31 Ara 2014

2015 “Penguen Modu”

28 Aralık 2014 Pamphyllia 133


Yeni bir yıla girerken nedense her yönden gelen felaket haberlerinde bir artış var gibime geliyor. Türkiyeden verilen  iki tür felaket haberi var. Birincisi cahil ve aç gözlü yerel yönetimlerin  yol açtığı büyük ve onarılmaz doğa katliamları. İkincisi ise basiretsiz nobran yönetimin yol açtığı  sosyal katliamlar.
Toros dağlarında sedir ormanları arasında yaptığım doğa yürüyüşlerinde gördüğüm kaçak ağaç kesimlerinin yarattığı erozyon giderek belirgin hale geliyor. Antik çağın Solyma Dağlarının kadim sedir ve ardıç ağaçları cahil yerel yönetimler tarafından gözden çıkarılmış durumda. STK’ları katliamları durdurma konusunda  sonuç alamıyor.Gereken siyasi destek yok. Çıkar sarmalı her şeyin üstünü örtüyor.

28 Eylül 2014 Lisinya Burdur 097
Kuruyan ve suyu azalan göller, dereler giderek kuraklık ve çölleşme tehlikesini beraberinde getiriyor. İdarede bir hamaset edebiyatıdır gidiyor. Hukuki yollar kapalı. STK’larının yürütmeyi durdurma talepleri hasır altı ediliyor. Çıkar çeteleri yerel idarelerle ortak ve gizli kapaklı paravan şirketler kuruyor, doğal kaynakları talan ediyorlar. Avam olup bitenin farkında değil. Açlık sınırının altında yaşayan çoğunluk yerel yönetimlerin dağıtacağı yardımların yüzü suyu hürmetine susuyor.
Medya uzun bir süredir “Penguen Modu”nda. Sözüm ona sanatçı,yazar, düşünür ve akademik personel iktidara yaranmak için yarışıyor. Her  geçen gün nedamet getirerek kervana katılan yeni güvercinleri ibretle izliyoruz.
Yeni bir yıla girerken karamsar olmak için her türlü neden var.Enflasyon hızlandı. Dolar 2,50’ye doğru koşuyor. Güney Doğu şehirleri teker teker düşüyor, oralarda iktidar el değiştiriyor. Polis ve jandarma güçleri çaresiz. Yeni yılda büyük süprizlerin  o bölgeden gelmesi bekleniyor.Açılım adı verilen demokratikleşme hareketinin iktidarın 2015 seçimleri için bir yatırımı olduğu düşüncesi yaygın. Sayıları üç milyona varan Suriyeli göçmen ordusu büyük şehirlerin sokaklarında alenen dileniyor. İdare bu konuda sessiz. Kültür çatışmaları, seks cinayetleri, adam kaçırmalar, kaçakçılık türleri ve diğer suçlar  giderek  artıyor.Çocuklar bu karmaşada en zarar gören grup olarak gözler önünde.

images (3)
İktidar sessiz. Tek adam projesi topluma dayatılıyor. Güvenlik güçleri tek adam iktidarı için alarma geçmiş durumda. Biber gazsız tek bir gün bile geçmiyor. Toplumun demokratik güçleri şimdiden yenilmiş durumda. Lümpen kültürü sosyal yaşamın tüm öğelerine sızmış durumda. Yeni nesil AVM’lerde dekadansı yaşıyor. Eğitim kurumları siyasallaşmış durumda. Artık her eğitim kurumu iktidara endeksli bir idari yapılanma içine girmiş durumda.

Yeni bir yıldan ne beklenir? Beklentiler malesef artık sadece mesajlarda var. Gerçekleşme imkanı hemen hemen yok. Muazzam bir göç dalgası geliyor.Mali durumu müsait olanlar kitleler halinde güvenli bölgelere göç ediyor. Cumhuriyet Toplumu bir kez daha kabuk değiştiriyor.1923, 1926, 1956, 1967 yıllarında yaşanan göçlere benzer göç yolları açılmış durumda.

28 Aralık 2014 Pamphyllia 073

Anadolunun kaderi bu. Binlerce yıldır hep aynı senaryo. Kaba güç, avam medeniyeti yok ediyor, göçe zorluyor. Bomboş antik kentlere bakınca bunu görüyorum. İleri bir medeniyetin kaba güç tarafından yıkıldığı yok edildiği şehirler. Şimdi de boşalan köyler, kuruyan tarlalar yok edilen ormanlar yeni bir göç dalgasının habercisi.

6 Aralık 2014 Zivit Yakaköy  Foto safari 053 
Terk edilen canım konaklar, yıllarca verilen emek artık viraneye dönmüş durumda. Hasta ve yaşlı insanların içinde yaşam savaşı verdikleri tarihi evler yavaş yavaş yıkılıp gidiyor. Gençler iki nesil önce işsizlikten ve geçim sıkıntısından bıkıp büyük şehirlere göç edip gitmişler. Çocukları geri dönmek istemiyor. Konaklar içlerinde yaşayan yaşlı insanlarla birlikte ölüp gidiyor. Bir zamanlar dünyanın en verimli yaylaları olan bu yerlerde artık bir tek ot bile bitmiyor.

6 Aralık 2014 Zivit Yakaköy  Foto safari 244

Yeni yılı beklerken içimi ısıtacak tek şey yeni güneşin doğumu. Sanki artık daha parlak ve daha dost. Yılın son gününde esen bu fırtına da yağan yağmur da bir şeyler anlatmak istiyor gibi. Yine de ne varsa doğada var. Doğanın kucağında saklanıp fırtınanın geçmesini beklemekten başka çare yok. Taşları okuyarak, rüzgârın sesini dinleyerek, denize ve ağaçlara dokunarak bekleyeceğiz.

6 Aralık 2014 Zivit Yakaköy  Foto safari 273

16 Kas 2014

Zeytin Ağacının Altında



Geçtiğimiz günlerde Manisa’nın Soma ilçesi Yırca köyünde (Antik Sandaina)  bir kamulaştırma skandalı yaşandı. Hükümet kararıyla kamulaştırılan Yırca köyü ahalisine ait tapulu zeytinlikte bulunan yaklaşık altı bin zeytin ağacı iş makinalarıyla köklerinden sökülerek yok edildi.[1] Köyün ahalisinin itiraz dilekçesini dikkate alan Danıştay yürütmeyi durdurma kararı alıyor.  Kararın alınmasından yirmi dört saat önce de zeytinliğin tahsis edildiği şirket özel güvenlik timleri ve iş makinaları marifetiyle altı bin kadar zeytin ağacını yok ediyor. Kamulaştırma kararı iptal ediliyor ama yok edilen altı bin zeytin ağacının nasıl yerine konacağına ilişkin bir haber yok.


