21 Ara 2008

Hanuka ve Noel


Anadolu coğrafyası değişik dini inanışların izleriyle doludur .

Örneğin İstanbul ‘un tarihi dokusu içinde dolaşırken (Beyoğlu,Balat,Fatih ) her üç semai dine ait kutsal mekanları ve bu mekanlara devam eden cemaatleri (eskiOsmanlıca adıyla Milletleri ) çok rahatlıkla görebiliriz .
Bugünlerde Yahudi ve Hıristiyan dinine mensup olanların iki önemli bayramı birbiri ardından yaşanacak .

Bu bayramlar hakkında ne kadar bilgi sahibi olduğumuz da içinde yaşadığımız kültürel ortamla alakalıdır .Çocukluğu tarihi doku içinde geçenlerin anılarında bu özel günlerle alakalı bir şeyler vardır .

Hanuka Bayramı

Yahudi dini inanışlarına göre 8 günlük ışıklar bayramı bu yıl 22 Aralıkda başlıyor.: Bu bayramın ritüelik ve sembolik anlamı çok kısa söylemek gerekirse : Makabiler'in zaferi ve bu zafer sırasında küçük bir teneke kandilin sekiz gün boyunca yanması mucizesini anmak amacıyla, her gün bir mum arttırılarak Hanuka mumları yakılır.

Aşağıda Şalom gazetesinde yer alan Hanuka bayramıyla alakalı bir yazıyı ve Güngör Uras ‘ın 2000 yılında Milliyet gazetesinde yer alan yazısını dikkate değer buluyorum :

1) “Şalom Gazetesi 17/12/2008
Yazan Sara Yanarocak

Hanuka bayramı 8 gün sürer: 25 Kislev’den 2 veya 3 Tevet tarihine kadar. Bazı seneler Kislev 29 gün, bazılarında ise 30 gün çektiğinden tarihler bu şekilde saptanır. Bu bayram, Greko Suriye’lilerin ve Hellenlerin Kutsal Tapınak’tan atıldıktan sonra yapılan temizlik ve saflaştırmanın ardından tesis edilmiş bir kutlama haftasıdır
Maymonides’in Hanuka kanunları, 3. bölümünde yazmış olduğu sözlere göre: İkinci Bet ha Midkaş’ta, Yunan imparatorluğunun İsrail halkı üzerine hüküm kurduğunda, dinini, özgürce uygulamasını önlediğini, birtakım yasaklar koyduğu anlatılır. 10 Emir doğrultusunda Tora’yı öğrenmelerini yasaklar. Hatta ellerindeki paraya ve kızlarına el atar. Bet ha Mikdaş’a girerek kutsal bölümlere tecavüz ederler. İsrail halkı bu baskı ve kötülüklerin altında ezilir ve ızdırap çeker. Sonucunda göklerdeki babamız, yüce Tanrı’mız onlara merhamet eder Yunanlıların elinden kurtarmaya karar verir.
Böylece Kohen Gadol ailesi olan Haşmonay sülalesi komutasında yapılan savaşla Yunanlılar öldürülür. İsrail halkı onlardan kurtarılır. 25 Kislev günü Bet ha Mikdaş’a girerler. Tapınakta yeterli saf yağ yoktur. Menoranın kandillerini azıcık saf yağ ile yakarlar. Bu yağ mucizevi bir biçimde 8 gün boyunca bitmeden yanmaya ve etrafı aydınlatmaya yeter. Bu arada ağaçlardan toplanan zeytinler ezilir ve taptaze saf zeytinyağı elde edilerek tapınağa getirilir.
Böylece daha sonra asırlar boyunca; İsrail ulusu o mucizevi 8 gün boyunca bitmeyen yağın anısına her yıl 25 Kislev gününden itibaren 8 gün boyunca evlerinin önünde ışık yakarlar. Bu zaferi kutlarlar. Purimde olduğu gibi oruç tutulmaz, sadece ışıklar yakılır ve bayram edilir. Bu günlere Hanuka adı verilir. Hanuka bir varoluş öyküsüdür ve Yahudi ulusunun Yunanlılara karşı kazandığı bir zaferdir.
Işık Bayramı Hanuka akıl, anlayış, hak ve adalet ışığını simgelemektedir. Bu simgeler karanlık, cehalet, haksızlık ve anlayışsızlığın aşıldığı gerektiği anlamına gelir.
Son zamanlarda Hanuka bayramı evrensel anlamda büyük önem kazanmıştır. Işıklar bayramı, yalnız Yahudilere değil, yabancıların baskısı alitında inleyen tüm uluslara cesaret, umut ve idealizm mesajı verir.
Diğer bayramlarda görülen şekliyle özel bayram yemeklerine Hanukada rastlanmaz. Sadece bazı yörelerde Hanuka Latkes (kızgın yağda kızartılan patetes köfteleri) yenir. İsrail’de bunun yanısıra içinde değişik tadda reçeller ve çikolatalar kullanılan "sufganiya" adlı çörek tüm ay boyunca zevkle yenir.
8 günlük "Hanuka" boyunca her türlü iş yapılabilir. Ancak akşamları Hanukiyalar yakıldıktan sonra iş yapılmaması daha uygun olur.”

2) Hanuka Bayramı :

Yazan : Güngör URAS –Milliyet 21 Aralık 2000

Ortadoğu'yu fetheden Büyük İskender'in ölümünden sonra Makedonya Krallığı bölündü. Filistin "Selevkiler"in eline geçti. Başlangıçta Yahudilere iyi davranılırken Suriye Helen İmparatoru Antiyohus Epifanes döneminde kısıtlamalar getirildi. Musevilerin Helen putlarına tapmaları emredildi. Musevi takvimine göre, Kislev ayının 25'inci günü Haşmonay ailesinden Matatyau ve "Makabiler" olarak anılan beş oğlu (Yeuda Makabi ve kardeşleri) ile yandaşları Suriye yönetimine baş kaldırdı. Kudüs'ü ele geçirerek, daha önce kapatılmış olan Büyük Mabed - Bet Amikdaş'ı kurtardı. Mabedi putlardan temizledi. Mabette devamlı yanması gereken altın "Menora" yerinde yoktu. Onun yerine bir madenden yapılmış yeni bir Menora bulunup konuldu. Menora'da yakılacak yağın hazırlanması için sekiz güne ihtiyaç vardı. Mabedin bir köşesinde bulunan yağ ise Menora'yı bir gün yakacak kadardı. Ancak bir mucize gerçekleşti. O bir günlük yağ sekiz gün boyunca yandı.

Bu mucizeyi Yahudiler her yıl, sekiz gün boyunca "Işıklar Bayramı" olarak kutlamaya başladı. Hanuka Bayramı aralık ayının son haftalarına rastlar. Hıristiyanların Christmas kutlamalarıyla çakışır.

Kudüs'teki mabette sekiz gün yanan ışık, Yahudilerce "Hanukiya" adı verilen dokuz kollu bir şamdan ile simgelenir. Ortadaki kandil veya mum diğerlerini yakmak için kullanılır. İlk gece birinci mum veya kandil yakılır. Daha sonra her gece birer tane artırılarak son gece sekiz mum veya kandil beraberce yakılır. Hanuka'da yanan mum veya kandilin tüm insanlara cesaret ve umut ışığı verdiğine inanılır.


Noel bayramı

Kaynak : Vikipedia :
“Noel, her yıl 25 Aralık tarihinde İsa'nın doğumunun kutlanıldığı Hristiyan bayramı. Ayrıca Doğuş Bayramı, Kutsal Doğuş veya Milât Yortusu olarak da bilinir.

Noel, her yıl dünyadaki Hristiyanların çoğunluğu tarafından 25 Aralık'ta kutlanır. Kutlamalar 24 Aralık'ta Noel arifesiyle başlar ve bazı ülkelerde 26 Aralık akşamına kadar devam eder. Ermeni Kilisesi gibi bazı Doğu Ortodoks Kiliseleri, Jülyen takviminde 25 Aralık'a denk gelen 7 Ocak ‘ı Noel olarak kutlarlar. Hristiyanların çoğunlukta olduğu ülkelerde pratik olarak Noel tatili yılbaşı tatiliyle birleştirilir.

Bazı Ortodoks kiliselerinin Noel'i Jülyen takvimine göre kutlamasının nedeni, şu an kullanılan Gregoryen takviminin Katolik bir din görevlisi olan Papa XIII. Gregory tarafından düzenlettirilmiş olmasıdır. Noel'i şu anda 7 Ocak'ta kutlayan Ortodoks kiliseleri 2100 yılından itibaren 8 Ocak'ta kutlamaya başlayacaklardır.
Türkiye'deki farklı Kilise ve Noel kutlamaları :

  • Ermeni Gregoryen Kilisesi Mensupları: Türkiye'deki en büyük Hristiyan grup olan Ermeniler Noel'i 6 Ocak tarihinde kutlarlar. Tebrik şekli: Krisdos Dzınav yev haydnetsav! (Mesih doğdu ve belirdi) ve Orhnyal e Dzınuntı yev Haydnutyunı Krisdosi! (Mesih’in doğuşu ve belirişi mübarektir), veya Mutlu Noeller!

  • Rum Ortodoks Kilisesi Mensupları: Rumlar Noel'i 25 Aralık tarihinde kutlarlar. Tebrik şekli: Kala Hristuyenna! (Mesih'in doğumu kutlu olsun) Καλά Χριστούγεννα veya Mutlu Noeller!.

  • Süryani Kilisesi Mensupları: Süryaniler Noel'i 25 Aralık tarihinde kutlarlar. Tebrik şekli: Yaldo Brikho!

  • Katolik Kilisesi Mensupları: Levantenler Noel'i 25 Aralık tarihinde kutlarlar. Tebrik şekli: Mutlu Noeller!

15 Ara 2008

Ümmü Gülsüm

DoğumununYüzüncü YılındaÜmmü Gülsüm

Murat ÖZYILDIRIM

"GİDEN yardan geriye kalan hatıralar;
Ey gönlüm aşk nereye gitti?
bunu sorma artık Herşey bir avuntuydu uçtu ve gitti...
Gözyaslarım aktıkça bana su ver, Ve ben o hatıralar üzerine içeyim..."
1Ümmü Gülsüm, en bilinen lakabıyla "aawaab ash shara"
(Şark Bülbülü), Ortadoğu'da tüm zamanların en güzel sesiydi.
Dindar bir Arap olarak, yoksul ve basit Nil köylüsü geçmişini hiç inkâr etmediği olağanüstü mütevazı kişiliğiyle bütün Arap halkının sevgilisi oldu.

Unutulmaz güzellikteki görkemli konserleri tarab'm yaşandığı bir vecd - esrime rüzgarının estiği büyülü atmosferlere dönüşen yerlerdi. Arapça bir ad olan Ümmü Gülsüm, değişik şekilde Latin harflerine çevrilerek kullanılır;
  • Om Kalthoum,
  • Omme Kalsoum,
  • Umm Kulthum,
  • Om Kalsoum...
  • Ümmü Gülsüm,

1904 yılında (bunu 1898'e kadar götürenler olmakla birlikte genel kabul edilen tarih budur.) Mısır'da Nil Deltası'nda Dakhaliye Eyaleti Sinbillaveyn yerleşimine bağlı, sazdan kulübelerden oluşan yoksul, Tammay az Zahayra köyünde doğar.

Yıllar sonra çocukluğuyla ilgili bir konuşmasında "...Sinbillaveyn'de olan her şeyi büyük bir ilgi ile dinler, öğrenmeye çalışırdık. Bizim için o zaman dünyanın merkezi Londra, Paris ya da New York değil Sinbillaveyn'di. Oradan daha büyük bir yer görmemiştim..." diye anlatacaktır.


Babası İbrahim el Seyid el Baltacı (öl. 1932) hafız ve köyün imamı, annesi Fatma Maliji (öl. 1947) ev hanımıdır.

Mısır'da kızlar evlenene kadar baba adlarıyla adlandırıldıkları için Ümmü Gülsüm'ün tam adı Ümmü Gülsüm İbrahim el Seyid el Baltacı'dır.

Babası, hafız olması nedeniyle Ümmü Gülsüm'ün gerçek anlamda ilk müzik hocası olarak kabul edilir.

Ümmü Gülsüm, daha çok küçük yaşlarda Nil Deltası'ndaki köylerde özellikle Ramazan gecelerinde evlere giderek Kur'an ve ilâhiler okumaya başlar.

Ümmü Gülsüm'ün sesi dikkat çekicidir ve kısa sürede Nil Deltası'ndaki fakir köylerde tanınmasına neden olur. Babası tarafından da fark edilen sesinin güzelliği nedeniyle dönemin müzik üstadlarıyla tanıştırılmak için 1923 yılında her zaman Arap müziğinin kalbi olma özelliğini taşıyan Kahire'ye götürülür.

Bu kentte, ünlü bestekâr Şeyh Abu'l ala Muhammed ile tanışır ve ondan müzik dersleri almaya, bestelerini okumaya başlar.

Ayrıca klasik Arapça dersleri almak için şair Ahmed Rami ile tanışır ve onun sözlerini yazdığı birçok şarkıyı okur. Bu dönemde henüz büyük bir şöhrete kavuşmamış olan Ümmü Gülsüm, Kahire'nin en zengin mahallelerindeki evlere giderek orada şarkılar okumaya ve kentte giderek daha çok tanınmaya başlar.

Sanatçının dönemin beğeni toplayan aşk şarkılarını repertuarına almaya başlamasıyla ünü daha da artar ve 1928 yılma gelindiğinde Kahire'nin en başarılı müzik icracıları arasında henüz çok genç olan -bu dönemde 24 yaşındadır- Ümmü Gülsüm ismi de sayılır.

Çok fakir ve küçük olan köyünden Kahire'ye geleli henüz on yıl bile olmamıştır. Gülsüm'ün Kahire dışında ilk tanınması başlangıçta doldurduğu taş plak kayıtları sayesinde olur. Bugün bu taş plak kayıtların en erken bilinen kayıtları, 1924 yılına ait olanlarıdır.Ancak onun bir efsane olarak bütün Ortadoğu'da tanınması 1934 yılında kurulan Mısır Ulusal Radyosu ve radyo ile 1937'de yaptığı anlaşma ile başlar.

Buna göre radyo, her ayın ilk perşembe gecesi (eskiden cuma gecesi), Ümmü Gülsüm konserlerini canlı olarak yayınlamaya başlar.

Bu konserler, Türkiye'den Fas'a kadar tüm Ortadoğu ülkelerinde büyük beğeni kazanır. Gülsüm'ün Türkiye'de tanınması ve sevilmesi de bu yıllardadır.

Radyo Konserleri sırasında Arap kentlerinde, halk evlerinde ya da küçük ve dar sokaklarda radyolarının başına toplanarak büyük bir beğeniyle Ümmü Gülsüm'ü dinlerler.Bu unutulmaz radyo konserleri, birçok devletten oluşan Arap halkını uzun süredir birleştiren yegâne şeydir.

