30 Ara 2009

Prometheus, Attika ve Şiddet ....



Gündemden düşmeyen tek bir konu var .


Şiddet ....


Nereye yüzümüzü dönsek bir şiddet gösterisiyle karşılaşıyoruz...


Kamusal alanda şiddet uygulanması hiç de yeni bir uygulama değil aslında.


Hangi tür toplumda yaşadığına bakılmaksızın bireyin kamusal alandaki davranışlarının düzenlenmesi bir çok yöntemle gerçekleştirilegelmiştir.


Bugün yaşadığımız olayların geçmiş tecrübelerden ve öğretilerden bağımsız olduğunu düşünmek saflık olur ; bu bir anlamda çok daha farklı bir kültür düzeyinde olmayı çağrıştırmakla birlikte;kültür düzeyi yüksek olan topluluklar ve kurumlar için can sıkıcı bir paradoksu da beraberinde getirir.


Aralık ayının sonlarındayız.


İktidar ve muhalefet ve devletin saygın kurumları, vatandaşların yaşadığı ağır ekonomik krizi çözmek için bütün yıl ellerinden geleni yaptılar. Ama kriz çözülemedi .


Açılımlarla toplumun belirli tabuları yıkılmaya çalışıldı . Bu süreç devam ediyor.


Toplumun ağır ekonomik krizin altında ezildiği bir süreçte bazı çevreler , farklı bir gündemle kimsenin anlayamadığı ve gereksiz bir mücadelenin cereyan ettiği bir tabloyu ısrarla ıstıp ısıtıp medya marifetiyle topluma gösterme telaşındalar.


Oysa insanlık tarihi bu tür gerilimler ve tecrübelerle doludur.


Örneğin MÖ:525 yılları Ege ve Akdeniz Site Devletleri 'nin demokrasi mücadelesi büyük açılımlar getirecek örneklerle doludur..(1)


Altın çağ bir anlamda gerek "elit demokrasis"i,gerekse de "halk demokrasisi" adına olduğu kadar; askeri cuntaların , şiddet ve güç gösterilerinin de yaşandığı ,kayıt altına alındığı uzun bir dönemdir.


Bu tecrübelerin ve kayıtların bir kısmı günümüze kadar gelmiş,tiyatrolarımızda da başarıyla oynanmıştır.


Tragedya yazarı Aiskhülos'un eserleri bu anlamda çok iyi bir örnek olarak elimizin altındadır. Meraklısı alır okur, Aiskhülos "Zincire Vurulmuş Premeteus " adlı oyununda şiddet ve gücün hikmet (Akıl) olmadan hiç bir anlam ifade etmeyeceğini anlatır. (2)


Aiskhülos'un "Oresteia","Tebai","Danaos Kızları "adlı trilogyaları katlı anlamlar yüklüdür. Bu eserlerinde kaostan düzene oradan da bütüne gönderme yapan Aiskhülos,Prometeus Trigologyasında farklı bir kurgu ile karşımıza çıkar. "Prometheus -Lyomenos-Pürforos-Desmotes " üçlemesi,Zeus 'un ve diğer tanrıların insanlarla olan ilişkisinin belirli evrelerini göz önüne getirir. Birinci oyunda Zeus tarafından cezaya çarptırılan Prometheus,sakladığı sır sayesinde Zeus'un gazabından kurtulacak ve onu anlaşmaya zorlayacaktır.


Atina demokrasisi geleneğinin oluştuğu yıllarda MÖ:525 doğan Aiskhülos ünlü Perikles düşüncesini yani Atika demokrasi'sinin yozlaşmış hali olan "OKHLOKRASİ " (Yığınların iktidarı,çoğunluğun azınlığa zulmettiği dönem ) tartışmalarının yoğun olarak gerçekleştiği dönemde bu tragedyaları kaleme aldığı unutulmamalıdır.Kurduğu alegoriler kamusal alanın kurumsallaşması nedenselliğine bağlanabilir.