 Doğa katliamlarına bir örnek teşkil eden bu skandalın bir çok yerde tekrar edildiğini görüyoruz. Devlet kamulaştırma marifetiyle doğayı sistematik bir biçimde yok ediyor. Bir yanda kamulaştırma diğer yanda orman yangınları ve diğer yanlış uygulamalarla giderek doğa kaynaklar yok oluyor.
Zeytin ağaçlarının  Türkiye’de toplam kapladığı alan 594,000 Hektar olarak ölçülmektedir. Dünya sıralamasında ağaç adedi olarak ilk beşe girebilen bir konumda iken sistematik bir biçimde yok edilen zeytin ormanları  her yıl azalarak  yakında yok olacağa benziyor.
 Binlerce yıl öncesinden gelen bir ağaç. Sedir gibi Meşe gibi insan dostu ağaçlar bunlar. Zeytin meyvesi ise ayrı bir mucize. Her türlü hastalığa deva yaprakları yağ çıkarılan meyvesi ve bir çok alanda kullanılabilen gövdesiyle yüz değil bin sene insanları besleyebilecek bir mucize. İnternet kaynaklarını taradığımda aşağıdaki teknik bilgilere ulaştım.
“Zeytin ağacı(Olea europaea), zeytingiller(Oleaceae) familyasından; meyvesi yenen, Akdeniz iklimine özgü bir ağaç türüdür. Zeytinin kromozom sayısı, 2n=46'dır. Zeytingiller familyasının, 27 kadar cinsi ve 600 kadar türü vardır.
 Ekilmeden, kendiliğinden yetişen zeytine; yabani zeytin veya delice (oleaster) denir. Köylülerin dağdaki deli zeytini sıkıp çıkardıkları ve ilaç gibi kullandıkları yağa da "çoral" denir. Delice, aşılanıp-ıslah edilerek, kültür bitkisine(sativa) dönüştürülüp, daha verimli bir hale getirilebilir. Fidandan, dikme olarak yetiştirilen zeytin ağacı, kazık kök yapmaz ve çabuk yıkılır. Oysa dağda, tohumdan üreyen zeytin ağacı; kazık köklüdür, yerinden kolay sökülmez.
Zeytin ağacı, meyvesinin etli kısmından ve çekirdeğinden elde edilen, altın sarısı yağı olan, çok değerli bir ağaçtır. Uygun koşullarda yetiştirilirse, ekimini izleyen 5-6 yıl içinde, meyve verecek duruma gelir. Zeytin ağacının verimli hale gelmesi, 20 yılı bulur ve giderek de verimi artar. Zeytin ağacı, bir yıl bol ürün verirken, arkasından gelen yılda adeta dinlenir ve verimi azalır. Sonuçta, bir yıl çok, bir yıl az ürün verir. Buna Periyodisite denir. Bu durum, halk arasında var yılı ve yok yılı olarak adlandırılır.
Zeytin ağacı, çok özel bir ağaçtır. 1000 yaşına kadar yaşayabilir. 3000 yaşında zeytin ağaçları bulunduğu, bazı araştırmacılar tarafından ifade edilir. Zeytin ağacının uzun yaşamı, yapraklarındaki, oleuropein maddesine dayanır. Bu madde, zeytin ağaçlarını, hastalık ve zararlılardan korur. Ayrıca yapraklarından çıkan kalsiyum elenolaten maddesi, zararlı virüs, bakteri ve mantarları yok eder.
 Dayanıklı ve kolay çoğalan bu ağaç; yaşlansa, gövdesi çökse, kurusa, gövde yumrularından ve köklerinden fışkıran sürgünlerle canlanır, yeni bir ağaç olarak ortaya çıkar. Odunu, sert ve sağlamdır. Erozyona karşı mücadelede de, en uygun ağaç türüdür. Orman yangınlarına dayanıklıdır. Yanan ağaçlar, kısa sürede sürgün verirler. Yaşlı zeytin ağaçlarının, gövdelerindeki öz kısımları, öteki ağaçlarda olduğu gibi boğumlaşmaz, zamanla çürür gider. Bu nedenle, gövde kesitindeki yıl çizgilerini araştırıp, zeytinin yaşını bulmak zordur.
Zeytin ağacının boyu, 10 metreyi bulur. Sık dallı, yayvan tepelidir. Genç zeytin ağaçları, geniş, kıvrımlı, yumrulu, yuvarlak tek gövdelidirler. Bazı yörelerde, ana kökten gelen üç ayrı gövdeli ağaçlar bulunur. Ağacın tacı (tepesi), yaklaşık olarak, artan boy kadar her sene genişler ve tacının 2-3 misli genişlikte, bir alana yayılabilir.”

Bu bilgilerin ötesinde binlerce yıldır insanoğlunun ve hayvanların yiyecek, yakıt, ilaç gibi çok önemli ihtiyaçlarını karşılayan  zeytin ağacı mitolojide ve gerek çoktanrılı dönemde gerekse de tek tanrılı dinlerde önemli bir öğe olarak karşımıza çıkar.

Akdeniz  havzası zeytin ağacının anavatanı gibidir. Bu büyük coğrafyada her yerde zeytin ağacı bulmak mümkündür. Binlerce yıldır var olan önemli bir ağaç. 

Bir simge bir iz.

Likya bölgesinde gezerken hemen hemen her antik kentte zeytin yağı ve şarap elde etmek için geliştirilen antik çağdan kalma imalathaneleri gördüm. Zeytinin ya da üzümün ezildiği oyma taşlar çok belirgin. Sonra yine taştan oyulma yağın akması için  geliştirilen taş kanallar ve küpler, amforalar. Antik çağda zeytin yağı  yakıt olarak da kullanılıyordu. Lykialı tüccarlar hasattan sonra zeytinyağlarını amforalara doldurulup gemilerle uzak bölgelere sevk ediliyordı. Termessos’da zeytinyağı imalathaneleri gördüm. 

Dağlar zeytin ağaçlarıyla dolu. Ne yazık ki bu ağaçların  zeytinlerini bölgede oturan köylü değerlendirmiyor. Çünkü zeytini bilmiyorlar. Buralara yerleşen göçebe halk hayvancılık kültürüne sahip. Kendilerinden önce o topraklarda oturanların zeytin, şarap, tütsü, seramik, mermer, vb. gibi hüner gerektiren işlerinden haberdar değiller. Zeytin ağacını diğer ağaçlardan ayırabilecek bilgiye de sahip değiller.  Bu nedenlerle bölgedeki zeytin ağaçları, asmalar bakımsızlıktan işe yaramaz hale gelmiş durumda. Antik çağdaki kültür günümüz taşınamamış. Ne yazık.  

Ayvalık’a ilk kez gittiğimde zeytinyağının ne denli önemli olduğunu anladım. Sabah kahvaltısında getirilen ısıtılmış baharatlı zeytinyağına ekmek banmak büyük bir değişiklikti. Sonra zeytinyağıyla pişen o enfes sebze yemeklerinin  lezzeti unutulur gibi değil.