Öyle ki Mısır Radyosu'nun konser yayın saatlerinde hiçbir Arap devlet başkanı halka sesleniş konuşması yapmaz. Muhtemelen kendilerini dinleyecek halkın, o sırada radyolarını Mısır radyo istasyonuna yönlendirdiklerini ilirler. Belki kendileri de bu konserleri dinliyordu. Bugün bile birçok insan, Türkiye'den başlayan geniş Ortadoğu coğrafyasında hâlâ o günlerin unutulmaz Ümmü Gülsüm radyo konserlerini anımsar.

Wedad (1936), Nashid al Amal (1937), Dananir (1940), Aydah (1942), Salama (1945) ve Fatma'dır (1947). Özellikle II. Dünya Savaşı yıllarında, başrollerinde Ümmü Gülsüm dışında hâlâ Arap müziğinin en büyük isimleri arasında kabul edilen Muhammed Abdülvahab, Leyla Murad gibi sanatçıların oynadığı bu filmler, ülkemizde de gösterilir ve Türkiye'de de o dönemin en çok izlenen filmleri olur.

Hatta İstanbul sinemalarında hasılat rekorları kıracak kadar yoğun seyirciye sahip olurlar.Klasik Türk Müziğine çok yakın olan Klasik-Arap Müziğinin bolca çalındığı Mısır filmleri, Türkiye'de büyük başarı kazanır. Ancak dönemin yönetimi, güney illerimizde halkın bu filmlere büyük yönelim göstermesinden rahatsızlık duyar.

Bu rahatsızlığın sonucu olarak CHP genel sekreterliği, özellikle Mersin, Tarsus, Adana gibi Arap kültürü etkisindeki kentlerde Arapça filmler nedeniyle Türk dilinin olumsuz etkilendiğine dair bir yazıyı İçişleri Bakanlığı'na yollar.

Bu yüzden Arap filmleri Türkiye'de yine yaygın gösterilmekle birlikte artık Arapça değil Türk besteci ve yorumcuların seslendirmeleriyle halkın beğenisine sunulur.Bu, bazen filmin müziğine sadık kalınıp Türkçe söz yazılarak, bazen de tamamen bağımsız bir başka şarkı bestelenip yorumlanarak yapılır

Münir Nureddin Selçuk, bu Arap filmlerinde en çok Türkçe sözlü beste yapan ve bestesi seslendirilen sanatçı olur. Bu filmlerden sonra Türk film piyasasında da çok sayıda şarkı söylenen filmler yapılmaya başlanır ve Arap filmleri bir süre sonra Türk film piyasasından çekilmek zorunda kalır.

Ümmü Gülsüm, 194O'lı yıllarda tüm Arap dünyasında tanınan bir numaralı yıldızdır. Ümmü Gülsüm, çoğunun sözlerini
  • Ahmed Rami.
  • Ahmed Şevki
gibi Mısırlı tanınmış şairlerin yazdığı
  • Zekeriya Ahmed.
  • Rıyad el Sunbati
gibi bestecilerin çalışmalarını seslendirir.

Okuduğu şarkıların söz yazarları arasında Suudi Arabistan Kralı Faysal da bulunur. Batı çalgılarıyla desteklenerek oluşturulan büyük orkestralarla Klasik Arap Müziğine getirdiği yeniliklerle çağdaş Mısır müziğinin kurucusu olarak kabul edilen Mısırlı besteci ve yorumcu

  • Muhammed Abdülvahab'ın
besteleri ise Gülsüm'ün en güzel okuduğu şarkılar olarak kabul edilir.

Sanatçı, 1946 yılında önemli bir troid bezi rahatsızlığı ve ardından depresyon geçirir. Hastalığı yüzünden gözleri irileşir, sahnelerden ayrılmayı düşünecek kadar ümitsizliğe kapılır.

Ümmü Gülsüm, beraber yaşadığı annesini 1947 yılında kaybeder. Bu tarihten çok kısa bir süre sonra rahatsızlığı nedeniyle Amerika'ya gider. Ancak sanatçı oradayken bu kez de kardeşi Halid'in ölüm haberini alır.Bu zor zamanlara karşın Ümmü Gülsüm kendisine karşı savaşını kazanır ve sahnelerde şarkı okumaya devam eder.

Sefahate düşkünlüğüyle bilinen Kral Faruk yönetimindeki Mısır, Arap dünyası için en önemli ülkedir. Kraliyet ile sanatçının ilişkileri çok iyidir. Ümmü Gülsüm, Kral Faruk için düzenlenen konserlerde şarkılar söyler.

Ancak 1946 yılında kralın amcalarından Şerif Sabri Paşa'nın Gülsüm'le evlenmek istemesi, bir süre Mısır kraliyet ailesi ile sanatçının arasını açar. Aile, Ümmü Gülsüm'ü çok sevmekle beraber soylu bir Mısırlı olmadığı için sıradan bir köylünün saraya gelin olmasını uygun bulmaz ve bu evlilik girişimlerini şiddetle kınar. Aristokrat çevreler de bu evliliğe aynı tepkiyi verirler. Sabri Paşa ile evlenmeyi arzu eden Ümmü Gülsüm, bu tepkilere çok üzülür.

Bu evlilik gerçekleşmez.

Bu hayal kırıklığının ardından aceleyle Udi Mahmud Şerifle evlenmeyi kabul eder. Ancak sonraki yıllarda her ikisi tarafından bir hata olduğu kabul edilen ve hayranları tarafından da tasvip edilmeyen evlilik, yalnızca birkaç gün devam eder. Bu yıllar sanatçının hem sağlık hem de duygusal bakımdan zor zamanlarıdır.Ancak sanatçı için yalnızca sağlık sorunları değil ülkenin siyasî durumu da büyük bir üzüntü kaynağıdır.

İsrail devletinin kurulması Arap halklarını ayağa kaldırarak büyük tepki toplar. Ümmü Gülsüm de dahil tüm Mısır'ın büyük bir zafer beklediği Mısır Ordusunun, 1948 Arap-İsrail savaşında, İsrail karşısında uğradığı utanç verici yenilgi sanatçıyı derinden yaralar.

Mısır Ordusuna, verdiği konserlerle destek olmaya çalışır. Bu konserlerden birinde, dinleyiciler arasında, birkaç yıl sonra Mısır'ı ve tüm Ortadoğu'yu derinden etkileyecek olan Arap milliyetçiliğinin en önemli isimlerinden biri olan Albay Cemal Abdülnasır da vardır.

Mısır, İsrail karşısındaki yenilginin intikamını almak ister. Arap milliyetçiliği sesini gittikçe yükseltmeye başlar. Sonunda 23 Temmuz 1952'de Mısır'ın yenilgisine karşın bir savaş kahramanı olarak kabul edilen Albay Cemal Abdünnasır iktidarı ele geçirir.

Kral Faruk, İskenderiye Limanından yatına binerek Avrupa'ya gider. Faruk'un halk gözündeki itibarı, gerek Filistin için yapılan savaşta alınan yenilgi ve gerekse sosyal yaşamındaki skandallar nedeniyle oldukça düşmüştür. Ancak Faruk, bütün bu olumsuzluklara rağmen İskenderiye Limanından, toplanan binlerce Mısırlı tarafından gözyaşları içinde uğurlanır. Değişik kişiliği nedeniyle bir iç savaşa neden olmadan sessiz sedasız Mısır'ı terk etmiştir.


Mısırlı devrimciler iktidarı ele geçirince, her yerde yapılan devrimler gibi ilk iş olarak, eski krallık rejimine ait ne varsa -izlerini sadece hatıralarda kalacak şekilde- silmeye başlarlar. Bu tehlikeli günlerde radyolardaki Ümmü Gülsüm'ün ünlü konserleri de yasaklanır.

Sanatçı bu yasağa çok üzülür ve bir gazeteci dostunu arayarak üzüntülerini dile getirir. Bu gazeteci de Cemal Abdülnasır'la görüşmeye giderek konuşma arasına "Efendim, Ümmü Gülsüm'ün radyo konserlerini neden yasakladınız acaba?" sorusunu ekler.

Cemal Abdülnasır hayretle gözlerini açarak "Ümmü Gülsüm konserleri yasaklandı mı? der ve hemen emir subayına radyo müdürünü çağırması emrini verir.Radyonun devrim sonrasındaki yeni müdürü derhal gelir.

Abdülnasır, soğukkanlılıkla "Biz radyoda Ümmü Gülsüm çalınmasını yasakladık ?" der. Müdür pişkin pişkin "Evet efendim, eski rejimin sembolüydü, bu nedenle artık radyomuzda Ümmü Gülsüm çalmıyoruz." deyince, sakin Cemal Abdülnasır birden küplere binip "Pekâlâ piramitleri yasakladınız mı?-Ya şu akan Nil'i yasakladınız mı?-Onlar da eski rejimin simgeleriydi! Derhal Ümmü Gülsüm konserleri yayınlanmaya başlansın!" emrini verir.

Radyolardan yeniden Ümmü Gülsüm şarkıları ve konserlerinin yayınlanmasıyla birlikte, sanatçı ile Nasır milliyetçiliği adeta bütünleşir. Bu dönemde Ümmü Gülsüm, 1954 yılında Kahire'ye gelerek tıp okuyan Asyutlu Dr. Hasan Hifnavi ile evlenecektir. Mısır krallık rejiminin simgesi kabul edilen sanatçı, artık hem Nasır'ın hem Arap milliyetçisi rejiminin gözbebeği olur. Radyo konserlerine, o zaman için çok yaygın olmamasına karşın televizyon kayıtlarını da ekler.

Bugün Tunus, Paris-Olympia gibi bazı konserlerinin, siyah beyaz tv konser kayıtları bulunmaktadır.Ümmü Gülsüm'ün Arap ülkeleri dışında ilk ve tek konseri, Kasım 1967'de Paris Olympia Konser Salonunda verdiği unutulmaz konserlerdir.

Ümmü Gülsüm'den yıllar sonra burada ilk kez etnik sazlar eşliğinde 30 Mart 1997'de Bülent Ersoy konser verir.Ümmü Gülsüm'ün, Mısır'ın 1967 Arap-İsrail Savaşı sonrası aldığı yenilgiyle yıkılan gururunu ayağa kaldırmak için verdiği konserler son derece önemlidir. Bu konserler, gerçek bir vatansever olan ve Mısır halkının gönlünde her zaman yeri bulunan sanatçıyı bir kez daha farklılığıyla gözler önüne serer.

Arap-İsrail Savaşı zaten güçlü olmayan Mısır ekonomisini yıkar. Üstelik halk büyük yenilgi nedeniyle moral öbozukluğu içindedir. Tüm bu olumsuzluklar içinde Ümmü Gülsüm, önce Mısır'da kentleri dolaşarak kalabalıklara konserler verir. Bu konserlerin ilki Damanhur'da düzenlenir.Ümmü Gülsüm, tüm bu konserlerden elde ettiği geliri olduğu gibi hükümete ya da yerel yönetimlere bağışlar.

Bununla yetinmez ve Mısır'a maddî katkı toplamak üzere, bir dizi konser vermek için 1970 yılında Arap ülkelerine gider.

Önce Tunus, daha sonra Libya, Fas, Lübnan, Sudan ve Kuveyt. Bu yurtdışı konserlerden yaklaşık 520.000 dolar ve Mısır'da da 1.202.900 dolar toplar. Ümmü Gülsüm, ölümüne kadar Mısır hükümetine yardım için yaptığı çalışmaları Irak, Bahreyn ve Abu Dhabi'de sürdürür. Mısır hükümeti için -bağışladığı kendi mücevherleriyle birlikte- yaklaşık 2.530.000 dolar yardım toplar.

Konserleri sırasında Libya'da trajikomik bir olay olur. Arapların İsrail karşısındaki hezimetleri, Filistinlilerin düştüğü acıklı durum gibi etkenlerle Ortadoğu'da hızla yükselen Arap milliyetçiliğinin Libya temsilcileri, Abdüsselam Callud ve Muammer el Kaddafi'dir.

Bu ikili, 1969 yılında Libya Kralı ve aynı zamanda Türk dostu bir aileden gelen İdris es Senusi'ye darbe planlamaktadırlar. Devrimin tüm şartları 21 Mart tarihinde hazırken. Ümmü Gülsüm'ün Bingazi'ye gelerek konser verecek olması tüm planlan alt üst eder.

Darbeciler ve kral ailesi tam kadro konseri zevkle izler. ayakta alkışlarlar. Sonuç: Libya'nın "ünlü" devrimi ancak beş ay sonra gerçekleşir.Ancak, ilerleyen yaşına bakmaksızın konserden konsere koşan sanatçı, artık sağlık sorunlarıyla uğraşmaya başlar. Eski rahatsızlıkları yeniden ortaya çıkmaya başlar. Ümmü Gülsüm bu dünyadaki sona doğru ilerlemektedir. Sanatçı 1972 yılında verdiği bir konser sırasında bayılacak gib olduğunu ve çok yorulduğunu söyler. Bu, sanatçının verdiği ne yazık ki en son konserdir.Sanatçının sağlık sorunları başlar. Ancak kimsenin kendine konduramadığı ölümü Ümmü Gülsüm de üzerine kondurmaz.

Ölümüne dek çevresindekilerle hep, bir sonraki konseri nerede, nasıl vereceği üzerine planlar yapar. Son şarkısı, sözlerini Muhammed Abdülvahab'ın yazıp bestesini Beliğ Hamdi'nin yaptığı "hakam aleyna el havca" adlı parçayı 13 Mart 1972'de stüdyo kaydı için okur.

Kayıtlar tam on iki saat sürer ve sanatçı bu süre içinde oldukça bitkin olarak bir sandalyede oturur. Bu, Ümmü Gülsüm'ün son okuduğu şarkıdır ve çok arzu etmesine rağmen "hakam aleyna el hawa"yı sahnede hiçbir zaman okuyamaz.Sanatçı, 21 Ocak 1975'te ölümüne yol açacak böbrek rahatsızlığına yakalanır. Hastaneye yatmayı hiç istemez; etrafındakilere "...eğer yatarsam bir daha çıkamam..." der.

Hastalığı tüm Arap dünyasında yakından izlenir. Mısır'da yayınlanan Al Ahram gazetesi günlük bültenlerle okuyucularına sanatçının sağlığı hakkında bilgi verirken, Suriye Ulusal Radyosu hastaneden telefonla kurduğu canlı bağlantılarla Ümmü Güslüm'ün durumunu dinleyicilerine aktarır. Ancak doktorların tüm çabalarına karşın kurtarılamaz ve 4 Şubat 1975'de yaşamını yitirdiği, Mısır Radyosundan aralıksız okunan Kur'an-ı Kerimle sevenlerine duyurulur.


Tüm Arap ülkelerini kaplayan bir yasla birlikte Mısır'da yaşam durur. Cenazesine birçok ülkeden devlet adamları katılır.

Yaşamında en sevdiği cami olan Seyid Hüseyn Camiinde başlayan cenaze merasiminde, Mısır hükümeti resmî devlet töreni düzenler. Camiden alman naaş, önünde askerî kıta, bando, onların arkasında yüzlerce çiçekle yaklaşık dört milyon kişinin toplandığı Tahrir Meydanına getirilir. Burada toplananlar gözyaşları içinde "güle güle bizim sevgili şarkıcımız" nidalarıyla, sağlığında "Mısır'ın sesi ve yüzü" olarak anılan Ümmü Gülsüm'ü uğurlar.

