30 Mar 2007

Hermes Trismegistus 'un Ayak izleri





Hermes Trismegistus, Hermes, Thoth,İdris.

İşte karşımızda zamanın ötelerine uzanan uygarlıklar coğrafyası :
Mısır,Pers,Yunan,Roma,Bizans ve Osmanlı.
Binlerce yıl birbirinin içine geçen kültürel karışımlar.
Farklı zaman boyutunda gerçeği anlatmaya çalışanlar.

Van Gölü üzerindeki bir kilisede gece yarısı iki keşiş mum ışığında masanın üzerindeki parşömenleri inceliyor.Yaşlı olanı , yüksek sesle elindeki parşömendeki yazıları Aramca okuyor genç olanı da bir deftere söylenenleri Latince olarak yazıyordu.


Bu keşişler kendilerine verilen kadim parşömen rulolardaki yazıları Latinceye çeviriyorlardı.Gece gündüz demeden .Parşömenleri her iki üç ayda bir ziyarete gelen keşişler getiriyordu.Her seferinde değişik keşişler geliyordu.Yürüyen keşişler . Uzun mesafeleri yürüyerek gidip geliyordu bu keşişler. Aylar noyunca yürüyorlardı.Yanlarında getirdikleri ruloları bırakıyor , çevrilmiş olanları götürüyorlardı.Her zaman iki kopye yapılıyordu. Aynı işi iki kez bazen üç kez yapmak zorunda kalıyorlardı.Tüm Orta Doğu ve Anadolu'ya yayılmış olan kiliselerde keşişlerin dil bilenleri yoğun bir çeviri faaliyeti yapıyorlardı.Sanskritce , Süryanice,Mısır Dili, Kıpti Dili ,Aramca ,Yunanca,Arapça,Farsca dillerinde yazılmış parşömenleri Latinceye çeviriyorlardı.Çeviriler Bizans üzerinden İtalya'ya yollanıyordu.İşte Van Gölü üzerindeki bir adada bulunan Akhdamar Surp Haç kilisesinde iki keşişin Latinceye çevirip bir kitap haline getirdikleri bu eserlerden bazıları da ilerde yapılacak bir derlemede şu adı alacaktı:



Corpus Hermeticum

Bu kitap önce İstanbul'a götürülecek daha sonra İtalya'ya Floransaya'ya götürülecek ve Ortaçağ karanlığında yaşayan Avrupa insanına ışık kitaplardan biri olacaktı.Bu kitap Rönesansı ateşleyen alev olacaktı.

Hermetizm olarak adlandırılan düşünce akımının ana kuramı bu kitapta bulunuyordu.

Bu kitabı kim yazmıştı? Kim derlemişti?






Kitabın ilk bölümünde yaradılış anlatılıyordu. Bu el yazmalarından derlenen kitap farklı bir yaradılıştan söz ediyordu .Yer yer kutsal kitaplardaki anlatımla benzeşiyordu , ama daha farklıydı.

Yedi kapıdan söz ediyordu :

Bu yedi kapıdan geçen ve kapıların sırrına vakıf olanlar kutsal kapıyı açacak olan anahtarı da bulacaklardı.

1-Zihin Kapısı
2-Sebep ve Sonuç Kapısı
3-Tekamül Kapısı
4-Kutuplar Kapısı
5-Titreşim Kapısı
6-Ritm Kapısı
7-Cinsiyet Kapısı

29 Mar 2007

Akhtamar (Ahtamar) Surp Haç Kilisesi



Bugün Van Gölü adacıklarından biri üzerinde bulunan tarihi Akhtamar Surp Haç Ermeni Kilisesi restorasyonu tamamlanarak müze olarak servis vermek üzere açılmış.
Küçük yaşımda oraya gittiğimizi hayal meyal anımsıyorum . 5-6 yaşlarımda olmalıydım. Aslında bir kaç aile oralara yüzmeye gitmiştik.Van gölünün sodalı suyunda mayolarımız bembeyaz olmuştu.Balıkçılardan biri parmağıyla göstererek :
"Ermeni Kilisesi " demişti.
Kilise orada yarı yıkılmış , daha önce dedemin köyünde gördüğüme benziyordu.İkinci kez bir kilise görüyordum.
İlk kiliseyi bana dedem göstermişti.4-5 yaşlarında olmalıydım. Erzincan 'a Keş Kuyusu köyüne dedemi ziyarete gitmiştik.Dedem geniş bahçeye yukarıdan bakan terasda parmağıyla ilerde ağaçların arasından çan kulesi görünen kiliseyi göstermiş oraya tek başıma gitmememi öğütlemişti.Dedem söyler söylemez içimde orayı gidip görme arzusu belirmişti.Sonradan dedem beni oraya götürüp gezdirmişti.Harap yarı yıkılmış duvarlarındaki renkli resimler yer yer kazınmıştı.

Yıllar sonra Anadolunun tarihine duyduğum merak ve çocukluk anılarımı tazelemek amacıyla her iki kilise hakkında bilgi toplamaya başlamıştım.
Aldığım Notlardan biri şöyle :

"Van Gevaş ilçesinin sınırları dahindeki Aktamar Adası'nda yer almaktadır. Adanın güney doğusuna kurulmuş olan kilise, Kutsal Haç adına Vaspura Kralı I. Gagik tarafından M.S. 940 yıllarında Keşiş Manuel'e yaptırılmıştır. Kilisenin kuzeydoğusundaki şapel 1296-1336 tarihlerinde; batısındaki Jamaton 1793 tarihinde; güneyindeki çan kulesi 18. yüzyıl sonlarında ilave edilmiştir. Kuzeyindeki şapelin ise tarihi bilinmemektedir. İlk yapıldığında saray kilisesi olan yapı, sonradan manastır kilisesine dönüştürülmüştür. Kilise, mimarisi yanında dış cephelerindeki figürlü taş plastiği ile dikkat çekmektedir. Plan bakımından merkezi kubbeli, dört yapraklı yonca biçimli haç plana sahiptir. Orta mekan yüksek kasnaklı, içten kubbe, dıştan piramidal külahla örtülüdür. Kubbenin yüksek tutulması kilisedeki dikey etkiyi açıkça ortaya koymaktadır.

Kiliseye batı ve güneyden birer kapı vasıtayla girilmektedir. Kilisenin çevresi daha sonraki nemlerde ilave edilen yapılarla kuşatılmıştır.Kilisenin figürlü repertuarı oldukça zengin Bunun yanında İncil ve Tevrat'tan alınmış sahneler bulunmaktadır.

Yunus peygamberin öyküsü , Hz. Meryem ve kucağında İsa, Adem ve Havva'nın Cennet'ten kovulması öyküsü , Hz. Davut ile Goliat'ın mücadelesi, Samson Filistinli ikilisi, ate; üç İbrani genci, Aslan ininde Daniel sahneleri bunların başlıcalarıdır.

Batı cephede Kral Gagik'i kilise maketini sunarken gösteren bir sahne yer almaktadır. Dört yöndeki alınlıklarda İncil yazarları boydan tasvir edilmiştir. Bunlardan başka cephenin alt ve üst kesimlerinde, asma sarmaşığından oluşan kuşakçepeçevre binayı dolanmaktadır. Bu kuşakların içlerinde çeşitli sahneler işlenmiştir. Av sahneleri, çeşitli hayvanlar, güreşçiler ve sarayla ilgili bir çok sahneye yer verilmiştir. Ayrıca doğu cephenin tam ortasında asma sarmaşığı içerisinde Abbasi Halifesi Muktedir, başı haleli, bağdaş kurmuş vaziyette bir elinde kadeh, diğer elinde üzüm tutar vaziyette, tasvir edilmiştir. Aralarda serbest biçimde, asma sarmaşıkları içerisinde ve çatıların alt kesimlerinde zengin insan ve hayvan figürlerini görmek mümkündür.

Manastır topluluğunun tarihi IX. yüzyıla kadar inmektedir. Daha sonra 1462'de yenilenen kilise, 1703'teki depremde zarar görmesi üzerine 1712-1720 tarihleri arasında tekrar onarım geçirmiştir.Kilise doğu batı doğrultusu dikdörtgen bir alana oturmaktadır. Ortadaki merkezi kubbe, batıdan iki serbest ayak ve doğudan apsis duvarına dayanan dört yöndeki kemerlerle taşınmaktadır. Doğudaki apsis beş köşeli olup iki yanında hücreler bulunmaktadır. Batı taraftaki haç kolunu tutan kubbe ise, kaburgalı olarak düzenlemiştir. Merkezi kubbe dışa doğru yüksek kasnak, piramidal bir külah şeklinde yansımıştır. Batı ve kuzey cepheden iki vasıtasıyla giriş sağlanmaktadır. Bunlardan ortadaki portakal şeklinde bir düzenleme göstermektedir. Kesme taş malzeme kilisenin tamamında kullanılmıştır.Batı tarafına eklenen jamaton ise, karelanlı ve dokuz bölümlü olarak düzenlenmiştir. Bölümlerin üzeri aynalı çapraz tonozlarla örtülmüştür. Batı cephesindeki dışa taşıntılı girişin üzeri çan kulesi olarak tertip edilmiştir. Alttaki kapı ise mukarnas kavsaralarıdır."

İşte bu notu mimari açıdan almışım. Bir de kilisenin dini tarihi olmalı.Ermeni kiliselerinin bildiğim kadarıyla çok karmaşık bir tarihi var. M.S. 300 yıllarından itibaren kiliselerin yapımına başlanıyor bu bölgede.Gregoriyan mezhebi ayrımı Doğu Roma Ortadoks kilisesinden kopuşla gerçekleşiyor.Daha sonra Gregoriyan mezhebinden de kopuş gerçekleşiyor .7. yüzyılla 14. yüzyıl arasında bu bölgede yaygın olan Zerdüşt dini ve üç semavi din arasında mücadeleler gerçekleşiyor.

Kilisenin yapıldığı yıllarda o coğrafya dünya tarihinin en hareketli mezhepler , kiliseler , kopuşlar ve iktidar savaşlarına sahne oluyor .Bu Anadolu kiliselerinin tarihini öğrenmek çok çaba gerektiren bir uğraş.

28 Mar 2007

Bilmek ve Anlamak



“İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır”

Yunus Emre

Kendini bilmek kolay olmayıp çok zahmetli bir sınavdır. Fakat bir sınavın üstesinden gelmenin tek yolu, ne kadar zor olursa olsun onunla yüzyüze gelebilmektir.

İnsanların ta en derinlerindeki özlerinin gizli ve saklı olması nedeniyle hakikati bilmelerine karşın bu, bir kalkanın çerçevelediği çıkar, maddecilik, güvensizlik ve korku denen kalın ve çok sert bir kabuğun altında gömülü kalmıştır.

