve dergi satan ziyaret yerleriydi .


Her ay özel olarak gidip o ayın dergilerini almak , sonra ilerdeki çay bahçesine gidip o dergileri heyecanla karıştırmak artık bir alışkanlık haline gelmişti. Şimdi ne kitap vardı ne dergi ne de çayhane.Bütün sahil boyunca kokoreç,döner,dürüm satan yerler revaçtaydı.Okumak yerine yemek tercih ediliyordu artık.


Biraz tereddüt ettikten sonra balık ekmek 3.5 TL ilanının olduğu restorana giriyorum.Deniz manzarasını koyu renkli camdan yapılmış Kadıköy iskelesi ve yolcu bekleme salonu kapatıyor.Hiç bir şey göremiyoruz.


Yine de oturuyorum.


Kaldırımın üzerindeki masalar hemen hemen dolu. Ekmek arası lüfer yiyeceğim. Soğanlı mı ? Hayır, soğansız.Böyle dedikten sonra acaba soğanlı mı isteseydim diye de hayıflanmadım değil. Ama kararımı değiştirmiyorum.


Yan masada kalabalık bir genç grubu oturuyor. Menemen ve ekmek peynirli kahvaltı ediyorlar.Hepsi sigara içiyor.Üzerlerinden kesif bir sigara bulutu yükselirken kulak misafiri oluyorum.


“Düzmece evlilik yapıp orada kalmayı deneyeceğim valla,” diyor bir bayan sesi.


“Neden olmasın , herkes öyle yapıyor.Bir an önce buralardan kurtulmak için en iyi yol.” Diğer bayan sesi.


“Yav okulu bitireli ,askerliği yapalı iki sene oluyor hala bir iş bulamadım. Öyle baba parasıyla geçiniyoruz.Kazık kadar adam olduk ama ne fayda.Benim de gözüm dışarda .Bir yolunu arıyorum. Neresi olursa artık.” Diyor erkeklerden biri.


Çekinmeden yüksek sesle konuşuyorlar.Hep birlikte onları dinliyoruz.


Balığım geliyor.


Taze yarım ekmek arası fileto lüfer ,yeşillikler ve domates .Nefis. “Bence sen en iyisi Avustralya ‘ya göçmen olarak başvur .” diyor bayanlardan biri.


“Yok canım en iyisi Kanada.Benim bir arkadaşım başvurdu ,üç ay içinde cevap geldi. “


Tam o sırada kürklü yaşlı bayan salına salına geçiyor , baklavacıları bulamamış anlaşılan .Ama doğru yöne doğru ağır ağır ilerliyor. Göz göze geliyoruz . Elimle yönü işaret ediyorum. Gülümsüyerek başını sallıyor.Baklava mı alacak yoksa başka bir şey mi yapacak ? Kıyafetine bakılırsa Namlı ‘da yemeğe gidiyor gibi ama bilinmez.


Tam balığı bitirmek üzereyken kadıköy vapuru yanaşıyor. Yolcular birbirlerini ite kaka çıkıyor.Çıkan hemen sigara yakıyor.Sigara yakmak için duranların arkasındaki grup da duruyor.İtiş kakışın nedeni sigara içenler.Restoranlardan fırlayan garsonlar müşteri avına başlıyor.Her türlü şaklabanlık mübah.Özellikle çiftlere ve bayanlara yöneliyorlar.


“Matmazel silvuple .... Mösyö .....”


“Kokoreç Mr.; Dürüm ... Döner Mis....“


Elinde bir tek papatya tutup onu bayanlara ikram edenler , parmağıyla 1 dakika yaparak :


“One minüt Mr.” Diyenler .


Oradan hızla yürüyüp baklavacıların orada olduğu söylenen çantacıya geliyorum. Büyük bir mağaza .Her tür çanta bavul satıyorlar.


Umutsuzca kapıdan giriyorum. Oraya kadar gitmişken sormadan dönmek akıllıca değil.


Orta yaşlı ,uzun boylu çok kibar bir bey ve ona çok benzeyen babası olduğunu sandığım kişi gülümseyerek çantanın hikayesini dinliyorlar. Raflarda ünlü markaların çeşitli modelleri var.Taklit mi yoksa gerçek mi anlamak zor.


“Bu çantanın tokası düşmüş .Mıknatıslı bir çıtçıtı vardır onun .Gitmiş.Bizde olsa takardık ama yok.Bu modellerden biz satmıyoruz. Çanta tamir edenlere göstermelisiniz .


“Acaba yenisini mi alsam ? Ne kadardır bunun yenisi ? “ diye soruyorum. “Kim bilir ? Ama bence tamir ettirin.Anneniz bu çantaya alışmıştır.Şimdi yeni bir çantaya adapte olması zordur.O bunu özellikle seçmiştir.Bakın hafif .Boynundan da asıyor.Fermuarlı gözü var.bence yaşlı bir bayan için mükemmel.Nerede oturuyorsunuz ? Fatih ‘ e gidin diyeceğim ama, orada da bırakın üç gün sonra alın diyecekler.


Beyoğlu’na Cihangir ‘e baktınız mı ? “ “Evet zaten Cihangir ‘de oturuyoruz.Orada çanta tamiri yapan bir yer yok benim bildiğim . “ diyorum. “Eskiden oralarda ara sokaklarda ,han içlerinde olurdu .” diyor babası. “Her halde kapattılar ,hiç rastlamadım ..” “Siz en iyisi şuradan tünele binip Beyoğlu’na çıkın ,orada han içlerinde hala tamirciler vardır.Bir şekilde bunun tamirini yaptırırsınız , olmazsa artık çaresiz Fatih ‘e gideceksiniz. “ Tünel tıklım tıklım.Karşıda oturanların çoğu Beyoğlu’na gitmek için bu yolu kullanıyor aslında. Keyifli bir yolculuk .Vapura bin, Karaköy ‘e gel, oradan Tünel .Ne trafik var ne de sıkışıklık. Neden insanlar bu yolu kullanmazlar anlamak zor.Arabalarına çok bağlılar.


