19 Oca 2008

Aldırma Yürü Kardeşim ..

Tamer Ayan

Kardeşim, güneşe bak, toprağa bak, suya bak, buluta bak; fakat, arkana bakma.. Kimin geldiği önemli değil, kimin gelmediği de... Unutma, yolcu değişir, yol değişir, ama menzil değişmez. Yolcuya bakıp, yolu tanıma.Yola bak, yolcuyu tanı, yolcu hakkındaki kıymet hükmünü ona göre ver. Vahim olan, yolun yolcusuz olması değil; Asıl vahim olan yolcunun yolsuz olmasıdır; Yolsuz, hedefsiz, amaçsız, şaşkın, hercai ve seyyal...

"En doğru yol: en dikensiz yoldur" diyenler seni aldatıyorlar. Onlar, karanlık evlerinde kaybettiklerini sokak lambasının altında arayan şaşkınlardır.

Aldırma...

Ayağına batan dikenler, aradığın gülün habercisidir. Dikenine katlanmaktan sözedenler, aşıkmış gibi davrananlardır. Gerçek aşık olanlarsa, dikenini de severler.

Kardeşim, yollar yürümek içindir. Fakat, şu gerçeği de hiç unutma: Yürümekle varılmaz, lakin varanlar yürüyenlerdir.

Yol boyunca; Yola çıkıp da yürümeyenleri, yola oturup, gelen-geçenin ayağına çelme takanları, yolda metafizik uyuşturucularla keyif çatanları, telörgülerle çevirdiği yolu, kendisine zindan edip volta atanları, maratona 100 metre koşucusu gibi hızlı girip, 50. metrede yola yatanları, yürüşün uzun ve yolun zahmetli olduğunu görünce, yolculuk üzerine zar atanları , yürümeyi bırakıp, yol-yolcu ve menzil üzerine kalem oynatanları, ayağına batan tek bir dikenin faturasını çıkarıp, ömür boyu tafra satanları, beyaz atlı kurtarıcıyı gözlemek için ufka bakıp bakıp dağıtanları, yanlış kılavuzlara kızıp yolu satanları göreceksin.

Aldırma, yürü…

Göğsüne yüreğinden başka muska takma. Vahiy haritan, Nebi kılavuzun, akıl pusulan, iman sermayen, amel azığın, sevgi yakıtın, ahlak karakterin, edep aksesuarın, merhamet sıfatın, şeref ve izzet adın olsun. Doğru yol: İnsanların çoğunun gittiği yol değil, düşünen öz akıl sahiplerinin yoludur. Yolda vereceğin her molayı özeleştiri durağında vermelisin. Unutma, tevbe özeleştiridir. Kendisini hesaba çeken, başkalarınca hesaba çekilmekten kurtulur.

Her molada yolda olup olmadığını, yürümen gereken menzil istikametinde yürüyüp yürümediğini kontrol etmen, pişman olmaman için elzemdir. Yön tayini sık sık gerekli olabilir. Haritayı saklayabileceğin en güvenilir yerin yüreğindir. Bir şey daha : Pusulayı sahte manyetik alanlardan, paraziter nesnelerden uzak tut; İbreyi saptırırlar da haberin olmayabilir.

Yol emniyetin için gerekli olan şartların başında bilinç gelir. Hobilerinin, fobilerinin, korkularının bilincin üzerindeki saptırıcı etkisini iyi hesap etmelisin. O'ndan başkasından korkarsan , korktuğunun başına musallat edileceğini kesinlikle bilmelisin.

Yolda düşeceğin en büyük tuzak, yersiz korkularının tuzağıdır; Yani, kendi benliğinin sana kazdığı tuzak…

Aldırma, yürü Kardeşim !...

17 Oca 2008

Türban konusu neden bu kadar önemli ?

Medeniyetler arasındaki çelişkilerin ve karşıtlıkların bir hoşgörü atmosferine taşınarak, ülkeler arasında diyalog kurulması amacıyla gidilen İspanya'da sayın başbakanın verdiği bir demeç gündemleri yeniden aynı konuya taşıdı.

"Türban konusunu çözeceğiz" demiş sayın başbakanımız. Kime söylemiş, nasıl söylemiş çok iyi anlaşılmıyor. O toplantının önemi ya da konuşulan konular, atılan imzalar var mı, onu da henüz bilmiyoruz.

Neden? Başbakanımız bu demeci orada İspanya'da verdi ve türbana hassas çevreleri bu kadar germe ihtiyacı duydu? Bunu bilerek ve planlayarak mı yaptı?

Yoksa türbana hassas bazı çevreler bu demeci ayıklayarak özel olarak rahatsızlık çıksın diye mi gündeme taşıdı?

Bu sorunun cevabını vermek kolay değil. Muhalefet parti başkanları demeçlerini alışıldık üsluplarıyla verirken bir şeyi unutmayalım. Türban konusu öyle çok yeni ve tartışılmamış bir konu değil.