Oyunun sonunda Zeus zincire vurulmuş Prometheus 'a (3) Hermes'i göndererek,sırrı açıklamasını ister.Oyunun ana teması aslında Prometeus'un bildiği sır üzerine kuruludur.Bu sır dramatik yapının "antagonist taşıyıcısı" olarak eserin iskeletini oluşturur.


Nedir bu sır ? (4)


Mitosun yaratılış süreci ve aklın (Hikmet ) in şiddet ve güce olan üstünlüğünün formülü olarak belirginleşir.


Hikmet olmadan gücün hiç bir işe yaramadığının kanıtıdır bu .


Zeus tüm dünyanın hakimidir . Mutlak güç ondadır . Kratos ve Bia da onun yanındadır.


İktidar gücünün en önemli iki simgesi, Fiziksel güç ve şiddet Zeus 'un elindedir.


Biçimlendirilmiş akıl yani hikmet olmadan gücün hiç bir anlamı yoktur.


Gizli olan şey ise iktidar için tehlike arz eder.


Oyunun sonunda Zeus çaresiz yine şiddete baş vurur.


Ama şiddetin fayda etmeyeceği ortada bir gerçek olarak durmaktadır.


Göklerin hakimi ulu Zeus 'un zincire vurulmuş Prometeus ile uzlaşmaktan başka çaresi yoktur.


Güce ve şiddete tapanların kaçınılmaz kaderi , şiddet uyguladıkları insanlarla anlaşmak zorunda kalmalarıdır....


-------------------------


(1)Katımın geleneğinin Antik Yunan’ın kent devletlerine dayandığı bilinmektedir. Doğrudan demokrasi biçiminde gerçekleşen bu katılımlar, günümüzdeki anlamda katılmanın ilk örneklerini oluşturmaktadır. Atina’da gördüğümüz gelişmenin ilk adımı, kralların yerine, seçimleri her yıl yenilenen ve özellikle yargı gücünü elinde bulunduran “Arkhon”ların seçilmesi... İ.Ö. 7. yüzyılda bunların sayısı dokuza çıkmaktadır. İ.Ö. 594’te Arkhon seçilen Solon, Atina demokrasisinin temellerini atmıştır. Yeni düzenin en önemli iki kurumu, tüm yurttaşların katıldığı halk meclisi, Ekklesia, ve tüm yurttaşların ad çekmesine katıldıkları halk mahkemeleri, Heliaia’dır... Her Attika kabilesinin 100 üye verdiği Dörtyüzler Meclisi, Ekklesia’nın gündemini hazırlamaktadır. Daha sonra kabile örgütlenmesinden mahalle örgütlenmesine geçilince, her mahalleden 50 kişinin üye olduğu ve başkanının her gün değiştiği Beşyüzler Meclisi oluşturulmuştur. Bu meclis, tam demokratik bir meclistir... Arkhonlar bu meclisin önünde hesap vermektedirler... Alıntı : Referans ;Prof. Dr. Erol Köktürk


(2)Atina’da tragedya ve komedya’n böylesine olağanüstü bir hızla gelişmesinin bir başka nedeni de toplumsal yapının birbirinden farklı, hatta zaman zaman biribiri ile çelişen değer yargılarını da bünyesinde taşımakta olmasıdır. Tiyatro sanatına özgü olan ve karşıtların çatışmasından doğan bu akım, dönemin toplumsal çelişkilerinden hız almıştır. Butoplumsal çelişki, Yunan toplumunun büyük topraks ahiplerinin hegomanyasından kurtulup, demokrasinin egemen olduğu siyasal bir yapıya geçmesi ile açıklanabilir mi ?