Cunda adasında bir tepeye tırmanmıştım. Orada bulunan ulu zeytin ağacının gölgesinde oturmuş denize bakıyordum. Ağacın altında olgunlaşarak dalından düşen zeytinler vardı. Karatavuk kuşları birbiri ardından gelip onları teker teker götürüyordu. Bir süre sonra benim varlığıma alıştılar. Zeytin ağacının altında oturmak bana iyi gelmişti. Bu topraklarda eskiden oturan insanların nereye gittiklerini sık sık düşünürüm. Bu toprakların tarihini ve kültürünü anlamak için mübadele yıllarına geri gitmek gerekiyor.

Birinci cihan savaşı öncesinde Anadolu nüfusu on altı milyon olarak tespit edilmektedir. Bu nüfus içerisinde üç milyona yakın Rum ve üç milyona yakın da Ermeni ve yüz elli bine yakın Yahudi bulunduğu bilinmektedir. O dönemde ağırlıklı ayırım din aidiyeti üzerinden yapıldığı için toplam nüfusun yüzde kırkının gayri Müslim olduğu söylenebilir. 

Bu nüfusun Rum Ortodoks kesimi  MÖ.200 yıllarından  itibaren Hellen etkisinde kalan Anadolu halklarıdır. Likyalıdır, Frigyalıdır, Lidyalıdır.İyonyalıdır, Karyalıdır. Anadolu kültürünü taşıyan halktır. Ermeni nüfus ise daha çok Doğu Anadolu uygarlıklarının mirasçısı olan Urartu, Kilikya ve diğer kültürlerin mirasçısı halktır. Sayıları altı milyona varan bu Osmanlı tebaası İttihat ve Terakki hükümetleri tarafından sistematik bir şekilde yok edilmiştir.  1915 yılında tehcir kapsamında bir buçuk milyon Ermeni, 1921 yılında bir buçuk milyon 1923 yılında da bir milyon iki yüz bin Rum Yunanistan’a göçe zorlanmıştır. Bütün Ege bölgesinde bulunan Rum nüfus mübadele marifetiyle boşaltılmış, yerlerine Trakya, Balkan ve adalarda bulunan Türk nüfus yerleştirilmiştir. Dolayısıyla bugün Ege ve Akdeniz bölgelerinde oturan halk sonradan oraya yerleştirilen Müslüman halktır. 

Bu halkın prensip itibariyle göçebe Türkmen halk olduğu düşünüldüğünde Batı Anadolu yerleşik kültürüyle alakaları olmadığı açıktır. Aradan geçen süre içinde zeytin ağacının ve üzüm bağlarının nasıl geçim kaynağı haline dönüştürülebileceğini kavrayamayan halk hayvancılık ve hububat tarımı başta olmak üzere bir dönüşüme meyil etmişlerdir. Köylünün ağaçlara ve suya olan nefreti tarım arazisi azlığından kaynaklanmaktadır. Bölgedeki gölleri kurutarak, ormanları yakarak  tarım arazisi açmaya çalışan köylü farklı bir coğrafyanın insanıdır. Ağaçsız ve susuz topraklardan geldikleri için bugün yaşadıkları ormanlık ve sulu arazileri çölleştirmeye çalışmaktadırlar. Devlet ise bu gidişe dur diyeceğine aksine teşvik etmektedir.



Eğer Rum nüfus göçe zorlanmasaydı ne olurdu? Cunda adasında o ulu zeytin ağacının altında bunu düşündüm. Eğer o nüfusun orijinal orantısı korunsa idi 1923 yılında ilan edilen Cumhuriyet dört resmi dile ve dört resmi dine sahip olan çok dilli, çok dinli, çok kültürlü demokratik bir Cumhuriyet olabilirdi. Siyasi olarak bu başarılabilir miydi? Söylemesi çok zor.

Öte yandan Cumhuriyet döneminde Türleştirme adı altında Anadolu’da Müslümanlaştırma ve Araplaştırma eğilimi daha baskın olmuştur. Hıristiyan ve Yahudi nüfus azalmış, Müslüman nüfus çoğalmıştır. Bu bir asimilasyon hareketi değil bir değiştirme ve yerleştirme hareketidir. Cumhuriyet döneminde kültürel altyapıyı da yeniden yazılan uydurma bir tarihle destekleme yoluna gidilmiştir. Orta Asya’dan gelen Türk nüfusun Ergenekon tarihi kalame alınmıştır. Bu Anadolu’nun gerçek tarihi değildir. Zeytin ağacı bunun şahididir. Bütün tarihi örenler bunun şahididir. Arkeoloji müzeleri bunun şahididir. En belirgin olan ise Antalya müzesidir. Müzeyi gezerken heykeller salonundan, tanrılar salonundan lahitler bölümünden geçip birden bire bir yörük çadırının içinde kendinizi bulup afallarsınız. Aynen Adrasan isminin Çavuşköy yapılması gibi bölgenin tarihi müzede bile çarpıtılmıştır.

Cumhuriyet iktidarlarının Türkleştirme politikası nasıl olup ta Müslümanlaştırma politikasına dönüşmüştür? Bunun gelişimi için yine 1900 yıllarına geri dönmek gereklidir. Türkçülük akımının  güçlendiği Osmanlı İmparatorluğunun çöküş yıllarında çare olarak bir de İslamcılar formülü  ortaya çıkmıştır. Bu iki akım aynı amaç için farklı ideolojilerle siyaset yapmışlardır. Cumhuriyet tarihi boyunca bu iki akım birbiriyle demokratik olmayan yöntemlerle mücadele etmiştir. Zeytin ağacı en az iki yüz yaşında olduğuna göre bütün bu olaylara tanıklık edebilecektir.

 Aslında Ayvalık bölgesinde beş yüz hatta bin yaşında zeytin ağaçları vardır. Söylentiler doğruysa iki bin hatta üç bin yaşında zeytin ağaçları olduğu ileri sürülmektedir. Anadolu’nun kadim sedir, ardıç ve zeytin ağaçları her  şeye tanıklık edebilecektir. Fakat en büyük sorun bu tanıkları bir şekilde yok ederek ortadan kaldırmak isteyen paradigmadır. Ağaç ve su düşmanlığı giderek yaygınlaşmakta günümüz iktidarları tarafından doğa hızla tüketilmektedir. Doğal afetlerdeki artışın nedeni her ne kadar dini nedenlere dayandırılmak istense de inandırıcılık katsayısı giderek düşmektedir.

Cunda adasında güneş yavaş yavaş ufka yaklaşıyor. Binlerce yıldır olduğu gibi güneş tam zamanında batıyor. Denizin üzerini koyu bir karanlık kaplıyor. Orta Doğu’da giderek artan ırk ve mezhep savaşları hızla ülkenin Güney Doğu  bölgesini sarıyor. Bir yanda etnik ayırımcılık öbür yanda inanç ayırımcılığı bölgeyi bir şiddet sarmalına sürüklüyor. Güney Doğu sınırına yığılan iki buçuk milyon Suriyeli, bir buçuk milyon Iraklı siyasi depremlere neden olmaya başladı.  