İmam Hatip Okulları

Türban konusu yirmi beş senelik mazisi olan bir konu ama esas imam hatip okullarıyla bağlantısı var.İmam hatip okullarında okuyan kız öğrencilerin kıyafetleri de en az üniversitelerdeki kızların kıyafetleri kadar önemli.
Cumhuriyetin ilanı ve "Tevhid-i tedrisat kanunu" ile kapatılan tekkeler ve medreseler zaman içerisinde imam hatip okulları olarak geriye dönmeye çalışmış, ne kadar başarılı olduğu tartışılır bugünkü konumunu almıştır.

Oy alma amacıyla sağ partilerin yanısıra sosyal demokrat partiler de yeni imam hatip okulları açmaktan geri kalmamışlardır.. Geçer güncel politika parti tanımaksızın hep din üzerinden yapılagelmiştir.

İktidar partileri kimi zaman, İmam hatip konusunda asker-siyaset dengesine göre değişik ve esnek bir strateji izlemiştir..

Özellikle 12 Eylül sonrasında Kenan Evren'in de teşvik etmesiyle imam hatip okullarındaki artış, 28 Şubat döneminde aniden kesilmiştir.

Daha sonra iktidara gelişi ile Avrupa Birliği çerçevesinde bir politika izleyen AKP, üniversitelere girişte İmam hatip liselerinin önünü açan bir yasayı gündeme getirmiştir.. Bugün başbakanımız dahil olmak üzere bir çok belediye başkanı, milletvekili, bakan imam hatip lisesi çıkışlıdır.
Laiklik ilkesinin çerçevesinde olduğu su götürür bir sonuç ortaya çıkmış, din adamı yetiştirmek üzere kurulmuş olan okullardan politikacı, idareci devlet kadroları çıkmıştır. Birinci önemli nokta budur.

Çok partili hayata geçilmesiyle birlikte partilerde oy kaygısı başladı. İslami kesime yakın durmak isteyenparti liderleri, imam hatip liseleri konusunda yumuşamaya başladılar. 1948 de CHP, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından imam, hatip, vaiz ve yüksek din okulları açılması için Meclis'e kanun teklifi verdi. Teklif sonucu imam hatip okulları açılmadı ancak 10 ay süreli imam hatip kursları açıldı.

1949 yılında dönemin iktidar partisi CHP, Ankara ve İstanbul'da iki tane imam hatip kursu açtı. Bir süre sonra kurs sayısı sekize çıkartıldı.

Din derslerinin eğitim-öğretim müfredatına konulması da bu döneme rastlar. Okulların dördüncü ve beşinci sınıflarında seçmeli olarak okutulmak üzere din eğitimi başladı. CHP'nin önerisi ile Ankara Üniversitesi bünyesinde ilk ilahiyat fakültesi açıldı.

1950 de Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinin ardından mevcut imam hatip kurslarının yetersiz olduğuna kanaat getirip imam hatip okullarının açılmasını kararlaştırdı. Adana, Ankara, Isparta, İstanbul, Kayseri, Konya ve Kahramanmaraş'ta ilk imam hatip okulları açıldı. 1958 yılında bu okulların sayısı 26'ya, 1969'da 71'e, 1997'de ise 600'e ulaştı.

1951-1959 yıllarında Demokrat Parti lideri Adnan Menderes, 19 adet imam hatip okulu açtı. 1951 yılında imam hatip okullarının dört yıllık ortaokul ve üç yıllık lise bölümü olmak üzere yedi
yıllık bir dönemi kapsaması kararlaştırıldı.
1962-1963 yıllarında İsmet İnönü döneminde yedi adet imam hatip okulu açıldı.
1965-1971 Süleyman Demirel döneminde 46 adet imam hatip okulu açıldı.
1973-74- öğretim yılında CHP-MSP koalisyonu, imam hatip okullarının orta kısımlarını yeniden açtı ve imam hatip liselerine bütün üniversitelere giriş imkanı verdi.
1974 yılında 33 tane imam hatip okulu açıldı.
1974-1975 Bülent Ecevit, 29 adet imam hatip okulu açtı.
1975-1978 Süleyman Demirel, 233 adet imam hatip açtı.
1976 Kız öğrenciler de imam hatip okullarına alınmaya başlandı.
1978-1979 Bülent Ecevit, dört tane imam hatip açılmasını kararlaştırdı.

Başörtüsü'nün türban a dönüşümü

1980 Kenan Evren döneminde ise YÖK, 20 Aralık 1980 tarihli genelge ile üniversitelerde başörtüsünü tamamen yasaklar. Eğitim kurumlarında merkezi denetim sağlamak amacıyla kurulan Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK)'nun başkanlığını yapan Prof. İhsan Doğramacı,'nın, gerilimi düşürmek, ve başörtülü kız öğrencilerin okullarına devamını sağlamak amacıyla ara bir çözüm olarak "türban"ı teklif ettiği ve türbanın mucidinin o olduğu söylenir.