O arabanın rahatlığı yok mu ? Her şeye değer . En sevdiğim meydan .Tünel meydanı.Çok hızla değişiyor.Daha da değişecek. Önce Simit Dünyası geldi,sonra köşedeki dört mevsim lokantası kapandı Gloria Café oldu, Cihangir ‘deki Leyla geldi arkasından kırtasiyecinin yerine de bir bar açıldı .Ara sokaktan artık geçmek çok zor.Ucuz bira ve patates kızartması olarak başlayan talebe yerleri yavaş yavaş tür değiştiriyor. Ne ararsan bulabileceğin bir meydan.Her tür yiyecek ,içecek bulunuyor.her keseye göre yer var.


En güzeli de o alternatif çok. Seçme özgürlüğün var. Oysa benim şu çantayı tamir ettirecek alternatifim bir tane bile yok görünüyor. Hanlara bakarak yürüyorum.İşportacılara soruyorum . “İlerde kemercinin üstünde var.Tamir de yapıyor galiba.” Dediler. Kemercinin üst katında bir çantacı var.İçeride iki müşteri var.Esmer genç bir adam gülümseyerek ne istediğimi soruyor. Durumu anlatıyorum .


Çantayı alıp inceliyor. “Mmm. Anneniz kaç yaşında diye soruyor . “ Söylüyorum. “Bende bir mıknatıslı parça olacaktı .Bakayım duruyor mu ? “ dedi . Mıknatıslı parçayı buldu, o arada gelen bir kaç müşteriyle de ilgilendi.Raflara dizili çantaların üzerine fiyatlar çok iri harflerle yazılmasına rağmen yine de fiyat soranlar çoğunluktaymış.Çekmeceden bir de deri parça kesti, onu da yapıştırdı. “Benim yapabileceğim bu kadar.Sen yine de bir dikiş attır kenarlarına sağlam olsun. Anneye söyle dua etsin.


Hadi selametle “dedi.Israr etmeme karşın para da almadı. “Biz Kemahlı’yız .Büyük depremde bizim sülalnin yarısı ve babam ölmüş.Annem dayımlarla buralara göçmüş gelmiş yerleşmiş .Annem bu çantacıda ,yani bu aynı dükkanda tezgahtar olarak çalışmış yıllarca .Sahibi rummuş.Altmış olaylarında dükkan hasar görmüş . Onlar da göçmüş gitmişler .Dükkanı da anneme bırakmışlar.


Öylece düşünsene . Hiç parapul istemeden devretmişler. Annem tek başına çekip çevirmiş dükkanı. Adını değiştirmiş.bayrak asmış filan işte . Belli olsun diye .Ben de annemin vefatından sonra memuriyeti bıraktım,belediyede çalışıyordum. Şimdi annemin işini yürütüyorum işte. Söyle dua etsin yeter .


Ölen annemin ruhuna fatiha..” dedi . Teşekkür ettikten sonra çantayı alıp oradan çıktım.Tamiratı daha tam olarak bitiremedik.Şimdi bir de dikiş attırmamız gerekiyor.Han geçidinin oraya yaklaşırken oradaki deri eşya,kemer satıcıları aklıma geldi. Hemen girdim. Danışman Han Geçidi deniyor oraya .Sarmaşıklı dar parke taşlı yolun iki yanı takı satan bir metrekarelik dükkanlarla dolu.Sarmaşıkların arasından kırmızı levhayı görüyorum . “ Yıldız Deri :Her türlü ayakkabı ,çanta deri eşya tamiratı yapılır” Avlunun sol tarafında çaycıların orada olduğunu sanıyorum.


Oraya doğru yürüyorum.Tabureler üzerine oturan gençlerin çoğunlukta olduğu küçük tıkış tıkış bir alan.Avlunun ortasındaki daha geniş alanda oturan hemen hemen yok gibi. Görünürde ayakkabıcı filan yok.


Çaycı türbanlı genç bir kız.Ter içinde ofur pofur bardaklara çay dolduruyor.Ayakkabıcıyı soruyorum . “Baba baksana birini soruyorlar .”diye yaşlı bir adama bağırdı. “Burda ayakkabıcı yok evladım .” dedi yaşlı adam. “Ama levhası var .” dedim. “Ne levhası ? Biz kaç yıldır buradayız ben ayakkabıcı bilmiyorum .” dedi. “Bakın şurda asmanın orada sallanan kırmızı levha “ dedim elimle o yönü göstererek.


O zaman gördüm dükkanı. Küçük bir dükkkandı.çantalar,deri eşyalar asılıydı vitrin olarak kullandığı duvarlara. Genç bir adam çantayı aldı.Şöyle bir baktı.


“Engin abiii... “ diye içeriye doğru seslendi.


Gözlüklü ince uzun boylu kültürlü yüzlü bir adam geldi. Elimdeki çantayı aldı. Evirdi çevirdi. O arada ben çantanın hikayesini özetleyiverdim.


Başını salladı . “Beş dakika sürmez,” dedi.


Ben oradaki çantaları incelerken en makbul çantaların paraşüt kumaşından yapıldığını söyledi. Çok sağlam olurmuş.Evladiyelikmiş. Modelleri gösterdi.Çok şık değişik çantalar.İhtiyacım olsa hemen alacağım . Neden sonra ,Engin Abi elinde çantayla geri geldi .


“İşte beyefendi . Budur .İyi ki buraya bir çantacıya geldiniz.Bakın yepyeni oldu.” Dedi.


Çantaya pırıl pırıl bir toka takmıştı.Kenarlar da dikilmiş köşe kısımlar yuvarlak hale getirilmişti.


“Beş lira yeter.Bu arada çantanın gizli gözünden şu resim çıktı “dedi bana uzatırken.


Resme baktım. Rengi kaçmış ,siyah beyaz bir fotoğraftı. Babamın annemle birlikte belli ki bir fotoğrafçıda gençlik yıllarında çektirdikleri bir resimdi.İkisi de neşeyle gülümsüyordu .