Demokratikleşme süreci giderek şiddet ve baskı sürecine dönüşüyor. Cumhuriyetin tüm kurumları tehlike altında. Bu gidiş iyi değil. Çok kısa bir süre içinde şiddetli bir sarsıntıyla rejim değişikliği yaşanacağa benziyor. Bu tehlikeyi görüp örgütlenen STK ‘ların da yok olması tehlikenin büyüklüğünü gösteriyor. Artık çok kısa bir süre içinde her şey olabilir.


23 Eki 2014

Parrhesia


“Parrhesia”[1] kelimesini Adada Antik Kenti’ni[2] gezerken hatırladım.  “Adada” ve “Termessos” şehir devletleri ezeli düşmanları “Selge’ye” karşı bir dostluk anlaşması yapıyorlar.

Şehrin son derece akıllıca planlanmış kanyon giriş yolunda yürürken bu şehri yönetenlerin M.Ö.1500 yıllarından itibaren civar şehir devletleriyle savaşarak ayakta kaldığını düşündüm. Sarp ve dar kanyon kayalıklarını kullanarak Güneyden yani Selge’den gelecek her türlü tehdidi bertaraf edebilmek için kale gibi inşa edilen bir şehir Adada. Diğer Pisidia şehirleri gibi yüksek irtifalarda derin kanyonlar içinde gizlenerek inşa edilmiş garnizon şehirlerinden biri. Tarım alanları oldukça kısıtlı sayılır. Bunun dışında hayvancılık, orman ürünleri ve madencilik konularında zengin olanaklara sahip bir coğrafya.

Şehrin Kuzey girişine  ise ancak bir kaç yüksek tepe aşılarak ulaşılabiliyor. Üç tapınak karşılıyor sizi: İlki İmparator Traianus Tapınağı MS. 114 yılında inşa edildiği anlaşılıyor. İkincisi “Tanrı İmparatorlar Tapınağı” zengin bir Adadalı’nın adak için yaptırdığı bir tapınak. Üçüncü tapınak ise Zeus Magisteus Severus tapınağı. Bu üç tapınak birbirine yüz metre mesafede yer alıyor. Agora yolunun uzunluğuna bakılırsa ticaret kapasitesi yüksek bir şehir. Yolun bitiminde ise antik tiyatro ve devlet binaları yer alıyor. Kuzey girişinde yarım kalmış bir tiyatronun basamakları dikkat çekiyor. Bu tiyatronun neden bitirilemediğini anlamak zor. Hellen tarzında bir yanı tepeye doğru inşa edilmiş olan bu tiyatronun Roma döneminde daha farklı bir amaçla kullanıldığı düşünülebilir. 




Tapınaklara iki dilde bilgi levhaları konmuş. Bu tapınakların imparatorlar adına inşa edildiği yazılmış. Roma imparatorları için yapılan büyük bir olasılıkla Apollon tapınakları bunlar. Roma öncesi dönemden kalan Zeus tapınağı da dikkat çekiyor. Bölgenin bilinen tanrıça kültünden hiç iz yok. Tapınakları çok fazla inceleme fırsatı bulamadım. Zaten bu tapınakların ölçüleri oldukça mütevazi . En fazla on on beş metre eninde ve on metre boyunda takribi yedi sekiz metre yüksekliğinde küçük tapınaklar bunlar. Çok geniş bir alana yayılmış olan şehir yıkıntılarından sonuç çıkarmak iğneyle kuyu kazmak gibi. Şehir  ana planı ve bölümlerini gösteren bir kroki konmamış. Bu da her tarafa saçılmış olan şehir yıkıntılarından tahmin yürüterek bir takım sonuçlar çıkarmak zorunda bırakıyor ziyaretçileri.
 Antik tiyatronun bin kişilik bir tiyatro olduğu söyleniyor. Bu da şehrin nüfusunun diğer şehirlere göre Termessos, Selge, vb. daha az olduğunu gösteriyor. Antik tiyatro merdivenleri hiç bozulmamış. O dönemin vaz geçilmez kamu binalarından biri  anfitiyatrolar. Anadolu’da yüz elli kadar antik tiyatro bulunduğu söyleniyor. Neden her şehirde bir anfitiyatro var? Üç farklı mimari stilde  inşa edilmiş tiyatrolar var. Hellen öncesi, Hellen ve Roma tipi tiyatrolar.  Hellen tipi tiyatro yarım çember biçiminde iken Roma stili tam çember biçimini tercih etmiş. Aradaki fark doğal olarak seyirci adedi. Hellen anfitiyatroları daha çok tiyatro gösterileri amaçlanırken Roma döneminde gladyatör dövüşlerinin de aralarında bulunduğu sportif gösteriler için bir mekan olarak tasarlanmış.  Hellen tiyatrolarında oynanan oyunlar ise trajedi tarzında. Aiskhylos, Sofokles ve Euripides gibi tiyatro yazarlarının eserlerinde mitolojinin geniş çapta kullanıldığı “parrhesia oyunları” oynanırdı.[3]
Antik Yunan Uygarlığında hakikatin tanrılar tarafından söylendiğine inanılırdı. Sorular sorulur, tanrılar bu soruları cevaplardı. Hakikati ancak tanrılar bilebilirdi. Pharrsia  oyunları tiyatronun yani kamu hayatının vaz geçilmez unsurlarından biri idi.  Günümüzde televizyonun daha doğrusu medyanın yerini tuttuğunu söyleyebiliriz.
Tiyatrolarda nasıl oynanabiliyordu? Merdivenlerde otururken bir oyun hayal ettim. Michel Faucault’un ders notlarını hatırlamaya çalıştım:
Pharrhesia kullanan insan kandırma ,sahtecilik , yaltaklanma, çıkarını koruma yerine,  dürüstlüğü tercih ederse ne olur?  Hakikat nedir? Hakikat’i duymaya hazır olmayanlara söylendiğinde ne olur? Bütün bu soruların bir çok cevabı olabilir.
Kimi idareciler gerçeğin söylenmesine tahammül edemezler. Etraflarındaki insanların sürekli yalan söylemesiyle gerçeklerden uzaklaşırlar. Bu tür yöneticilerin dikta rejimi kurdukları ilkçağlardan bu yana bilinmektedir. Anadolu antik kentlerinin hemen hemen hepsinde ortak üç tür yapı var. Tiyatro, tapınak, agora. Bu üçlü bir şehri şehir yapan üç temel unsur olarak karşımıza çıkıyor. Şehir devletlerinde bu üç mimari yapı kamunun vaz geçilmez unsurları olarak idare tarafından yapılmak zorunda. Günümüzde olduğu gibi varlıklı insanlar kamunun yararına tapınak, okul, iş hanı vb. yaptırıyorlar. İki bin yıl önce  zenginlerin kamu yararına yaptırdıkları binalara konan kitabelerden anlıyoruz bunu. Antik kentlerin çoğunda birileri adına yaptırılan binaların duvarlarındaki yazıt veya kabartmaları görüyoruz.