Turgut Özal, iktidarı yasağa karşı çeşitli girişimlerde bulunur ve 1984 yılında YÖK'ten türbana izin çıkar. Aynı yıl türban yüzünden okuldan uzaklaştırılan bir kız öğrencinin itirazını reddeden Danıştay'ın kararı, tartışmaları alevlendirir.

YÖK, Danıştay kararına da uyarak 1987 yılında türbanı tekrar yasaklar. Turgut Özal iktidarı konunun peşini bırakmaz: 1987 genel seçiminden hemen sonra Meclis'te, türbanı serbest bırakmak için yasa tasarısı hazırlığı başlatır. Turgut Özal ve Avni Akyol, YÖK Başkanı İhsan Doğramacı ve Cumhurbaşkanı Kenan Evren'le konuşup mutabık kaldıktan sonra YÖK Disiplin Yönetmeliği'nde değişiklik yapılır ve türbana özgürlük sağlayan yeni yasa Aralık 1988'de Meclis'ten geçirilir.

Evren yasayı veto etmez, önce imzalar, sonra da Anayasa Mahkemesi'ne götürür. Mahkeme 26 Mart 1989 yerel seçimlerinden hemen önce türban yasasını iptal eder. Bunun üzerine İstanbul başta olmak üzere ülkenin pekçok şehrinde geniş katılımlı protesto mitingleri düzenlenir.

Türban Yargılanıyor

ANAP mahkemenin iptal gerekçesini dikkate alarak 25 Ekim 1990'da yükseköğretim kurumlarında başörtüye serbesti getiren üçüncü kanunu çıkarır. Bu defa SHP iptal talebiyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurur, talep reddedilir. 2547'nin ek 17. maddesi uyarınca üniversitelerde her türlü kılık ve kıyafet 1997 yılına kadar serbest olur.. 1997 yılından bugüne kadar geçen süre içinde türban konusu hiç bir vakit gündemden düşmemiştir. Israrla bu konunun üzerine gidilmiştir.

Bu konunun gündemde tutulmasının belirli siyasi nedenleri vardır. Bireysel özgürlükler anlamında bir argümanla siyasi partiler tarafından siyasallaştırılan konunun çözümü, siyasi iktidarın özgürlükler konusunda samimi olduğunu ispat etmesinden geçmektedir. Eğer konu bireysel özgürlükler ise, türban da bu şemsiyenin altında yer alan küçük bir konu ise, diğer konulara da aynı önemin verilmesi gerekmez mi?

Örneğin bireysel özgürlüklerin en kısıtlayıcı olanı 301. madde, etnik farklılıkların, Kürt dili ve kültürünün serbest bırakılması ve teşvik edilmesi, Alevilerin ibadet özgürlüğü ve Sünnilerle devletten yardım alma konusunda eşit haklara sahip olmaları, Ülkedeki Hıristiyan ve Musevilere ve onların kurdukları okul vakıflara devlet desteği verilmesi vb.vb.. İşte bu örnekleri çoğaltmak mümkün.

Eğer konu bireysel özgürlükler ve demokratik haklar ise bu şemsiyenin altındaki diğer konulara da yeterli ağırlığın verilmesi çok önemlidir. Yalnızca türban üzerinden siyaset yapmanın AB kapısındaki Türkiye'de artık yeterli olmadığı ortaya çıkmıştır.

12 Oca 2008

İslam Felsefesi ve H.Z.Ülken,'in İslam Düşüncesi

İslam düşüncesinin egemen özelliği ise şekilsiz, hareketsiz, değişmesiz, mutlak bir sükun içindeki ezeli an fikridir.
Bu fikri en mükemmel temsil eden İslam düşünürleri buna “an-ı daim” diyorlar.

Muhtelif fikir sistemleri an-ı daim görüşüne az veya çok yaklaşmışlar, onu yabancı etkilerle uzlaştırmaya çalışmışlardır.

An-ı daim, bütün şekiller ve değişmelerin üstünde aynı kalan ve kendinden şekiller ve değişmelerin doğduğu ezeli alemdir.

Üç düşünce arasında yaptığımız bu genel karşılaştırma, bizi yeniden üç düşüncenin başlıca problemlerini aramaya yöneltecektir.

Acaba Yunan,İslam ve Batı düşüncelerinden her biri bütün sorunların doğduğu ilk felsefi sorun olarak neyi ileri sürmüşlerdir?

Uygarlık ve çağ farkını göz önünde tutmayan filozoflar, düşünce alanında bazı değişmez problemlerin olduğunu kabul ederler.

Oysa karşılaştırmalı düşünce tarihi çok kere bunun aksini göstermektedir.

Belirli bir çağda ve bir uygarlıkta birinci derecede önemli olan bir problem diğer bir uygarlıkta ya ikinci plana geçiyor ya da tümüyle kayboluyor.