(3)Prometeus cezaya hiç aldırmadı. Zeus’un kendisinden özür dilemesi için gönderdiği elçilere de yüz vermedi. Çünkü kendi gözyaşıyla çamurunu yoğurup elleriyle yarattığı ve ateşle tanıştırdığı insanların artık evrenle birlikte sürekli bir evrim sürecine girdiğini biliyordu! Gün gelip insanoğlu evrenin efendisi olacak ve tanrıların saltanatına son verecekti… Prometeus sağlam kabuklu şeytanağacından yaptığı bir değneğin içini oydu. Ve ateş tanrısı topal Hefaystos’un demirci atölyesine gitti. Oradan çaldığı kıvılcımı bu değneğin içine gizlice koyup insanlara ulaştırdı!.. Artık bu ateşle ısınıp aydınlanmaya başlayan insanoğulları da, yeryüzünü insan gözleriyle görmeye ve insanca düşünmeye başladılar... Alıntı : Yaşar Atan -


(4) Prometeus un sakladığı ve yalnızca kendisinin bildiği sır aslında bir efsanedir.Altın çağda mutlaka saklanan bir sır vardır.Bu sırra vakıf olan bilgeler kadim uygarlıkların gizli bilgilerini saklarlar.Ezoterik sistemlerle bu sır nesilden nesile aktarılarak saklanır.Sırra kimin vakıf olacağına sırrı taşıyan karar verir.

26 Ara 2009

Ütopya


Yazımızın başlığı İngiliz Sir Thomas More 'un ünlü kitabı "Ütopya " ya gönderme yapıyor.

"De Optimo Reipublicae Statu deque Nova Insula Utopia" adlı kitap , 1516 yılında Yavuz Sultan Selim Safavi Ordularının komutanı Şah İsmail 'i (Türkler Türklere karşı yapılan bir diğer savaş olarak tarihe geçmiştir.
Bu savaşın aslında Sünni Şia savaşı olduğunu ileri süren tarihçiler de vardır ) yendikten sonra Mısır 'a ,doğuya doğru kendisinden önceki büyük generallerin yaptığı gibi savaş hazılıkları yaparken yayınlanıyor.

Sultan Selim, Trabzon Valisi olarak görev yaparken Babası 2. Bayezid 'a Dulkadiroğulları desteğiyle (Annesi Dulkadiroğlu Gülbahar Hatun'dur ) bir saray darbesi vurarak "Ya devlet başa ya kuzgun leşe " diyerek 9. padişah olarak tahta oturur. 2 Bayezid dönemi Anadolu 'da Şehzadeler mücadelesi olarak damgasını vuracaktır.

Şehzade Ahmed,Şehzade Korkud ve Şehzade Selim tarafından kurgulanan ayak oyunlarının ve devlette dönen entrikaların ayyuka çıktığı dönemdir.Tam tabiriyle her karış Anadolu toprağı fıkır fıkır kaynamaktadır.Devlet zayıflamıştır .Şehzadeler mücadelesi beyliklerde saraya ve devlete isyan hareketlerini tetiklemiştir. "Ayaklar baş olmuştur".

Başını kaldıran kaldırana ...

Yavuz Selim Memlukların üzerine yürürken Osmanlı Devleti'nin artık emperyal devlet politikası da şekillenmektedir.

Sir Thomas More kitabında Atlantik Okyanusu 'ndaki bir adadan söz eder.Aslında Yunanca'dan türettiği ad "Varolmayan Yer " anlamına gelmektedir.
Adanın sosyo politik idaresi o kadar mükemmeldir ki ,bir çok kimseye " Yok canım,daha neler ; olur mu öyle şey ?" dedirtmiştir.

İngiliz siyaset tarihi ve siyaset felsefesi "Sparta" ve "Atina" tarzı arasında gidip gelmelerle doludur.

Magna Carta ile başlayan demokratikleşme serüveni asillerin kralın yetkilerinin kısıtlanmasına ilişkin talepleri şahinler tarafından sürekli engellenmeye çalışılmıştır.

Yavuz Sultan Selim 'in Safavi ve Memlûk seferine çıktığı sıralarda İngiltere'de de 8.Henry iktidardaydı. Henry 'nin sarayında özellikle kralın keyfi uygulamalarının ve evlilik ve evlilik dışı ilişkilerinin oluşturduğu karmaşa ve dönen dolapların çok farklı olduğunu söylemek de mümkün değildir.