Bir ipucu bulmak üzere geldiğim bu antik şehirde parrhesia oyununun nasıl oynandığına ilişkin hiç bir ipucu bulamadım. Görünen en bariz şey; şehirlerin ne kadar korunaklı yerlere yapıldığı. Bronz Çağı ve daha sonra Demir Çağı savaşlarla dolu. Zenginleşen şehirlere mutlaka birileri saldırıyor. Bunu önlemek için Adada halkı kayalıkların, derin kanyonların içine saklıyorlar şehirlerini. Köle olma korkusu her yerde karşınıza çıkıyor. Güçlü olan güçsüz olanı köleleştiriyor. Kölelerin hiçbir şekilde kurtulma şansları yok. Antik çağın en araştırılmamış konusu bence  kölelik. Savaşlarda esir edilenler, doğumdan köle olanlar, köle pazarından satın alınanlar olarak üçe ayırabileceğimiz bu sınıf her kültürde farklı kurallara uymak zorunda. Bir kez köle olan birinin kurtulması isde çok zor. İlkçağda ikinci büyük olay ise kadın kaçırmalar. Kadınlar ganimet olarak alınıp satılabiliyor. Bazı yazarlara göre köle nüfusunun yurttaş nüfusundan kat be kat üstün olduğu biliniyor.   
Şimdi geçmişin kültürel değerlerinin nasıl yok edildiğini daha iyi anlıyorum. Tiranlar ve din adamları kültürden ve eleştiriden hoşlanmazlar. Dünya üzerinde sadece kendilerinin fikirlerinin doğru olduğunu düşünürler. Eleştiriye gerek yoktur. Övgü hak ettikleri şeydir. Övgünün dışında bir bakış açısı kabul etmezler.  Kendilerini tanrı yerine koyarlar ve bir imparator olarak ya da bir tanrı olarak halka eziyet etmeye başlarlar.
Doğruyu söyleyenler yavaş yavaş şehri terk etmeye başlarlar. Diktatör ise etrafındaki dalkavuklarıyla kurmaca dünyasında küçük tanrı rolünü oynar. Bir gün  güçlü bir orduyla gelen yeni bir kral surlardan içeri sızar ve küçük tanrıyı öldürerek yerine geçer. Bir süre hakikat oyunu oynanır sonra yeni kral da küçük tanrı kral olmaya heveslenir. Oyun sona erer. Bu döngü böyle sürüp gider.
Bu mudur demokrasi dengesi? Antik Yunan uygarlığında en çok tartışılan konulardan biri de bu. MÖ. 5. Asırda Atina nüfusu yirmi bin köle sayısı kırk bin olarak veriliyor. Her evde en az iki üç köle bulunduğundan söz eden etnologlar var. Atinalı vatandaş Parrhesia hakkına sahip. Dışarıdan gelenler vatandaş da olsalar bu hakka sahip olamıyor. İkinci kriter ise “bilge insan” olma özelliği. Atina aristokrasisi demos yani halkın çoğunluğunu seçkin olarak kabul etmiyor. Halkın çoğunluğu bilgisiz olarak kabul ediliyor. Cahil çoğunluk olarak nitelendirilen bu kitlenin söz sahibi olmasını eleştirenler de var. Bilgisiz bir kitlenin gözüne girmek için yalan söyleyen politikacılardan oluşan idarecilerin şehre faydalı olamayacağı görüşü var. Bugün popülizm olarak nitelendirilen çoğunluğun nabzına göre şerbet veren usul o zamanlar antik dünyada daha da yaygınmış. Demos yerine seçkinler tarafından yönlendirilen demos veya tanrılar tarafından seçilmiş kralın tebası olmak gibi seçenekler var.



Siyasi iktidarların halkın çoğunluğunun oyuyla seçildiğini biliyoruz. Demokrasilerde seçim sistemi ne olursa olsun çoğunluğun seçtiği parti iktidar yolunda ilerliyor. Düşüncesini ortaya koyan çoğunluk bir yerde kendi isteğiyle ve hür iradesiyle oyunu kullanıyor. Buraya kadar bir sorun yok. İktidar olan kişi ya da zümre devletin idaresini ele geçirdikten sonra iki seçenekle karşı karşıya kalıyor.
Bir:  Pharrsia oyununu oynayacak . İki: Pharrsia oynayanları yok edecek.
Aslında  söz ile düşünce arasında bir denge kurulmaya çalışılıyor. Söz yani logos insanın düşündüğünü söyleme özgürlüğüne göre anlam kazanır. Düşündüğünü söyleme hakkına sahip olanlarla olmayanların dengesi hiç te kolay değil. Bugünde kolay değil geçmişte de kolay değilmiş.
Adada antik kentini boydan boya geçerken  geçmişi hayal etmeye çalıştım. Agorada alış veriş yapan şehir halkı, askerler, idareciler, rahipler  ve köleler. Döşeme yolların üzerinde yürürken bir bir buçuk metre uzunluğunda kırk elli santim kalınlığında kesme taşlardan yapıldığını görüyorum. Kilometrelerce uzayıp giden caddeler ve sokaklar. Şehrin giriş kapsına doğru “kral yolu” adı verilen  döşeme yolda yürürken Pisidia  coğrafyasında beş yüzden   fazla antik kentin olduğu varsayımını düşünüyorum.