Bu resim sanki yılların ötesinden çantanın içindeki gizli kapıdan çıkıp bana ulaşmış gibiydi.


Caddede yürürken bazen basit bir tamiratın bile saatlerce insanı uğraştırabileceğini düşündüm.


Eskiyi tamir etmek,şimdiye taşımak zordu.


Benim kazancım ise annemle babamın hiç şimdiye kadar görmediğim bir fotoğrafını elde etmek olmuştu.


Sonbahar güneşi ilerde tünel meydanına doğru batarken binaların üzerinden yeni ayın incecik silüetini gördüm .


İçim sevinçle doldu .

20 Kas 2009

De facto

Bu heykel 1600 yılında Roma 'da Campo Dei Fiori meydanında diri diri yakılarak idam edilen Giordano Bruno 'nun heykeli.

Bana göre günümüzde yalan yanlış kullanılan latince "De facto" teriminin de babası.
"De Jure" ise karşıt anlamını oluşturuyor.

Giordano Bruno neden yakılarak idam edildi ?

Dante'nin "İlahi Komedya " sını yazdığı 1300 yılından tam üç yüz yıl sonra .

Bruno aslında epistemolojinin ve semantiğin ilk örneklerini vermesiyle de tanınıyor. On üç yaşında eğitim gördüğü Aziz Dominikan manastırından bir Dominican rahibi olarak mezun olduktan sonra yolculuğu başlıyor . Felsefe ana dal olmak üzere bilimle de ilgileniyor. "De Umbras Idearum, " (Düşüncelerin gölgeleri ) adlı kitabı yayınlanıyor. Ardından bir kitap daha geliyor "Ars Mernoriae" (Hafıza sanatı ) . Bruno yazılarında düşüncelerin gerçeğin gölgeleri olduğunu savundu. Kiliseyi hedef aldığı ve Hıristiyan inancının akıl ve mantık dışı dogmalardan ibaret olduğunu savunduğu kitabı yayınlandıktan sonra buz gibi rüzgarlar esmeye başladı. Bruno etrafındaki dostların birer birer yok olduğunu gördü. Sonrası Paris . Yıl 1581 .Daha sonra İngiltere ve sürgün hayatı.Üniversitelerrde felesefe dersleri vererek yaşamını sürdürmeye çalıştı.Kilisenin gazabı her gittiği yerde onu takip etti .

Ölümünden sonra neler söylendi ...

"Bruno was born five years after Copernicus died. He had bequeathed an intoxicating idea to the generation that was to follow him. We hear a lot in our own day about the expanding universe. We have learned to accept it as something big. The thought of the Infinity of the Universe was one of the great stimulating ideas of the Renaissance. It was no longer a 15th Century God's backyard. And it suddenly became too vast to be ruled over by a 15th Century God. Bruno tried to imagine a god whose majesty should dignify the majesty of the stars. He devised no new metaphysical quibble nor sectarian schism. He was not playing politics. He was fond of feeling deep thrills over high visions and he liked to talk about his experiences. And all of this refinement went through the refiners' fire -- that the world might be made safe from the despotism of the ecclesiastic 16th Century Savage. He suffered a cruel death and achieved a unique martyr's fame. He has become the Church's most difficult alibi. She can explain away the case of Galileo with suave condescension. Bruno sticks in her throat. "







10 Kas 2009

Berliner Mauer ya da Berlin Duvarı





Berlin Duvarı , ya da yıllarca "Utanç duvarı" (Schandmauer) olarak da anılan ve Batı Berlin'i bir ada gibi abluka altına alan bu betondan sınır, 9 Kasım 1989 'da Doğu Almanya'nın, isteyenlerin Batı'ya gidebileceğini açıklamasının ardından tüm tesisleriyle birlikte yıkıldı.

Bugün yirminci yıldönümü kutlanıyor...

Tüm önemli medya organları , 'Berlin Duvarı'nın yıkılışının 20. yıldönümünü n kutlama programını naklen yayınlıyor.BBC 'den izliyorum.Bu akşam tarihi bir anı yaşayan Berlin , tüm dünyaya Merkel aracılığıyla tek bir mesaj veriyor:Merkel , duvarın yıkıldığı 9. Kasım 1989 gününün Almanya'nın 'yakın tarihinin en mutlu günü' olduğunu belirtti. Mesajında duvarın yıkılması ile Alman birliğinin de önünün açıldığını belirten Merkel, "Bu gün, çok sayıda insanın hayatını değiştirdi - benim hayatımı da." dedi.Berlin-Wilmersdorf'taki Robert-Jung-Oberschule öğrencileri tarafından yapılan 'Domino Galerisi', Potsdamer meydanı, Brandenburger Kapısı ve Reichstag hattı üzerinde 1,5 km uzunluğunda. Bin renkli sütundan oluşan sembolik duvarın ilk sütununu Polonya eski Devlet Başkanı Lech Walesa ve dönemin Macaristan Devlet Başkanı Miklos Nemeth birlikte yıktılar.

İki buçuk metre boyunda domino taşları ünlü Brandenburg kapısı boyunca yerleştirilmiş. Tanıdık bir yüz görüyorum davetliler arasında: Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Berlin Eyalet Başkanı Klaus Wowereit'ın davetlisi olarak 34 ülkeden yeni ve Almanya'nın birleşmesine katkısı olan eski devlet başkaları, Berlin duvarının yıkılışının 20. yıldönümü kutlamalarına katılmak için Berlin'de bulunuyor. Bunların arasında pala bıyıklı birisi var. Polonya tersane işçisi Walesa. Onur konuğu olarak hazır bulunuyor.