Çünkü bazı insanlar , varoluşlarının tüm dakikalarını yüzeysel, yapay, geçici, hoş lezzetli, hoş görünüşlü tasarılar yapmakla geçirip, yaşamlarının pek az zamanını kendilerini tanımak için gereken eylemlere ayırırlar.

Halbuki insanın kendisini keşfetmesi hala tasarlanmakta olan bir projedir ve maalesef kimileri bir keşif öznesi olduklarını anlayamayacak kadar meşgul görünmektedirler. Bu nedenle de kendini yaşamak yerine, kendinden kaçmayı ve kendi olmayan şeylerin peşinden koşarlar.

Koşulların ve durumların elverdiğince benliklerini gizlerler;kendilerinden uzaklarda bir yerde , konfor, maddecilik ve güvensizlik altına kendi elleriyle kendi benliklerini gömerler. Kendini yaşayamayan çoğu kişi , kalıplar arar dururlar.Sonra da rotalarını bu kalıplara uydurarak kendilerine yabancı yörelerde dolaşır dururlar.

Kendini yaşamak çok güç bir iş olup, yüksek bir düşünme gücü ve bilinç gerektirir. Buna karşın bir çok kişi düşündüğünü sanır. Halbuki tek yaptıkları önyargılarını yeniden düzenlemektir. İşte bundan dolayı kendini bilmeyi öğrenmek zordur.

Taş Kahve Cunda



Bugünü aydınlatan fenerlerdir tarihi olaylar.Cunda adasına ayak basar basmaz tarihi çırılçıplak karşınızda bulabilirsiniz.Şaşırmayın.Fenerlerinin yolunuzu aydınlatmasına izin verin.Öğle yemeğini arka sokakta 'Girit Lokantası'nda yiyin.Zeytinyağının her türlü sebzeyle nasıl bir lezzet şaheseri oluşturduğunu anlayacaksınız .Siz hiç bu kadar lezzetli Bamya,Kabak Çiçeği Dolması,Pazı sarma,Ispanak,Biber dolma yemediniz.

Sonra yürüyüp sahile çıkın. Taş Kahve'de ,adanın en eski binalarından birine sırtınızı vererek oturup denize karşı bir kahve için.

Sessizliğin ruhunuzu dinlendirdiğini,yavaş yavaş sakinleştiğinizi göreceksiniz .

Sonra gülümsersiniz .Aferin Cunda'ya dersiniz .

Aferin Taş Kahve 'ye .

26 Mar 2007

Köprülü Kütüphanesi


KÜTÜPHANE HAFTASI KUTLU OLSUN


80 Milyona varan nüfusuyla koskoca bir ülke .

15 milyona varan koskoca bir Mega kent .

15 bin yıllık tarihi miras.

Ve Bu hafta Kütüphane Haftası. Kutlu Olsun.Nereden çıkmış bu ?Alıntı yapalım.


"Millî Eğitim Bakanlığı, Mart ayının son pazartesi günü başlayan hafta­nın Kütüphane Haftası olarak değerlendirilmesini kararlaştırmıştır. Hafta süresince kütüphanenin önemi anlatılır. Kütüphaneciliğin sorunları kamu oyuna duyurulur. Halk, kütüphanelerin gelişmesi için bilinçlendirilir. Okullarımızda kütüphanenin yararlarından söz edilir. Kütüphanelerde uyulması gerekli kurallar öğretilir."


Basın organlarında bu haftayla ilgili yazı yazan bakalım kaç kişi var :


Hürriyet' te Doğan Hızlan şöyle yazmış :


"Benim kütüphanecilerim, hayatımı renklendiren, bilgilendiren, aydınlatan kişilerdir. Onları hep anımsarım. Bilgi çıkmazına girdiğim anda, sihirli bir kitapla önümü açmışlardır.Gelelim birtakım kişilerin, "Canım, internet var ya" diye kütüphaneleri küçümsemelerine...Evet, başlangıç noktası için internetin işlevini kim inkár edebilir?Ama oradaki bilgileri yazılı bir kaynakla doğrulamadan sakın kullanmayın, ya eksiktir, ya da yanlış."


Sabah Gazetesi :

Tek bir kelime bile yok . Bu haftayla ilgili en son 1999 yılında birisi küçük bir haber yazmış .


Zaman Gazetesi

Tek kelime yok


Radikal Gazetesi

Tek Kelime yok


Daha fazla araştırmaya gerek yok . Kimsenin umurunda değil.Medya artık bambaşka bir kanaldan yayın yapıyor. Allahtan Doğan Hızlan gibi tecrübeli bir kültür adamı var da , bu konuyu köşesine taşımış.


Bu haftayla ilgili ben de bir iki şey söylemek istiyorum .

Bir kaç aydır İstanbul'un kütüphanelerini geziyorum ve inceliyorum . Atatürk Kütüphanesi ile ilgili yazım bir önceki blogumda var . İçler acısı . Daha içler acısı durumu ise Köprülü Kütüphanesi 'nde süregidiyor .Acaba bu hafta onlar ne yapıyor . Hususi gidip bakmak istiyorum . Vakti olan gitsin yerinde görsün rezaleti.


Bu kütüphane çok değerli el yazması eserleri barındırıyor . Geçenlerde uğradım .

Kapı girişinde dört kişi , tüpgaz üzerinde çay pişiriyorlar ve fosur fosur sigara içiyorlar. 1.5-2 metrelik giriş tamamiyle bu kişiler tarafından tıkanmış durumda . Saat 14:30 . Kütüphanenin çalışma saatleri de girişe yazılmış : 17:00 ' ye kadar açık olması gerekiyor. Çay içenler beni görünce irkiliyorlar , sert sert bakan dört çirt göz .Pos bıyıklar .Traşsız yüzler.Yaka paça bir yanda .Kılıksız , katil suratlı adamlar kütüphanenin kapısını tutmuş , tüp üzerinde çay kaynatıp fosur fosur sigara içiyorlar.İki metre ileride Osmanlı ve Dünya tarihinin paha biçilmez el yazması ciltleri duruyor.Bir kıvılcım sıçrasa acaba kim üzülür ?

Girişin serbest olup olmadığını soruyorum . Serbest olduğunu söylüyor kahverengi ceketli olan kütüphaneci olduğunu sandığım kişi. Bir an önce çekip gitmem için de sert sert bakıyor .Aceleyle Naima Tarihi'ni ve Evliya Çelebi'nin seyahatnamesini görmek istediğimi söylüyorum. .

İçerde katalogdan bakıp numara söylemem gerektiğini söylüyor katil surat.Çay içenlerin arasından güçlükle geçip içeri giriyorum . Büyü bozuluyor .Bir çay bile içirmiyoruz bu beylere .

Bir saat işkence ediyorum onlara .Fena halde bozuluyorlar .Sorular soruyorum . Yanıtlar daha da berbat. İki kütüphane görevlisi var . İkisinin de kütüphanecilik eğitimi yok.Eski yazı da bilmiyorlar.El yazması kitapların bakımı konusunda da bilgileri yok . Ben okuma yazma bildiklerinden de şüpheliyim . Devlet görevlileri. Oraya atanmışlar.Odacı kadrosundan . Ne denebilir ki ?

KÖPRÜLÜ KÜTÜPHANESİ

Çemberlitaş'ta Divanyolu üzerinde, Sultan II. Mahmut türbesinin karşısındadır. 1667'de Köprülü Fazıl Ahmet Paşa tarafından kurulmuştur. Kütüphane, Köprülü Mehmed Paşa Külliyesi'ne dahil yapılardan biridir. İstanbul'da kütüphane olarak tasarlanan ilk yapıdır. Köprülü ailesi tarafından bağışlanan koleksiyonlarla zenginleşen kütüphanede bugün Türkçe, Farsça ve Arapça dillerinde çok sayıda değerli basma ve yazma eserler ile suyolları haritaları bulunmaktadır.

Dewey Onlu Sistemi'ne göre düzenlenmiş katalog ve Arapça baskılar kataloğu okuyucuların hizmetindedir. Mikrofilm, fotoğraf gibi istekler ve bilgisayar hizmetleri bağlı bulunduğu Süleymaniye Kütüphanesi tarafından karşılanır.

Kuruluş Tarihi: 1667
Divanyolu Cad. 29, 34410 Çemberlitaş (212) 516 83 13
Açık olduğu günler / saatler: Pazartesi hariç hafta içi hergün 08.30 -17.00

Kütüphaneler

Atatürk Kütüphanesi

Geçenlerde bir gazetenin ekinde gördüm.On müthiş yer dizisinin kütüphaneler dizisi.Türkiye'nin on müthiş kütüphanesini birden ona kadar sıralamışlar.Bu dizinin kebapçı,kafe,lokanta,gece kulübü,bar gibi versiyonları da daha önce gözüme ilişmişti.Kütüphanelerin en iyisi olarak Taksim'deki Atatürk Kütüphanesi seçilmiş.
Hayret ettim doğrusu ve bu seçimi yapan jürüyi de merak ettim . Allandıra ballandıra anlatılan kütüphanenin yalnızca manzarası için seçildiği kesin.Bir kütüphanede manzara ne kadar önemlidir bir düşünün.Bir kafe olsa anlarım ama bir kütüphanede başka şeyler aranmalı .Öncelikle arabanızla giderseniz park yeri yok.En yakın park yeri AKM park yeri,park ücreti 2 saat 8 YTL.Diyelim ki oraya bir şekilde ulaştınız.Kapıdan giriyorsunuz .Turnikeli giriş yeri ve kulübede oturan pos bıyıklı ,iri yarı bekçi sizi güzelce azarlayarak çantanızı içeri götüremeyeceğinizi sert bir dille bildiriyor.Atatürk Kütüphanesinin hemen hemen tüm personeli belediye tarafından sanki özel olarak seçilmiş.Dünyanın her kütüphanesinde görmeye alıştığnız kitap seven,kültürlü ,nazik insanlar yerine ;tıknaz,kilolu,pos bıyıklı,sert bakışlı ve sert sesli,agresif,kravatı ceketi yana kaymış erkeklerle ,türbanlı,ufak tefek,sivilceli yüzlü,konuşmayan,sorunuza yanıt vermeyip sizi tersleyen bayanların görev yaptığı bir kütüphane.İşte bu kütüphaneye girmeden önce ,oturduğu kulübede oflayıp puflayan bir vestiyer görevlisine çantanızı teslim ederek ve çekinerek giriyorsunuz.Dekorasyon 1960-70 model.Her yer cam olmasına rağmen yine de içerisi dekorasyonda koyu renkler kullanıldığı için karanlık.Tozlu raflar ve bir kaç gündür temizlenmediği anlaşılan zemin.Aradığınız kitabı bulmak için asık suratlı görevlilerin kendi aralarında yaptıkları alakasız konuşmaların bitmesini bekleyeceksiniz.Soru sorduğunuzda da yine sert bir sesle orada istediğiniz kitabın ne olduğunu ancak onlara sorabileceğinizi söylüyorlar.Her yer bilisayar dolu ama , arama yapmak için o bekçi kılıklı sert sesli görevlilere sormanız gerekiyor.
Velhasıl o gazetenin neye dayanarak bu kütüphaneye 10 puan verdiğini anlamadım.
Orayı bence belediye kafe yapsın , oranın kütüphane olma vasıflarının hiç birini taşımadığını ziyaret edenler hemen anlayacaklardır .