Bu, Ortadoğu'da sadece o güne değil, bugüne kadar hiçbir sanatçı için toplanmayan olağanüstü bir kalabalığın bulunduğu cenaze törenidir.Unutulmaz Ümmü Gülsüm konserleri, halkın kendinden geçtiği coşkulu gösterilere dönüşürdü.

Önce sahneye kalabalık orkestrası çıkar, sonra sanatçı gelerek sahne ortasına konan koltuk ya da sandalyeye oturarak şarkının giriş bölümünün çalınmasını beklerdi.

Elinde her zaman, elbisesiyle uyumlu bir mendili bulunurdu. Bu mendil onun simgelerinden birisiydi; zaten Ümmü Gülsüm Arapça "sancağın annesi" anlamına gelir.

Sırası geldiğinde ayağa kalkarak mikrofona çok yaklaşmadan şarkıyı okumaya başladığında seyirciler müthiş bir alkışla onu selamlarlardı. Halk üzerinde olağanüstü bir etkisi vardı ve gerçekten çok sevilen bir sanatçı olma başarısını ölene kadar sürdürdü.

İzleyicileri onun sesinin coşkusuyla çoğu zaman kendilerinden geçerek ayağa fırlar, dakikalarca bıkmadan alkışlar, şarkının çok beğendikleri bölümünün yinelenmesi için orkestranın çalmasına izin vermezlerdi.

Ümmü Gülsüm de her zaman mahcup bir eda ile seyircilerini mütebessim bir şekilde ellerini kaldırarak sakinleştirmeye çalışırdı. Bazı konserlerinde halktan kimseler, onun ellerine hatta ayaklarına kapanarak sevgilerini göstermeye çalışırlardı. Birçok kişi de konserler sırasında onu yücelten cümleleri bağırarak sahneye doğru söylemekten çekinmezdi.Ümmü Gülsüm'ün sanatının değeri üzerine kuşkusuz çok söz yazılabilir.

Kadınla erkek arası bir ses olarak nitelendirilebilecek sesinin değeri, okuduğu şarkıları benzersiz ve taklit edilemez hale getirmesi yönünden önemlidir. Sanatçı, süresi 30 dakika olan bir şarkıyı makamsal bütünlüğü bozmadan çok uzatabilir, etkileyiciliğini artırmak için bazı bölümleri yinelerdi.

Ümmü Gülsüm'le şarkılar renk ve ruh bulurlar. Sanatçının 1964 yılında okuduğu unutulmaz besteler arasında, sözlerini Ahmet Şefik Kamil'in yazdığı ve Muhammed Abdülvahab'ın bestelediği "ima Omri" (Sen Benim Ömrümsün) adlı şarkı, bugün bile pek çok seveni tarafından Mısır'da tüm zamanların en iyi parçası olarak nitelendirilmekte ve Gülsüm klasiklerinin birincisi olarak kabul edilmektedir.

Bu şarkının giriş bölümü, yıllar sonra Neşe Karaböcek tarafından Türkçe olarak okunur ve Türkiye'de büyük beğeni kazanır. Zaten birçok Arapça şarkı, Klasik Türk Müziği içinde yorumlanarak ya da arabesk müzikte kullanılarak Türkçe okunur.

Bunlar arasında Riyad el Sunbati bestesi olan "Aabal al Leyi" (Gecenin Getirdikleri) özellikle önemlidir. Parçanın giriş bölümü Yıldırım Gürses tarafından "Bir Garip Yolcuyum Hayat Yolunda" şeklinde bestelenir ve büyük beğeni kazanır.Sanatçı, yaklaşık iki yüz seksen beste seslendirir. Bunların en bilinenleri arasında; Alâ Beledi Mahbub (Sevgi Dolu Beldeye -Mısır için söylemiş- 1936), La Talaveyni (1938), Bukra el-Safar (Yarın yolculuk-1940), Ene Fintazarak (seni bekliyorum-1943), Gannili Şuveyye Şuveyye (Bana Yavaş Yavaş Şarkı Söyle-1946), el-Emel (1946), Rubaiyyat el-Hayyam (Hayyam'ın Rubaileri-1949), Şems el-Asil (1955), Miş Mümkün Ebeden (Sonsuza Kadar Olmaz-1961). el-Hob Kida (İşte Böyle Aşk-1961), Zalimni'1-Hob (Aşk Bize Zulümdür-1962), Sıreti'1-Hob (1964), Inta Ömri (Sen Benim Ömrümsün-1964), Baed Annak (1965), Inta el-Hob (Sen Benim Aşkımsın-1965), Emel Hayati (Hayatımın Emeli-1965), Fakkarouni (BeniDüşün-1966), el-Atlal (Harabeler-1966), Hadis el-Ruh (Ruhumun Sözleri-1967), Fat el-Ma'ad (1967), Hazıhı Leyleti (1968), Alf Leyla ve Leyla (Binbir Gece-1969), Daret el-Eyyam (geçip giden günler-1970), El Selasiyeti'l Mukaddese (Kutsal Üçleme-1972), Hakam Aleyna el-Hava (Aşk Aramızda Hakim Olsun-1973) sayılabilir.KaynakçaAlkan 2004 Alkan, T., Her Daim Ümmü Gülsüm, Aksiyon Dergisi sayı 488, İstanbul.Cantek 2000 Cantek, L, Türkiye'de Mısır Filmleri, Tarih ve Toplum dergisi s. 204, İstanbul.Danielson 1997 Danielson, V., The Voice of Egypt, Chicago.Özyıldırım 2001 Özyıldırım, M., Ümmü Gülsüm, Cumhuriyet Dergi, İstanbul.Özyıldırım 2004 Özyıldırım, M., es-sett 100 yaşında, Milliyet Sanat Dergisi Haziran 2004 Sayısı, İstanbul.Toumal999 Touma, H., H., Die Musik der Araben (Çev. Mehmet Şahiner), Internationales Institut für vergleichende Musikstudien Heinrichsofen bücher Wilhelmshaven, Almanya.Tournier 1996 Tournier, M., Atın Damla, Ayrıntı Yay.,

7 Ara 2008

Kurban Geleneği

Kurbanın Kökeni

Bitkisel sunu" olan kutsal ‘ilk ürün’de (Turfanda) olduğu gibi, "hayvan kurban" sunumu da eski toplumun en gerçek ilişkilerini yansıtır.

Eski toplumda insan, giderek ‘insan kurbanı’ halini alacak olan başlangıçtaki yamyamlık geleneğinin dışına çıkabilme yollarını bulmaya çalışmış olmalıydı. Canlı ve ölü bireylerle ilgili olarak var olan ‘iç veya dış yamyamlık’ biçimlerinden uzaklaşabilmenin bir çözüm biçimi olarak, insan (kurbanı) yerine geçmek üzere, hayvan ve bitki ‘geçişmesi’ (substitution) geliştirilmiştir. Tarihte totem tapınmasının ortaya çıkışı, eski toplumun yamyamlıktan uzaklaşmaya başladığı işte bu dönemi de işaret eder.

Toplum yaşamındaki rol ve görünümleri incelenince, hayvan ve bitkilere sunulmuş kutsiyetin hiç de karşılıksız olmadığı anlaşılıyor. Bu kutsallık örtüsünün hemen altında, toplum birimlerin hayvan veya bitki totemlerinin insan yaşamını kurtarıcı özelliği ile karşılaşırız.

Eski toplumda, ‘insan yerine’ geçirilerek, yamyamlığın giderilmesi doğrultusunda bir çözüm aracı olarak kullanılan hayvan ve bitki, bunun karşılığında da insan tarafından kutsanmıştır.

Kutsal totem olarak, "kurtarıcı hayvan ve bitki", işte bu nedenle tapınmaya hak kazanmışlardı. En 'ilkelinden' en gelişmişine değin, bugünkü bütün toplumların yaratılış öykülerinde, bayraklarında, yöresel sembollerinde, eski toplumun giyim-kuşam biçimlerinde ve şaman-büyücü-cadı araç-gereçlerinde sistemli bir biçimde hayvan veya bitki motifi bulunuyor olmasının altında onların insanı yamyamlıktan kurtarma derin etkisi yatar.

Yaşamını borçlu olduğu "kurtarıcı totem"i olan hayvan ve bitkiye verdiği kutsallığın asıl kaynağı, hiçbir şekilde eski insanın, cehalet veya kurguları değildir. Tersine, eski insan, yamyamlığı aşabilmeyi hayvan ve bitki dünyası aracılığıyla sağlayabildiğine göre, bugünkü torunlar, atalarında deha keşfetmeliydiler. (*1)

Eski toplumun canlı ve ölü yamyamlığı, göreneklerde en ağır izleri taşıyan bir uygulamadır. Farklı isim veya görünümleriyle “İsa'nın göğe çekilişi”, ‘Nevruz’, ‘Kurban bayramı’ veya değişik karnavallar vb. üzerinden günümüzde de yaşamaya devam eden bozulmuş görenek kalıntıları, eski toplumun ilk ve son yaz ittifak yenileme buluşmalarının devamıdır ve bu görenekler şu veya bu şekilde eski yamyamlık ve daha sonra onun yerine geçmiş olan insan kurban uygulamalarını yansıtırlar. Bunu bütün tören, bayram veya özel günlerin yeme ve içme (kurban) ile sıkı sıkıya bağlı olan yapılarında da izleriz. Törensel yiyeceklerin dağıtım ve pişirme biçimleri de (çiğ, kızartma, haşlama vb. ) doğrudan doğruya eski toplumun kurban sunma biçimleriyle bağlantı halindedir. Kurbanın kanını akıtma veya kan akıtmaksızın boğma yoluyla öldürülmüş kurban sunma da eski toplum birimlerin geçmiş yamyamlık geleneklerine bağlanır. Ölü ruhuna sunulan yemekler ise ölü yamyamlığının yerine, zamanla geçirilmiş bir uygulama gibi görünmektedir. (*2)

Toplulukların bayrak veya yöresel sembollerinde totem hayvan veya bitkinin eski toplumda böylesine önemli olmasının asıl nedeni, bu bakımdan onların, insan kurbanını engellemeye yardımcı olma özelliğinden başka bir yerde bulunmaz.

‘Kurban’ (sunu) ile ‘insan’ geçişmesi, dilbilimsel bakımdan da izlenebilir. Bütün toplulukların yaşamında derin etkilere sahip olan 'Kurban' sözü, Hintçede, kurban edileni olduğu kadar kurban edeni de içeren bir anlatım özelliği taşımaktadır; kurban eden, kendi için, kendi adına kurban edilen anlamına gelmektedir. Bay Olivier Herrenschmidt şöyle diyor:

''Gerçekten de, kurban eden (sacrifiant), yajamana, kurban etmek (Yaj) fiilinin şimdiki çekilmiş zamanıdır. Kurban eden, kendi için kurban edilendir... Kurban olayının merkezindeki şahsiyet, bizim 'kurban sunucu' dediğimiz şahsiyet, sonuçlarını kendisi için toplamak üzere kurban sunan, kurbanın merkezindeki şahsiyettir...
Kurban sunucunun (Yajamana) kurban sunması kendisi için ve kendi etrafında örgütlenen bir eylemdir. " (Olivier Herrenschmidt: L'homme. Janvier-Juin 1978. S. 8)

Kurban kelimesi, Sümercede de "puhu", yani ‘insanın yerine geçen’ demektir. Dahası, "dinanu" olarak da adlandırılmaktadır ki, burada artık sunulan kurban ile kurban sunucu aynılaşan bir anlam taşımaya başlamaktadır:
“Koyun (urişu), insanın (dinanu) bizzat kendisidir: insan hayatı için bir koyun sunacak; koyun başını insan başı için, koyun boynunu insan boynu için, koyun ğöğsünü insan göğsü için (yerine) sunacak.” (E. Dhorme. Les Religions de Babylonie et d’Assyrie. Page. 229)

İnsan ile hayvan geçişmesini, kuzey Afrika’daki latince yazılarda da buluyoruz. Burada kurban, ‘vicarius’ (vicaire) olarak adlandırılmaktadır ki, bu tam olarak ‘yerine geçen’ demektir. (a.g.e - s. 230)

Kuran’da ise ‘kurban gerdanlığı’ sözcüğü, insan-kurban geçişmesinin şekilsel bir izi olarak bulunmaktadır:

“Ey iman edenler, Allah'ın (koyduğu dini) işaretlerine, haram aya, (Allah'a hediye edilmiş) kurbana, (ondaki) gerdanlıklara, Rablerinin lütuf ve rızasını arayarak Beyt-i Haram'a yönelmiş kimselere (tecavüz ve) saygısızlık etmeyin. ”

Kuran'ın burada saygı gösterilmesini istediği ve gerçek anlamı daha Muhammed zamanında sislere gömülmüş olması gereken 'kurban gerdanlığı', sonraları ‘kurbanın süslenmesi’nin parçası olarak devam etmiştir. Bu ‘kurban süsleme’ işlemi gerçekte, bireyin (aidi olduğu toplum birimin) kimlik belirlenim sembollerinin (renk, totem, damga vb. biçiminde) kendi yerine, kendi adına ve kendi olarak kurban ettiği hayvana taktığı araçlardan başka bir şey değildir.