8. Henry Anglikan kilisesinin kurulmasına yol açan dini açılımla da bir devrim yaratmıştır. Sir Thomas More bu kitabı o dönemde kaleme almıştır. Sir Thomas More kitabında M.Ö. 400 yıllarında Plato 'nun yazdığı Republica 'yı mercek altına alır .

Sir More 'un Yunanca okuduğunu ve tüm Yunan siyasi tarihini bildiğini de da varsaymamız gerekir. 8.Henry'nin Sparta yönetiminin eleştirisi ve Vatikan 'a karşı çıkan bir kralın hikayesi siyasi derslerle doludur.

O yıllarda Osmanlı bürokrasisinden birinin bu kitabı okuduğuna dair bir belge yoktur. Yavuz Sultan Selim 'in "Sparta" ya da "Atina" tarzını benimsemesini gerektirecek bir durum da söz konusu değildir. Böyle olmasını gerektirecek asiller sınıfı zaten Osmanlı'da yoktur.
Var edilmemiştir.

Beylikler ise hiç bir zaman asiller gibi bazı imtiyazlara erişememişler , tımar sahibi olarak "Kiracı " statüsünde olmuşlardır.

Korku imparatorluğunu ele geçiren Sultan Selim mutlak gücü de elinde tutmaktadır.Ölüm korkusuyla çalışan zavallı bürokratların korkusu şımartılan yeniçerilerdir. Padişahın hassa alayı olarak da görev yapan bu azınlık, Sultan 'ın demir yumruğudur .Boynu vurulan vezirlerin ve yüksek dereceli bürokratların sayısını bilen yoktur.Sultan Selim 'in neden Anadolu 'da bir katliam yaptığı,hangi güçlerin etkisiyle hareket ettiği de henüz ortaya çıkarılmayı bekleyen muammalardan biridir.Gerçek Anadolu tarihi henüz yazılmamıştır.

Bugün aradan geçen bu kadar zaman sonra Gregorian takvime göre ikinci milenyumun birinci onluğuna girerken Türkiyedeki kaynama ve hesaplaşma tüm hızıyla sürüyor.Korku imparatorluğunun mirası hala ortadan yok olmamıştır.Tüm kanun ve düzenlemelere rağmen mentalite ve "Kul Mantığı " değişmemiştir.

Yıllardır her iktidar ve iktidara karşı olan güçler "power " yani güç mücadelesini kendi bildiğince yapıyor. Demokrasi ve insan hakları konusunda ciddi mesafeler alınması gerekirken tam tersi gerçekleşiyor.

Atının üzerinde elinde tabancayla meclisi basan zihniyetle yıllardır mücadele verenlerin eğer bu tez doğruysa (Genel Kurmay Başakanlığı kesinlikle yalanlıyor ) iki istihbarat subayının tüyler ürperten haberini medyada izlerken, devletle onu vekaletle oraya getiren halk arasında "Çevirmen " rolünü oynamaya çalışan medyayı bütün çıplaklığıyla bir kez daha gördüm .

Neden böyle iğneyle kuyu kazmak durumunda Türk halkı ?

çaresiz.... Bilgi yok .... Yorumcu çok...

Devletin birbirine bağlı kurumları medya aracılığıyla iletişim kurmayı tercih ediyor. Seçmen ve vergi ödeyen halk kendisini temsil etmesi gereken devlet memurlarını kimin ve nasıl kontrol ettiğini öğrenemiyor, olup bitenleri anlayamıyor.

Asker bir yanda,bürokratlar öbür yanda ,sermaye öbür yanda seçmen bu yanda ve medya tam merkezde duruyor.

Mahkemeler ve kanun bu denklemi çözmekten aciz ...Savcılar sorgulamaktan bitap düşmüş durumda. Her geçen gün göz altına alınanların sayısı artıyor.Kanun adamları görevlerini her koşul altında gerçekleştirmeye çalışıyorlar ama , netice yok ...