HAFIZAMIZ NE KADAR GÜÇLÜ


TÜRKİYE

İstanbul’ un neredeyse burnunun dibinde, Tuzla ‘ da ,toprağa gömülmüş binlerce içi zehirli madde dolu varil bulundu . Varilleri oraya kimin ne zaman gömdürdüğü,içlerindeki zehirli maddelerin ne olduğu , yeraltı sularına karışıp karışmadığı araştırılıyor.

Yine İstanbul ‘ da Beykoz Çavuşbaşı’nda toprağa gömülü köpek cesetleri dolu torbalar bulundu.Kaç torba olduğu ve kaç adet köpeğe ait olduğu bilinmeyen torbalara tepki gösteren ve toprağı kazarak torbaları ortaya çıkarmak isteyen hayvanseverlere bazı yetkililerin engel olmaya çalıştığı belirtiliyor. Tesadüfen bulunan ölü köpeklere ait cesetlerin belediyenin hayvan barınaklarında imha edilen köpeklere ait olduğu sanılıyor .Beykoz belediyesi ve hayvanseverler konuyu aydınlatmaya çalışıyor .

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 43 ayrı kritere bakarak ,Atom Santrali kurulması için Sinop ‘ u seçtiğini açıkladı .

IRAK

Haber ajansları , bir arabaya yerleştirilen bombanın Şiilerin yaşadığı Nacef kentinde 10 kişinin ölümüne yol açtığı ve Bağdat ‘ ta Şiilerin gittiği camide üzerindeki bombayı patlatan bir intahar bombacısının 85 kişinin ölümüne yol açtığını bildiriyor .

ABD Kara Kuvvetleri Komutanlığı sözcüsü , bu yıl Mart ayında 1,313 Iraklı sivilin öldürüldüğünü açıkladı .
Mısır devlet Başkanı Hüsnü Mubarek , Kahire’de yaptığı bir konuşmada , Irak ‘ ta Şiiler, Sünniler ve Kürtler ve Asya ‘ dan gelenler ( Türkmenler mi demek istiyor acaba ? ) arasında iç savaş başladığını söyledi.

İRAN

İran Cumhurbaşkanı Ahmed -i Nejat, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı Başkanı,Mohamed El Baradei ‘in resmi ziyaretine bir gün kala düzenlenen törende İran ‘ ın Atom enerjisi elde etme konusunda çok önemli bir adım atarak , bu konuda hiç bir kimseden görüş almayacaklarını ilan etti .

Bush Yönetimi’ nin İran ‘ a yönelik bir hava saldırısının planlarını sonuçlandırdığı bildirildi. Hükümete çok yakın olduğu biline üst düzey bir danışmanın ,başkan Bush ‘ un ,‘İran ‘ ı kurtarma operasyonunun bırakacağı en önemli miras ‘ olduğuna inandığını söyledi.

İNGİLTERE

İngiltere’ nin başkenti Londra ‘ da doktorlar bir hastanın 40,000 doz Ecstasy aldıktan sonra hafızasında bazı sorunlar yaşadığını bildiriyorlar.

ABD

Amerika Birleşik Devletleri ‘ nin Connecticut kentinde bir fizik bilim adamı , zaman yolculuğu deneyleri için sponsor aradığını açıkladı. Yaptığı zaman makinasının ürettiği lazer ışınlarının ‘zamanı katladığı ve geriye sardığını’ ifade ediyor .








Ohio ‘ da bir cerrahın hastalarına zaman içinde yolculuk yaparak onları iyileştirebileceğini söylediği , ve bu doktor hakkında soruşturma başlatıldığı bildiriliyor .



NORVEÇ

Norveç ‘ de bir hastahanede görev yapan İsveç asıllı bir doktorun , hastalarının ağrılarını kendi bulduğu özel bir ‘ kalça-makat masajı’ yöntemiyle tedavi ettiğini , özellikle de başı ağrıyan hastalara yönelik bu tedavinin bazı hastalarda etkili olduğunu söylediği bildiriliyor . Hasta yakınlarının şikayetlerini dikkate alan hastane yönetimi doktor hakkında soruşturma başlatıldığını ve isveçli doktorun görevden alındığını açıkladı.

AVUSTRALYA

Avusturalya hükümeti Çin ‘ e uranyum satılması teklifini onayladı .

Avustralyalı bir nüdistin bir örümceğin yuvasına benzin döktükten sonra kibrit yakmaya çalışırken ağır şekilde yaralandığını bildiriliyor .

70 gönüllü arasından seçilen bir kadının yedi gün süreyle internet bağlantısı olan bir kafesde 300 kuşla bir arada yaşayacağı bildirildi.

JAPONYA

Japonya’ nın ünlü otomobil imalatcısı Toyota , imalat sırasında emniyet kemerlerinde yapılan bir hata nedeniyle toplam 57,ooo Leksus marka arabasını piyasadan topladığını açıkladı .

İTALYA

İtalyan merkez sol lideri Romano Prodi ,genel seçimleri kazandıktan sonra , ve siyasi rakibi Silvio Berlusconi ile Almanya usulü büyük koalisyon yapısına sıcak bakmadıklarını , açıkladı .
İnter Milan Futbol Kulübü ‘ nün sahibi Massimo Moratti , eğer uygun bir alıcı çıkarsa kulübü satabileceğini açıkladı .

KENYA

Kenya ‘ da kabileler arasında barış görüşmeleri yapmak üzere Marsabit ‘ e giden hükümet yetkililerini taşıyan uçağın, yoğun sisde teknik bir arızadan dolayı düştüğünü ve uçakta bulunan 14 hükümet yetkilisi ve dört mürettebatın can verdiği bildirildi.

23 Mar 2007

Uzun İnce Bir Yol



DEMOKRASİ YOLCULUĞU'MUZ

Demokrasimiz 1876 yılında 'Tanzimat Fermanı ' ile başlayan yolculuğuna devam ediyor.Bu yıl gerçekleşecek olan genel seçimlerle bu yolu nasıl yürüyeceğimiz daha belirgin bir hale gelecek her halde.

Cumhurbaşkanlığı seçimi, TBMM içi bir seçim olması itibariyle ,2002 partiler aritmetiğine bağlı olarak gelişecek.Seçimde belirleyici parti olan AKP 'nin tercihleri, geçerli olan anayasamızın (1980 Anayasası)sınırlarını ve türünü belirlediği demokrasinin çerçevesi içinde geçerli olacak.Muhalefet güçleri , yani AKP'li iktidara karşı olanlar bir kampanya yürütüyorlar.Bu kampanyanın ana ekseni ise mevcut güç dengesinin yapacağı cumhurbaşkanı seçimini yönlendirmek.

Esasında bu bir paradoks.Hem demokrasiden yana olacaksınız ,hem de istediğiniz zaman anti demokratik uygulamaları meşrulaştırmaya çalışacaksınız .Bu aslında dönemin padişahı 2.Abdülhamit'in de uyguladığı bir yöntemdi.Özünde halkın iradesine duyulan güvensizlik söz konusu .

Şimdi muhalefet tek argüman koyuyor ortaya :

Son kale elden gidiyor .

Esasında sabıkalı bir demokrasimiz var . 1876 yılından bu yana parlementoya ve sivil iradeye müdaheleler hiç de azımsanacak kadar değil.Bunların ne kadar zarar verdiğini bugün yavaş yavaş anlıyoruz .

Popülist politika yapma yolunu seçenler şimdi geriye adım atmak istiyor. Siyasetin sigortası yok .Bir kez yola çıktınız mı geri dönüş zor.Sonuçlarına katlanmanız gerek.
1980 yılıyla 2002 yılları arasında yirmi iki yılda çok şey değişti.

Sivil topluma inananların ,demokrasiye inananların gerçek siyasi çizgiyi ortaya koymalarının vakti geldi de geçiyor .

22 Mar 2007

Cumhurbaşkanlığı

Ünlü İngiliz gazeteci Simon Tisdall The Guardian 'da 21 Mart tarihli yazısında Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili görüşlerini dile getirmiş: Aslında kendi düşüncesini söylemiyor.Değişik görüşleri toparlamaya ve göz önüne getirmeye çalışıyor.İngiliz gazeteciliği ile bizdeki gazetecilik anlayışı arasındaki bariz fark da bu .Tisdall 'ın yazısından biraz alıntı yaparsak:

"Bu seçim bir açıdan çok ilginç , ortada aday yok . 15 Nisan adaylar için son başvuru tarihi.Siyasi barometre yükseliyor ,medya cılgınca konuya odaklanmış durumda.

Cumhurbaşkanlığı görevi aslında cok cazip.İyi bir maaş veriliyor.Parlementonun kararlarını veto etme yetkisi de var . Türkler için bu pozisyonun anlamı ,1923 yılında Atatürk'ün kurduğu laik Cumhuriyet rejimini korumak .

Ülkenin popüler başbakanının bu çoğunluğuna sahip olduğu parlemento tarafından seçilme ihtimali çok yüksek.Ama ana muhalefet ve askerler Erdoğan 'ın islami görüşleri nedeniyle güvenilemeyeceğini ileri sürüyorlar.

Ocak ayında bir terörist saldırıyla öldürülen Etnik Ermeni azınlıklardan Hrant Dink 'in ölümüyle ilişkilendirilen aşırı milliyetci güçler ise AKP nin PKK den farklı olmadığını ileri sürüyorlar.

Abdullah Gul, ise Erdoğan'ın başarılarını överek son dört yılda ekonominin yüzde 35 büyüdüğünü söylüyor."

Tisdall yazısında Milliyet 'ten Semih İdiz ,Tepav 'dan Güven Sak 'ın görüşlerine de yer verip şu cümleyle bitiriyor.