[1] Parrhesia kavramı en kapsamlı bir şekilde Michel Foucault’un  Kalifornia Ünivesitesi’nde  1983 senesi Sonbahar Dönemi’nde verdiği ders notlarında izah ediliyor. Ayrıntı Yayınları tarafından “Doğruyu Söylemek”  adıyla yayınlanan kitap “Fearless Speech”  adıyla 2001 yılında ABD’de yayınlanır.
[2] Pisidia Bölgesi'nin antik kentlerinden biri olan Adada, Isparta ili, Sütçüler ilçesine bağlı Sağrak köyü yakınındadır. Adada'nın adı ilk kez M.Ö. I. yüzyıl yazarlarından Artemidoros tarafından verilmiştir (Strabon XII, 570). Sonra Ptolemaios (V 5, 8) ve Bizans tarihçisi Hierokles'te (674, 4) de "Odada" olarak geçer. Ancak kentin tarih sahnesine çıkışı Termessos'ta bulunan bir atlaşma metni dolayısıyla M.Ö. 2. yüzyıla kadar inmektedir.
[3] Turizmci İsmail Altınçekiç’in  bloğundan bir alıntı yaparak Hellen  Roma tiyatroları karşılaştırmasını  yapalım. Yunan – Roma Tiyatrosu karşılaştırması
Y/ Yunan Tiyatrosu, onu çevreleyen kent ve manzara ile bütünleşmişti.Sahne binası küçük bir kulübe,hatta bir çadır şeklinde.Bu seyircinin görüşünü etkilemiyor.
Y/ Tiyatro yapılarında enstrümanların geride, aktörlerin onların önünde yer aldığı alanı çeviren oturma yerlerinin ilk sırası ile oyun alanı aynı yükseklikte bulunuyor. İlk sıradakiler yatay, tiyatro yüksek olmadığından en arka sıradakiler de kuşbakışı oymayan yataya yakın bir eğik görüş açısı ile oyunları izleyebiliyor. Oturma yerlerinin tümü, merkezde yer alan sahneyi eşit düzeyde görme olanağına sahip bulunduğundan, oturma sıralarının yarım daire (180 derece) den daha geniş açıda yerleşmesi optik bir sakınca oluşturmuyor. Bu dönem tiyatroları daha fazla oturma yeri kazanma amacına yönelik olarak yarım daireden büyük olabiliyor.
R/ Roma tiyatrosunda sahne binası, seyirci oturma yerleri ile aynı yükseklikte.Bununla seyirciler kendilerini dış dünyadan ayrılmış buldular.Bu durumda artık tamamıyla gösteriye yoğunlaşıyorlardı.
Seyirci oturma yerlerinin üst kısımları revaklıdır.Sahne binası ve revakların aynı seviyede olması akustik yönünden avantaj sağlar. Tiyatrolar, birden çok orta yollu(diazoma) olarak büyüyünce, orta yolun(diazoma) arkasındaki destek duvarının içine bronz küpler yerleştirdiler. Ayrıca ses yansıtıcı panoların düzeneğini geliştirip malzeme seçimine özen gösterdiler. Bu önlemlerle sorunlara çözüm bulmaya çalıştılar. Daha sonraki yüzyıllarda Romalılar, bu sorunları (Aspendos Tiyatrosu örneği gibi) sahne binası ile izleyici koyağını(cavea) 180 derecede yapışık hale getirerek birlikte inşa edip büyük oranda aştılar. İzleyici koyağının(caveanın) üst sırası ile sahne binası çatısı aynı yükseklikte yapılınca yankı sorunu azaldı. Bu durumda tiyatro, tam kapalı bir yapı olarak dışarının gürültüsünden arınmış, sesin yapı içindeki çınlaması  kolaylaşmış oluyordu.
R/ Roma İmparatorluk döneminin gösterilere getirdiği en büyük yenilik, insanların birbirleriyle ölümüne çarpıştırıldığı gladyatör dövüşleri, venationes (vahşi hayvanlarla insanların ya da hayvanların birbirleriyle yaptıkları dövüşler) oldu.
Birbirinden çok farklı iki gösteri türü vardı. Bunların birincisinde profesyonel gladyatörler, kuralları son derece disiplinli biçimde belirlenmiş olan kavgalara girişiyorlardı. Ölüm oranının 20’de 1 olduğu bu oyunlar günümüzün boks karşılaşmalarından çok da farklı sayılmazlardı.Roma döneminde gelişen bir başka gösteri türü ise Venationes’ti. Bu gösterilerde gladyatörlerle aslan, kaplan, leopar, ayı gibi vahşi hayvanlar ölümüne mücadele ederlerdi.
Uzun Roma barış döneminde mühendisler halkı eğlendirmek için yepyeni gösteriler tasarlarken, orkestra çukurunu suyla doldurup boşaltacak şekilde yeni teknolojiler ürettiler. Bu teknoloji sayesinde kara savaşlarının kanlı betimlemelerine ek olarak deniz savaşlarının da yeniden canlandırılması mümkün oluyordu. Bir başka gösteri, su içindeki güzel yüzücü kızlar tarafından yapılan senkronize hareketlerdi. Belirli bir koreografik düzenleme ve müzik eşliğinde yapılan bu gösteriler izleyicileri kendinden geçirirdi. Anadolu’da Ksanthos, Myra, Ephesos ve Nysa, Hierapolis gibi kentlerin tiyatrolarının tabanları bu oyunlar için mermerle kaplanır, suyun doldurulup boşaltılması için gerekli su kanalları hazırlanırdı.
Y/ Yunan tiyatrosunun başlangıcı, Dionysos ayinlerine uzanır. MO 7.
R/ Roma tiyatroyu Yunan’dan alır.
Y/ İlk tiyatrolar son derece basitti.Düzeltilmiş toprak bir alan, tahtadan yapılmış seyirci basamakları ve gene tahtadan bir sahne.Taştan yapılan tiyatrolar ilk defa MO 4. yüzyıldan itibaren görülmeye başladı.
Y/ Yunan tiyatrosu daima denize veya dağlara bakar. Bu manzara dekorun doğal bir parçasını oluşturur.
R/ Yapılacak tiyatronun yeri, hava şartlarına uygun, alanı güneye bakmayacak şekilde ve akustik şartlara elverişli, bir yer olarak özenle seçildikten sonra, aşağıdaki şekilde tiyatronun mimari planı hazırlanır.
Sahne bölümünün (proskenion) uzunluğu, başlangıçta seçilen daire çapı CD’nin iki katıdır. Sahne platformunun yerden yüksekliği, orkestra çapı CD’nin on iki de biri kadardır.Bu  durumda :
1.  Sahnenin eni .r’dir.
2.  Sahnenin uzunluğu  4r’dir
3.  Sahnenin orta noktası M’nin, tam karşısındaki daire uzerindeki orkestra noktası H ya uzaklığı r’dir.
4.  Sahnenin eni ile boyu arasındaki oran 1/8’dir.
5.  İzleyicilerin oturma yerlerinin basamaklarının yuksekliği, bir ayak ve bir avuctan az, bir ayak ve altıparmaktan fazla olmamalıdır. Derinlikleri de, iki bucuk ayaktan fazla, iki ayaktan az olmayacak şekilde secilmelidir.
 R/ Roma devrinde tiyatroya girmek kadın  erkek her vatandaş için serbesttir.
 Y/ Tiyatro festivalleri tanrıların şerefine düzenlenir.
 R/ Tiyatro her türlü gösteri halkın eğlenmesi içindir.
 Y/Yunanda tiyatro yamaçlarda seçilir.
 R/ Kemerli duvar yardımıyla düzlükte bile tiyatro inşaa edebilmişlerdir.
 Y/ Tiyatro yüksek olmadığından yarım daire(180 derece) büyük olabiliyor.
R/ Sahne yapısı, oturma sıralarının sağ ve sol başlarındaki izleyicilerin görüşünü engelleyeceğinden Roma İmparatorluk dönemi tiyatro yapılarını 180 derece daha büyük açılı olamıyor.
Y/ Tiyatrolar, her gün izleyici toplamak zorunda değildi. Çünkü o dönemde tiyatro oyunları, yılın her günü değil, özel günlerde oynanırdı. Büyük merkezlerde, özel günlerde sergilenen oyunlar, daha sonra bir anlamda turneye çıkar ve kırsal kesimde, küçük merkezlerde sergilenirdi.
Y/ Tiyatro gösterileri gün doğumundan günbatımına dek sürerdi. Her gün beş oyun sahnelenirdi. (İlk gün beş komedi, diğer günler trajediler ve birer satir.)
Y/ Eski Yunan’da tiyatro önce yalnız korodan oluşurdu. İ.Ö. 543’de, yazar Thepis, oyunlarına koroyla diyaloga giren bir aktör aldı. İ.Ö. 480’de, Aiskhylos’la, ikinci bir oyuncu ortaya çıktı. Yunan resim ve yontu sanatlarında üçüncü boyutun ortaya çıktığı yıllarda, İ.Ö. 470’de, Sofokles oyunlarında üçüncü oyuncuya da rol verdi.
Y/  Eski Yunan tiyatrosu oyunlarında, yaklaşık 30 kişi görev alırdı. Bir oyundaki oyuncu sayısı dördü geçmezdi. Oyuncular dışındaki kadro, yaklaşık onbeş kişilik koro, flüt ve saz çalanlar, öğretmenler ve sahne çalışanlarından oluşurdu .
Y/ Eski Yunan’da, kent bütçesinden tiyatro giderleri için yapılan harcama, toplam bütçe harcamalarının yüzde beşini oluştururdu.