Artık seksensekizinci yılındaki Vekalet (vesayet ) demokrasisi aslında hiç kimsenin tam olarak kavrayamadığı bir şekle bürünmüş durumda...

Kimin neyi nasıl yaptığı belli değil ...

Herkez şaşkın ... 2010 yılına böyle giriyoruz işte Sir Thomas More 'un kitabını düşünerek...

"De Optimo Reipublicae Statu deque Nova Insula Utopia

21 Ara 2009

Stockholm ’de ”Yule” ya da ”Jul” günleri .....


İsveç 'te yaşadığım yıllarda Kasım ayının gelmesini hiç istemezdim. Sadece ben değil orada yaşayan hiç kimse istemezdi. Kasım ayının yoğun karanlığı insanları etkiliyormuş.İstatistiklere göre intahar vakaları çoğalıyormuş: Bu nedenle oralarda Kasım ayına "İntahar ayı" deniyormuş.

Karanlık ve soğuk bir kabus gibi üzerimize çökerdi.

İstediğimiz biraz daha fazla ışık ve biraz sıcaklıkdı. O kadar karanlık ve yalnız olurdu ki geceler ...

Sabahları saat altıda çalar saatle uyanıp ,apar topar etimi kesen soğuğa katlanarak metroya koşardım . Eksi on iki ,on üç derecede sert Kuzey rüzgarına karşı koşuşturma pek hoş olmazdı.

Metroda kimse kimsenin yüzüne bakmazdı.Yüzünü saklayacak bir gazeten ya da kitabın yoksa,paltonun yakalarını kaldırıp iyice içine saklanır,gözlerini kaparsın. Kime baksam bunalım. Ne sorsan bunalım.Bunalım ayı bu... Konuşmaya cesareti olanlar güneşten söz ederdi... Malorka ... Sicilya ...Girit.. Kenya . Günün aydınlanması öğle vaktine doğru gerçekleşirdi.

Stockholm'ün karanlık ve çok soğuk Kasım akşamlarında ayaklarım beni eve gitmeden önce ,içki içmek istemediğim zamanlar çoğunlukla Maria Torget 'deki kilisenin sıcak toplantı salonuna bazen de Belediye Kütüphanesi ’ne götürürdü.Şöminelerde yanan odunların çıtırtısı beni dinlendirirdi. Bir de Lasse ’nin yerinde yanardı şömine .Onun şöminesinde kokulu kütükler yanardı. Akkavak ağacı kütükleri.

"Lasse'nin Krog"u tabelası rüzgarda sallanırdı ,geçerken şöminenin alevleri ve masalarda yanan renkli mumlar sizi içeri davet ederdi. Şömineye yakın bir masaya oturup sıcak yemek ve şarap ...içebilirdiniz.

Benim kaldığım iki odalı eski dairede kalorifer yoktu. Sobayla ısınıyordum . Soba dediğim de İsveç sobası . "Kakelungen " adı verilen duvar şöminesi . Oturduğum dairenin vazgeçilmez mobilyası,tam olarak şömine değil, duvara monte edilmiş devasa bir tür çini soba da denebilir. Çok görkemliydi. Ateş yakılacak yerinde odunlar için ayrı ,kömür için ayrı yer ayrılmıştı. Üst gözlerde sıcak su ve fırın olarak kullanılabilecek özel bölümler vardı. Isınma fabrikası . Salonda muzazam bir yer kaplıyordu....Çevreden topladığım iki üç kuru tahta parçasını yaktığımda, ısı uzun süre dairenin içinde kalıyordu; neredeyse bütün gece ısınabiliyordum.. Aslında düşünüyorum da teknoloji harikası bir soba ... Kadim teknoloji...