Sembolik olarak da domino taşlarını o hareket ettiriyor. Daha sonra Gorbaçov 'un konuşmasını izliyoruz....Berlin Duvarı , gençlik yıllarımı geçirdiğim Stockholm 'de çok üzerinde konuşulan ve tartışılan bir konuydu.Duvarın sembolik anlamı üzerinde farklı görüşler vardı.Yirmi yaşlarımdaydım.Dünyayı yeni yeni tanıyordum.Akşamları toplandığımız mahalle restoranımız ,Lasse'nin Krog'unda tartışırdık.VPK 'lular Sosyal Demokratlar ve SPK 'lular .Kentin Güney yakasına tutucu partililer gelmezdi.Orada lasse'nin yerinde şaraplar , biralar içilir duvar tartışılırdı.

VPK 'nun meclis üyesi çınlayan sesiyle haykırıyordu: "Kapitalizmi dışarıda tutmak için yapılan bu duvar" onu kimse dinlemezdi genellikle.Doğu Almanya'dan,Polonya'dan , Çekoslovakya ve Litvanya 'dan kaçan muhaliflerin de bulunduğu o ortamda kimse bu beylik lafları dinlemek istemezdi.

Lasse bunu bilir gülerek şarap servisi yapar arada gitarıyla ortalığı yumuşatırdı.Kapitalizmin uzak tutulması için yapılan komunist duvar bende hep büyük Çin seddini çağrıştırmıştır.Çinliler duvarları kime karşı inşa ettilerse Berlin duvarı da o fikirden hareketle oluşmuş bir insanlık ayıbıdır aslında .

Pink Floyd 1979 yılında "The Wall " adlı albümünü yayınladı.Bu albüm üzerinde de çok tartışıldı..

.Ama şimdi yirmi yıl sonra Berlin duvarı bana çok eskide kalmış bazı değer yargılarının yittiğini anımsatıyor

.İnsanlar acaba daha mı özgür , daha mı mutlu ?

Buradan İstanbul'dan Berlin 'e uçup o domino galerisinin yıkılışını izlemek isterdim .

Sonra da belki de Brandenburg meydanında bir yerde bir şeyler içerdim....

9 Kas 2009

Mobbing



Toplumun belirli kesimlerinin pek fazla ciddiye almadığı,giderek çağımızın en önemli psikolojik ve sosyolojik kavramlarından biri haline gelen "Mobbing " üzerine çalışma yapan,önlemek için çareler üreten kurumların tüm çabalarına karşın hızla tırmanan bir eğriyle bir çok kişinin yaşamını etkileyen ama bir toplumsal hastalık olduğu giderek bir suç olduğu bilinmeyen bir davranış biçiminden söz ediyorum.

Kelime anlamı olarak psikolojik baskı uygulamak,taciz,şiddet vb. gibi(1) bir toplulukta çoğunluğun birey üzerinde kurduğu bir tür kuşatma olarak açıklanmaktadır.Mobbing özellikle okullarda, işyerlerinde,derneklerde,siyasi partilerde ,daha doğrusu belirli bir hiyerarşik yapılaşmanın olduğu tüm kurumlarda , yukarıdan aşağıya doğru katı ve zayıf bir denetimin olduğu,hiyerarşinin üst basamaklarında olanların altta kalanlara çeşitli nedenlerle psikolojik baskı uygulaması ve bu baskıya maruz kalanların sürekli bir biçimde artan baskıyla yıldırılması ve pasifize edilmesi amacıyla uygulanan toplu şiddet ve baskının kurumsallaşmasıdır.(2)

Özellikle bireysel hukuk ,hak ve özgürlüklerden ziyade kavim geleneğinin hakim olduğu hiyerarşik yapıya göre şekillenen kurumlarda , "lider" olan ,kendisine rakip gördüğü ya da fikir ve davranışlarından hoşlanmadığı kişileri bertaraf etmek amacıyla, liderlik ettiği bireylere hedef gösterme yolunu tercih eder. Siyasi partilerde,vakıflarda,bürokraside bunun bir çok örneği görülebilmektedir.

Bilim adamlarının geçtiğimiz yüzyılın başında bazı hayvan gruplarında gözledikleri "bullying" davranışının daha sonra insan topluluklarında da gözlendiğini müşahade edilmiştir.Kavramın ana çıkış noktası budur. Okullarda şekillenmeye başlayan liderlik vasıfları ön planda olan (Burada fiziki güç ön plandadır ) zayıf olanlarla önce alay edilmesiyle daha sonra da taciz edilmeleriyle başlar mobbing. Lider çocuk bilinçsizce ya da bilerek ve isteyerek daha doğrusu haz alarak taciz ve şiddet uygulamaya başlar.önce kendisi sonra da etrafında oluşmaya başlayan "mobb" (sürü) ,tacizin kapsamını ve hedefini genişletirler.Bu taciz sürüden ayrı tutarak ötekileştirmek gibi bir görüntü alabileceği gibi fiziki olarak dövmek yaralamak gibi çeşitlilik de gösterebilmektedir. Ortam da buna müsait ise sistem bir mobbing lideri daha üretmiş demektir.Bu konuda araştırma yapan İsveçli araştırmacı Heinz Leymann kayda değer bir rapor hazırlamıştır.(3)

Bir zorbanın yönlendirdiği Mobbing' e maruz kalan kişiler genellikle : (Sn.Tülin Yıldırım'dan alıntı )

• İşini çok iyi, hatta mükemmel yapan,
• İlişkileri olumlu ve çevresindekilerce sevilen,
• Çalışma ilkeleri ve değerleri sağlam, bunlardan ödün vermeyen,
• Dürüst ve güvenilir, kuruluşa sadık,
• Bağımsız ve yaratıcı,
• Zorbanın yeteneklerinden üstün özelliklere sahip olan.
• Bazen de işyerinde sessiz, iletim kuramayan işçilere yönelebiliyor.
• Zorbanın genel özellikleri aşırı kontrolcü, korkak, nevrotik ve iktidar açlığı gibi niteliklerle tanımlanır.

Bu kuramsal başlangıçtan sonra esas konuya girebiliriz artık.Mobbing aslında bizim alıştığımız sosyal ortamlarda çok sık kullanılan bir yöntem olarak karşımıza çıkar.Okulda çalışkan olanı "inek" tanımıyla damgalayan düşünce tarzı ,dürüst olanı da "enayi" yaftasıyla kurumsallaştırmaktadır. Kurallara uyan ,dürüst olan , çalışkan olan bu özelliklere haiz olmayan çoğunluk tarafından hep küçümsenerek gülünç duruma düşürülmeye çalışılmaktadır.