"Şimdi Türkiye tarihinin en büyük sorunlarından biriyle karşı karşıya . Eğer Bay Erdoğan , başbakan olarak kalmak isterse ,gölge adaylığı çok kısa sürmüş olacak."

Simon Tisdall konuyu aslında hafif geçiştirmiş.İngiliz kamu oyunu ne kadar ilgilendiriyorsa o kadar yazmış.Daha ileriye götürüp , siyasi bir analiz yapmamış.Belki de bu yazacağı yazı dizisinin ilki. Türkiye ve Orta Doğu konusunda en az Hersh kadar bilgili olan bu değerli gazetecinin ben daha bir kaç yazıyla siyasi analiz de yapacağını düşünüyorum . Daha 3 haftalık bir vakit var .Göreceğiz .
Bence bu konuyla alakalı daha kapsamlı bir yazı hazırlamaya başladığının işareti bu yazı.

Cumhurbaşkanlığı konusu çok uygun olmayan bir üslupla tartışılıyor bizim medyada.Sokak üslubu.Kültürlü Türkiye'ye, cumhuriyete yakışmayan bir üslup.Bundan üzüntü duymak lazım.Ben büyük bir üzüntü duyuyorum .Demokratik ve insan haklarına , hukuka saygılı kültürlü bir ülke hayalim git gide küçülüyor.

21 Mar 2007

Nevruz -Ölümsüzlük ve Yeniden Doğuş Tarifi

“İslâm kültür çevresi zamana uygun olmayan değerlerin yükü altında kötürümleşmişti. Beri yanda ise Batı kültürü, Rönesans’tan beri bir yenileşme içindeydi, ayrıca bu gelişmeyi yöneten hayat anlayışı bütün yeryüzünü kucaklama yoluna girmişti; ‘ölmüş’ ile ‘yaşayan’ arasında bir seçim yapmak zorundaydık. Bu, var olup olmamakla ilgili ağır bir seçimdi...Atatürk Türk toplumuna o kesin adımı attırabilmiştir, bu yüzden ölümün külleri içinden yeni bir hayat fışkırabilmiştir. Atatürk bu yönü ile ölümsüzdür. O, kendini boyuna yenileyen hayatın elçisi idi”.
Macit Gökberk-Değişen Dünya Değişen Dil

Bugün 21 Mart Yeniden doğuşun,dönüşümün,dirilişin günü.
Nevruz

"Sıcak bir gündü, Zerdüşt bir incir ağacının altında duruyordu. Kollarıyla yüzünü kapamıştı. O sırada bir karayılan geldi, onu boynundan öyle bir soktu ki, Zerdüşt acıdan bağırdı. Kolunu yüzünden çekince yılanı gördü. Yılan Zerdüşt'ün gözlerini tanıdı, beceriksizce kıvrılarak uzaklaşmak istedi.
'Hemen kaçma' dedi Zerdüşt, 'daha teşekkürümü almadın! Tam zamanında beni uyandırdın, daha yolum uzundur'. Karayılan üzüntü ile: 'yolun artık kısa'
dedi, 'zehirim öldürücüdür'. Zerdüşt gülümsedi 'bir ejderin bir yılanın zehiri ile öldüğü hiç görülmüş müdür? Dedi. 'Zehrini geri al! Sen onu bana hediye edecek kadar zengin değilsin'. O zaman karayılan yeniden Zerdüşt'ün boynuna sarıldı ve yarasını yaladı."

CUMHURBAŞKANI SEÇİMİ

20 Mar 2007

“Kendi “ve” Öteki “ sorunsalı :



“Kendi “ve” Öteki “ olma sorunsalı :

İnsan düşüncesi ,kendini tanıdıkça tarih boyunca kendi karşıtını ve yani ötekini kendinden apayrı ve karşıt bir varlık gibi yaratma eylemi içinde olmuştur. Her uygarlık kendi Doğu ‘ sunu ya da Batı’ sını yaratmakta hiç geri kalmamıştır . Hint,Hitit,Sümer ,Mısır,Yunan,Roma,Bizans,Avrupa ,Amerika uygarlıkları hep kendini ve ötekini yaratagelmiştir . Kendi olanlar ve öteki olanların mücadelesi .

Ötekini kendi aynasında üretme ihtiyacı , bir zorunluluk olmuştur insan için . Ötekiliğin yaratılma süreci , kendini bilmeyle başlıyor. Bu muhteşem keşfi ‘Narsisus’ başlatıyor . Sudaki kendi ve öteki . Ötekine bakarken kendimizi gözlemliyoruz . Kendimize bakarken ötekini arıyoruz . Hegelci düşünce tarihin ve evrenselliğin merkezinde kalmak istemiştir hep . Bu bağlamda Hegelci düşünce kendi olmayı seçip , öteki olanları dışlamıştır . Batının doğuyu dışladığı gibi . Hafızalarımızda yerleşik uygar dünya ve öteki dünya imajı artık her yerde karşımıza çıkıyor . Kendimiz olmayan düşünceyi öteki kılarak , dışlamayı modernite beraberinde getirmiştir . Kendi merkezci bakış , kültürel anlamda kendinin olmayan kültürleri de öteki kılma , ötekileme eylemini de beraberinde getiriyor . Çünkü yaratmanın , yaratıcılığın temelinde kendine karşı olanı da anlatma , ötekini anlatma kaygısı da vardır .

Bu bağlamda aydın olmak ya da aydın olmamak çelişkisi ortaya çıkmaktadır . Kendini keşfeden aydın , ötekini, de tanımıştır . Bu keşfini anlatmak o kadar da kolay değildir .Çünkü kamusal alanda kendini bilmekle öteki olmak ayırımı yoktur . Herkes kendidir ( Yani herkesin kedisi kendisidir , bu keşfi paylaşmak da uygun değildir .) ve birdir ( Bir olan da herkesin kendidir , tektir . ) . Öteki ise düşmandır ve kötüdür . Ötekini konuşmak ve keşfetmeye çalışmak iyi değildir . Hoş değildir . Aydın olan kişi hem herkesin kendisi gibi olmadığını bilir , hem de bir olan kendini öteki gibi görür.Bu öteki olma onu bir yol ayırımına getirir. Felsefe tarihinde bunun çok örneği vardır . Sokrates örneğin . Kıendi olma ya da öteki olma dengesini , keşfini ötekilere anlatamamıştır . Haksızlığa uğrayanları anlatanlar hep öteki olma suçlamasıyla karşılaşmışlardır . Platon eserlerinde bu çelişkiyi işlemiştir .

İçinde yaşadığımız toplumun fay hattı işte bu kendini bilme ile ötekini tanıma arasındaki denge ekseninden geçmektedir . Aydınlar arasında yeni saflaşmaların olduğu , kıpırdanmaların görüldüğü bu yıllarda bilgisiz ve formasyonu zayıf bireyler , kendileri olma uğruna , ötekini oynamayı daha kolay bulmaktadırlar . Görünen tablo , kendini bilmenin artık yavaş yavaş cazibesini yitirdiği , ötekini oynamanın çok daha karlı olduğu günleri yaşıyoruz .

19 Mar 2007

Modernite ve Nasyonalizm


Üzerinde yaşadığımız topraklarla ait olunan ırk, etik birlik , dil birliği birbirine tuhaf ideolojiler çimentosuyla eşleştirilip içinden çıkılmaz bir kafese kapatılıyoruz ve aklımızı mantığımızı yitiriyoruz gibi geliyor bana .

Bireysel düşünmeyip, kitlesel bir psikozla düşünerek hareket ettiğimiz günler var.
Modernitenin getirdiği kentleşme ,milliyetcilik ,vatanseverlik ve küreselleşme konularında tefekkür edenlerimiz azalıyor.

KAÇ TÜR MİLLİYETCİLİK VAR ACABA ?

Etnik milliyetcilik nedir ?
Irkcı milliyetcilik nedir ?
Feodal milliyetcilik nedir ?
Küresel milliyetcilik nedir ?
Atatürk milliyetciliği nedir ?




“SANAYİLEŞME çağı çokuluslu tarım imparatorluklarını dağıtarak, feodal ve aşiret yapılarını yok ederek şehirleşme ve 'milli' eğitim yoluyla ulus devletleri kurdu. Milli hukukları ve 'vatandaş'ı yarattı. Artık devletin dayandığı coğrafya 'mülk' değil, "vatan"dır. Nüfus unsuru ise 'muhtelif tebaa' değil, Atatürk'ün deyimiyle, "müttehit ve mütecanis", yani dili, soy tasavvuru ve ülküleri bir insanlardan oluşmuş "millet"tir.İsmet Paşa'nın "Henüz yeterince mütecanis değiliz" sözü aynı anlamdadır. Benzer ifadeleri İtalyan Mazzini'de, Fransız Gambetta'da, Alman Bismarck'ta da bulabiliriz.

Küreselleşme çağı ise, bir yandan uluslararası kurumları, öbür yandan insanlarda 'köklerine sarılma' duygusunu güçlendiriyor, "etnik milliyetçilik"ler yükseliyor!Bu 'ufalanma'ya paralel olarak, değerler dünyasında da "postmodernizm", modernizmin aksine, mistik ve cemaatsi değerleri yansıtıyor. Alain Minc'in "Yeni Ortaçağ" dediği bir süreç!”


Milliyetciliğin ortaya çıkışı modernite ile eş zamanlı olarak değerlendiriliyor . Milliyetcilik modernliğin ideolojisi olarak karşımıza çıkıyor . Modernliğin nesnel koşulları , tarihsel birikimi milliyetciliği üretiyor. Modern zamanlarda ortaya çıkan ulus-devlet siyasal birimlerinin çimentosu olma görevini yapıyor . Bir coğrafyada insanları bir arada tutan ,aidiyet gereği tarihsel gelişimini ortaya koyan , o insanların kimliğini belirleyen ideolojik olgu. Birey, artık ortak bir düşüncenin peşinden gidecektir .O artık bağımsız bir birey değil , bir milletin , ulusun üyesidir .

Birinci dünya savaşı sonunda Osmanlı imparatorluğuyla birlikte üç imparatorluk daha tarihe karıştı. Bu imparatorlukların küllerinden ulus-devletler çıkıyor. Yeni ülküler , yeni aidiyet kanıtları , yeni ideolojiler , yeni üretim biçimleri ve yeni kültürel kalıplar çıkıyor ortaya .Bizde İmparatorluk sonrası modern yaşama geçerken , batılılaşma hareketi daha da hızlanmış oldu. Eski kültürle ilişki , harf devrimiyle, halifeliğin , tekke ve zaviyelerin kaldırılmasıyla,kıyafet değişimiyle, kadınlara tanınan haklarla , laik devlet düzeniyle 360 derece değişti. Bu değişimin ne kadar büyük olduğu hepimizin malumu.