Felsefe tarihini yalnız Batı felsefesi içinden görmeye alışmış olanlar da ancak Yunanlı ile modern insan arasında karşılaştırma yapmaktadırlar:

Onlara göre Yunanlı için temel sorun“varlık”, modern insan için temel sorun “bilgi”dir.

Gerçi felsefe tarihinde en büyük metafizikleri yaratmış olan Yunan dehasına karşı bilgi teorilerini yaratmış olan modern devri karşılaştırınca buna hak vermemek kabil değildir.

Fakat sorun bu kadar basit değildir.

Aristo metafiziğinin varlık problemi başka şekilleriyle İslam, Hint ve Çin düşüncelerinde de görülmektedir.

Metafizik,Modern düşüncede de yer bulmaktadır.

Fakat asıl önemli nokta insan ile alem (doğa) arasındaki ilişkidir.

Yunanlı bu ilişkiyi insanın varlığına uygun olması, uygun düşmesi şeklinde akıl problemi olarak görüyor. Yunanlının gözünde akıl, evrendeki düzenin bir parçasıdır ve evren, akla uygundur.

Batılı gözünde bu ilişki, bilinç problemi olarak görünüyor.

Çünkü Batılı dünyası, insanın fonksiyonu olarak anlıyor. Ve bilinç problemi konduktan sonra bilginin tahlili ve bilgi kuramları ortaya çıkıyor.

İslam düşüncesinde ise bu ilişki hürriyet problemi şeklini almıştır.

İnsanla kaderin ilişkisi, beşeri ve metafizik hürriyet sorununu bütün felsefe sorunlarını odağı haline getirmiştir.


Çeşitli yönlerinde bir birine bağlı olan bu üç düşünce arasındaki temel farkların kökünü onların içinde doğduğu toplumsal bünyenin gelişmesinde aramalıdır:

Yunanlı değişmez kastlar cemiyetinde yaşıyordu.

Onun gözünde insan ve toplum bu değişmez doğa düzeninin bir parçası idi. İnsan, arzularını dizgine vurarak ona uygun yaşmaya mecburdu.

Bu suretle değişmez doğa düzeni bizzat akıl düzeni idi.

Oysaki Müslüman,bütün kavimlerin birbiriyle kaynaştığı büyük bir ümmet içinde yaşıyordu.

İnandığı tanrı alemlerin efendisi ve yaratıcısı(Rabbülalemin) idi. Bu külli ve ezeli kudretin önünde bütün varlıklar,düzenler, farklar geçici gölgelerden ibaretti.

Hiçbir düzen olduğu gibi kalamazdı. Allah’tan başka her şey fani idi. Dün şah olan bugün dilenci olabileceği için Allah’ın huzurunda dilenciyle şah eşit idi. Böyle bir düşüncede ana problem kendiliğinden insan iradesinin kader karşısındaki konumu sorunu olacaktır.

Bu problemin bugünkü değerini anlamak için bir örnek verelim: Zamanımızda bir adam bir suç işlemiş olsun ;O önce toplumsal yasalarla,sonra kendi vicdan müeyyidesi ile karşılaşacaktır.

Toplum, onun neden cezalandırır? Çünkü bilerek, isteyerek suç işlemiştir. Hürriyetini kullanarak suç yaparsa cezalanır. Aksi takdirde çocuksa, deliyse,hasta ise cezalanamaz.

Hareketinde sırasıyla psikolojik hürriyetini kullanarak suç işlemişse cezalanır. Toplumsal kuralların esası bu hürriyete dayanır.

Ahlaki ve ve cezai sorumluluk hürriyet kavramına bağlıdır. Kişinin deruni hürriyeti bir tarafa bırakılırsa ceza ve ahlak imkansızdır.


Bilginler determinist gözle suçun sebeplerini araştırırlar. Sosyolojiye göre suçu işleten çevrenin verdiği terbiyedir. Ekonomik düzenin bozukluğudur. Biyolojiye göre suçu işleten organik bünyesindeki bozukluktur.

İlim yorumuna göre,gerçekte kişinin hürriyeti yoktur.

Her suçlu kendisinin suçlusu değil, doğanın suçlusudur. Determinist bir yorumla ancak suçlu hastaneye sevk edilebilir veya toplum düzeltilir. Fakat bugün toplum fiilen bunu yapamadığından buhran içindedir.

Öyleyse ya sosyoloji ve antropoloji gibi kişinin hürriyeti olmadığın kabul edeceğiz. Yahut kişiyi bir hareket noktası bir tür monade gibi alacağız.

İlmin bütün ilerlemesine karşın hürriyet sorunu yine vardır.

Ahlaki aksiyondan hareket edersek hürriyetten kaçınılamaz. Hürriyet problemi kendisinin kuramsal ve ilmi olarak değil,ameli ve vasıtalı bir problem olarak bize kabul ettirir.