Bunun nedeni belirli bir zümrenin tetiklediği "yanlış" değer yargılarının istila ettiği gündelik yaşamımızdır.Trafikten,alışverişe,medyadan siyasete ,evden okula kadar toplumun her kesiminde "mobbing" uygulanmaktadır.

Göründüğü kadarıyla önümüzdeki dönemde en büyük mücadele toplumun değer yargılarının bu anlamda gözden geçirilmesi için verilecektir...

-------------------------------------------------------------

(1)'Mobbing'in sözcük anlamı, psikolojik şiddet, baskı, kuşatma, taciz, rahatsız etme veya sıkıntı vermektir.
Alıntı:Türkiye’de Mobbing davaları – Tülin Yıldırım

(2)The word mobbing is preferred to bullying in continental Europe and in those situations where a target is selected and bullied (mobbed) by a group of people rather than by one individual. However, every group has a ringleader. If this ringleader is an extrovert it will be obvious who is coercing group members into mobbing the selected target. If the ringleader is an introvert type, he or she is likely to be in the background coercing and manipulating group members into mobbing the selected target; introvert ringleaders are much more dangerous than extrovert ringleaders.Alıntı :http://www.bullyonline.org/workbully/mobbing.htm

(3)Heinz Leymann bak: http://www.leymann.se/English/12210E.HTM

3 Kas 2009

Dante


Bugünlerde herşeyin birbirine karıştığı bir ortamda ;Bence Dante 'yi okumak için çok uygun bir zaman .İnsan izah edemediğini,dile getiremediği nesneleri ve olayları hep gizemli bir anlatı biçimine büründürmeyi meziyet bilmiş; doğanın gücüne ve ihtişamına duyduğu hayranlık ötesinde müşterek hakikati sürekli kurcalayıp durmuştur.Aklının almadığını ,gücünün yetmediğini, dilinin dönmediğini kendinden öte bir hakikati kavrayabilmek için gizemli hale getirmiş; idrak engeliyle her karşılaştıkça da semboller yaratmış , bazen de bizzat yarattığı sembolleri herkesin hakikatiymiş gibi göstermek işine gelmiştir.İşte İlahi Komedya 'da böyle bir eserdir.Evrenseldir. Başlangıç dizeleri şöyle:

INFERNO : Canto I

"Yaşamımın tam orta noktasında ,

Kendimi karanlık bir ormanın kıyısında,

Tüm izlerin yokolduğu bir yolda buldum. "

Yani tam 709 yıl önce .

Floransa Şehir yönetimi tarafından kara listeye alınmış “seçkin” bir ailenin mensubu siyasi sürgüne gidiyor.Boynunda idam fermanıyla.

Vatikan 'a karşı çıkan “laik” bir politikacının rakipleri tarafından bertaraf edilmesinin hazin öyküsüdür bu. Siyasi mücadeleyi kaybeden her politikacı gibi o da sonuçlarına katlanmak zorunda kalmış söz ve eylemlerinin .İşte bu sürgün Dante 'nin ömrünün sonuna kadar sürecektir.Vatikan ‘ın gazabı onu her gittiği yerde takip edecektir. Tıpkı bir karabasan gibi :Cennet'i yazarken bile cehennemi anlatmayı tercih edecektir....

Paradiso: Canto XVI

(----)

Irkların kendilerini nasıl feda ettiklerini görmek ,

Tanrının gözleriyle gören biri için hiç de zor değil,

Şehirlerin bile bir gün sonunun geleceğini unutmamak gerek..

28 Eki 2009

“Res Publica” ya da “Cumhuriyet”...

İlk anımsadığım cumhuriyet bayramı, babamın görevli olarak annemle birlikte katıldıkları “resm-i geçit “ adı verilen törendi. Beş ya da altı yaşında olmalıydım .Ankara Hipodromunun şeref ve kapalı tribünleri yüksek derecedeki devlet görevlileri ve ailelerine ayrılmışken , geçit alanı verilen yolun öbür yanında “halk” için kurulan basamaklı boru sistemiyle oluşturulan portatif tribünler vardı. Halk tribünleri cıvıl cıvıl görünüyordu gözüme ;,seyyar satıcıların cirit attığı bölgede çocuklar ellerinde envayi çeşit yiyecek ve oyuncaklarla koşuşturup dururken bu yanda simsiyah elbiseler içinde kolonya kokan adamların ve kırmızı rujlu parfüm kokan iri bayanların arasında sandalyenizde mum gibi oturmak zorundaydınız. Askerler uygun adımlarla geçerdi,bitmek tükenmek bilmeyen birlikler, birbiri ardından geçer dururdu. Ön sıradaki “porokol” ayakta geçenleri selamlardı.Her birliğin kendi bandosu olurdu. Önce bando muazzam bir tempoyla yerini alır ,sonra birlikler geçer ,en son bando alanı terk ederek yerini bir sonraki birliğe bırakırdı. Törenin en heyecanlı anı , Harp Okulları bandosunun yerini alıp ,harp okulu öğrencilerinin geçişinin başlaması idi. Harp okulları öğrencileri ayaklarını zemine o kadar sert vururdu ki ayak sesi trinünlerin her yerinde yankılanırdı.Onlar geçerken kadınlar hüngür hüngür ağlar,erkeklerin de gözlerinde yaş olurdu.Sonra zırhlı birliklerin geçişi başlar, en son da havada duman bırakarak geçen jetlerle tören noktalanırdı.