13.04.2004
Safa Kaçmaz
NOTLAR...

(*1) Gelgelelim, ünlü AnaBritannica’nın kurban sunma kurumunun kökeni anlamaya ilişkin tavsiyeleri hala ‘kurgusal’ alanda dolanmaya devam etmektedir:
“İnsanın kutsal gerçekliğe ilişkin deneyiminin bir görünümü olarak kurbanın dinsel bilinçte derin kökleri vardır. Bu nedenle kurban geleneğinin olası kökenleriyle ilgili her önerme, dinin kökenleriyle ilgili önermeler gibi büyük ölçüde kurguya dayanmak zorundadır. ”(Cilt 14, sayfa 72)

Kurbanın ve eski toplumun bir çeşit yasal düzenlenmesi olan dinin kökenini cehalette, düşler ve korkular dünyasında aramaya pek meraklı 20. yüzyıl bilim dünyasının genel eğilimini de ifade eden bu tavsiye eski toplumun, dolayısıyla yeni toplumun gerçek ilişki yasalarının anlaşılmasının önünü tıkamaktan başka bir işe yaramaz. Nitekim, AnaBritannica okurunu ‘kurgulara’ yönelten tavsiyelerinin sonucunun ne olduğununu da, peşi sıra, büyük bir içtenlikle ve kibarca itiraf etmektedir:

“Özellikle E.B. Taylor, W. Robertson Smith ve J. G. Frazer'ın bu konudaki araştırmaları kurban geleneğinin anlaşılmasına büyük katkılarda bulunmuş, ama doyurucu sonuç vermemiştir. ”
(*2) Kuran’ın 7. yüzyılda hala, insan ‘ölü eti yemekten’ bahseden sözlerini tarihsel bir tanıklık sayabiliriz:
‘Ey iman edenler... Sizden biriniz, kardeşinin ölü (halindeki) etini yemek ister mi hiç? Demek tiksindiniz! O halde Allah' tan korkun, çünkü Allah, tevbeyi çok kabul edendir. Çok bağışlayıcıdır. ’(Hucürat Suresi- 12)

26 Kas 2008

Buda ve Budizm


Budizm 'in kurucusu Buda (Guatama, Gotama) ( MÖ.563 - 483 ) Kuzey Hindistan 'da Lumbini koruluğunda doğmuş bir filozoftur.
Buda “aydınlanmış” anlamına gelir.
Budizm ' in en güçlü yayılma dönemi Hint Hükümdarlarından Aşoka (MÖ. 273 - 236) zamanına rastlar.
Aşoka zamanında Budizm ' Hindistan, Seylan,Suriye,Mısır,Makedonya ve Yunanistan 'a kadar yayılmıştır. Aşoka 'dan sonrada yeni Krallar Budizm 'e girmiş yayılmasını sağlamış hatta Çin,Moğolistan ve Japonya 'nın ileri gelen devlet adamlarının Budizm 'e hizmet etmesini sağlamışlardır.
Budizm ' MS 1.yy Türkistan , 4. yy da Kore , 6.yy da Japonya ve 7.yy da ise Tibet 'te yayılmaya başlamıştır.
Günümüzde Güney,Doğu;Güneybatı ve Orta Asya 'da çok sayıda taraftarı olan Budizm ' Avrupa ve Amerika 'da da yayılmaya ve taraftar bulmaya başlamıştır.Budizm 'de inanç ve ibadetBudizm 'de inancın temeli “ Buda 'ya sığınırım, Dhamma 'ya (dine,doktrine) sığınırım, Sangha 'ya sığınırım (Rahipler Cemaati,dünyanın en eski bekar rahipler topluluğu)” cümlesi oluşturur.
Bunlardan birini inkar eden kişi budist sayılmaz ve Budizm 'e girmek için yukarıdaki cümleyi söylemek gerekir.
Sangha 'ya giren rahip ve rahibeler evlenemezler. Budizm ' de mabetlere “Vihara” denir.
Budistler Karma- Ruhgöçü 'ne inanırlar.
Vihara da ayda 2 kez bir araya gelen rahipler yaptıkları hataları itiraf ederek benliklerini öldürürler.
Bazı dinlerde olduğu gibi Budizm 'de de bir kurtarıcı bekleme inancı vardır. Kurtarıcının isma Metteya veya Maitreye ' dir.
inançlarına göre Metteya tüm dünyayı düzeltmek olarak gelecek ve Buda ' nın tamamlayamadığı dini tamamlayacaktır.
ibadet Stupa denilen mabetlerde yapılır. Stupalar helezoni yapıda inşa edilmiştir. ibadet için Stupaya giren Budist önce Buda 'nın heykeline saygı gösterisi yapar; O 'na çiçek ve tütsü sunar, Budistler kendi evlerinde de bir köşede korudukları Buda heykeline tazimde bulunarak,ibadet ederler. ibadetlerinde klişeleşmiş dua ve söz yoktur. Budizm 'in kutsal ziyaret yerleri;

  • Budanın doğum yeri( Lumbin)
    Aydınlanma yeri (Bodhi Gaya)
    Buda ' nın ilk vaaz verdiği geyik parkı (Sarnarth 'da)
    Buda 'nın öldüğü Uttar_Prades şehri,

Ganj nehri Kutsal Kitapları Budistler Buda 'nın vaazlarının Pali - Kanon adlı bir kitapta toplandığına ve 400 yıl kadar sözlü olarak nesilden nesile aktarıldığına inanırlar.
Budizm 'in kutsal kitabı üç sepet anlamına gelen “Tripitaka veya Tipitaka 'dır”.

Tripitaka da:

  1. Vinaya Pitaka ;
  2. Sutta Pitaka ;
  3. Abhidhamma : adlı bölümler bulunur.

Bu kitaplarda rahip ve rahibelerle ilgili kurallar, ayin usulleri, beslenme,giyinme, Buda 'nın hayatı,konuşmaları,vaazların yorumu,Budizm ' felsefesi vb ayrıntılı bir şekilde anlatılır. Budizm 'de Mezhepler Budizm ' başlıca iki büyük mezhebe ayrılır:


1- Hianayana

2- Mahayana

1 - Hinayana (Küçük Araba)

Kişinin kendisini kurtarmasını esas aldığı için böyle isimlendirilmiştir. Bu mezhep Seylan ve Güney Asya 'da yayılmıştır. Mensupları saf Budizm 'e yani Budanın asıl telkinlerine kendilerinin muhatap olduklarını iddia ederek Mahayana koluna bağlı olanları sapkınlıkla suçlarlar.

2 - Mahayana (Büyük Araba) Toplumu bir bütün halinde ele alarak herkesin kurtuluşa ermesini amaç edinmişlerdir. Onlara göre Budizm ', herkese cevap vermeli, herkesin ihtiyaçlarını gidermeli, doktrinleri basitleştirerek halkın anlayacağı bir seviyeye getirilmelidir. Budizm 'in bu kolu başka din ve doktrinlerden yararlanmakta sakınca görmez. Bu mezhebe göre Nirvanayı gerçekleştiren herkes Buda unvanını alır. Ve ihtiraslarının esiri olarak dünya zevklerinin arkasından koşmaz. Mahayana mensupları,”hata yapabilirim” diye faaliyetleri askıya almanın karşısındadır. “Bu yüzden pişmanlık duymaya lüzum yoktur” derler Mahayana 'ya bağlı kişi kendini kurtuluşa hazırlayabilmek için şü hususlara dikkat etmek zorundadır:


Cömertlik Olgun manada bilgelik Budizm 'in ahlak kurallarına bağlılık Meditasyon Karşılaştığı olumsuzluklara sabır göstermek Hiç usanmadan sürekli bir gayret içinde olmak Bu sayılan özellikleriyle Mayayana Budizm 'i dünyanın bir çok bölgesinde yayılma imkanı bulmuş,adeta misyonerli bir hüviyet kazanmıştır.Buda ve Öğretisi Buda 'nın öğretisinin baslıca özelliği; Buda 'nın aydınlanma sonucu bulmuş olduğu gerçekleri birer dogma olarak sunacak yerde aydınlanma yöntemini öğretmeyi ve böylelikle yöntemi öğrenen kimselerin kendi çabalarıyla bu gerçekleri kendilerinin bulup yasantısal deneyimle doğrulamalarını öngörmesi, Budalık yolunu herkese açık tutmasıdır. Buda 'nın yasadığı dönemde Budizm ' bir din, Buda da bir peygamber değildi. Şimdiye dek her geliş gidişsimde, içinde hapis olduğum, Duyularla duvaklan mis bu evin, Yapıcısını aradım durdum. Ey yapıcı! Simdi seni buldum. Bir daha bana ev yapmayacaksın, Bütün kirişlerin kirildi, payandaların çöktü. içimde Nirvana 'nın suskunluğundan başka bir şey kalmadı Tutkuların, isteklerin biçimlediği yanılgıdan kurtardım kendimi. Öğretide 4 temel gerçek vardır: Yaşamda ıstırap vardır; ıstırabın bir nedeni vardır; bu neden yok edilirse ıstırapta yok edilmiş olur; bu nedeni yok etmeyi sağlayan bir yol, bir yöntem vardır. 1. Istırap (DUKKHA) ve Yaş**ın 3 özelliği Dört okyanusun suyu mu daha çoktur, yoksa sizlerin inleye sızlaya sürdürdüğünüz bu yolculukta sevdiğiniz istediğiniz şeyleri elde edememek, sevmediğiniz istemediğiniz şeylerden kaçınamamak, istediğiniz şeylerin istediğiniz gibi olmaması, istemediğiniz şeylerin istemediğiniz biçimde olması yüzünden akıttığınız göz yaşları mi daha çoktur? Ananızı, babanızı yitirmek, kardeşlerinizi, kızınızı yitirmek, malinizi, mülkünüzü yitirmek... Bu uzun yolculukta tüm bunlara katlandınız ve dört okyanusun suyundan daha çok göz yaşı akıttınız. Buda ıstırap için dukkha sözcüğünü kullanıyordu. Anlamı; ıstırap, üzüntü, tasa, keder, maddesel veya ruhsal sağlıksızlık, uyumsuzluk, tedirginlik, doyumsuzluk, yetersizlik, sürtüşme, çelişki yani olumsuz ruh durumları... Buda 'nın gözlerimizi açmaya çalıştığı gerçek daha çok ıstıraptan korunmak, kurtulmak için izlediğimiz tutumdaki yanlışlarımız, yanılgılarımız.