Egemen özelliği ise şekilsiz, hareketsiz, değişmesiz, mutlak bir sükun içindeki ezeli an fikridir. Bu fikri en mükemmel temsil eden İslam düşünürleri buna “an-ı daim” diyorlar.

Muhtelif fikir sistemleri an-ı daim görüşüne az veya çok yaklaşmışlar, onu yabancı etkilerle uzlaştırmaya çalışmışlardır. An-ı daim, bütün şekiller ve değişmelerin üstünde aynı kalan ve kendinden şekiller ve değişmelerin doğduğu ezeli alemdir.

Üç düşünce arasında yaptığımız bu genel karşılaştırma, bizi yeniden üç düşüncenin başlıca problemlerini aramaya yöneltecektir.

Acaba Yunan,İslam ve Batı düşüncelerinden her biri bütün sorunların doğduğu ilk felsefi sorun olarak neyi ileri sürmüşlerdir? Uygarlık ve çağ farkını göz önünde tutmayan filozoflar, düşünce alanında bazı değişmez problemlerin olduğunu kabul ederler.

Oysa karşılaştırmalı düşünce tarihi çok kere bunun aksini göstermektedir.

Belirli bir çağda ve bir uygarlıkta birinci derecede önemli olan bir problem diğer bir uygarlıkta ya ikinci plana geçiyor ya da tümüyle kayboluyor.

İslam felsefesi bu problemi metafizik ve ahlak sahasında bütün düşüncenin temel taşı olarak koymuştur. Hıristiyanlık devletten ayrı, küçük topluluklar içerisinde doğduğu ve yayıldığı için insan orada bütün sorunlarını bu küçük topluluk içerisinde hallediyordu.

İmparatorlukların,derebeyliklerin egemen kudretlerinden,kanunlarından önce insan kendisine en büyük sığınağı Allah'ın çobanlarında (rahip) ve itirafta buluyor.

Allah’ın çobanları servet sahibi olarak derebeylere ve imparatorlara rakip bir hale geldiği zaman itirafını kendi kendine yaparak vicdan muhakemesi ve şuuru buluyordu.

İslam dünyasında bütün cemaatler devletin içinde eridiği ve şeriat bizzat devlet olduğu için,alemlerin efendisi olan tanrı ve onun yeryüzündeki gölgeleri karşısında kişinin sığınacağı hiçbir yer kalmıyordu.

O zaman bütün sorun bu külli irade ile cüzi iradeler arasındaki ilişki sorunu halini alıyor; gerek dinsel,gerek hukuksal ve felsefi bütün doktrinler kendiliğinden bu sorun etrafında ortaya çıkıyor; yahut ona herhangi ibir şekilde yanıt vermek gereksiniminden doğuyordu.

İşte İslam düşüncesinin egemen niteliğini oluşturan hürriyet sorunu buradan meydana çıkmıştır.Sorun onun tefsirinden doğduğu gibi birçok meslek ve mezhep de ona verilmiş yanıtlardan başka bir şey değildir.

İngiliz İmparatorluğu’nun bir başka siyasi mirası Kenya …

Birbiri ardından patlayan saatli bombalar gibi , Büyük Britanya İmparatorluğu’nun kalıntıları dünya gündemini işgal etmeye devam ediyor.

Büyük imparatorlukların çöküşü de kuruluşu gibi yavaş yavaş oluyor. Bütün bir yüzyılın tek ve mutlak hakimi olan Emperyal İngiliz İmparatorluğu idare ettiği ülkelerden çekilirken arkasında da büyük bir siyasi kaosun ortasında elinde silahlı kuvvetlerden başka bir şey kalmayan bir diktatör bırakarak çekiliyor .İmparatorluğun çekilmek zorunda kaldığı bütün ülkelerde durum aynı.

Diktatörlükler kurarak çekilme stratejisi . ….

İşte Ortadoğu ,Filistin ,Mısır ve Irak ,Hindistan , Myranmar,Afganistan vve İşte Pakistan ve en son Kenya .
Afrika'nın sömürgeleştirilmesinde en büyük paya sahip olan İngiltere, XIX. yüz­yılın başlarında Hollanda'nın elindeki Cape Colony'yi alıp (1815) buradan kuzeye doğ­ru ilerlemeye başladı.
Sömürge­lerini genişletmeye çalışan İngilizler Bec-huanaland (bugünkü Zimbabve) (1885) ve Nyasaland'ı (bugünkü Malawi) (1889) ele geçirdikten sonra Güney Afrika Federasyonu'nu kurmak istediler ve 1881'de dış politi­kada İngiltere'ye bağımlı olmak şartıyla ba­ğımsızlık verdikleri Boerler'in Transvaal ve Oranj cumhuriyetlerini, birkaç yıl devam eden savaş sonunda sömürge haline getirdi­ler (1902).