Ertesi yıl bu törenlere katıldığımda üzerimden çekingenliği atarak benim gibi aynı ortamı paylaşan yaşdaşlarımla korkumu yenip tören sırasında etrafı gezmeyi,oyalanacak bir şeyler aramayı akıl edebildim.Orada öylesine rahat koltuklarda kımıldamadan oturuyorsunuz.Ayaklarınız yere bile değmiyor.Bir süre sonra koltuğun kenarları bacaklarınızın alt bölümünü uyuşturuyor.Kalkıp şöyle bir dolaşmak istiyorsunuz. Korkuyorsunuz.Bakışlar ve o ortam sizi korkutuyor.Neden korktuğunuzu bile bilmiyorsunuz.Azarlanmak,cezalanmak ya da daha ağır bir şey .Etrafınızda hep azarlanan insanları görüyorsunuz. Daha az yüksek olan memur daha yüksek olan memurdan şiddetli bir azar işitiyor.Azarlama zinciri rütbeye göre uzayıp gidiyor.Yapılacak en doğru şey. Hiç kımıldamadan bir put gibi durmak ve söyleneni harfiyle yerine getirmek. O zaman azarlanmıyor ama ödüllendirilmiyorsunuz da .Öğle yemeğini hazırlayan garsonları sürekli azarlayan sert bakışlı ve iri yarı adamdan herkes korkuyor. Garsonlar bize gizlice bir parça sosis, kanepe,elma gibi yiyecekler veriyorlar.Kötü bakışlı adam bundan hiç hoşlanmıyor.

“Bana bakın koşuşturmayın buralarda.Hadi bakalım yallah...”

Çaresiz oradan uzaklaşıyoruz. Yapacak hiç bir şey yok .Sıkıntıdan patlamak üzereyiz. Üzerimizdeki alışık olmadığımız giysiler,yeni ayakkabıların da bunda payı yok değil. Daha eğlenceli olacağını düşündüğümüz şeyi yapmaya karar veriyoruz. Karşı tarafa , halk tribünlerine yapacağımız bir ziyaret bizim can sıkıntımızın tedavisi olacaktı. Sabah saaat dokuzda başlayan tören öğleden sonra saat üçe kadar sürüyordu. Arada öğle yemeği de vardı. Envai çeşit yiyeceğin yerleştirildiği uzun masaların süslenmesini seyretmek, kaçamak tadına bakma oyunu oynamak kötü bakışlı adamın bizi azarlayıp yeniden kovalamasına da katlanmak gerekiyordu. Bu da bir tür oyun sayılabilirdi aslında.

Sanıyorum katıldığım üçüncü törende halk tribünlerini ziyaret edebilme cesaretini gösterebildim. Rahatlıkla bu arada gidip o tribünleri dolaşıp gelebilirdim. Yaklaşık altı yedi saat askeri birliklerin ve devlet kuruluşlarının resmi geçidi sürüyordu. Öğle yemeğine kadar dünya kadar vaktimiz vardı. Benim gibi iki dirhem bir çekirdek giyinmiş yaşıtım bir çocukla birlikte kararlı bir şekilde yerlerimizden ayrıldık,merdivenlerden inerek geçit alanının kenarına geldik. Başlangıç noktasına kadar yürüyüp oradan karşıya geçecektik. Öyle de yaptık. Karşı tarafa geçer geçmez farklı bir dünyaya geçtiğimi fark ettim. Sesler,kokular bakışlar ve davranışlar tamamiyle hiç tanımadığım bir dünyaya aitti. Şaşkınlıkla tribünlere doğru yürüdük.Yaşıtlarımız bizi yadırgayan bakışlarla süzerken, tribünlerin arka tarafına geçtik. Orada balonlara tüfek atma,tahta topla labut devirme,tavşanlara fal çektirme,balyozla vurup güç gösterme gibi lunapark eğlencelerinin yanı sıra macun,kağıt helva,pamuk helva ,sucuk ekmek,çiğ köfte,köfte ekmek,pilav,burma tatlı, revani,kestane,ciğer ekmek,salatalık,turşu,ayva,elma,muz gibi yiyecekleri satan bir seyyar satıcılar ordusu bağıra çağıra müşteri çekmeye çalışıyorlardı. Birden fark ettim ki cebimde iki yüz elli kuruşum var ,diğer çocuklarda da dört beş r lira ya çıkar ya da çıkmazdı. Para işini unutmuştuk. Cebimizdeki parayla burada çok şey yapmamız mümkün değildi. Yine de hiç yoktan iyiydi. Dikkatli harcarsak ve açgözlülük etmezsek bu gözümüzün önünden gelip geçen bu karnavaldan ve ziyafetten biz de az da olsa faydalanabilecektik.

Halk tribünleri uzayıp gidiyor. Biz de tribünler boyunca ağır ağır yürüyoruz. Bir çörek alıp üç kişi paylaşıyoruz. Taş gibi bir şey .Dişlerimi acıtıyor. O sırada bando değişiyor. Sonra bir burma tatlı .Keskin bir tadı var.Genzimi yakıyor. Alkışlar ,alkışlar. Yeniden bando değişiyor. Rap rap rap....Asfalt zemine vurulan ayakların çıkardığı tok ses tribünlerde yankılanıyor. İki seyyar satıcı kavga ediyorlar.Alt alta üst üste ,yerlerde yuvarlanıyorlar.Kimse ayırmıyor onları .Seyrediyoruz. hayatımızda duymadığımız küfürler.Sülale,ırz,döl gibi bilmediğimiz kelimeler.. Bir kadın küçük çocuğunu dövüyor. Önce yüzüne tokat atıyor.Çocık hüngür hüngür ağlarken kadın bu kez onun poposuna şaplaklar indiriyor.Pamuk helva. Hiç bir şey anlamıyorum. Bir grup delikanlı tribünlerin altında yere yatmış gülüşüp duruyorlar. Kalan son parayla da bir tane kağıt helva alıp biz de tribünün altına giriyor onlara doğru yaklaşıyoruz.Tribünlerde oturanların bacakları görünüyor.Delikanlılar bacaklara bakıp gülüşüyorlar. Oturup tribünlerin altında helvamınız yemeğe hazırlanırken ,sırtımızda şaklayan copun acısıyla ikiye katlandım.Acayip suratlı kısa boylu şişman üniformalı bir polis elinde copu burnumuza doğru sallıyordu.