Herkes yaşamda Istırabın olduğunu biliyor, ama yaşamda Tatlı anlar, hoş ve zevkli olan şeyler olduğunu, haz ve zevkin ıstırabı dengeleyebileceğini düşünüp bu anların beklentisi içinde ıstıraba katlanabiliyor. Buda 'ya göre yanılgı işte burada. Buda kaynağı dışımızda olan şeylerden elde ettiğimiz haz ve zevkin ıstırabın asil nedeni olduğunu göstermeye çalışıyordu. Yanılgının dünyanın bu geçiciliğine gözlerimizi kapamak, geçici olan, kalıcı olmayan şeylere tutunmaya çalışmaktan geldiğini, dünyayı gerçek böylesiliği, yapısıyla görememekten kaynaklandığını söylüyordu. “Sevdiğimiz hiç bir şey yok ki, bir gün gelip ya onlar bizden, ya biz onlardan ayrılmayalım.” Buda yaş**ı gerçek boyutları içinde kavrayabilmemiz için yaş**ın birbiriyle ilgili 3 özelliğinin üzerinde ısrarla duruyordu: Dukkha - Istırap Bir arada bütünleşmiş, bileşmiş, oluşmuş hiç bir şey değişimden, çözülüp dağılmaktan kurtulamaz. Yanılgı değişim içinde olan, geçici olan şeylere sanki hiç değişmeyeceklermiş, sanki kalıcı şeylermiş gibi tutunmaya, sarılmaya çabalamaktan geçiyor. Oysa elde etmek istediğimiz şeyi elde edene kadar o şey değişiyor, koşullar değişiyor, bu arada biz kendimiz de değişiyoruz. Buda 'nın amacı dünyayı ne olduğundan daha kötü ne de daha iyi göstermekti. Onu olduğu gibi iyi ve kötü yanlarıyla, kendimizi hiç bir yanılgıya, yanılsamaya kaptırmadan bütünlüğü içinde gerçek böylesiliğiyle görmemizi sağlamaya çalışıyordu. Istırabın dünyayı olduğu gibi içimize sindirememekten, dünyadan verebileceklerini değil de daha çoğunu beklememizden, istememizden kaynaklandığını anlatma çabası içindeydi. Kötü olan yaş** değil, ona arsızca yapışmaya çabalamaktan, ondan verebileceğinden çoğunu istemekten gelen ıstıraptır. akıp giden yasamla birlikte karşı koymadan, direnmeden akıp gitmesini öğrenmek, dönüsü olmayan bir akis içinde olduğumuzun, yaş**ın tek bir aninin bile ikinci kez yaşanmasının olanaksızlığını içten içe kavramak, her saniyenin tadını bilecek biçimde yaş**ın sevinçle, kıvançla, coşkuyla kucaklanmasına yol açabilir. Mutluluğun ertelenmesinin de, para biriktirir gibi haz ve zevk biriktirmenin de olanaksızlığı iyice anlaşılabilir. Acaba yaşamda kendimize sığınak yapabileceğimiz Istırabın güçsüz kaldığı, etkisinin azaldığı bir yer, bir zaman var mi? Budizm ' olduğunu savunuyor. Bu an ve burası... Hiç bir şeyin öteki şeylerden ayrı bir kendiliği, ayrı kalıcı bir benliği olamaz. Istırabın asil nedenini aradığımız, kökenine indiğimiz zaman hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde karşımıza çıkan sorumlunun, bir yandan istek ve tutkularımızı besleyip kışkırtan den Başka birisi olmadığını görüyoruz. “Benim güvenim” ”Benim görevim” ”Benim sorumluluğum” ”Benim başarım” ”Benim param” ”Benim isteklerim” ”Benim heveslerim” ”Benim öldükten sonra ne olacağım” ”Benim öldükten sonra da var olma doyumsuzluğumdan gelen sorunlarım” Nedir bu ben? Buda insan varlığında geçici olmayan değişmeden kalan, dayanıklı bir öz, tözel bir nitelik olmadığını göstermeye çalışıyordu. Bir gövde doğar, büyür, yaşlanır, ölür, çözülür, sürekli değişim içindedir. Bir kimse kolunu, bacağını yitirse de ne azalır, ne de küçülür. Öyleyse insanin gövdesinde olamaz. duygularımızda da olamaz. Çünkü onlar değişse de gene olduğu gibi kalır. duyu organlarımızdan gelen algılarımız da olamaz. önceki düşüncelerimiz, kararlarımız, eylemlerimizle biçim almış eğilimlerimiz de olamaz. ayırt edici bilincimizde de olamaz. Bu beş kümede toplanan bedensel ve ruhsal varlığımız gövdemiz, duygularımız, duyu organlarımızdan gelen algılarımız, önceki düşüncelerimiz, kararlarımız ve eylemlerimizle biçim almış eğilimlerimiz, karakter özelliklerimiz, ayırt edici bilincimizin bir araya gelmiş olmasından da oluşmuş olamaz. Çünkü bunlardan hiçbirisi i içermiyorsa o zaman besinin bir araya gelmesi de beni oluşturmaz. O zaman geriye değişmeden kalan tek bir şey kalıyor. Ad... Ben 'e verilen özel ad.Milanda Panha adli kitaptan: Kral Bilge Nagasena 'ya seslenmiş: “Ustam kimsin, adini söyler misin?” “Bana Nagasena diyorlar. Ama bu yalnızca bir ad, adlandırmaktan, belirtmekten Başka şeye yaramayan, bir deyim, bir sözcük, içinde bir kimlik, bir benlik yok. Bir ad, bir lakap, bir işaret, yalın bir sözden Başka bir şey değil. Kral inanmaz ve sorular sorar. “Nagasena bu saçlar midir?” “Hayır büyük kral” ... “Duygu ve coşkular midir Nagasena?” “Hayır büyük kral” Nagasena kraldan arabayı tanımlamasını ister. “Tekerlek, dingil, ok, sandık ve kollar bir arada olunca arabadan söz edilir. Araba yalnızca bir ad, adlandırmaktan, belirtmekten Başka bir ise yaramayan bir deyimden Başka bir şey değil.” “Evet kralım. Benim de saçlarım, derim, ... ad ve bedenim, duygularım, algılarım, geçmiş eylemlerimle biçim almış karakter özelliklerim, ayırt edici bilincim bir araya gelince Nagasena adi veriliyor. Ama kimlik, benlik söz konusu olunca burada öyle bir şey yok. Nasıl arabanın beş bölümü bir araya gelince araba diyorlarsa, beş katışmaç bir araya gelince de bir kimden bir den bir özneden söz ediliyor. Buda diyor ki: Ne ben 'in, ne de ben 'e ilişkin kalıcı bir şeyin varlığından söz edilebilir. Ben, ben olarak gelecekte de var olacağım, benim sürekli değişmez bir benliğim var, savında bulunmak hatalıdır. Ben düşüncesini yok etmeli, benlikle kurumlanmak yanılgısını yenmelidir. Buda 'nın görüsüne göre “ben”, insanin hem bedensel hem de ruhsal varlığını oluşturan bu beş kümenin bir arada ve birlikte, sürekli bir akis, sürekli bir değişim içinde olusunun ortaya çıkardığı bir görüngü, bir olgu, insani çevresinden ayrı bir varlık olarak ayırt etme, özerk bir biçimde hareket etme durumundan köklenen bir yanılgı, bir yanılsamadan Başka bir şey değil. ayırt edici bilinç ise karışıp dünyayı ben ve ben olmayan diye ikiye bölünce bu ben yanılgısı kendiliğinden ortaya çıkıyor. Aslında bilincin ayırt etmeden, seçmeden, bölmeden bütünü kavrama olanağı da var. Ben 'in var olma doyumsuzluğundan kaynaklanan ve ölümün sinirini aştığına inanılan uzantısına verilen ad 'sa ruhtur. Budizm 'de Öz varlık yoktur. Buda ben-ruh yanılgısını sergilemek istiyor. Bir kez ben-ruh yanılgısı oluştu mu bütün varlığımızı sarıyor, bilincimizin özgürce çalışma etkinliği engelleniyor, onun bitmez tükenmez istekleri nasıl yaş**ı çekilmez bir hale koyuyor, sorunlarımız yaşamla bile sınırlı kalmıyor, ölümden sonrası ile ilgili sorunlar da gündeme girdiğinden onlar da kaygı ve üzüntü konusu olmaya başlıyor. Buda ben 'i kurtarmaya değil, bizi ben 'den kurtarmaya çalışıyordu. Ölümsüzlüğe erişmek için tek bir yol olduğunu savunuyordu. Öncesizden sonsuza uzanıp giden varoluş zincirinin içindeki yerimizi bulmak, evrensel yaş** ırmağının içimizden aktığının, yaş** gücünün bizim burun deliklerimizde, bizim ciğerlerimizde nefes alıp verdiğinin bilincine erişmek..2. Nedensellik Çemberi- bağımlılık ve Özgürlük- Ka Buda 'ya göre varolan her şey nedenselliğin bir sonucu olarak vardır, boşluktan yokluktan oluşan bir evrende nedenselliğin döngüsüne takılan yokluk varlığa dönülür, her neden bir sonucu, her etki bir tepkiyi zorlar. Evrenin değişmez yasası nedensellik (Karma) yasasıdır. Ne başlangıcı ne de sonu olan evrende egemen olan yalnız doğa yasalarıdır. Buda böylelikle tanrıların görevini yasalara yüklemiş, tanrıları gereksizleştirmişti. Değil mi ki insanin geleceğini belirleyen nedenlerin zorladığını sonuçlardır, öyleyse insanin kendi eylemlerinin sonuçlarından kaçıp kurtulması olanaksızdır. Bir çocuğun anasından beklediği gibi tanrıların bize sevecenlik göstermelerini, bizi bağışlamalarını bekleyemeyiz. Eylemlerimizin sonuçlarından kurtulmanın bir yolu varsa, onu ancak kendi çabamızla kendimiz bulmalıyız.On iki halkalı kapalı bir zincir olarak temsil edilen nedensellik yasası:1. Yanılgı yanlış düşüncelere yol açıyor. 2. Bu düşünceler eğilimlere, karakter özelliklerinin biçimlenmesine ortam hazırlıyor. 3. Buradan da bilinç oluşuyor. 4. Bilincin bentle ben olmayanı ayırt etmesinden özne nesne ikiliği, ad ve beden ortaya çıkıyor. 5. Bundan altı duyu alanı gelişiyor. 6. Bu altı duyudan dolayı duyularla nesneler karşılaşıyor. 7. Bu karşılaşmadan hoşlanma, hoşlanmama gibi duygular oluşuyor. 8. Bu duygular isteklere, tutkulara dönüşüyor. 9. istekler, tutkular bağımlılığa, insanin isteklerinin, tutkularının tutsağı olmasına, bireysel yaş** isteğine yol açıyor. 10. Bundan da oluşuma bağımlılık ortaya çıkıyor. 11. Oluşum doğuşa 12. Doğuşsa ihtiyarlık ve ölüme, ıstıraba, tedirginlik ve umutsuzluğa yol açıyor. Buradan da gene yanılgı çıkıyor ortaya. Buda 'nın yanılgıyı dizinin en başına koymasının nedeni olasılıkla bu döngüden tek çıkış yolunun bu halka olmasıyla açıklanabilir. İstekleri, tutkuları kışkırtan yanılgıdır ana yanılgıyı besleyen de gene istekler ve tutkulardır. Kökünü yanılgıdan alan düşünceler, karar ve eylemlere dönüşüyor. Düşüncelerimiz kararlarımızı, kararlarımız Eylemlerimizi belirlerken, eylemlerimiz de kararlarımızı etkileyip zorluyor. Her düşünce sonrakileri sınırlıyor. Biz kez tam bir özgürlük içinde bir şey düşünmüş olabileceğimizi varsaysak bile, ondan sonraki düşüncelerimizde ayni oranda özgür olamayacağımız açık. Giderek özgürlük alanı kısıtlanıp daralıyor... Şu anda ne olduğumuzu belirleyen dünkü düşüncelerimizdir. Bu gün kafamızdan geçen düşüncelerse yarinki yaş**ımızı biçimliyor. Yaş**ımız kesinlikle zihnimizin yaratısıdır. Budist metinler dört tür bağımlılıktan söz ediyorlar.
1. İsteklerden, tutkulardan gelen bağımlılık 2. Yanlış görüşler, kanılardan kaynaklanan bağımlılık 3. Erdemli bir yaşamla ve kurallara tıpatıp uygun davranmakla kurtuluşa erişilebileceğini sanmaktan gelen bağımlılık 4. Sürekli ve değişmez bir ben 'in varlığına inanmaktan gelen bağımlılık isteklerimizin tümüne yakın bir bölümü toplumun yapay olarak yarattığı gereksiz şeyler.Örneğin toplum bizi zeki bir adam gibi görünmeye isteklendiriyor. Çevremizde beğenilen bir kimse olmak bize nelere mal oluyor ? Bunun karşılaştırmalı bir hesabini yapabilmiş olsak, harcadığımız bunca çaba, üzüntü, sıkıntıya değmeyeceğini anlayacaktık. Başka insanların önüne geçememek, Başka insanlara üstün olamamaktan gelen ezikliklerin ardında hep ben yanılgısı yatıyor ama bu ben yanılgısını besleyen de toplumun özendirici etkisi. Bir kere gözümüzü açıp ta bu koşturmacanın amaçsızlığını, anlamsızlığını görebilsek, bu koşullanmalar, biçimlenmeler etkisini yitirecek, ve bağımlılık da ortadan kalkacak. O zaman ıstırap yerini özgürlüğümüzü yeni bastan kazanmış olmaktan gelen aşkın bir mutluluk duygusuna bırakacak, nedensellik döngüsünden kendimizi kurtarmış, daha doğrusu döngüyü ters yöne çevirmeyi başarmış olacağız insan kendini yanılgıdan nasıl kurtarır? Bu sekiz basamaklı yolla mümkündür. Yanılgıdan kurtaran bilgiye çıkarımcı düşünceyle varılamaz. Çünkü bu tür düşüncede özgürlük yoktur. Budizm ' görüsüne göre, bizi yanılgıdan kurtaracak bilgiye ancak sezgiyle erişilebilir. insan yanıldığını, yanilmadigini; aldatılmadığını, aldatılmadığını; sevildiğini, sevilmediğini ancak sezgiyle anlayabilir. Uyanan kimse karmanın elinde eli kolu bağlı bir oyuncak olmaktan kendini kurtarmış olur. Koşullanmaya, biçimlenmeye bütünüyle karşı koyabilecek bir insan yok bu dünyada. Yanında yada karşısında tutum almakla her zihnini sınırlamış oluyor. Bizi düşündüğümüz gibi düşünmeye, davrandığımız gibi davranmaya iten ön koşullar, düşünsel yada duygusal zorunluluklar var. Uyanınca bu zorunluluğu fark etmiş oluyoruz ve zorunluluk olmaktan çıkıyor. Bu yüzden de karma değiştirilemez bir alın yazısı sayılmaz, uyanan kimse karmanın bağlarını da koparmış olur. Eylemlerimiz er geç bize geri döner. Her eylemin iyi yada kötü sonuçları eninde sonunda eylemi yapana ulaşır. Buda, kalıcı olan bir yaşamdan öbürüne aktarabileceğimiz, şu gövdemiz içinde saklanan bir şey olamayacağını anlatmaya çalışmıştı Öyleyse gene doğumla söz edilmek istenen neydi? Buda 'ya göre bir yaşamdan ötekine aktarılan ben yada ruh değil, yalnızca eylemlerimizin zorladığını nedensel sonuçlardır. Bu senin gövden de değil, Başka birisinin gövdesi de değil. Ona geçmiş eylemlerin (karma) ürünü gözüyle bakmak daha doğru olur. Önceki bir yaşamda yaptıklarımın ödülü ya da cezası da değil. Ben nedensellik zincirinin bir zorunluluğu olarak varım. Eylemlerin bir sürekliliği var ama ben 'in de bilincin de sürekliliği yok. Buda 'nın dilinde doğum ölüm döngüsü, yaşamların önceki yaşamların etkisiyle biçimlendiğini anlatmaktan öte bir anlam taşımıyordu. 3. Nirvana Nirvana, Batı 'da genelde anlaşıldığı gibi ölümden sonra değil, burada ve şu anda gerçekleştirilebilecek bir ruhsal durumdur. istek ve tutkuların yok olması, Istırabın etkili olmayacağı bir iç barışa, iç suskunluğa, aşkın bir Mutluluğa erişmektir. Nirvana 'ya erişme isteği de dahil olmak üzere tüm istek ve tutkular bırakılmadan, olanla, gelenle yetinmekten gelen iyimser bir yetingenlik kazanılmadan Nirvana gerçekleştirilemez. Nirvana 'yı gerçekleştiren kimse bir yandan da günlük yaş**ını normal haliyle sürdürüyor. Eylemlerinin bir takım nedensel zorunluluklar (karma) yaratmaması da olanaksız elbette. Nirvana 'ya erişen kimselerin tek farkı, bu zorunlulukların dışında kalmayı başarabilmesi. Eylemlerinde beğenilmek, beğenilmemek gibi bir güdü etkin olmuyor, yaptığı islerden alkış beklemiyor, basarı ya da kazanç onu fazla sevindirmediği gibi başarısızlık ya da yitim de fazla üzmüyor. Kuskusuz acı da çekiyor ama bunlara bilgece katlanmasını, olayların doğal akımına boyun eğmesini de biliyor. Ben 'i aşınca bütünle bütünleşiyor.. Yarinin getireceklerine kaygısız, ben 'in doyumsuzluğundan gelen bütün sorunlara sırtını çevirmiş, şu yaş** nasıl yaşanmalıysa öyle yaşamaya başlıyor. Özgürlük, coşku, aşkın mutluluk içinde, akıp gitmekte olan yaş** ırmağı içindeki yerinin bilincine erişiyor. Buda 'nın öğretisi, bir yandan ben 'i yokumsarken öbür yandan da bireyciliği en ileri götürmüş olan öğretidir. insanin toplumun kendisine giydirdiği kişiliksiz kişilikten soyunup gerçek varlığıyla baş başa kalınca gerçeği olduğu gibi özümleyecek bir yeteneğe sahip olabileceğine inanıyordu. Buda ölümden sonra ne olduğuyla ilgili sorulara yanıt vermek istemiyordu. Böyle bir soruyla karşılaşınca ya susuyor, ya da söyle diyordu: Göğsünüze zehirli bir ok saplanmış olsa, oku çıkartmaya çalışacak yerde, oku atanın kim olduğunu, hangi kasttan, hangi soydan geldiğini, boyunu boşunu, oku atmaktaki amalini falan mi araştırmaya kalkardınız? Ben bir şeyi açıklamıyorsam bırakın açıklanmamış olarak kalsın. Peki neden açıklamıyorum? Çünkü o şeyin açıklanması size hiç bir yarar sağlamayacaktır da ondan. Çünkü bu sorulara yanıt aramak ne aydınlanmanıza, ne bağımlılıktan kurtulup özgürlüğünüzü kazanmanıza, iç suskunluğuna, gerçeğe ermenize, Nirvana 'ya erişmenize katkıda bulunabilir. Buda öğretisinde hiç bir dogma, iç yaşantıyla doğrulanamayacak hiç bir inanç getirmemeye özen göstermiştir. Varoluş, devingen gücünü nedensellikten alan sürekli bir oluşum, değişim sürecinden Başka bir şey değildir; varoluşun ardında Durağan bir öz, tözel bir nitelik yoktur. Budizm 'de tözsüz, öz varlıksız bir nedensellik vardır. 4. Sekiz basamaklı yüce yol
-Tam görüş -Tam anlayış Bu basamaklar kendimizi de, dünyayı da olduğu gibi, gerçek böylesiliğiyle görmeyi, adların biçimlerin gizlediği temel gerçeğin, her şeyin ıstırap, her şeyin oluşum, değişim içinde olduğu, kalıcı bir ben 'in, değişmeyen bir tözün olmadığını anlayışına ulaşmayı amaçlıyor. -Doğru sözlülük-Tam davranış Bu basamak, özgür istencinizin ürünü olan, içten geldiği için, hiç bir amaç gütmeden yapılan davranıştır. -Doğru yaş** biçimi Yaş**ını sağlamakta doğruluktan ayrılmamak, kendine yetecek olandan çoğunu elde etmeye çalışmamaktır.-Tam çaba, tam uygulama Her şeyin tam bir özenle, eksiksiz yapılmasıdır. Bir Budist 'in oturması, kalkması bile büyük bir dikkatle yapılmalıdır. Zihnini bencil düşüncelerden arıtmak sürekli bir uğraş olmalıdır. Zihnin arıtılması, bencil düşüncelerden ayıklanması dört yüce duygunun yüzeye çıkmasına olacak sağlar: Sevecenlik, acıma, sevgi, yan tutmama. -Tam bilinçlilik -Tam uyanıklık Bu basamaklar meditasyonla ilgilidir. Meditasyon Batı 'da anlaşıldığı gibi derin derin düşünme değil, düşüncenin aşılmasını, çıkarımcı düşünceden arıtılmış bir zihinle, salt bilinçli olmayı amaçlayan bir yöntem. Tam bilinçlilik, tüm duyumların, duyguların, düşüncelerin ruhsal durumların ardında olacak biçimde bir alicilik, bir uyanıklık durumunu sürdürmektir. Algının kapıları öylesine temizlensin ki, her algı hiç bir engelle karşılaşmadan bilince ulaşabilsin. Sözcükler de bilinçle yaşantı arasına giren bir engel oluyor çoğu kez. Sözcüklerden oluşan düşünceler durmadan bizi, iyi kötü, hoşa giden hoşa gitmeyen gibi ayrımlar yapmaya, yargılara varmaya kışkırtıyor. Artık dünyayı olduğu gibi değil, kurgularla, soyutla, soyutlamalarla yani sözcüklerle dünyayı kavrıyoruz. Gerçeğin sözcüklerle kavramlarla değil, ancak yaşantıyla kavranabileceğini savunan Budizm ' sözcüklere, kavramlara tutsak olmak yerine onları tam olarak denetim altına almak istiyor.Budist meditasyonun özü nefes alıp verdiğinin ayırdında olmakla başlayan yaygın dikkattir. insan nefes alıp verdiğine duyarlı olunca yaşadığının da farkında oluyor, geleceğe ya da geçmişse değil, kendini şu ana ayarlıyor, şimdide yaşamaya başlıyor, duyulara daha duyumlu, duygulara daha duyarlı oluyor; kendinden kopuk, kendinden habersiz yaşamaktan kurtarıyor kendini, yaşamla da kendiyle de bütünleşiyor. Bu uygulamada yol almış kimse gövdesinde kendi istencine bağlı olmadan bir nefes alıp verme işleminin sürüp gittiğine duyarlı olmaya başlıyor. Bu yaşamsal bir yaşantı olarak kendini açığa vuruyor, ve bu izlenim insanda iç barış, esenlik ve Mutluluğun oluşmasına yol açıyor. Artık zihindeki karmasa yatışmıstır. Buda 'nın meditasyon yöntemi öyle dalıp gitmeyi kendinden geçmeyi değil, tersine sürekli uyanıklılığı, sürekli bilinçli kalmayı gerektiriyor. Tam bilinçlilik gerçekleşince tam uyanıklık kendiliğinden gelir. Burada tüm ikilikler yok olur; düşünenin düşünceden, bilenin bilinişten, öznenin nesneden kopukluğu diye bir şey kalmıyor; zihinle yaşantı arasındaki bölüntü kalkıyor. Bütün bu ayrımların yaşantıyla ayırt edilecek somut bir gerçekliği olmadığını, bunların akıl yoluyla varılmış çıkarımlar olduğunu fark ediyorsunuz. Size “bu benim, bu da benim düşüncem” ya da “gören benim, bu da gördüğüm şey” diye ayrım yapmanıza olanak veren şeyin bir gözlemden daha çok, sözcüklerin ve mantığın aracılığıyla elde edilmiş bir kuramdan Başka bir şey olmadığını anlıyorsunuz.
Kaynak: dunyadinleri.com