Doğu Afrika'da bulunan Uganda 1892'de İngiliz yönetimine girerken, Kenya da 1895'te İngiliz himayesini kabul etti. Da­ha sonra burası krallığa bağlı bir sömürge haline geldi (1920). I. Dünya Savaşı sonun­da Almanlardan da Tanganika'yı almak su­retiyle Doğu Afrika'ya tamamen sahip olan İngiltere, Batı Afrika'da da Gambia, Sierra Leone, Alün Kıyısı ve Nijerya'yı sömürge­lerine kattı.

XX. yüzyılın başlarında dünya­nın en büyük sömürge imparatorluğunu ku­ran İngiltere, Fransa'nın aksine sömürgele­rinin yönetiminde dolaylı yönetim prensi­bine göre hareket ederek, kabile şeflerine ve yerli aydınlara söz hakkı tanıyıp yerliler­den oluşan bir idare kadrosunun ortaya çık­masını teşvik etti.

Kabile liderleri

İşte bu kabile liderleri İngiliz İmparatorluğu’nun giderek etkisi azaldıkça iktidar için mücadele etmeye başladılar.Doğu Afrika Bölgesinin örnek ekonomisi bir anda tepetaklak oldu.Vahşi bir etnik savaş soykırım sınırlarını zorlamaya başladı .
Afrika’nın 34 milyon nüfuslu ülkesi Kenya, yakın zamana kadar kabilelerden oluşan renkli halkları, sivil toplum kuruluşları ve gelişen ekonomisi ile, komşularına kıyasla daha istikrarlı bir siyasi tablo çiziyordu.
27 Kasım’da gerçekleştirilen ve Devlet Başkanı Mwai Kibaki’nin 230 bin oy farkıyla, Turuncu Demokratik Hareketi lideri Raila Odinga’yı geride bıraktığı tartışmalı seçimler, ülkede iç savaşa sebep oldu.

Seçimlerde hile

Seçime hile karıştırıldığı iddiasıyla Kibaki’nin mensubu olduğu Kikuyu kabilesi ile Odinga’nın Luo kabilesi arasında çıkan çatışmalarda yaklaşık 600 kişi öldü ve 200 bin kişi yerinden edildi.
Etnik savaş Kikuyu halkıyla Luo kabilesi arasında cereyan ediyor . Ülkenin doğusuyla batısı arasındaki kanlı içsavaş bakalım nasıl sona erecek .
Her iki lider siyasi idareyi ele almak için her türlü fedakarlığa hazır . İngilizler arkalarında bıraktıkları bu kötü mirasa yine eski günlerdeki güçlü ‘beyaz adam ‘ tavrıyla çare bulmaya çalışıyor .

Gordon Brown ve David Miliband telefonla her iki lidere ne yapmaları gerektiğini anlatmaya çalıştılar ama , eski günler artık geride kaldı.

Kibaki ve Odinga artık ‘beyaz adam ‘ ı dinlemeye mecbur olmadıklarını biliyorlar. Bu etnik çelişkileri yıllarca körükleyen beyaz adam ,şimdi hiçbir şey olmamış gibi , ‘ben ne diyorsam onu yap ‘ demeye çalışıyor .

Etnik Grupları birbirine karşı kışkırtma siyaseti..

İngiltere her yerde aynı siyaseti izledi.Etnik grupları,dini grupları birbirine karşı kışkırtarak ,bir grubun öbür gruba karşı zayıf yanlarından yararlanarak idare etti. Şimdi de ardında bıraktığı bu siyasi enkazın sorumluluğunu taşımadığı gibi yeri geldikçe ABD ‘nin de aynı stratejiyi izlemesini öneriyor.

Oysa ABD , bu bölgelerin yeni emperyal gücü olmaya aday . Bugün Irak , Afganistan ,Pakistan ve Kenya aynı siyasi sorunlarla karşı karşıya .İktidar hırsıyla her türlü vahşeti uygulamaya hazır kabile liderleri ,kısa vadeli siyasi hedefler uğruna ABD ‘ye her türlü ödünü vermeye hazırlar.

9 Oca 2008

Cemal Süreyya



19.Ölüm yıldönümünde ustayı saygıyla anıyoruz :


Göçebe


Sen sık sık gülen gülerken de

Sevecen bir akdeniz çizgisini

Sol yanına ağzının

İliştiren çocuk özenle

Yabana mı atıyorum yani seni

Yabana mı atıyorum saat altı buçukları

Çocuk ve Allah´ın en eski baskısını

Değil, değil bunların biri

Gözlerimin gemileri kuş istiyor

Açılıp kapandıkça sevdam

Kapanıp açılıyor bir mavi

Şahmaran süt istiyor kefeninde

Üç aylık ölmüş çocukların

Kerem ile Arzu geliyor

Aslı ile Kamber

Ay kana kana batıyor

.....

Ay kana kana batıyor

.......