Kilisede genellikle yarım kron karşılığında sıcak çorba olurdu. Orada hem çorbanı içeceksin hem de ısınacaksın

Cuma akşamları saat dörtte işten çıktıktan sonra karanlıkta, metroda titreyerek -Orada hava saat ikide kararıyordu.- eve koşturup Kakelungen 'e iki üç tahta parçası atıp ateşi harladıktan sonra , Lasse 'nin Krog 'una kendimi zor atardım. "Lasse's Krog" : kararmış ve rutubetli lambri kaplı dar bir kapıdan büyük bir salona giriliyordu. İki bölümü vardı.İçki içenler şömineye yakın oturur,yemek yiyecek olanlar ve yalnız kalmak isteyenler daha içerlere doğru çekilirdi.

Oranın sahibi eski veteran gazeteci Lasse bir gün bana elinde tuttuğu tuhaf bir şişeyle yaklaşıp .

"Hey Turko , şu içkinin bir tadına bak..Bu benim köyden geldi.Dünya üzerinde bunun gibisini bulamazsın dostum ." dedi.

"Lasse , bu karanlık ve soğuk dünyada siz buralarda bu kadar yıl nasıl donmadan yaşayabildiniz dostum ? "

Lasse 'nin en sevdiği dialog buydu. Eski bir Expressen gazetesi siyasi muhabiri olarak su katılmamış bir Viking şövenisti. "Kralcı" tabii ki ... Sosyal Demokrasi düşmanı...

"Viking ırkımız eğer bu iklimsel zorlukları yaşayarak ayakta kalabilmişse bana ne söylemek düşer? Sen bir Miklagård şımarığı olarak bunları söyleyebilirsin.. Siz orada tembel tembel otururken bak biz neler kurduk buralarda .Nihayetinde orada o koşullarda yaşamak bizim burada yaşadığımız gibi değildi... "

"Lasse nedir bu sizin karanlık korkunuz ? İntahar edenler , şişeye sarılanlar, nedir bu korku ? "

"Turko, Ahh. Turko.. Senin anlaman çok zor .Siz zaten karmakarışık bir ırksınız . Ne olduğunuz bile belli değil... Bizim için önemli olan ne yapıp yapıp Yule 'ye yani 21 Aralık yani Noel öncesine kadar dayanman gerekir.Bu aynı anlamda soğuğa ve karanlığa ve açlığa dayanmak demektir. 1920 lerde buradan bir milyondan fazla insanın Amerika 'ya göç ettiğini de unutma ...Neden ? Hiç düşündün mü ? Ölmemek için terk ettiler buraları.

Hadi gel , boş ver . Bak şu büyülü içkinin tadına . Bunun adı " Brän Vin". Hep zaten böyle abuk subuk konuşmak zorundasın sanki. İç kardeşim . Al şundan bir kadeh iç . Kendine gel... Yule bayramı bu .. Bu bayramda bunu içersin . ne zaman ışığı görürsen , o zaman içmeyi bırakırsın. Kural budur ... "

"Yule Bayramı.... "

""Evet , Yule ... Jul yani Noel.... "

"İçelim o zaman.. Neden bunun adı "Yanan Şarap " ? "

"Çünkü ateş , ışık demektir benim cahil Turk'om . Bu işi kavradın ama numara yapıyorsun sen . Her zaman burada benim restoranımda özel bir yerin var ... Bunu bil. Turko olduğun için değil. Kafan çalıştığı için .Al bakalım .. "

"21 Aralık 'a daha çok var ama , "

"Yaklaşıyor ama ,değil mi ? "

Hiç unutmam. Ondan sonra da gitarını alır bir kaç şarkı söylerdi. Lasse benim için karanlık Stockholm günlerinin en önemli dost ışığıydı..

Takvimi yaşamak, ya da takvimle yaşamak çok ayrı bir şey..

Nerede bulunduğumuzla alakalı bir konu...

Şimdi İstanbul 'da 21 Aralık 2009 'u karşılarken Lasse'nin "Ateş Şarabı " ndan içmek isterdim...

Gökyüzünün açılan kapılarından o zaman daha kolay geçerdim. Lasse 'nin yaptığı gibi ....

Selam sana Lasse .....

God Jul ; Yule bayramın kutlu olsun dostum , her neredeysen ...

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...