24 Eki 2008

Dante ve İlahi Komedya



Yazılışından bu yana 700 yıl geçmesine rağmen hala tartışılan bir başyapıtın üzerine yazmanın kolay olmadığını biliyorum .

Her şeyden önce yapıtı inceleyerek sembol ve alegorileri deşifre etmek için öncelikle tarih,kültür ve dinler tarihi konularında kapsamlı fikir sahibi ve donanımlı olmak gerekli. 1300 ‘lü yılların siyasi olaylarını detaylı olarak incelemenin yanı sıra Dinler tarihi ,Yahudilik ,Hıristiyanlık ve İslam dini ve Ortaçağ dünyasındaki siyasi ve içtimai gelişimi de araştırmak ve paralellikler kurmak önemlidir. Giderek ezoterik bir yorum yapabilmek için de alt metinlerde yer alan derin ve çok katmanlı sembolizmayı kavramak için de dini sembolizma kadar ,“Tapınak Şövalyeleri “ ,”Gül Haç kardeşliği” ve diğer inisiatik öğretilerin ezoterik sembolizması gelişimi ve detaylarına vakıf olmak gereklidir.

İlahi,Komedya

Dante Aligheri , çok zengin bir ailenin çocuğu olarak 1265 yılında Floransa’da doğar. Cizvit papazları ve bazı ezoterik tarikatler tarafından inisiye edilerek çok uzun süren edebiyat dil ,felsefe dinler tarihi ve siyaset eğitimi alır. Yetişkinlik döneminde zengin ve bilgili bir kent soylu olarak Floransa kent meclisinde ailesinin baskısıyla siyasete atılır.Kısa sürede Siyasetin gereği beyazlar ve siyahlar olarak iki gruba ayrılan “Guelfo partisi”nin beyazlar grubunda yer alır .

Beyazların grubu Papa’nın siyasi gücüne karşı bir cephe oluşturur,Dante ‘de bu grubun içinde Katolik Kilisesi’nin ve Papa’nın karşısında yer alır . Zaman içerisinde Beyazların iktidarı kaybetmesi üzerine hakkında suçlamalar ve yolsuzluk iddaaları ortaya atılmakta gecikmez. Artık Dante’nin sürgün yılları başlayacaktır.

Floransa kent meclisi tarafından ölüme mahkum edilen Dante 1321 yılına kadar kadar sürgünde yaşar. İlahi komedyayı da sürgünde iken kaleme alır,. Eserin tamamlanması yirmi yıl sürer. Bir yıl sonra da 54 yaşındayken ölür. Dante ‘nin İlahî Komedyası , hayalî bir seyahatin öyküsüdür. 1300 yılının 7 Nisan gecesi başlayan bu hayali seyahat bir hafta sürer. Dante ‘ye Cehennem ve Arafta şair Vergilius Arafın tepesinde ise sevgilisi Beatrice rehberlik etmektedir.

“İlahi Komedya” üç ana bölümden oluşur:


  • Cehennem (Inferno),
    Araf (Purgatorio)
    Cennet (Paradiso);

Eşit uzunlukta olan bu üç kitabın her birinde otuz üç “kanto” yer alır, sadece Cehennemde otuz dört tane kanto vardır fakat ilk kanto, tüm komedyanın giriş bölümü görevini üstlendiği için oranlar değişmez. Böylece üç çarpı otuz üç, artı bir, eder yüz adet kanto. Kusursuzluk sayısı onun karesi olan yüz, ilahi bir anlam taşır.


İlahi Komedya”nın sayılarla başka bağlantıları da vardır, örneğin üç bölüm Hıristiyanlığın temelinde yer alan Tanrı-İsa-Kutsal Ruh üçlemesine bir gönderme olduğu yorumu yapıldığı kadar eski ezoterik misterlerin kutsal üç sayısı ve kabala mistiklerinin gizli anlamlarını ihtiva ettiği ve giderek masonluğun üç sayısı gibi yorumlar da yapılmıştır.


Üçün karesi dokuz ise her bölümde anlatılan mekanların yapısal şeklidir. Cehennemde yer alan üç ana grup bu dokuz bölümde canlandırılmışlardır. Huni şeklindeki Cehennemin girişi yeryüzünden başlar ve merkeze doğru iner. Dante’nin Cehennemdeki yolculuğu da yeryüzünden başlayarak onu dokuz çemberin içinden geçirerek, en hafif günahların işlendiği çemberden daha büyük günahlara doğru götürür; burada yer alan tüm ruhlar geri dönüşü olmayan cezalara mahkum edilmişlerdir fakat her birinin işlediği günahın derecesi farklıdır.

Cehennem

Dante’nin yolculuğunda ilk olarak Cehennemin üst katlarında olanlarla tanışırız, bunların arasında ilk çemberde yer alan doğru ile yanlış arasında seçim yapamayanlar gelir, ardından da Sokrates, Vergilius gibi bilge paganların bulunduğu, tek suçları İsa’dan önce doğmuş olan ruhlar gelir. Bir Tapınak Şövalyesi” (Templiye ) olduğu söylenen Dante’nin ezoterik bilginin yoğun olarak kullanıldığı İlahi Komedya adlı yapıtı içerdiği sembolizmayla tam anlamıyla günümüze kadar çözülememiş , üzerinde hala yoğun olarak tartışılan yaklaşımlarla açıklanmak istenmiştir. İlahi Komedya daha sonra dönemin ünlü yazarlarından Boccaccio tarafından halka okunur, halkın günlük konuştuğu kent soyluların ,kilisenin ve kraliyetin pek itibar göstermediği Toskana lehçesiyle yazılan bu metin üzerinden yüzyıllar geçse de hâlâ tartışılıyor.
Vatikan Kilisesi , Tapınak Şövalyesi olduğu söylenen Dante’nin bu yapıtını yüzyıllarca göz ardı ettikten sonra 1921’de birden sahiplenmiştir,. Osmanlı İmparatorluğu döneminde II. Abdülhamit’in yapıtın Türkçe çevirisinin yayınlanışını engellemiş oluşu da kayda değer bir not olarak alabiliriz . Dante’nin İlahi komedyası Türkçe’ye Rekin Teksoy öncesinde Hamdi Varoğlu ve Dr. Feridun Timur tarafından çevrilmiş. Ama bu çevirilerin sorunları olduğu Dante uzmanı rahmetli Dr. Ümit Gürol tarafından söylenmiştir. Yapıtın günümüzde geniş kitlelerin farkında olmadığı derinliğini yakalayamadığı metaforik bir alt metni vardır. Türkiye’de, yapıtın Cehennem bölümünün 28.



Hz.Muhammed ve Hz. Ali

Kantosunda Hz. Muhammed ve Hz. Ali ile ilgili mısraları nedeniyle ‘Dante İslâm düşmanlığı ’ yapıyor gözüyle bakanlar da vardır. O yıllarda Hıristiyan Kilisesi’nin İslam dini konusundaki görüşü , İslam dininin Hıristiyan toplumunda ikilik çıkardığı ve toplumu ikiye böldüğü doğrultusundaydı. Hiç şüphesiz 1096-1275 yılları arasında bifiil süren ötesinde ve öncesinde de hazırlık ve yatışma dönemleri de katılırsa yaklaşı 250-300 yıllık bir Hıristiyan –Müslüman çatışmasından (Haçlı Seferleri ) söz ediyoruz . Bu çatışmaların askeri olduğu kadar ekonomik ve siyasi olarak da sanat ve düşünce hayatında da etkileri olmuştur. Dante ’ye siyasi ve din açısından yaklaşmaktan öte ezoterik edebiyat ,sanat ve kültür bağlamında köprüler kurmak da gereklidir :

Bu bağlamda ana alt metaforun Antik Yunan da Homeros ’un Ulyseus mitolojik sembolizması kadar ; Hint ,Pers ve İslam felsefesi gibi o zamanın kadim öğretilerini de dikkate almanın gerekli olduğunu söyleyebiliriz. Dante’nin “İlâhî Komedya” eserinde, kahramanı İrlandalı keşiş Patrick olan “Patrizio’nun kuyusu” efsanesinde, çeşitli tradisyonlarda, mitolojilerde ve kimi masallarda işlenmiş bir sembolizma kullanılır . Istıraplı deneyimler geçirmek üzere “yeraltına iniş” olarak da ifade edilir. Sembolün ne anlama geldiğini büyük inisiyelerden Orfe ve Platon ifade etmişlerdir. İnisiyasyonlarda “küçük misterler aşaması”nın sonundaki inisiye adayının ikinci temel aşamaya devam edebilmesi için tümüyle arınması, saflaşması, yani tertemiz bir şuur halini edinmesi gerekliydi.

Bunun için de “cehenneme iniş” denilen bir deneyim geçirmesi gerekiyordu. Buna “ölüm deneyimi” de denilir. Platon ve Orfe, “vicdani hesaplaşma” da denilen bu deneyimin ilk etabını, zaten her insanın öldükten sonra zaten yaşayacağı bir “kendi kendini yargılama” ve kefaretini ödeme olarak betimler. Teozofik literatürde, menfi düşünce formlarından kurtulma anlamında “karmik tortulardan arınma” olarak ifade edilen cehenneme iniş deneyimi kimi tradisyonlarda “ejder”ini öldürme sembolüyle simgelenir. İnisiye adayının geçmişiyle yüz yüze gelmesini sağlayabilmesi için, öte-âleme göçmüş gibi derin bir degajman haline, yani ölü denecek kadar derin bir trans haline girmesi gerekmekteydi.

İnisiyasyon

Bir hayli sarsıcı olan bu deneyim için, aday ya boş bir mezarda ya da bir tabutta genellikle bir gece boyunca yalnız başına bırakılırdı. Aslında, bu deneyiminde yalnız sayılmazdı; psişik yetenekleri çok güçlü bir üstadın kontrolünde bulunurdu.

İnisiye adayı vicdani hesaplaşmasını yaptıktan, hatalarını ve geçmişini inceleyip değerlendirdikten sonra, doğmadan önceki temiz, saf şuur halini yeniden elde etmiş olacaktı. Bu şuur hali kimi tradisyonlarda “bir çocuk kadar saf olunması gerekir” sözüyle dile getirilmiştir. “Ejder”ini öldürüp savaştan başarılı çıkabilen öğrenci, dünyada doğmadan önceki, dünya çamuruna bulaşmamış saf şuur halini edinmiş bulunuyordu.

Arınmış ve saflaşmış bulunan aday, bir bakıma yeniden doğmuş bulunuyordu. Dolayısıyla bu olay ezoterizmde, tasavvufta ve çeşitli tradisyonlarda ikinci doğuş olarak adlandırılır.
Yeniden doğmuş sayılan inisiye adayı için üstadı artık “baba”dır (ata), kendisi de “oğul”dur. Bu yüzden inisiyelerden söz eden pek çok tradisyonda inisiyeler “oğullar” sözcüğüyle nitelendirilir. Ezoterik tradisyonda cehennemde yanma sembolü de bu bağlamda değerlendirilir. Kısaca, cehennem ateşinde yanma sembolizminde bireyin olumsuz, negatif unsurlarından arınması sözkonusudur, yani bireye zarar verici bir işlem değil, yararına bir işlem sözkonusudur.

Grande della Scala



Dante, kraliyet piskoposu Grande della Scala’ya 1316 yılında yazdığı bir mektupta, her metnin en az iki farklı okuması olduğunu yazar: "Bir anlamı harflerden ediniriz. Diğer anlam harflerin neyin yerine kullanıldıklarındadır. Yani bir sözlük anlamı, bir de alegorik ya da mistik olan anlam vardır." Dante daha da ileri giderek, alegorik anlamın da üç ve daha fazla farklı okumayı içerdiğini de söyler.

Sonuç olarak Dante'nin "İlahi Komedya" adlı eserinin çok katmanlı bir okuma gerektirdiği ve kurgulanan sembolizmanın okuyucusuna sonsuz açılımlar sağladığı,okuyucunun paralel okuma yaparak referans kaynaklarını genişlettikçe zenginleşen bir dünyanın içine doğru yükseldiğini söyleyebiliriz.