Eşkiyalar silahlarını çapraz astıkça türkülerine

Ve bu dağlar böyle eşkiya güzelliği taşıdıkça

Patronun karısını zimmetine geçirip

Amasya´dan Kars´a kaçmakta olan sayman yardımcısıyla

Alevilikten konuşuyoruz uzun süre

Yanımdaki hep bir gazetede Marilyn Monroe´nun resimlerine bakıyor

Mariyln Monroe öldü diyorum ona

Ölümü siyah bir kakül gibi alnına düşürmesini bildi

Şimdiyse cennette Nietzsche´nin metresi olması gerekir

----

Tıpkı o kuşlar gibi Uçan daha bir süre Sonra da vurulduktan

Bir mezarın doğurduğu iştahlı bir çocuktur Anadolu şiiri

Ey şiir arayıcısı ey esrik kişi

Şu son dönemecini de aşınca gecenin

Doğacak gün artık gündüze ilişkin değil

Bu ağartı ancak yürekle karşılanabilir

Bütün iş orda işte, ordan usturuplu geçmesini bil

Tutsaksan ellerin sıvışır gider zincirlerinden

Ve balyozla vursalar mısralarına

Soylu bir demir sesi yükselir

Soylu büyük ve mavi bir demir sesi

Ellerim gece yatısına çağrılmış

Ve Telaşsız görünmeye çalışan

bir Kafka gibi Yüzüm giyotine abone
Cemal Süreyya 'nın yapıtları :

Üvercinka (1958)
Göçebe (1965)
Beni Öp Sonra Doğur Beni (1973)
Sevda Sözleri (1984)
Güz Bitiği (1988)
Sıcak Nal (1988)
Sevda Sözleri (1990, 1995, tüm şiirleri,)

5 Oca 2008

Söz ve İş

Kötü söz ne kadar ucuzsa iyi iş o kadar pahalıdır (O.K iletisi Anonim)

İyi şeyleri engelleyen sözler esasında saymakla bitmez. Bu sözlerden bazıları bir virüs gibi bulaşıcıdır. Kırıcı sözler ise ruhlarda onulmaz yaralar açabilir ve insanların özgüvenini zedeler. Zehir gibi acı sözlerin kullanımı, en coşkulu ortamlarda bile havanın buz kesmesine yol açar.

Türkçemizde keder ve hüzün kelimelerinin sayısı 100'ü aşarken, neşe, sevinç ve sevda sözlerinin sayısı 30'u geçmez. Olumsuz duygu ve düşüncelerin anlatan basmakalıp sözler de övgü sözlerinden çok fazladır. Bunlara bir de önyargılar, peşin hükümler ve bir tür yalan olan mazeretler eklenir. Aksi gibi sevgi sözlerini kullanmakta olağanüstü cimri davranırken, başarıyı engelleyen sözleri her fırsatta kullanırız. Bu tür sözler, aile mutluluğunu ve ülke huzurunu bozar.
Kötü ve olumsuz sözlerin yerli yersiz sık kullanımı işyerlerindeki verimi de düşürür. Çünkü kötü söz ne kadar ucuzsa, iyi iş o kadar pahalıdır...
İyi şeyleri engelleyen sözler esasında saymakla bitmez. Bu sözlerden bazıları bir virüs gibi bulaşıcıdır. Kırıcı sözler ise ruhlarda onulmaz yaralar açabilir ve insanların özgüvenini zedeler. Zehir gibi acı sözlerin kullanımı, en coşkulu ortamlarda bile havanın buz kesmesine yol açar. İnsanlar arası iletişimi bozan sözler ise topluma kin tohumları saçar.

Mermi gibi sözler

Bazı sözler, ailede, şirkette ve toplumda şiddetin tohumlarını eker. Kişiliği ve özgüveni mermi gibi sözlerle yaralanmış kişiler güçten düşer ve başarıyı yakalamakta zorlanır. Karşısındakine "Sen adam olmazsın!" diyen kişi önce kendisiyle yüzleşmek ve kendisinin ne ölçüde adam veya insan olduğunu sorgulamak zorundadır.
"Senin aklın ermez" ve "Sana mı kaldı?" gibi sözler, küçüklerin ve gençlerin araştırma ve iş yapma azimlerini daha işin başında yok eder . "Boyundan büyük işlere kalkışma!" azarı ile ikide bir paylanan kişilerin kırılan cesaretleri onların kabuğuna çekilmesine yol açar.
"Senden başka ne beklenir ki?" ve "Sen kim, başarmak kim" sözlerindeki küçümseme ve hor görme ise yeni filizlenen başarı girişimlerini hoyratça kırar.