“Kadınların bacaklarını seyrediyorsunuz değil mi lan dürzüler .. Sizin ananızı .....”

Şaşkınlıkla olduğumuz yerde kalalalmıştık.Kağıt helvayı yere atıp biz de oradan kaçıyoruz.Coplu polis arkamızdan kovalıyor.

“Sizi namus düşmanı piçler...”

Orada daha fazla kalamazdık. Koşarak geldiğimiz yoldan protokol tribünlerine döndük.Bizi durduran da olmadı. Ter içinde kalmıştık.Karnım ağrıyordu.Copun sırtıma indiği yer ateş gibi yanıyordu. Öğle yemeği sona ermiş herkes yeniden localara dönmüştü. Bizimkiler beni görünce burada bir şey söylemeyecekler ama evde mutlaka büyük cıngar çıkacaktı.ben ağır bir ceza alacaktım.Belki de dayak yiyecektim.Akşama meşale alayını seyredemeyeceğim kesindi.İşin kötü yanı karnım da zil çalıyordu.Belki de o iyi kalpli garsonlardan bir şeyler isteyebilirdim.

Cumhuriyet bayramı kutlamalarının gecesinde de “meşale alayı” nın geçişi heyecan yaratırdı. Yine askerler ellerinde dumanlar çıkaran teneke meşalelerle rap rap geçerler ,caddenin iki yanına sıralanan halk da onları alkışlardı.

Yaşım ilerledikçe bu törenlere katılmayıp, daha farklı programlar yaptığımı anımsarım.Küçük yaşta katıldığı bu sadece askerlerin rap ..rap geçtikleri ve hipodromdaki protokoldeki sert bakışlı büyüklerimizin ötesinde cumhuriyet kavramının ne demek olduğunu çok sonraları öğrendim.

Lisede yurttaşlık bilgisi dersinde “cumhuriyet “ konusu işlenirken “Hilafet” in kaldırılması konusuna dikkat çekilirdi. Özellikle de tarih dersinde Mahmud Hoca’nın cumhuriyet konferansını soluk almadan dinlerdik.

“Çocuklar, o yılları gözünüzün önüne getirin. Vatan elden gitmiş.Koskoca imparatorluk Sevr anlaşmasıyla paramparça edilmiş. Padişah Vahidettin İşgal altındaki ülkesinden bir İngiliz gemisine binerek kaçmış. Saray ihanet içerisinde ..... Ankara ‘da TBMM açılmış. Atatürk konuşmasında şunları söylüyor...”

Mahmud Hoca’nın derslerinde sınıfda çıt çıkmazdı.Nefes almaya bile korkardınız. Korktuğumuzdan değil. Hocaya duyduğumuz saygıdan. Dersini o kadar ciddiye alırdı ki, kırk dakika süren dersin planını dakika dakika başlıklarıyla tahtaya ders başlamadan yazardı.Siz sınıfa geldiğinizde o plana bakar ona göre dersi rahatlıkla takip ederdiniz.Hoca sakin bir ses tonuyla anlatırdı:

“Cumhuriyet, kelime anlamı olarak o ülkenin devlet başkanının “monarşi,kraliyet,hanedan” mensubu olmaması demektir. Latince “ Res Publica”, halka ait ,halkın idaresi gibi anlamlar taşımaktadır. Bu kelime ilk kez Rönesans döneminde ünlü devlet adamı ve filizof Niccolo Maciavelli tarafından kullanılmıştır. İki tür idareden söz edilmiştir. Birincisi bir kralın (Hanedan mensubunun ) idare ettiği devlet sistemi , diğeri ise halkın ( seçim yoluyla ) temsiliyle oluşturulan sistem. “

“Res publica” terimi Roma İmparatorluğu döneminde bazı yazarlar tarafından bir çok kez kullanılmıştır .İngilizce’ye girişinin de bu yolla olduğu söylenmektedir: “ Commonwealth “ kavramı İngiliz Kraliyet ailesinin “Res Publica “ tercümesi olarak bilinmektedir.Örneğin İngiltere monarşi ile idare edilirken Avustralya,Yeni Zellanda,Güney Afrika ve Kanada kraliçenin mutlak hakimi olduğu “commonwealth” ülkeleri olarak bilinmektedir..

M.Ö. yani Antik Çağ diye adlandırdığımız Atina ve Sparta sonrasında, Roma İmparatorluğu dönemi de monarşi ile halk idaresinin çaşitli alanlardaki , özellikle de siyasi anlamda iktidar mücadelesine dönüşmüştür. Bu dönemi yaklaşık dört bin yıllık bir dönem olarak kabul edersek; ABD ‘nin bağımsızlık mücadelesi,Fransız ihtilali tarihte monarşi karşıtı halk hareketleri olarak başlayıp ,günümüzde görülen fakat birbirinden temelde belirgin ayrılıklar gösteren cumhuriyet yapılarına kadar uzanan iki yüz yıllık çağdaş bir dönemi de dikkate almalıyız.

Nitekim altı yüz yıllık bir tarihi olan Osmanlı İmparatorluğu onun öncesinde beş yüz yıllık Selçuklu İmparatorluğu sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti bir çok bakımdan günümüz cumhuriyetlerinden gerek temel öğeleri gerekse de gelenekleri açısından farklılık göstermektedir.

Türkiye Cumhuriyeti ‘nin nasıl kurulduğu kadar ne tür bir cumhuriyet olduğu ve ne aşamalardan geçtiği ;giderek diğer benzer “Res Publica” siyasi sistemleriyle benzerlikleri ve farklılıklarının belirlenmesi de önem taşımaktadır.

Peki bunu nasıl yapacağız ?