Bu ilk tanıtım yazısının ardından bölümler üzerinde durmaya çalışacağız

28 Eyl 2008

Roş Aşana

Roş Aşana Yahudi takvimine göre Yeni Yıl Bayramı olarak kutlanır. Bu gün ile birlikte ‘Atseret Yeme Hateşuva’ denilen on günlük nedamet ve ibadet günleri başlar. Tişri ayının ilk günü -Yılbaşı- Roş Aşana olarak anılır. Bu yıl Roş Aşana Bayramı’nı 30 Eylül-1 Ekim tarihlerinde kutlayacağız. Şana Tova...'
Yahudi yeni yılı, diğer inanışlarda olduğu gibi neşeli, coşkulu, eğlenceli bir kutlama düzeni ile değerlendirilmez. Roş Aşana son derece ciddi bir kutlamadır. Kefaret günü olan Yom Kippur’a değin geçen 10 pişmanlık gününün başlangıç gününü temsil eder. Bu gün Tanrı’nın geçen tüm yıl boyunca her bir Yahudinin, günlük hayatlarının her gününde neler yaptığını tarttığı günlerin başlangıcıdır.
Ama bu yargılama günlerine değin, her Yahudi’nin çok önceden ciddi bir hazırlığa girişmesi gerekir.
İbrani takviminin aylarından biri olan Elul, Tanrı’nın yargılama dönemine giden bir önceki aydır. Bir Yidiş atasözüne göre "Elul ayında balıklar bile titrer."
Bu ay içinde bazı Yahudiler mezarlıklarda yatan yakınlarını ziyaret ederek, kendileri için Tanrı’dan affedilmelerini dilerler. Yine bu ay içinde Yahudiler Tora’yı çok sık okurlar. Onu bir kez daha öğrenmeye ve anlamaya çalışırlar. Günlük dualarının içinde özür ve bağışlanma dileği içeren bölümler ve ilahiler bulunur. Roş Aşana’dan önceki son Şabat geceyarısı Selihot adı verilen özür ve pişmanlık duaları okunur.
Yahudi inanışına göre Roş Aşana günü Tanrı katında üç kitap açılır, bunlar Tanrı’nın kendi kulları için kaydettiği, yaptıkları iyiliklerin yazılı olduğu "yaşam kitabı", yaptıkları kötülüklerin yazılı olduğu "ölüm kitabı" ve genel anlamda ne çok kötü, ne de çok iyi olmayan davranışların kaydedildiği üçüncü bir kitaptır.
İnsanlar, 1 Tişri’den, 10 Tişri (Yom Kipur)ye kadar olan 10 pişmanlık gününde (Atseret yeme ha Teşuva) içlerinde bu huzursuzluğu duyarak, yaptıkları hataları, kötülükleri hatırlayarak, bunun yanısıra yaptıkları iyi şeyleri de ekleyerek Tanrı’ya bağışlanmak için yakarırlar. Daha doğru bir söylemle o günlerde özellikle yeni hatalar yapmamaya azami dikkat ederler.
Her insanın kaderi Roş Aşana’da bellidir ama Yom Kipur’a kadar silinebilir. Sinagoglarda U’ne taneh tokef duası okunur. Bu dua ilk günün anlam ve önemini kapsar. "Kim ölecek ve kim yaşayacak? Kim ateşle ve kim su ile sınanacak?" Duada, pişmanlık duygusu, yakarı ve iyi davranış vaadleri vardır. Tanrı katında tüm yakarılar tek tek değerlendirilir. Bu yüzden insanlar özellikle bu günlerde davranışlarına çok dikkat ederler. Her kişi kendi kişisel davranışından sorumludur.
İnsanlar, bu günlerin geleceklerini şekillendireceğine inanırlar. O yüzden kendilerine göre ekstra önlemler de alırlar. Örneğin Roş Aşana döneminde birbirlerine iyi dilekler içeren kartlar, notlar ve armağanlar gönderirler. "Tanrı seni hayat kitabına yazsın", "iyi bir yeni yıl dilerim" gibi notları özellikle kullanırlar. Kartların üzerinde şofar, sefertora, kutsal topraklardan özel bir fotoğraf veya magen David figürleri çokça kullanılır. Herkes özüne olasıya döner.
Levililer kitabının 23:4 bölümünde bu günün kutsal olduğu ve güçlü seslerle anılması gerektiği yazar. Bu güçlü sesler ancak Şofar ile gerçekleşebileceğinden bu gün "Şofar sesinin duyulduğu gün" olarak nitelendirilir. 1. Bet ha mikdaş döneminde bu gün Yılbaşı olarak kutlanmazdı. Bu yüzden de yeni yıl kutlaması yapılmazdı.
M.Ö. 5. yüzyılda Babil’e sürgüne gönderilen ve 70 yıl sonra yeniden kutsal topraklara dönebilen Yahudiler, Babililerin dili olan Aramice’den tercüme ederek "Taşiru" ayını "Tişri" olarak değiştirdiler. Yüzlerce yıl sonra Din bilginleri Tişri ayının 1. gününü dünyanın kuruluşunun 1. günü olarak ve yargılanma günü olarak tespit ettiler. Böylece –Roş Aşana- yani "Yıl başı" kavramı ortaya çıktı. Günümüze kadar Roş Aşana "şofar çalma günü" olarak düşünülür ve uygulanır. Geleneğe göre Roş Aşana gününde şofardan 100 adet ses çıkartılır.
Şofar birçok sebeple üflenir. Öncelikle Avraam Avinu’nun oğlu Yishak’ı Tanrı adına kurban etme girişimini anımsatmak içindir. Avraam’ın imanı Tanrı tarafından bu biçimde sınanmış ve Avraam bu sınavı başarı ile verdiğinden oğlunun canı bağışlanmış, onun yerine yeryüzüne indirilen bir koç kurban edilmiştir.
Midraş kitabına göre Satan (Şeytan) Tanrı’yı Avraam’ı sınaması için ikna etmiş, böylece bu olay gerçekleşmiştir. Şofarın sesi sembolik olarak olaya neden olan Satanı ve kötü ruhları etraftan uzaklaştırmak içinde kullanılır.
Roş Aşana ve Kipur günleri arasında tsedaka (hayırseverlik) yapmak gerekir. Bu günlerde ihtiyaçlı olanlara yardımcı olmak bir dindaşlık görevidir. Nehemya kitabının 8:10 bölümünde "Hazırlığı olmayanlara da bir pay gönderin, çünkü bugün Rabbiniz için kutsal bir gündür" şeklinde bir ifade vardır.
24 Eylül 2008 SARA YANAROCAK -ŞALOM GAZETESİ

15 Eyl 2008

Knidos ' un cazibesi ..



Datça'ya bağlı Yazı Köyü sınırları içindeki Reşadiye Yarımadası'nın tam ucunda yer alan 2 bin 600 yıllık Knidos Antik Kenti'nde, Prof. Dr. Ramazan Özgan başkanlığında 21 yıldır süren kazı ve kurtarma çalışmaları, durduruldu.

“Knidos” antik kentindeki kazılarda usulsüzlük yaptığı müfettiş raporuyla tespit edilen Prof. Dr. Ramazan Özgan "ın kazı izni iptal edildi.


Raporlarda, kazı sırasında tarihi eserlerin tahrip edildiği, Stoa'daki 2 bin yıllık sütunların parçalanarak aralarından pis su boruları geçirildiği, Helenistik ve Roma dönemine ait 148 eserin envanter altına alınmadan bir depoda saklandığı, iki bin yıllık antik köprü üzerine 'kazı evi' adı altında baraka yapıldığı, tarihi mozaiklerin çalındığı ve yasak bölge olan antik limanda dalış yapılıp eser çıkarıldığı tespit edildi.

Bu iptal olayı Arkeoloji alanında ortaya çıkan ne ilk ne de son iptal olacak.

Knidos'da ilk kazılar İngiliz araştırmacı Charles Newton tarafından 1856- 1858 yıllarında yapılmıştır. Knidos, Antik Çağ'ın önemli bir ticaret merkezi olmasının yanı sıra aynı zamanda da bir kültür ve sanat kenti olmuştur.

M.Ö. IV'üncü Yüzyıl'ın ünlü heykeltraşı Praksiteles'in Knidos Aphrodite Tapınağı'na yapmış olduğu Knidos Afroditi, arkeoloji yönünden ünlü bir eser olarak tanımlanmıştır.

İon kentlerinin katılmasıyla Knidos'ta yapılan dini festivallerde Aphrodite sanatçılar tarafından sürekli ön planda tutulmuştur.

M.Ö. 450 yılında Polynotos'un duvar resimleri de kentin ününü artırmıştır.

Bunların yanı sıra gezegenlerin aynı merkeze bağlı olarak hareket eden yuvarlaklar olduğunu söyleyen ünlü astronom Eudoxos, M.Ö. 409- 356 yıllarında burada yaşamıştır.




İskenderiye Feneri'nin mimarı Sastratos da yine Knidoslu bir sanatçıdır. Strabon, Knidos'un kıyı boyu ile önündeki adada kurulduğunu belirtmektedir.



Knidos ‘da daha önce de kazı iptalleri gerçekleşti. Amerikalı arkeolog, Iris Cornelia Love’ın kazı izni de aynı gerekçeyle iptal edildi.

1968 ile 1973 yılları arasında Knidos’da kazı yapmaya başlayan Love bir arkeolojik kazıdan çok tarihi eser arama çalışması yapıyordu .”İndiana Jones” filmlerini aratmayan arama tarama çalışması da Knidos ‘da bulunduğu varsayılan ünlü Grek heykeltıraş Praksiteles ‘in yaptığı Afrodit heykeli için yapılıyordu.Tarihi eser kaçakçılarının cirit attığı kazı bölgesinde yapılan araştırmalar ve düzenlenen müfettiş raporları sonucunda kazı izni iptal edildi .
Praksiteles’in heykelini bulmayı saplantı haline getiren Iris Cornelia Love,’ın heykeli bulup bulmadığı anlaşılamadı .

25 Ağu 2008

Lost Dizisi ve Dharma


Ünlü TV dizisi "Lost" Hinduizmin temel felsefesine temellendirilmiş metaforlarıyla izleyicilerin hiç alışmadığı bir "zaman" kavramını gündeme getiriyor.

Bir ada . Adada yaşayanların ölüp tekrar dirildikleri , geçmişleriyle geleceklerinin belirsiz bir zaman parabolünde kurgulanan sanal yaşamlarıyla , mucizelere ve sırlara gömülü olaylarla izleyicinin klasik TV dizi tipi olan "Soap Opera " tarzını farklı bir kültürel boyuta taşıyor.

Yahudi -Hıristiyan ve İslam kültüründen gelen izleyiciyi oldukça zorlayan üç boyutlu sıçramalar birbirinden ilginç gizemleri de beraberinde getiriyor .

Senaryo yazarlarının ustaca Hinduizmin temel kavramlarıyla şifreledikleri kişiler ve yaşamları yeni bir TV kültürünü de beraberinde getiriyor.

Adada ilginç sembolüyle de ortaya konan "Dharma İnitiative" kavramı ,"reinkarnasyon " örneklerini de gözler önüne seriyor.

Dizinin şifrelerini çözmek için Hindu felsefesinin temel kavramlarını tanımak gerekiyor :

Hindistan nüfusunun yüzde 80'i olan 600 milyon kişinin kabullendiği Hinduizm, bu ülkedeki en yaygın dindir.

Hindistan'dan başka Nepal'de ve Endonezya'nın bir bölümünde de izlenmesi nedeniyle Hinduizm, Asya'nın en büyük dini niteliğindedir.

Tarihte, İndüs ırmağı çevresinde gelişen uygarlığın Hinduizm'e çok benzeyen bir din geliştirdiği bilinmektedir.

Bu din, daha sonra güneydeki Dravidyanlar ile kuzey Hindistan'ı işgal eden Aryan'ların birleşmesiyle Hinduizm'e dönüşmüştür.

M.Ö. 1000 yıllarında Veda'ların yazılmasıyla bu dinin ilk yazılı kaynakları ortaya çıkmıştır. Hinduizm'in günümüzdeki önemli kitapları:



  1. Krishna'yı anlatan Bhagavad Giita bölümüyle ünlü Mahabharata Destanı,

  2. Rama'nın hikâyesini anlatan Ramayana Destanı,

  3. Veda'lar,

  4. Upanishad'lar ve Purana'lardır.

Hinduizmin temel inanışına göre insanlar, bir seri enkarnasyon yolu ile dünyaya birçok kez gelip gider.

Bu geliş gidişlerin sonunda (yeniden doğma) zincirinin kırılması ile (moksha) -özgürlük- seviyesine ulaşılır.

Her yeniden doğuşla bu ebedi sona biraz daha yaklaşılır, burada belirleyici faktör; sebep ve sonuç yasasını oluşturan (karma)dır.

Yaşam boyunca yapacağınız kötü davranışlar kötü karma oluşturmanıza, sonuçta da aşağı bir beden almanıza sebep olacaktır.

Aksine, bu yaşamınızdaki iyi davranışlarınız iyi bir karma oluşturarak bir sonraki yaşamınızda tekrar doğma zincirinden kurtulmanızı ve özgür kalmanızı sağlayabilir.

Hinduzm'de Dharma adı verilen doğa yasaları, yaşamın sosyal, ahlaki ve ruhsal uyumunu gösterir.

Üç tip Dharma vardır.



  1. Birincisi tüm evren ile ilgili evrensel uyumu belirler.

  2. İkincisi kastları ve kastlar arası ilişkileri anlatır.

  3. Üçüncüsü ise bireyin uygulaması gereken ahlakî kuralları oluşturur.

Hindu dininde üç temel uygulama vardır.



  1. Puja denilen ibadet biçimi,

  2. Ölülerin yakılması,

  3. Kast sisteminin yasa ve kuralları.

Toplumsal yaşamda dört temel kast ve bunların altında yüzlerce alt sınıf bulunur.

Bütün alt gruplar kendilerine özgü tanrı, tanrıça, ve putlara ibadet ederler. Batılıların Hindu dinini anlamakta karşılaştıkları en büyük güçlük, bu kadar çok sayıda tanrıyı ve kutsal varlığı sınıflandırmaktır. Bunu kolaylaştırmak için bütün farklı tanrıların, ana tanrının çeşitli durumlarda yeniden biçimlenen farklı ifadeleri olduğu düşünülebilir.

En üstün gücü sembolize eden, her şeye gücü yeten ve her zaman var olan yüce Tanrı; Brahma'dır.

Brahma'nın üç fiziksel ifadesi vardır.



  1. Brahma - yaratıcı,

  2. Vişnu - koruyucu

  3. Şiva - yokedici ve yeniden yaratıcıdır.

Brahma'nın her yeri görme özelliği nedeniyle dört yöne bakan dört kafası vardır.
Dört Veda'nın bu dört ağızdan yayıldığına inanılır.

Tanrılar, ayrıca bazı hayvanlarla birlikte gösterilir, bu hayvan, o tanrının kullandığı araçtır.

Her tanrı, elinde bir de sembol taşır. Bu sembole ve araca bakarak tanrının hangi konu ile ilgilendiği anlaşılabilir.

Brahma'nın temel enkarnasyonlarından birisi, öğrenme tanrıçası olan Sarasvati'dir.

Bir kuğu üzerinde ve elinde vina adlı bir müzik aleti ile birlikte gösterilir.