Yenilik düşmanlığı

Beynini terletip yeni bir fikir veya çözüm üretenlere önce "Bu fikri de nereden buldun?" diye sitem edilir. Aşağıdaki diğer tepkiler ise biraz daha yumuşak ama aynı ölçüde moral bozucudur:
"Bunu hiç deneyen olmuş mu?" sorusu ile yenilikçi kişiden ikna edeci örnekler bulması istenir. "Düşünce iyi ama pratik değil" sözüyle dar görüşlü kişiler, önerilen yeniliği daha anlamadan hemen "hayalci" etiketini yapıştırır.
Mevcut bozuk düzeni sürdürmekten yana olanlar, "Bizim için çok erken" itirazı ile değişim önerisini gündemden düşürmeye çalışır. "Biz buna henüz hazır değiliz" sözü de aynı ölçüde frenleyicidir.
Bu uyarılara rağmen yeniliği savunanlar "Eski köye yeni adet getirme." diye sert bir şekilde azarlanır. "Bu proje güzel ama bize uymaz!" yorumunu yapanlar bize uyacak alternatif bir projeyi nedense hiçbir zaman üretmez.
Eskinin taraftarları, "Bakalım başarabilecek mi?" kuşkusu ile yeni fikirleri hayata geçirenleri sürekli olarak gözetler. İpin üstündeki cambaza "Ne zaman düşecek" diye bakarcasına, aksiliklerin yenilikçi kişiyi ne saman sendeleteceği ve yere sereceği kıskanç bir merakla izlenir. Getirdiği yenilik başarılı olanlar ise insafsız eleştirilerle yıpratılır. Övgü bekleyen yenilikçiye yöneltilen tepkiler onu anasından doğduğuna pişman edecek kadar serttir…

Tembellik bahaneleri

Sorunları algılayanlar ama çözüm için kendilerine yormak istemeyenler, koltuklarına gömüldüklerinde şu bahaneler ile kendilerini avutur:
Bırakmazlar: Bu sözü bir işi deneyecek enerjiyi kendinde bulamayanlar peşin olarak kullanır.
Zamanım yok: Tembelliklerine bahane arayanlar, haftanın 7 gününün, günün 24 saatinin, iki- üç saatlik bir başarı çabasına yetmeyeceğini savunur.
Nereden başlasam bilmem ki? Siz bir kere ilk adımı attığınızda, çözümler çorap söküğü gibi arka arkaya gelir. Yeter ki siz bir başlayın…
Artık çok geç! Bir işi başarmak için hiçbir zaman geç değildir. Her zaman her koşulda yapılacak bir şey muhakkak vardır.
Bana kalsa çoktan yapardım: Bu bahaneyi bırakıp bir an önce harekete geçin. Elinizi tutan mı var?
Ben tek başıma ne yapabilirim ki: Bu cümleyi bir aksaklığı gören ama düzeltmek için parmağını taşın altına sokmayanlar kullanır. Siz ataletinize böyle bir kılıf aramayı bir tarafa bırakıp bir şeyler yaptığınızda başkaları da peşinizden gelebilir.

Sosyal virüsler

Ünlü yazar Cenap Şehabettin, yaklaşık 100 yıl önce şu teşhisi yapmıştı. "Millet bitti! Memleket mahvoldu! diye haykıranlarımızı muayene ediniz. Ya yüreklerinde memuriyet hasreti vardır, ya da ceplerinde para yoktur." Günümüzde de ağızlarda sakız olmuş bazı boş sözler adeta AIDS virüsleri gibi, toplumsal bağışıklık sistemimizi zayıflatır.
Ev ve kahvehane sohbetlerinde "Biz adam olamayız." ve "Bizden ne köy olur ne kasaba…" diye konuşanlar, kendi yetersizliklerini tüm topluma yüklemiş olur. Bunlar "Toplum ve insanlar yetersizse benim de bir şeyler yapmama gerek yok" diye düşünür.
"Bu millet adam olmaz." ve "Millet değil illet" gibi basmakalıp ve saçma sözler, kullananların ruhlarının aşağılık kompleksi ile sakatlandığını ortaya koyar.
Değişime ve reformlara karşı olanlar ise "Burası Türkiye!" ve "Böyle gelmiş, böyle gider!" sözlerinin arkasına saklanır.

Bacağına ateş edenler

Bazı zehirli sözlerin başkalarına ve topluma bir zararı yoktur. Bu sözler sadece kullananları yaralar. Geçmişteki tatsız olaylar nedeniyle özgüvenlerini zedelenen kişiler, kendilerini kuşatılmış gibi hisseder.
Bu kişiler "Herkes bana karşı!" ve "Kimse beni sevmiyor." diye söze başlar ve bacağına ateş edercesine aşağıdaki sözlerle kendi kişiliklerini yaralarlar:
Beni anlamıyorlar: Kendinizi daha iyi anlatmayı deneyenlerin halinden anlayanlar muhakkak olacaktır.
Bana imkân vermiyorlar: Kimse imkânları altın bir tepside sunmaz. Başarı, imkansızlıklarla boğuşanların yüzüne güler.

Aksilikler hep beni bulur zaten:

İşler bir dönem kötü gidebilir ama her şeyin rayına oturacağı günler için mücadele etmek gerekir.

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...