Kemalist iktidarın topluma getirdiği yeni değer yargıları, ulus-devlet milliyetciliği söylemiydi. Bu söylemde yeni bir tarih yazılmıştı. Ortak hafızaya ‘Orta Asya Türkleri ‘ etnik milliyetciliği tezi kazındı. : “Malazgirt savaşı 1071, Osman Bey , Orhan Bey ; Fatih ve İstanbul ‘ un fethi , Osmanlı yükseliş dönemi ,Yavuz , Kanuni Viyana Kapıları Lale devri ve sonra çöküş : Vatanını satan hanedan ve Vahidettin . Emperyalist İngiltere’ nin uşağı Yunanistan ve kurtuluş savaşı . İzmir ‘ in kurtuluşu ve Lozan :

“ İlkokuldan başlayıp lise son sınıflara kadar bu mesajlar verildi ortak hafızaya . 1930 yılı ve sonrasında doğanlar için ulus-devlet ortak hafızasında bu tez işlendi. Bu tarih tezi de doğal olarak Türk milliyetciliğini ortaya çıkardı.
Millet kavramı , bu grupları bireyselleştirmiştir. Tek bir grup haline gelmişlerdir . Gerçek bireylerin ufku ortak bir hafızaya , ufka yönlendirilmiş , prototip üyeler üretilmiştir.
Birey artık birey olarak düşünemez hale gelmiştir , ortak hafızaya göre hareket eder olmuş , ortak değer yargılarıyla düşünür olmuştur .Bazı konuların basın tarafından milli dava haline getirilmesi çok kolay olmaktadır . Ege ‘ de havada it dalaşı . Avrupa’ yı fetheden Türkler , Başarılı Türkler , özet olarak milli kimliği yükselten ve olumlu gösteren her hareket iyi , tersi ise cezalandırılması gereken bir düşünce suçu olmaktadır . Zaten 301 .. maddenin özü de budur .

Burada , Osmanlı öncesi düşünce yapısı , Osmanlı düşünce yapısı , İslam , Cumhuriyet , Küreselleşen Türkiye gibi çok yoğun konular önümüze çıkıyor . .



Günümüzde nereye yüzümüzü dönsek , bizi ve ülkeyi ilgilendiren , ülkemiz insanını ilgilendiren , yaşadığımız çağda ve geniş coğrafyada ilişkilendirmemiz gereken şeyler var . Bu iligilendirmeleri yaparak , kavrayarak konumumuzu daha iyi anlayabiliriz belki de ?
Örneğin , Avrupa Birliği , Irak , İran , İsrail , Kafkasya , Doğal Gaz , Bankaların satışı , uluslar arası ihaleler , kültürel ilişkiler .


ULUS DEVLET KAVRAMI

Çoğunluk, artık milliyetçiliğin modası geçmiş bir ideoloji olduğu konusunda hemfikir :
Dar anlamda milliyetçiliğin, “modernite düşüncesi”yle birlikte post feodal düzende geçerli olduğunu ,bu anlayışla yola çıkan milliyetçilik akımlarının yirminci yüzyılda bir etnik üst kimlik oluşturma çabalarının hüsranla sonuçlandığını tarih kanıtlamış durumda . Bu akımlar, yerini çağdaş toplumlarda ,artık varolmak için Ulus-Devlet modelini ve buna ilişkin ulus-devlet kültürünü oluşturmaktan başka çare olmadığını bilen liderlerin vizyonlarına bırakmıştır.

Atatürk ve arkadaşlarının ‘cumhuriyet düşüncesi ‘nin özü işte budur . Her türlü bağnazlıktan arınmış,bilimsel , laik, çağdaş ve küresel yeni bir ulusal üst kültür . Atatürk ulus-devlet kavramını çok net bir şekilde gören nadir liderlerden biridir .1923 yılından bu yana da bu yeni ulus-devlet kültürünü oluşturmak için çabalar vardır .

KARŞI GÖRÜŞLER

Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllardan bu yana Atatürk ‘ ün bu vizyonunun karşısında olan güçler , çeşitli kampanyalarla Ulus-Devlet kültür idealine karşı çıkmışlardır .
Kıyafet devrimi,Dil devrimi , laik devlet , hukukun üstünlüğü, evrensel kültür değerleri gibi reformları topluma üstten alta yaymak için çabalar olmuştur . Bu reformlar , mevcut durumunu değiştirmek istemeyen statükocu , eski düzeni savunan imparatorluk kalıntısı , feodal ,dinci ve tarikatci kesimlerin sürekli karşı çıkışlarıyla kesintiye uğramıştır . Bu kesintileri ve nedenleri mercek altına yatırırsak :
Burada düşüncelerini çok ilginç bulduğum , değerli bir bilim adamınını düşüncelerinden alıntı yapalım .

Modern devletin çeşitli özellikleri var; kendi öz tarihinin ve kökenlerinin belirlemesinden öteye, modern çağda devletler (devlet elitleri) birbirlerinden çok şey öğrendiler; ayrıca devletler arası sistemin zorlamasıyla benzer davranış biçimlerini benimsediler. Devlet teknolojisi ve devlet davranışı (siyasi rejimden ve toplumun yapısından bağımsız olarak) aynı çizgi etrafında nispeten küçük farklılıklara izin vererek gelişti.

Eskiden her devlet iç işlerinde müstakil, bağımsız, özerk, otonomdu. Büyük veya küçük herhangi bir devlet bir diğerine o devletin yurttaşlarına ilişkin meselelerde karışamazdı. Buna karşılık devletler, aralarındaki ilişkilerin sürdürülmesi amacıyla belirlenmiş bir hukuk sistemi geliştirecekler, bu devletlerarası hukuk özne olarak devletlerin tüzel kişiliğini kabul edecekti. Devletlerarası hukuk’un temelini ise yine devletlerin kendi arzularıyla taraf oldukları antlaşmalar belirleyecekti. Dolayısıyla bu hukuk çerçevesinde bireylerin herhangi bir statüsü yoktu, her birey ancak kendi devleti ile muhatap olabiliyordu, devletler ise tüzel kişi olarak birbirleriyle ilişkilere girebiliyorlar, fakat kendi tebaaları ile olan ilişkilerinde kimseye hesap vermek durumunda kalmıyorlardı. Demek ki devlet-birey ilişkilerinde dönüşümler ancak ülkenin kendi iç dengelerinde değişikliklerden geçebilirdi. Yahut da güçlü devletler zayıf devletlere bazı tavizleri dayatabilirlerdi –örneğin ‘extraterritoriality’, yani tebaanın içinde bir gruba, bazı bireylere, devletin iç hukuk sisteminden kaçabilmek hakkı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu’nda (ve diğer bazı, Mısır, Çin gibi, ülkelerde) yaşayanların bir kısmı yerel mahkemelerde değil konsolosluk mahkemelerinde yargılanabiliyordu.

ULUS DEVLET MODELİ

Yeni Ulus Devlet Modeline göre ise , devletin modernleşmesi, merkezileşmesi ve örgütsel rasyonaliteyi tek bir merkezden yayılan bir biçimde tekilleştirebilmesinden geçiyordu. Yani devletin çeşitli kolları, coğrafi anlamda merkezden taşraya, ve de devletin erki altındaki en ücra mekanlarına kadar; ve de işlevsel anlamda devletin en üst bürokrasisinden en yan ve tali işlerle uğraşan dairelerine kadar tek bir mantığa hizmet etmeli, örgütlenmesi de bu mantığın paralelinde yapılması gerekenleri somutlaştıracak kapasiteyi ortaya çıkarabilmeli. Devletin bu rasyonalitesi ancak devlet aklının bütün devlet operasyonlarını yönlendirebilmesi ile olur; bunun için de en gerekli şey devletin hiçbir kolunun, bürosunun, dairesinin kendi başına hareket edememesidir. Yani devletin tek bir, merkezileşmiş, rasyonalitesi olmalıdır. Örgütsel olarak da bu rasyonaliteyi bütün akşamına taşıyabilecek ve onların davranışını denetleyebilecek bir etkinliğe sahip olması gerekir.


Burada esas konu Hükümranlık, “sovereignty”, konusudur . Yani egemenlik olarak da geçen bir kavram. r. Kolaylıkla anlaşılabileceği gibi dışa yönelik hükümranlık nasıl devletlerarası hukuk, uluslararası ilişkiler gibi disiplinlerin temel paradigmasını belirlemişse, içe dönük hükümranlık doğrudan veya dolaylı olarak çeşitli hukuk dallarının, siyaset biliminin, kamu yönetiminin, ve hatta sosyolojinin nasıl ve hangi soruları sorduğunu belirliyor.


Devletler her zaman kendilerinden güçlü devletlerin dayattığı anlaşmalara riayet etmek veya çeşitli devletlerin oluşturduğu düzenin parçası olmak zorunluluğunda kalmışlardır. Örneğin Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO) dışında kalmak Türkiye gibi bir devlet için düşünülebilir bir alternatif değil, çünkü bu büyük çapta dünyayla ekonomik bütünleşmeden vazgeçmek anlamına gelebilir. Dolayısıyla ithalat ve ihracatın yönetilmesine ilişkin düzenlemeleri WTO’ da öngörülen koşullar çerçevesinde yapmak ve uygulamak gerekiyor. Bu da fiili olarak dünyada yavaş yavaş geçerli olmaya başlayan, tek bir pazarın oluşmasına yönelik serbest ticaret şartlarının kabulü anlamına geliyor. Aynı tür dayatmalar arasında devletin kendi ihalelerini tüm dünya şirketlerine açması, özelleştirme sürecinde ulusal şirketleri kayıramaması gibi şartlar da var.

Özellikle hukuk’un globalleşmesi hükümranlık kavramının temelini sarsan bir nitelikte. Özellikle Türkiye gibi Avrupa hukuki geleneğini sonradan alan ülkelerde devletler kendi hukuklarını oluşturmada neredeyse sınırsız bir serbesti hissediyorlardı. Bunun nedeni geleneksel hukukun geçerliliğini kaybetmesinde yatıyordu, yani bu Avrupa hukukuna sonradan gelen devletler ise sıfırdan başlıyorlardı. Oysa şimdi çeşitli sahalarda hukuk globalleşiyor, yani devletlerin kanun koyucu olarak artık aynı derecede bağımsız olmaları imkansız. İç hukukun global standartlara uyum göstermesi gibi “
Hukukun globalleşmesinde birinci ivme ekonomiden geliyor. Bütün endüstriler araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin getirdiği katma değer bazında gelişiyor. Bir sektörün zengin ülkelerde yer almasının ön koşulu içinde araştırma geliştirmenin, dolayısıyla da fikri mülkiyetin çok yer tutması.