21 Ağu 2008

Surp Asdvadzadzin ya da Anahit günü

Bu hafta Hıristiyanları tarafından üzüm bayramı olarak kutlanmaktadır.Binlerce yıldır bu topraklarda doğan ,yaşayan dönüşen ve ötekileşen inançların hangisinin hangisinden kaynaklandığı günümüzde en karmaşık bulmacalardan biridir .
“Üzümün kutsanması “ ritüeli Hitit,Sumer ,Babil kültünden bu yana Anadolu’nun vazgeçilmez törenlerinden biri olmuştur .
Üzüm ve şarap tanrısı Dionysos adına yılda iki kez yapılan “Büyük Dionysos Ayinleri” Hıristiyanlık dininin yayılışıyla birlikte , bağbozumu ritüelleri doğayı kutsama ayinleri, İsa ile yeni bir boyut, yeni bir evrilme kazanmıştır.
Özde değişen fazla bir şey olmamış. Fakat ritüel tekniği vedoğayı algılama ve içrek tapınım tarzı, şarap ve üzümün yerini,şarap ve üzüm olmaktan çıkarmış, asma kütüğüne yansıyan doğanın kanı kültü olarak algılanır kılmıştır.
Hıristiyanlığın kabulünden sonra kuzey yarım küresi pagan kültürü için bolluk bereket günleri olan Ağustos ortalarına (eski - navasart) da astvatsatsin (meryem ana) ya da verapokhum (göğe alınış) bayramına dönüşmüştür.
Bunun bir nedeni de “Kutsal Meryem”'in vefatının Ermeniler’in en önemli tanrıçası olan “Anahit” gününe rastlamasıdır.Bu günün arifesinde rahip sağ eline makas, sol eline haç alıp tören giysileriyle ve yardımcıları eşliğinde mumlar ve kandiller yakılan manastır olan yerlerde manastırın bahçesine, olmayan köy ve kasabalarda açık hava ayini (andastan) icra ederlerdi.
Bu kutsamadan sonra bağlardan üzümler toplanır, ancak ertesi gün kilisede masdotz (ayinler kitabı) ile kutsanmadıkça üzüm yenmezdi. Geleneklere gore Kutsanan ilk salkım üzüm su kaynaklarına ve haçkarların üzerine bırakılırdı.
Bu zengin binlerce yıllık ritüelin “Surp Asdvadzadzin” ayini olarak günümüzde de yaşıyor olması büyük bir mutluluktur, zenginliktir.Günümüzde Anadolu uygarlıklarının bu zenginliklerini tekilleştirme ve yoksayma ve ötekileştirma çabaları vardır .
Bu çabaların tümü belirli bir inanışın “fanatik” ve “şöven” kılıfı olarak algılanmalıdır

9 Ağu 2008

Zhang Yimou


Ünlü Çinli Yönetmen Zhang Yimou’nun ”Magnum Opus ”u
Pekin Olimpiyat Oyunları Açılış töreni


"Hero","Uçan Hançerler "," Altın Çiçeğin Laneti " filmlerininden birini izleyenler binlerce insanın oluşturduğu kitlenin koreografisinin nasıl yapılabileceği konusunda bir fikir edinmiş olmalılar .
Kitlenin renkli kumaş ,terihi mekanlar ve doğayla karışımının devinimlerinde mükemmelliği yakaladığı "Altın Çiçeğin Laneti " filminin başlangıç bölümü Zhang Yimou 'un "Magnum Opus" u kabul edilebilir.

Pekin Olimpiyat Oyunları açılış töreninin (Büyük bir olasılıkla kapanış törenini de o yapmıştır ) koreografisini yapan Zhang Yimou bir ilki de başarmış oluyor .

Gösteriyi izleyenler hazırlıklar için 12 ay çalışan beş bin kişinin ortaya çıkardığı bu " kitle tiyatrosu" nu izlerken batı için yeni bir sanat dalının ortaya çıktığını keşfediyordu. Oysa Zhang Yimou Mao'nun "Çin Kültür devrimi" nin başlangıcında doğan ve kitle tiyatrolarını seyrederek büyüyen bir sanatçı. Sanatçının tarzının ve yaratıcılığının temelinin insan kitleleri olduğu gerçeğini hemen görüyoruz .Kitlenin uyumlu hareketi .Bireyin yok olduğu ve her seferinde birey olmanın cezalandırıldığı bir dünyada kitlelerle yapılan bir sanat .

Açılış töreninde ortaya çıkan görüntü her ne kadar değişik olsa da yine de bana göre bireyin olmadığı ve bir sistemin çarkları arasına sıkışan insanın dramını anlatması açısından ilginç olabilir . Sosyalist rejimlerin insan kitlelerini yönlendirdikleri bu alan ; "kamusal alan " bireyin yaşamadığı ve varolmadığı bir dünyayı gösteriyor.

Zhang Yimou filmlerinde bana göre hep bu metaforu işliyor . Varolma savaşı veren bireyin "Hero" da olduğu gibi ,"Altın Çiçeğin Laneti"nde olduğu gibi verdiği mücadele sonunda uğradığı trajik yenilginin öyküsü .

Zhang Yimou günümüz Çinli kuşağının en büyük trajedisini gözler önüne seriyor .

6 Ağu 2008

Eşarilik ve Mutezile

İslâm’da “ İman “ve “Hikmet” Mezhepleri ..

“ Eşarilik” ve ” Mutezile.”

Hilmi Ziya Ülken

Eşarilik, İslam düşüncesinin iman felsefesidir. Hikmet ya da akıl felsefesi olan Mutezile’ye tepki olarak doğmuştur. Eşarilik, metafizik konuların akıl ile halledilemeyeceğini imanın akıldan üstün olduğunu savunur. İslam dünyasının bu en kuvvetli kelam akımı kendi adını, mesleğin kurucusu olan Ebu Hasen-i Eş’ari (öl: Bağdat, 935) den almaktadır. Eş’arilik bir kelam doktirini olmakla birlikte onun fıkıh ile ilişkisi vardır. O suretle ki, her kelam doktrini fıkıhta berli bir görüşe karşı gelir.

Eşarilere göre akıl hiçbir zaman mutlak gerçekliğe ulaşabilecek bir alet değildir. O, duyularda ve zihinde bizi daima aldıttığı gibi en yüksek şeklinde tekafi-i edille dedekleri çelişken hükümleri oluşturmuştur. Aklın niheyette kendi kendini nakzeden bir takım küllü hükümlere ulaşmaktan başka bir şey yapmadığını ve akıl vasıtasıyla metafizik meselelerin halledilemeyeceğini gösterir. Eş’ariliğin bu safhasında en büyük rolü oynayan ve kelamı felsefeye karşı savunarak İslam (H.Z. Ülken,İ.Düşüncesi, s:38) dünyasında bir süre felsefe hareetin sarsmış,fakat eleştirileriyle yeni fikirlere kapı açmış olan İmam Gazali olmuştur. Gazali, adeta İskoçya okulu fideiste’lerinin Batı felsefesinde oynadıkları rolü kelam felsefesinde oynamıştır.

Eş’ariliğin kurucusu Ebu’l- Hasen, önce Mu’tezile okulundan Ebu Ali Cübbani’nin öğrencisiydi. Yaşamının büyük bir kısmını onun düşüncelerini savunarak geçirdi. Fakat bir gün ikisi arasında üç kardeşle ilgili bir tartışma geçti. İslam felsefesinde “üç kardeş davası” diye ünlenmiş olan bu tartışmadan sonra Mu’tezile ve Eş’arilik akımları tümüyle ayrılmışlardır.
Eş’ari sordu: Üç kardeşten biri mümin, biri fasik (sapkın) biri de çocuk olarak ölmüş olsa ceza gününde bunların durumu nedir?

Cübbanî yanıt verdi: Mümin mükafat görür; sapmış(fasik), cezasını çeker; çocuk kurtulur.
- Çocuk ya müminin derecesini almak isterim derse?
-Senin onun kadar iyilik ve doğruluğun yoktur denir.

-Eğer iyilik yapmadıysa buna sebep Allah’tır. Vaktinden önce ölmeseydi aynı şeyi (o kadar iyilik ve doğruluğu )yapardı.

-Yaşamış olsa asi olacaktı.
-O halde asi olana ne için ceza vermiyor?

Cübbani, buna yanıt veremedi ve “ sen dinden şüpheye düştün” dedi; Eş’ari de “Hayır, dinden şüpheye düşmedim, ama senin ilahi hikmet teorin sukut etti.” diye yanıt verdi.
Eşari’nin yaşamı, tartışmalar ve eleştirilerle geçti. Akıl yoluyla gerçeğe ulaşılamayacağını göstermek ve çelişkileri açığa çıkarmak onun başlıca işi oldu. Sonradan başka bir doğrultuda bu fikirleri yakın neticelere ulaşmakta olan İbn Külab ile birleşti. Böylece Eş’arilik kuvvetlenmeye başladı.

Ebu Hasan’dan sonra bu akımı İmam Bakıllani ve Ebu’l-Maali sürdürdüler. Onun açtığı çığırda yürüyerek Eşariliği geliştirdiler. Ve ensonunda Gazali’nin felsefeciler ve eski kelamcılara karşı açtığı büyük mücadele ile Eşari’lik büsbütün sağlamlaştı.

Mutezile de her ne kadar filozof iseler de felsefeleri kelamın hakim birkaç sorunu etrafında dönüp dolaşıyordu. Oysa Eşariler, felsefenin bütün sorunlarına değindiler. Allah problemini halledebilmek için varlık ve bilgi problemlerine kendi yöntemlerine uygun yanıtlar verdiler. Filozoflara göre bir gören nefis bir de görülen zat vardır. Bu zat veya zatlar gerçek küllidirler. Yani İslam filozofları,Eflatunla Aristo’yu birleştiriyorlar: Gerçek aynleri kabul ettiklyerinden dolayı Eflatuncu yani realisttirler. Bir hayvan sürüsü deyince 500 hayvanın toplanmını değil, fertlerin üstünde bir şey anlarlar. Onlar tasavvuri bir takım mahiyetler değildir; sırf zihinde mevcut değildirler. Bir canlılar veya cansızlar sınıfı denildiği zaman yalnız o sınıf oluşturan fertleri değil, onların üstünde gerçek bir mahiyet görürler. Batı Orta Çağında realistler Eflatun’u izlemekte idiler. Bunlara karşı Abélard, Aristo’nun yeni bir tefsiri ile mefhumculuğu(conceptualisme) kurmuştu.

Kelamcılar bu konuda felsefenin tümüyle karşısındadırlar. Onlara göre (s:39) külli mücerred, bir zihni itibardır. Külli (universel) dediiğimiz şey hariçte yoktur.Külliler zihnin bir itibarından,beş külli kelimeden ibarettir. Bundan dolayı kelamcılar ‘(özellikle Eşariler) esas itibarıyla isimcidirler. Sonradan Eşarilerin bir kısmı yeniden realizme döndüler.

İlk Eşari kelamcılara göre metafizik tefrika halindedir. Her biri ayrı bir yol tutmuş olup mutlak gerçeğe ulaşmak konusunda hiçbir zaman birleşemezler. Buna onlar--yukarda gördüğümüz gibi- tekafi-i edille diyorlar. Bu, Arsito’nun önsel dediği ve Yunan septiklerinin metafiziğe hücum için kullandıkları delilin aynıdır. Fakat akılcı kelamcılar bunun aleyhindedirler. Onlara göre ihtilaf olması zaruridir.Bir meselede bilgi yokluğu,o meselede vücuoun yokluğuna delil olamaz. Bugün bilmerdiğimiz şeyin yarın bilinmemesi lazım gelmez. Madem ki bazı metafizik hakikatleri düşünüyoruz;o halde birgün insanların bazı metafizik hakikatlerde birleşmesi mümkündür. Akıl şimdi metafizik konuları halledemiyorsa,ilerde ona ulaşacağı için imanını kaybetmesi doğru değildir. Buna benzer delilleri Auguste Comte’a karşı bazı yeni metafizikçiler,örneğin Fransa’da Gabriel Séailles ileri sürmüktedir.

Görülüyor ki Eşari felsefesi önce bir iman felsefesi halinde başlamışken,sonradan aklı ilerisinde zengin bir ufuk halinde görmüş ve metafiziği büsbütün bırrakmamıştır. Felsefeye uzun müddet hücum ettikten sonra, nihayet onun delillerini alarak raslyonal bir kelam kurmaya çalışmıştır. Bu artık Mutezile’nin ilkel rasyonalizmi değil,fakat İslam ilmi ve felsefesinin gelişme çağında onun bütün yapıtlarından yararlanan sistemli felsefi kelam akımıdır. Gazali’den sonra rasyonal kelam akımını açanlar Fahreddin Razi, Amidi, Nasıreddin Beyzavi’dir.
İlk Eşarilerle bunlar arasında felsefi düşünce bakımından köprü görevini gören Gazali’dir.

(H. Z. Ülken, İslam düşüncesi, s: 38-40)

5 Ağu 2008

ALEXANDER SOLJENİTZİN

Geçtiğimiz Pazar gecesi “Demir Perde Dönemi”ne damgasını vuran ilk Sovyet Sistemi Muhalifi edebiyatçı ,düşünür kalbine yenildi. 89 yaşında Moskova’da vefat eden Alexander Soljenitzin, on yedi sene Sibirya’da sürgünde kaldıktan sonra 1962 yılında çıkan ilk kitabı “İvan Denizoviç ‘in yaşamında bir gün “ adlı kitabıyla tüm dünyada büyük bir olay yarattı.

Özellikle Batı basını bu birden bire ortaya çıkan Stalin dönemi Sovyet Sistemi eleştirisini belki de edebi olmaktan çok siyasi bir platform üzerinde algılanmasına neden oldu .

Ünlü eleştirmenler Solzhenitsyn ‘in Tolstoy, Dostoyevski and Çehov kadar iyi bir yazar olduğu üzerinde görüş birliğine vardılar.Soğuk savaşın en sert geçen yıllarında batı dünyası ilk kez kültürel bir alana taşınan detant politikasını tırmandırmaya başlıyordu.

1970 yılında Nobel Edebiyat ödülüne layık görülen yazarın kırkdan fazla dile çevrilen kitaplarının otuz milyondan fazla okuyucuyla buluştuğu bildiriliyor. Nobel ödülünü kazanan yazar Kruşçev ‘in yayınlanmasına izin verdiği ilk kitabıyla Sovyet rejiminin Pandora ‘nın kutusunu açılmasına neden olacağını acaba tahmin etmiş miydi ?

Bütün eserleri Türkçe ‘ye de çevrilen yazar nedense Türk edebiyat dünyasında pek sevilmedi.Bunun birinci nedeni belki de yazarın siyasallaşan ismi ve batının tüm gücüyle Sovyet rejimine yüklendiği bir kültür simgesi haline gelmesiydi.

Türk edebiyat okuyucusu klasik Rus edebiyatıyla , Bolşevik edebiyatı ve daha sonra da muhalif Rus edebiyatı arasında bir köprü kuramadı..

Giderek ünlü Rus yazarın ölümü aradan 24 saat geçmesine rağmen bizim medyamızda pek yer almadı . Bu da acaba neyin göstergesi ?

Kuzey Kafkasya’daki Kislovodsk’da 11 Aralık 1918’de dünyaya gelen Soljenitsin, Sovyet Ordusunda 1939-1945 arasında 4 yıl görev yaptı ve 1942 yılında yüzbaşı rütbesiyle İkinci Dünya Savaşı’na katıldı.

Yayınlanan Kitapları :

  • "Ivan Denisoviç’in Yaşamında Bir Gün" (1962)
    "İlk Çember" (1964)
    "Kanser Koğuşu" (1966)
    "Kırmızı Tekerlek" adındaki 4 ciltlik uzun tarihsel roman.
    "1973’te Paris’te yayınladığı Sovyet hapishanelerindeki durumun anlatıldığı 3 ciltlik "Gulag Takımadaları 1918-1956"

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...