1 Eki 2014

Kybele’nin izinde



Bu bir gezi yazısı mı, yoksa bir deneme mi? Karar vermek zor.  Belki de ikisi birden. Buna okuyucu karar verecek. Benim açımdan üzerinde uzun yıllar çalıştığım   Anadolu Ezoterizmi[1]  kapsamında olan üç bin yıl süren Kybele kültünün somut coğrafyasına yaklaşmak ve dokunmak için bulunmaz fırsattı.  Gizemli Frigya vadisinde   gün batımı, yıldızlar altında çadırlı kamp ve gündoğumu ile sürüp giden heyecan dolu iki gün çok cazipti. Andost başkanı Cemal Ertugay’ın  grubun Facebook sayfasında Prof. Dr. Yüksel Şahin ve Esdoge (Eskişehir Doğa Gezginleri) grubu  ile birlikte Frigya vadisine kamplı bir gezinin düzenlendiği duyurusunu okuduğumda ilk aklıma gelen kelime doğal olarak  “Kybele” oldu. Anadolu ezoterizmi araştırmalarının önemli bir bölümü olan Anadolu  Ana Tanrıçalar kültüne ilişkin kaynaklar arasında Kybele kültüne ait ciddi bir liste var önümde. Çoğu önemli üniversitelerde verilen yüksek lisans ve doktora tezlerinden ve makalelerden  oluşuyor. Anadolu’nun kültür tarihini yorumlayan  araştırmacıların  çoğu  Ana Tanrıça kültünün başlangıcını M.Ö. 3000 yıllarına kadar götürüyorlar.  “Magna Mater” kültünün tarihsel süreç içinde hangi isimlerle anıldığını araştıran arkeologlar da var.  
 Kybele’nin ana yurdu neresidir diye sorsalar birbirinden farklı cevaplar alabilirsiniz. Ana Tanrıça kültünün en tanınmış olanı Kybele mi yoksa “Kumbaba” mı ? Yoksa “Artemis” midir? Söylemesi zor. Bu hangi ülkede yaşadığınıza bağlı. Likya ve Pisidia bölgelerinde yaklaşık iki yıldır dere tepe antik kentleri geziyorum. Tarihi kalıntıların çoğu Roma döneminden kalma. Roma hakimiyetinin Anadolu’da hissedildiği  M.Ö. 200 –M.S.350 yılları arasında bu dönem öncesi uygarlıkların sırasıyla Hellen, Pers, Likya, Hitit ve öncesi dönemlerden kalan kültür mirasıyla senkretizasyon  sürecinde  kaynaşarak eklektik bir yapı oluşturdukları söylenebilir.
 M.Ö. 540 yılında Pers generali “Harpagos” tarafından fethedilen Anadolu’nun bu tarihten önceki siyasi ve inanç tarihi soru işaretleriyle dolu.  “Karanlık Çağ” adı verilen bir dönemden söz ediliyor. Bu dönemin karanlık olarak nitelendirilmesi her şeyden önce belge yani bilgi olmamasından kaynaklanıyor. Eğer bir yerlerde bazı belgeler toprak altında henüz keşfedilmeyi bekliyorsa onları bulacak arkeologlara ihtiyaç var.  Frigya bölgesi antik Anadolu coğrafyasının karanlık döneminin sonralarına rastlayan M.Ö. 1200 –600 ‘lere  tarihlenen döneminde Trakya ya da Makedonya’dan gelip yerel halkla kaynaşarak bir imparatorluk kuran “Trak”  halklarının yeni adıyla Frigler’in ana yurdu olduğu hipotezi üzerinde duruluyor. Özellikle de Troya savaşından sonra Trakya ve Balkanlar üzerinden göçlerin başladığını ileri sürenler var.   Akademik dünyanın üzerinde anlaştıkları tek konu Demir Çağı adı verilen dönemin başlangıcının bu göçlere neden olduğu. O dönemi belgeleyen düşünürlerin eserleri Hellen döneminden başlıyor. Strabon bu önemli kişilerden biri. Öte yandan Hellen öncesi döneme ilişkin Anadolu krallıklarından herhangi birinden bir tarihçi bir yazar veya bir şair yok. Varsa bile ortada bir eser yok. Karanlık bir dönem. Bir Frig rahibi bir Gallos’un el yazması kitabı bulunmuyor. Bir Likya bir Lidya ya da Lykia  rahibinin eserleri ortada yok. Neden acaba? Bu kadar zengin  kültürleri  barındıran topraklarda neden hiç bu zenginliği belgeleyen kimse yok?  Likyalı ve Lydia ‘lı tarihçilerin varlığı biliniyor. Hellen öncesi dönemden kalan tabletlerin çözümlemesi mutlaka bazı konulara ışık tutacaktır. Yazılı kültür ile sözlü kültür arasındaki farkın en belirgin örnekleri yine Anadolu’da bulunabilir.  Doğu’nun mistik sözlü tarihi ile Batı’nın yazılı tarihi birleşince karanlıklar aydınlanıyor:  Lidyalı tarihçi Xanthus’un eserlerinde Kral Midas’dan söz ettiği bilinmektedir.  Midas ve oğullarının   Doğu’da Asur ve Urartu, Batı’da Lidya ve Hellen krallıkları ile anlaşmalar yaparak imparatorluklarını güçlendirdikleri fakat Kuzeyden gelen savaşçı bir kabile olan Kimmerler karşısında tutunamadığını başkent Gordion’un yağmalanmaktan kurtulamadığını  öğreniyoruz. Kimmerler başlarında efsanevi savaşçı Dougdamme[2] olmak üzere Anadolu’da savaş rüzgarları estirdiler. Büyük şehirleri yıkıp yağmaladılar.  
Kimmerler tüm Anadolu için bir tehdit oluşturuyordu. Birbiri ardından akınlar düzenlediler. Keskin demir kılıçları ve gözü kara savaşçıları vardı. Liderleri Dougdamme ‘ye çok güveniyorlardı. Önlerine gelen her şehri yağmaladılar. Frigya başkenti ve hazinesi ellerine geçti. Midas’ın ailesi civar şehirlere kaçarak canlarını kurtardılar. Bu şehirler bir süre daha varlığını sürdürdü. Kimmerler  bu kez de Lydia krallığına saldırdılar. Lidya kralı Gyges’i yenilgiye uğratarak Sardes ‘i yağmaladılar. Önceleri savaşı kazandılar fakat daha sonra M.Ö.650  yılında Dougdamme ölünce Kimmerler’in gücü azalmaya başladı. Orduları dağılma noktasına geldi. Asurlulardan yardım alan Kral Alyattes tarafından ağır bir yenilgiye uğratıldılar. Bu yenilgiden sonra Kimmerler Anadolu’da tutunamadılar.  Kuzeye çekildiler. Frigya şehirleri kralları Midas’ı ve tanrıçaları Kybele’yi hiç unutmadılar. Anadolu artık bereketli ovaları ve doğal kaynaklarıyla paylaşılamayan bir coğrafyadır. Frigyalıların ana yurdu sürekli işgal altındadır. Her yeni güçlü kral Frigleri etkisi altına almaya çalışır. Kybele’nin çocukları kültürlerini muhafaza etmek için mücadelelerini sürdürürler. En sonunda Frigya adı M.S. 500 yıllarında Doğu Roma İmparatorluğu bünyesinde siyasi olarak ikiye ayrılır ve iki farklı ad verilir. Esaretle geçen   bin yıllık süreç içinde Frigya hafızalardan silinir yok olur.
Aslında Osmanlı ve daha sonra Cumhuriyet döneminde tarihi kendilerine göre   yazanlar Frigleri bir  paragrafla şöyle özetlemişler:
“Frigler, Ege göçleri sırasında Anadolu’ya gelerek M.Ö. 800 yıllarında Gordion (Polatlı) merkezli bir devlet kurdular. Kafkaslar üzerinden gelen Kimmerlerin egemenliği altına giren Frigyalılara Persler son vermişlerdir.”
Orta öğretimde öğrenci bu halkın yani Frig halkının  dış göçlerle ortaya çıkıp bir medeniyet kurduğu sonra yok olup gittiği fikrine endeksleniyor. Burada bir medeniyete “son verme” kavramından neyin kast edildiği belli değildir. Bir kültür politikası gereği yapılıyor bu. Antik Anadolu Tarihinde beş bin yıllık kültür mirasına kimsenin sahip çıkma niyeti yoktur. Hangi antik kente giderseniz gidin bu bölgeler Batılı araştırmacılara terk edilmiştir. Bu Cumhuriyet dönemi öncesinde de böyleydi sonrasında da böyle. Cumhuriyet üniversiteleri Orta Asya steplerinden kalkıp gelen ve 1071 tarihinde Anadolu’yu fetheden Türkmen kabilelerinden söz eder. Anadolu’nun kadim halkıyla hiçbir bağlantı kurmaz.  İki kutup halinde birbirlerinin kuyusunu kazan Ulusalcılarla Osmanlıcılar!ın taban tabana zıt kültür politikalarını savundukları artı gizli değil. Osmanlıcılar on yedinci yüzyıla geri dönmek istiyorlar. Ulusalcılar ise 1920’lere.