Bu nedenle öncelikle Amerikan şirketleri patent, copyright, marka gibi mülkiyet unsurlarının kanunda düzenlenmesi konusunda büyük baskı yapıyorlar. Bütün diğer devletler de aşağı yukarı aynı kanunları mecburen parlamentolarından geçiriyorlar. Mülkiyet haklarının bu yönde gelişmesinden başka ulusal ekonomilerin rekabete açılması için gerekli düzenlemeler de aynı kararlılıkla dayatılıyor. Örneğin hisse senedi alım satımında gereken şeffaflık Amerikan kanunlarının benzerlerinin ulusal hukuka getirilmesi ile sağlanıyor; aksi takdirde yabancılar borsaya para getirmiyorlar. Aynı tür düzenlemeler banka sektörü için de geçerli. Genel olarak piyasada rekabet kurallarının dünya ortamına uyum göstermesi tüm dünya ekonomisinin sermaye açısından tek bir alan haline gelmesi anlamını taşıyor.

Hukukun globalleşmesinde ikinci alan insan hakları. Bu konuda devletlerin 1945 sonrası, Birleşmiş Milletler çatısı altında imzaladıkları, daha çok iyi niyet göstergesi olan anlaşmalar, birden gerçeklik kazandılar. İnsan hakları konusunda global düzeyde bir konsensus oluşmuş durumda. Hiçbir devlet ‘benim iç işlerime karışamazsınız’ argümanı ile insan hakları ihlallerine devam edemiyor. Türkiye gibi bir devlet için Avrupa Konseyi çok somut bir devletler-üstü düzenleme oluşturuyor. Türkiye Devleti’nin insan hakları ihlalleri davaları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kadar gidiyor ve devlet kendi iç işlerindeki uygulamalar dolayısıyla yargılanıyor, hüküm giyiyor, ve buna da hükümranlık adına itiraz edemiyor.

Benzer bir durum azınlık (grup) hakları konusunda geçerli. Etnik, inanca bağlı, veya davranıştan kaynaklanan azınlık oluşturan grupların hakları yine evrensel değerler adına korunuyor. Burada önemli olan devletlerin egemen iradesinin üstünde bütün dünyaya şamil değerlerin ortaya çıkmış olması ve bunun dışında kalmaya çabalayan devletlerin bu normlara ayak uydurmasının bir şekilde sağlanması. Ayrıca WTO’nun devletlere karşı uygulanılabilecek müeyyidelere karar verdiğini, yakında işlemeye başlayacak, Roma’da kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin karşılıklı anlaşmalarla sınırlı kalmadan cezai ehliyet kullanabileceğini düşünürsek, hukuk’un ulusal çerçeveden çıkıp globalleşme yönünde geliştiği anlaşılır.

Hukukun globalleşmesinde üçüncü bir saha en geniş anlamıyla çevre korunmasında ortaya çıkıyor. Örneğin Türkiye’de son yıllarda gündeme gelen bazı özel veya devlet yatırımlarında çevre sorunları ve kültürel hazinenin korunma sorunları Türkiye vatandaşları kadar yabancılar tarafından da gündeme getirildi. UNESCO’nun ‘insanlığın ortak kültürel mirası’ olarak kabul ettiği doğal ve kültürel varlıklara zarar verecek pratikler en azından tartışma konusu oluyor, ve sonunda engellenebiliyor. Ülkelerin bu konularda çeşitli anlaşmalara imza atmış olmaları ve bu anlaşmaların bir şekilde iç hukuka geçirileceği sözü düzenlemelerin ülke üstü düzeylerde gerçekleşeceğini işaret ediyor. Kamuoyunun da bu konularda duyarlılık kazanmış olması ‘onlar bizim iç işimize karışamaz’ türü bir tepkinin geçerliliğini azaltıyor. Dünyanın kendi ekoloji dengesiyle, ve korunmaya muhtaç çevresiyle tek bir organizma olarak görülmeye başlanması, “global” bir aidiyet bilincinin yerleşmesi, giderek ulusalcı egemenlik his ve düşüncelerinin yerine geçiyor.

Bunu ulus devletin erimesi, veya ortadan kalkmasının habercisi olarak görmek, hükümranlık olayının tamamen bittiğine karar vermek yanlış olur. Tersine donen ulus devletin hükümranlığının mutlaklaşması, yekpareleşmesi, ve rasyonalizasyonu trendleri. Eğer devleti farklı bir şekilde tanımlamaya hazırsak, bir ülkede siyasi erki kullanan, ama global düzeyde uzantıları olan, farklı network’lerin içinde çalışabilen, ille de öncelikli ilişkileri birbirleriyle olması şart olmayan, birbirlerinden nispeten bağımsız yönetim ve regulasyon mekanizmaları olarak kabul edebilirsek, devletin seklinin değiştiğini ama ortadan kalkmadığını kolaylıkla görebiliriz. Fakat devletin üniter mantığıyla kendini özdeşleştirmiş toplumsal gruplar, yekpare mutlakıyetçiliği savunanlar, yeni morfolojiden çok rahatsız oluyorlar ve bu trendi önlemeye çalışıyorlar. Krizi yaratan da bu zaten: tarihte hep olduğu gibi, eski yerini yeniye terk etmiyor. Ortaya çıkan çekişmeli durumda ne devletin çeşitli kolları ne de devletin koyduğu hukuk’a bağımlı yurttaşlar globalleşmenin gerektirdiği manevra kabiliyetini kazanamıyorlar. Böylece globalleşmenin sunduğu imkanlar kullanılamıyor. Daha da kötüsü, tartışma hala eski çerçevenin nasıl devam ettirilebileceği üzerine odaklandığı için büyük bir entelektüel enerji ve zaman kaybı yaşanıyor.
Bu bağlamda Avrupa Birliği yaklaşımının ve görünürdeki projesinin sözünü ettiğimiz modele ne kadar uygun olduğunu belirtmekte fayda var. Avrupa Birliği ulusal devletler yerine geçecek fakat esasında aynı işlevi görecek yeni bir devlet modeli değil. Yani Paris’in, Londra’nın, Roma’nın yerine Brüksel geçmiyor. Brüksel yeni bir yapılanmayı temsil ediyor, ulusal devlet düzeyinin üstünde yapılması gereken işlevleri üstleniyor. Ayrıca yukarıda sözünü ettiğimiz gibi bölgelere, yerel yönetimlere, kolektif gruplara yeni erkler tanıyarak ulusal devletin içinde siyasi ve idari odaklar oluşturulmasını öngörüyor. Ayrıca ulusal devlet yapısının işlevsel olarak ayrışmasını, çeşitli birimlerin yine göreli bir özerklik içinde diğer ulusal devletlerin benzer birimleriyle daha yakından ilişkide olmalarını, bilgi alış verişi yapmalarını, eşgüdüme girmelerini istiyor. Böylece birbirlerinden kesin sınırlarla ayrılmış devlet nüfuz sahaları yerine birbirleriyle çeşitli network’ler içinde iletişime girmiş birçok kademeden oluşan yeni bir devlet şekli ortaya çıkıyor. Burada hükümranlığın yitirilmesi söz konusu değil. Hükümranlık gerçekten halklara aitse aynı insanlar simdi aynı hükümranlığı farklı düzeylerde -yerel, bölgesel, ulusal, ve AB düzeyinde- kullanıyorlar. Burada bir şey yitiren sadece eski ulusal devletin tekelleştirdiği tür hükümranlığa çeşitli nedenlerle bağımlı olan gruplar, yani eski devletlerin devlet seçkinleri.
Avrupa Birliği globalleşmenin meydana çıkardığı koşullara en kolay uyum gösterebilecek bir idari yapı önerisi olarak önümüzdeki tek örnek. Bünyesindeki devletleri yeni koşullara uymaya, yitirilen mutlakıyete direnmek yerine bu koşullara göre yapılanmaya zorluyor. Türkiye açısından ise nispeten realist bir perspektif oluşturduğu için büyük bir şans. AB’de şekillenen süreçlerden hiç etkilenmeyen bir ülkede yasasaydık bugünkü devlet biçiminin dönüşümüne yönelik mücadele vermek herhalde çok daha zor olurdu.”


Toplumun bu değerler karmaşası içinden çıkabilmesi çok güç.En sağduyulu kesimlerinden yükselen ‘Neler oluyor ‘ sorguları , bizim için çok değerli olan ‘hukuk Devleti’ olma çalışmalarının ne kadar güç olduğunu , yüzyıllardır toplumun en alt katmanlarına kadar sinen kulluk edilgenliğini uyandırmaya yeterli olmayacaktır.Hukuk devleti olma isteği yueterince şiddetli değil.Siyasi partilerimizin iç bünyesi içinde katılaşan hiyerarşik yapının acımasız yapısı yansımıyor mu tüm topluma?Başkanımız ne derse o olur, başkana şirin görünmeler vb.

Bugün gelinen noktada bariz olarak görünen bir hakikat var : irtica bekleyen kişiler de var , İran olmayalım diyenler de var : ama en önemlisi 1923 yılından bu yana aşamalar geçiren ulus-devlet modeli artık tatışılmaktadır.

Toplumun büyük bir kesimi evrensel değerlere göre itilip kakılmadan , hukuk ve adalet şemsiyesi altında , fırsat eşitliği. ve insan hakları çizgisinde yaşamak istemektedir . Tüm kamu oyu araştırmaları da bunu göstermektedir . Büyük bir olasılıkla önümüzdeki günlerde bu güçlerin savaş alanı ortaya çıkacaktır . Medyada bu gelişmeye karşı çıkanlar zaten bariz bir biçimde görünmektedirler .

Şimdi önümüzdeki günlerde yaratılacak suni krizler birbiri ardından dalgalar halinde üzerimize gelecek .Her geçen gün daha da şiddetlenecek . Zaten hiç bir şeyi yeterince öğrenmeye ve anlamaya vakti olmayan kitleler , milliyetci,ulusalcı,islamcı , layik ,batıcı ,sünni,alevi etiketiyle dilimlenmiş olarak ve daha fazla dilimlenmeye ve etiketlenmeye boynu bükük olarak uyanacaklar uykularından her sabah .

Karunesh

Maşrık 'ın gizemli müziğini yakalamış Karunesh.Bu CD sinin hepsini dinlemedim ama,Joy of Life ' ı dinledim.Cennetin insanın içinde olduğunu hissettiriyor.