Özellikle tarihi perspektif içerisinde özellikle Avrupa’da şehir cumhuriyetleri olduğunu da unutmamalıyız ? Örneğin Venedik Cumhuryeti,Cenova Cumhuriyeti, vb. Bu cumhriyetlerde elit bir halk grubunun ki bunlara “seçkinler” demek de doğru olabilir,seçilerek idareyi ele aldıkları bilinmektedir.Örneğin Dante ‘nin İlahi Komedyası Floransa Şehir Cumhuriyeti tarafından sürgüne yollandığı 1300 yıllarında kaleme alınmıştır.Dante banker bir ailenin mensubu olarak girdiği Floransa Cumhuriyeti parlementosunda muhalefet tarafından sürgünle sonuçlanacak bir siyasi mücadelenin içine girmiştir.Ünlü eserini de sürgündeyken yazmıştır.Dante’nin “cumhuriyet “ anlayışı aslında “Platon” un “devlet “ yaklaşımıyla paralellikler de göstermektedir.

Bugün etrafımızda birbirinden çok farklı “cumhuriyet”ler görmekteyiz.

Halk Cumhuriyeti,İslam Cumhuriyeti,Liberal Cumhuriyet,Demokratik Cumhuriyet,Sosyalist Cumhuriyet, gibi yapısal anlamda farklı siyasi rejimlerden söz edebiliriz.

Hanedan üyelerinin kabul edilmediği bu siyasi rejimin başı ,“Cumhurbaşkanı “ sıfatı hepsinde ortaktır. Öte yandan cumhurbaşkanının yetkileri konusu farklılıklar göstermektedir.ABD,Fransa,Almanya cumhurbaşkanları ile Türkiye cumhurbaşkanı arasında siyasi anlamda yetki farklılıkları vardır.Bu farklılıkların siyaset bilimi anlamında incelenmesi de o siyasi rejimlerin işleyişi ve yapısı hakkında çok önemli bilgiler verecektir. Her şeyden önce siyasi liderlerin nasıl seçildiği ayrı bir inceleme konusudur. Kimi cumhuriyetlerde cumhurbaşkanı direk olarak halk tarafından seçilirken (ABD) , kimilerinde dolaylı olarak parlemento tarafından seçilir (Türkiye ).

İşte Mahmut Hocamız bizi buraya kadar ışığıyla aydınlatıyor, temel bilgileri dağarcığımıza adeta sıkıştırıyordu.

Ortaokuldan liseye geçerken Cumhurbaşkanımız 1960 askeri rejiminin temsilcisi general Cemal Gürsel, Liseden üniversiteye geçerken de 1966 yılında bu sihirli koltuğu devir alan bir diğer general Cevdet Sunay cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturuyordu. Nitekim aynı koltuğa bir diğer general Fahri Korutürk 1973 yılında ,Kenan Evren ‘de 1982 yılında oturacaktı. Böylelikle Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı altı dönem asker kökenli siyasetcilerce,beş dönem de sivil siyasetciler tarafından temsil ediliyordu.

Asker ve sivil değişiminin yaşandığı çalkantılar , genç Türkiye Cumhuriyeti siyasi tarihinde kalıcı izler bırakacak, cumhuriyet rejiminin halk (seçmen ) tarafından yeterince anlaşılması bağlamında temel eksikliklerin de bulunduğunu kanıtlayacaktı.1923-1946 yılları arasında seçimlerde birinci turda oylamaya katılanların tümünün oyuyla (firesiz) ; Mustafa Kemal Atatürk 1923-1935 arasında dört dönem ,İsmet İnönü ise 1938-1946 yılları arasında dört dönem. (Son seçimde 451 milletvekilinin 388 oyunu alarak seçilmiştir),Celal Bayar 1950-1957 arasında üç dönem seçilmişlerdir.

Seçimle değil de “atama”yla cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan tek cumhurbaşkanı Kenan Evren ‘dir.

Dünyada Suriye , Kuzey Kore anayasalarında belirtilmediği halde ictihaten seçimle değil de monarşilerde olduğu atamayla babadan oğula siyasi erkin geçirildiği de görülmektedir.

Kimi İslam ülkelerinde de “”İslam Cumhuriyeti “ tanımı kullanılmaktadır.Bu tanımın kullanılmasındaki ana neden anayasa yerine “Şeriat “ yani Kur’an fıkıh kurallarının kullanılmasıdır.Mısır,Pakistan ve diğer körfez ülkeleri bu türden cumhuriyetlerdir.

Sonuç olarak cumhuriyet bayramlarında 1923 yılından bu yana bu topraklarda neler olup bittiğini analiz edebilmek ve bir birey olarak nerede durduğunu kavrayabilmek hiç de kolay değil.

Peki şimdi esas sorumuza gelelim .Bu topraklarda daha önce hiç cumhuriyet olmadı mı ? Osmanlı İmparatorluğu öncesinde,örneğin MÖ. 200 yıllarında Likya şehir cumhuriyeti konusunda ne biliyoruz ? Fazla bir şey bildiğimiz söylenemez.Eğer bu topraklarda bir cumhuriyet geleneği varsa en azından bunun tarihsel perspektifi içerisinde incelenmesi gerekir. Eğer Atina, Sparta şehirlerinde cumhuriyetten söz edilebiliyorsa,Roma İmparatorluk geleneğinde halk idaresi söz konusu ise o zaman Tarsus,Efes,Sardes, Bergama ve İstanbul şehirlerindeki cumhuriyet uygulamalarından da söz etmek gerekir. Bu gelenekler bugünkü anlamda bir cumhuriyet uygulaması olarak nitelendirilemez ama en azından bu topraklarda binlerce yıllık bir cumhuriyet geleneğinin varlığından söz edilebilir.Monarşi ve Cumhuriyet bu topraklarda binlerce yıllık bir siyasi mücadele sonunda bir noktaya ulaşmıştır.

Cumhuriyet bayramımızın en azından tarihsel perspektif içinde yeni bilgilerle beslenerek ve çağdaş cumhuriyet rejimleriyle karşılaştırılarak daha iyi anlaşılması için gayret etmek gerekir diye düşünüyorum.

Cumhuriyet bayramımız kutlu olsun ....


“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...