18 Mar 2007

Babil

The New Yorker dergisinde Politzer ödüllü araştırmacı gazeteci Seymour M.Hersh ‘in 7 Mart 2007 tarihinde yayınlanan ‘Yön Değiştirme’ başlıklı yorumu çok ilginç bilgiler veriyor bize .En azından bu ‘medeniyetler çatışması’ kavramının Huttington’un kitabının boyutlarını aşarak uluslar arası siyasal çatışmalar biçimine döndüğünü göstermektedir.
“Irak’da işler umulduğu gitmeyince , ABD yavaş yavaş İran ‘la muhtemel bir sıcak çatışmaya doğru çekiliyor.Bunu körükleyen olaylar da Irak ‘da artık bariz bir hal alan iki İslam mezhebi olan Şiilerle Sünnilerin çatışması : ABD Lübnan ‘da stratejikbir değişiklik yaparak Sudi Arabistan ‘la ortak bir çalışma başlattı.Bu aynı zamanda Şii olan Hizbullah ‘ a bir darbe vurma anlamını da taşıyordu.Geçmişte de ABD müttefiki Sudi Krallığıyla çeşitli işbirliği projeleri gerçekleştirdi.Bu kez resimde İsrail ‘ i de görüyoruz .
Bir dizi görüşme yapan ABD,İsrail ve Suudi yetkililerin dört ana prensip üzerinde anlaştıkları söylenmektedir :
1-İsrail’in güvenliği garanti edilecek.
2-Sudi yetkililer Hamas ‘la görüşmeler yaparak onların İran ‘dan destek almasını önleyecek ve El Fetih örgütü ile diyalog içinde olmasını sağlayacak.Şubat ayında bu yönde yapılan çalışmaların yetersiz kaldığını İsrail ve ABD açıkça ifade etmiştir.
3- Bush yönetimi bölgedeki Sünni ülke yetkilileriyle direk olarak çalışmalar yaparak şii etkisini en aza indirmeye çalışacaktır
4-Sudi Krallığının Suriyedeki Başhir Assad hükümetini zayıflatmak bir plan hazırlaması ve ABD ‘nin de onaylayacağı bu planın tamamiyle Assad hükümetine yönelik olması istenmiştir.
İsrailliler ünlü Lübnanlı Sünni lider Rafik Hariri ‘nin öldürülmesinde Assad hükümetinin sorumlulukları olduğunu ifade etmiştir.
……
Prens Bandar ,Suudi Arabistan ‘ın ABD büyükelçisi olarak yirmi iki yıl Washinngton’da görev yaptıktan sonra savunma bakanlığı danışmanı sıfatıyla geriye dönüyor ve üçlü görüşmelerin arabulucu görevini üstleniyor. Prens bandar’ın oluşumunda katkıda bulunduğu plan Sünni ülkelerle işbirliği yaparak Şii İran ‘ı izole etmek amacını taşıyor.
……
Burada en önemli ayırım, Irak’da ABD askerlerine saldırıda bulunan güçlerin tamamının Sünni olması.Şiilerin saldırısı söz konusu değil. Stratejik olarak Irak ‘da Abd ‘nin prestij kaybı İran ‘ın güçlenmesine neden olamaktadır.
……
Bütün bu görüşmeler trafiği içinde yaratılmak istenen Sünni cephe ABD ‘nin bölgedeki çıkarlarına ne kadar uygun olacak? Bunu kuşkuyla karşıladıklarını söyleyen ABD kongre üyeleri Bush hükümetinin kongreye doğru bilgi verme konusunda çok zayıf kaldıklarını ,bunun da endişe verici olduğunu ifade etmişlerdir .”
Seymour M.Hersh gibi bölgeyi çok iyi bilen ve tanıyan bir yazarın yukarıda özetlemeye çalıştığımız görüşleri , bize medeniyetler çatışmasının bir başka boyutunu göstermektedir.
İslam dinine mensup insanların yaşadığı bu bölge , yani Orta Doğu, korkunç ve çok kanlı bir mezhepler savaşı içine çekilmektedir.Sünni ülkeler , Suudi Arabistan,Mısır,Ürdün,Pakistan,Türkiye cephesi Şii Suriye ve İran ‘ a karşı bir harekata doğru yönlendirilmek istenmektedir.Hersh’in tespitlerine göre de bu cephe Suudi Arabistan tarafından finanse edilmektedir..Bu cephenin savaş alanı da Lübnan .

16 Mar 2007

Karunesh

Karunesh 'in yeni CD 'sini dinledim.Yürüdüğü yolda artık kalıcı galiba.
Zen düşüncesinin müzikle çizimini yapmaya çalışan Karunesh çok başarılı.Bu çalışması uzak doğunun mistik göklerinden neşeli tınılar getiriyor.

Sanskrit dilinde bir kelimeymiş 'Karunesh'.

Symirna




İzmir .Eski adıyla Symirna ya da Simirna.Kordon Boyu'nu ve kireç badanalı yapıları ve palmiye ağaçlarını görüyoruz.Bu binalarda kentin ileri gelen tüccarları, bürokratları otururmuş.Sahil şeridine paralel 'kordon' dizilişi tüm Akdeniz,Ege sahil kentlerinde var.Roma geleneği belki de bu.Selanik,Atina,Antalya ve tüm Akdeniz liman kentleri. Geçen yüzyılın başında,yani tam yüz yıl önce kent nüfusunun dağılımını yapan bir kaynaktan alıntı yapalım: Bu kaynak da ne kadar doğru bilmiyorum.

Türkler 160,000
Rumlar 170,000
Yahudiler 25,000
İngiliz 5,000
Fransız 4,000
İtalyan 3,000
Diğer 7,000

Çok ilginç bir tablo.Kordon üzerinde ünlü şeflerin çalıştığı oteller, restoranlar ve kulüpler yer alıyormuş.Akşam üstleri kentin elitleri buralarda toplanırmış.Bu yılları, İzmir kent hayatını anlatan edebiyat eserleri mutlaka vardır.Geçen yıl elime bir roman geçmişti:1888 yılından başlayarak İzmir'i ve İzmirlileri anlatıyor.

İzmir Büyücüleri -Mara Meimaridi
Kitabın orjinal adı : I Magisses Tis Smirnis
Çeviren : Şebnem Christakopoulos

Kent yaşamından bir alıntı yapalım kitaptan:Yanlışlık olmasın yıl 1889:
Sayfa: 273 Hipodrom:
"...Her yıl 14 Kasım'da Buca'da at yarışları olurdu.Burada İngiliz atları yarışırdı....Sporting Club (Yukarıda gördüğümüz Kordon resminde saklı kulüp) üyesi olan herkes bu yarışa katılabilirdi....Cennet parçası Buca,bisiklet yolu yapılmaya başlanmış olan şehrin üst kısmına yakın bir yerdi.(Buca'da Fransızlar , Bornova'da İngilizler,Alsancak'ta Rumlar,Kadifekale 'de de Türkler otururmuş o zamanlar.)
...O gün hanımların at yarışları varmış. Hanımlar acaba kimin hanımları?
Bugün İzmir Buca Atlıspor Kulübünde bayanlar yarışıyorlar.Yüz yıl önce de yarışıyorlarmış demek.
İzmir'in bu atyarışı geleneğini bir yerlerde okuduğumu anımsıyorum.Zamanın padişahı da bir atla yarışmalara katılmak istiyor,para gönderiyor.Padişahın bundan haberi var mı yok mu ?Onu da anlamak mümkün değil.Sonra savaş yılları her şeyi tümüyle değiştiriyor.İzmir hala kişiliğini arayan bir kent.Bir yerde tüm kentler gibi eskiyle yeni iç içe.Eski kent yaşamıyla yeni kent yaşamı ne kadar yaklaşabilir birbirine ?
1905 yılında İzmir Bornova 'da golf sahası var. Bu sahada golf ligi karşılaşmaları yapılıyormuş.Ünlü golfcüler gelip bu sahada dehşet karşılaşmalar yaparmış.
Futbol ligi varmış.Çok çetin karşılaşmalar yapılırmış.İmparatorluğun bu zengin kenti her bakımdan bir örnek olmuş.Bin yıl önce de öyleymiş.Fenikeliler kurmuş kenti.İnsanların mozaik yapısı,dil,din,kültür açısından , ticaret ve endüstri açısından her çağın örneği olmuş.Sonra yine savaşlar , ölümler ve kıyımlar.Savaşlarda zarar görenler hep masumlar olur.Masum kendi halinde yaşamayı seven iyi insanlar savaşta yok olurlar.Onların yerine daha farklı amaçları olan insanlar gelir onların evlerine otururlar.Symirna 1919 yılından sonra kabuk değiştirmeye başlıyor.Sonrasını biliyoruz.Yazılmayan insanların gerçek yaşamı esasında .Sonra savaşın tozu dumanı çekilince kent yaşamı tümüyle değişiyor. Tarih geçmişten günümüze uzanan ışık esintileri aslında.İzmir ya da Symirna bu ışığı binlerce yıldır taşıyan bir kent .Yukarıdaki fotoğraf ise o ışığın küçük bir bölümü .

15 Mar 2007

Öteki Denizi Özlüyorum















Bir deniz özlemek hoş bir duygu aslında.Bu akşam üstü Beyoğlu'nda yürürken yanımdan gelip geçen ve beni şaşkına çeviren insan seline bakarken anladım . Evet denizi özlüyorum.Bir denizin kıyısında öbür denizi özlemek de biraz tuhaf biliyorum.Beyoğlu'ndan aşağıya in Boğaz'a .Orada deniz alabildiğince kucaklayabilir insanı.Benim aradığım deniz öbür deniz . Güneydeki deniz .Sıcak olan.sakin olan . Akıntısız.Öylesine uzanıp giden sakin kumsallar.Bahar ayları hep soğuk oluyor İstanbulda.Mayısa kadar ısınmıyor havalar bir türlü.Bir sıcak bir soğuk.Moral bozucu olduğu da olmuyor değil.Çaresiz beklenecek.O güneydeki sakin denize bir hafta sonu gitmeli esasında.Bu akan insan seli hiç duracakmış gibi değil.Binlerce insan bir yerlerden bir yerlere gidiyorlar hızla değişen sokaklardan koşar gibi geçerek.İş çıkışı telaşı.Biriyle buluşacak olanlar acele ediyor belli.Buluşmuş olanlar ise ne yapacaklarına karar verene kadar yavaş yavaş yürüyorlar.gençler daha çok Dilek pastanesine gidiyorlar.Bütün bina pastane.Yemek de yenebiliyor makul fiyatlara.Akşamları çok kalabalık oluyor.Bütün restoranlar, cafeler zaten doluyor.Avrupa'nın bütün büyük kentlerinde olduğu gibi burada da yemek vakti yaklaşıyor.

İstiklal caddesinde Borusan Kültür Merkezi'nin önünde duruyorum.Binaya bakıyorumç.Bütün bina kültürel çalışmalar için ayrılmış diye duymuştum.Giriş kapısı demirden.Kalın demir gri renge boyanmış.Hiç de girmek için davet edici değil.Demir bir kapıdan geçerek kültür evine girmek duygusu beni durduruyor.İkinci katta kitap rafları ilişiyor gözüme.Kütüphaneci bayan da pencereden caddeyi seyrediyor.Orada bir kütüphane olduğunu bir tanıdığımdan duymuştum.O kütüphaneyi çok merak ediyorum ama , demir kapıdan içeri girmek birden gözümde büyüyor.Sanki kimse girmesin , gelmesin diye kapatılmış gibi.Bir gün o kapıdan geçip ikinci kattaki kütüphaneye çıkacak cesareti bulacağım.Ama bu akşam değil.

Yürümeye devam ediyorum.Rusya Konsolosluğunun yanında bir mağaza var .Eski mi eski.Vitrini ,kapısı ve herşeyiyle geçen yüzyıldan kaldığı belli olan bir mağaza.Etrafdaki diğer mağazalara bakınca içerideki tozu ve loşluğu yadırgıyorum.
Korse satılıyor bu mağazada.Yalnızca korse.İçeride iki bayan görünüyor . Yaşları seksene yakın olmalı.Bu sokağın geçirdiği değişimi en iyi onlar bilir her halde.İstanbul'un işgal yıllarını görmüşlerdir her halde.Birinci savaş yıllarını da .O yıllarda kolera ve dizanteri salgını varmış İstanbul'da.Bütün kent karantina altındaymış.İmparatorluğun çöküş yılları.balkanlardan ve Makedonya'dan akın akın göçmenlerin geldiği ,beraberlerinde hastalık ve acıları getirdikleri yıllarda acaba bu iki bayan kaç yaşındaydı.Bir an mağazaya girip onlarla sohbet etmek geçiyor içimden.Artık aklıma eseni yapmayacak yaştayım .Bir an önce bu insan selinden kurtulup katılacağım toplantıya yetişmeliydim.

15 Mart Perşembe 2007




Soğuk bir Mart Sabahı Boğaz vapurunda demli çay:

Bugünün İstanbul kaynaklı TV,Gazete haberler gündeminde önem sırasına göre şu alıntılar yapılmış. Ortak haberlerde saklı gündem : Seçim 2007 ısınmaları.
1-Cumhurbaşkanı seçimi çerçevesi içinde sayabileceğimiz haberler.
2-Ekonominin kötü gidişatı konusunda haberler
3-Belediye hizmetlerindeki yolsuzluk haberleri
4-Magazin haberleri

Dış kaynaklı haberlere bakarsak durum nasıl ?
Tüm dış kaynaklı haber kuruluşları İran ,Filistin,Irak,kaynaklı haberlerinde bölgedeki stratejik değişimleri konu alan haberlere yer veriyorlar.
The Guardian dan Simon Tisdall 'ın 'Mission İmposible' diye adlandırdığı ABD'nin Irak politikası üzerine görüşleri çok ilginç.ABD 'li yetkililer Irak 'da bir iç savaş olduğunu kabul ediyorlar artık.
Bu sabah ve her sabah bu çelişkilere karşın İstanbul'un boğaz vapuru tam vaktinde kalkıyor iskelesinden.Sizi binlerce tarihi bir yolculuğa da çıkarabilir.Vapura binersiniz.Tarih 15 Mart 1910. Çayınızı yudumlarken gazetelere göz atarsınız.İç haberlerde sadrazamın kim olacağı tartışması,İttihat Terakki cemiyetinin beyanatları.Dış basında ise Trablusgarp ve Irak'da Arap kabileler arasında çıkan isyanların nedenleri üzerine Jan Ramberg 'in yorumları .

İşte soğuk bir Mart sabahı,işte güzelim İstanbul.

14 Mar 2007

Hüzünlü İstanbul

Orhan Pamuk 'un İstanbul adlı kitabını biraz önce okumayı bitirdim. Pamuk bir kelimeyi 'Hüznü' almış , onu 345 sayfaya ustaca yerleştirmiş.Anılarıyla şimdiki zaman harmanlanmış , eski İstanbul ile yenisi yanyana konup , ölçülüp biçilmiş.Nişantaşı,Boğaz,Beşiktaş ,Cihangir semtlerine serpilen hüzün Orhan Pamuk 'un başkenti İstanbul.Çöken bir imparatorluk, ve git gide fakirleşen zengin insanlar, hüzünlü insanlar.Nereye ait olduğunu kolay kolay kestiremeyen, anlayamıyan insanlar.Pamuk bir kenti,kentlileri çocukluğunun ve elli yaşındaki yazarın gözleriyle anlatıyor.İstanbul'a göç eden insanları anlatmıyor.Onların neden İstanbul'a geldiğini de sorgulamıyor.Öyle bir savı yok. Sadece çöken ve fakirleşen bir imparatorluk kalıntısı kentin, karanlık sokaklarında kendini , kişiliğini aramaya cesareti olan Orhan'ı anlatıyor.Bunu da büyük bir cesaretle yapıyor .Babası,annesi,abisi,büyük annesi ve diğerlerini , en yakınındakileri hem çocuk Orhan olarak hem de yazar Orhan olarak anlatıyor.Sorguluyor.Nefret ettiği , kızdığı ve sevdiği şeyleri tanımlıyor. Okurken epeydir kafamda dönüp duran bir çok sorunun da yanıtını bulduğumu sanıyorum .ben de kardeşimle , annemle ve babamla , dedemle hesaplaşır gibi oldum . Sonra bunu yapmanın o kadar da kolay olmadığını anladım.İmparatorluğun başkentinde hüzünlü bir gezintiye çıkarıyor bizi. Kenti okurken siyah beyaz fotoğraflar bize yardımcı oluyor . Fotoğraflarda gördüğünü anlatıyor yazar. Biz de o resimlerin içine giriyor , o günlere gidiyoruz.Boğazda ve Marmara'da yankılanan hüzünlü martı çığlıklarını duyuyoruz.Sonra kökü hiç olmayan sermayedarları anlatıyor.Sürekli nereden geldiği anlaşılmayan giderek meşru olmayan yolarla kazanılan servetlerin yansımaları binalar ve yapılanmalara çekiyor dikkatimizi.İmparatorluğun asik sınıfı hiç bir zaman olamamış batılı anlamda .O muhteşem paşalar devletlinin kapısında kendilerine başarılı hizmetleri için verilen konaklar ve servetleri , başarısı olunca bir pala darbesiyle kaybedince aileleri hüzünlenmiş ve yabancılaşmış. İmparatorluk batılı anlamda feodaliteyi yaratmamış. Bilerek ya da bilmeyerek .İmparatorluk asaleti de böylelikle batılı kalıplara göre değil , İstanbul 'a özgü bir gelişme göstermiş. İşte bu yüksek dereceli bürokratların imparatorluk çöktükten sonra yok oluşu nu anlatıyor biraz da . Sonra bu paşaların yerine gelen yeni bürokratlar ve onların değer yargıları. Orhan'ın annesi bu yeni insanları anlatıyor Orhan'a . Orhan ' da annesini anlatıyor bize . İşte o zaman buluyoruz cevaplarımızı .Bizim insanlarımız neden hep hüzünlüdür , neden müziğimiz ve herşeyimiz hüzünlüdür .Orhan Pamuk kendince bunun yanıtını veriyor.Okurken ben de kendi yanıtlarımı buldum sanıyorum . Teşekkürler Orhan Pamuk .

Puslu Bir İstanbul sabahı

Yağmurlu ve puslu bir İstanbul sabahı.Küresel ısınma tartışmaları bir yana.çiçek açan badem ve erik ağaçları ilkbaharı müjdeliyor.Doğa binlerce yıldır olduğu gibi yeniden dönüşüyor.Bu hafta leyleklerin geliş takvimini gösteriyor.her yıl aynı zamanda milyonlarca leylek güneyden kuzeye göç ediyor.Onların havada süzülüşünü izlemeyi seviyorum.Önce daireler çiziyorlar.Bir sıcak hava akımı yakalamaya çalışıyorlar.Sonra o sıcak hava akımına kendilerini bırakıp süzülüp gidiyorlar.Bu hafta gelirler mi , bilmiyorum. Bu hafta olmazsa gelecek hafta mutlaka gelirler.

Leylekler

Yıllarca önce İstanbul Hilton Otelinin o muhteşem boğaz manzarasını gören özel salonlarından birinde bir öğle yemeğinde büyük bir yöneticiler grubu oturmuş,ekonomik gelişmeleri tartışıyorduk.Her ay aynı yerde toplanıp 'round Table' yapıyor, düşüncelerimizi karşılaştırıyorduk.'Hilton Lunchenon' toplantıları.
Enflasyonun çok yüksek olduğu,iş dünyasının birbiri ardından gelen süprizlerle sallandığı dönemlerdi.Herkes karamsardı.Enflasyon tahminleri,faiz tahminleri yüzde yüzlerin üzerindeydi.Bütçe sapmaları,krizler bizi bunaltıyordu.Herkes büyük bir endişeyle çatalının ucuyla tabağındaki yemeği didikliyor , göz ucuyla da şarap şişesine bakıyordu.

Tam o sırada Amerikalı doktor arkadaşımızın sesini duyduk.
-Beyler , beyler şu ilerideki manzaraya bir bakın . Bakın işte bu muhteşem boğaz manzarasında ne görüyorsunuz ? Leylekleri değil mi ? İşte bu leylekler binlerce yıldır , hep bu zamanda boğazın üzerinden geçip gideriler. Ve bu hiç değişmez .

İşte böyle yine leyleklerin gelme zamanı...

Karanlık Aydınlık

Günün haberlerine bakmak için biraz cesaretli olmak gerekiyor . Vahşice işlenen cinayetleri duymak, okumak izlemek zorunda mıyız? Hep sanki birileri bize bir şeyler söyletmek istermiş gibi diziliyor bilmecenin parçaları ; önce şu , sonra bu.

Bugün The Guardian ' da manşet haber .Tutankamon sergisi yeniden Londra'yı ziyaret edecekmiş. Organizatörler kişi başı 13 buçuk İngiliz Lirası bilet bedeli tespit etmişler. Toplam milyonlarca İngiliz Lirası ediyormuş. Bu haberi de anlamak zor . Koskoca Mısır uygarlığı yorumu 13 buçuk İngiliz Lirası.

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...