Anadolu kültürünün ve medeniyetlerinin modern Türkiye cumhuriyeti halkına yabancı olduğu tezi eğitimde ana tema olarak kullanılıyor. Halkın kanaatleri üzerinde tarihi mühendislik yapılıyor. Zaman içerisinde tarihi gerçekler ortaya çıktıkça bu yanlış politikaların iflas edeceği de açıktır. Anadolu’nun kadim halklarının  yeni gelenlerle karışarak çoğaldığı gerçeği aslında “saf ırk” hipotezini dayatan faşist ideolojinin iflası demektir.
Burada Anadolu ezoterizmi üzerine fikirlerini paylaşan M. Bülent Gökhan’dan bir alıntı yapmak faydalı olacaktır:

“Anadolu’daki yapılanma sürecini düzgün izleyebilmek için, Anadolu’nun kültür yapısına ve
sosyal tarihine bakmak gerekir. Bilindiği gibi Anadolu ‘Doğu’dur ve ışık Doğu’dan yükselir.
Anadolu, Ana-Tanrıçanın yani Kibele’nin vatanıdır ve antik mitler Anadolu’da doğup
serpilmiştir; tüm Tanrılar (inançlar) Kibele’nin çocukları olduğu için kardeştir ve aralarında
Kibele’nin şefkati hâkimdir. Daha sonra pagan öğreti ve gelenekler bu mitlerle kaynaşmıştır.
Pagan geleneğin plüralist (çoğulcu) yapısı özünde hoşgörüyü barındırır; herkes birbirinin
inancına saygı duymaktadır. Tek Tanrılı dinlerin Anadolu’ya gelişi, ikonoklast (put-kırıcı)
tavrıyla baskı oluşturmuş ve bu nedenle de kadim öğretileri yer altına itmiş ve ezoterik
örgütlenmeyi pekiştirmiştir.
İyonya felsefe geleneği, Diyonizos ve Orfe Geleneği, Delf Mabedi ve Pisagor Okul-Mabedi bir pota oluşturmuş ve sonradan gelen inanç ve gelenekleri kendi potasında dönüştürmüştür
(simya). Anadolu’daki çoğulcu yapı bununla da sınırlı değildir. Yukarıda anılanların yanında
Sümer, Hitit, Asur, Babil’in kültürel mirası, Budist gelenek, Zerdüştilik, Gnostik Hıristiyanlık,
Sufi İslâm, Karmatilik, Bâtınilik, bu kültür toprağına ekilmiş tohumlardır. Günümüzde yeni
yeni bilgi dağarcığımıza katılan ve Anadolu’nun en kadim öğretisi ise Luvi’lerin öğretisidir ve kendilerine ‘ışığın çocukları’ denmektedir.”
Kybele’nin önemi bundan iyi izah edilemezdi. Hoşgörünün sınırlarını tanımlıyor Kybele. Yani sınır yok. Aynı tezi Mevlana da savunuyor bin yıl sonra.
Friglerde Din
Friglerin inanç sistemi geleneksel Luvi- Anadolu tanrıça kültünün devamıdır. Ezoterizmin tarihi[3] süreci düşünüldüğünde her kültür kendi inanç sistemini geliştirmiştir.  Din  kavramının oluştuğu bu topraklarda Ömer Çapar’ın tarifiyle söylemek gerekirse uzun yıllar etkili olacak bir düşünce sisteminin temelleri atılmıştır:
” İnsanoğlunun kendisini yarattığına ve yaşadığı sürece her türlü işlerini kontrol ve dikkat ettiğine inandığı doğa üstü kuvvet ve kuvvetlerle olan ilişkilerinin bütünüdür.”
Önceleri Luvi’ler, Hatti’ler’in Kumbaba’sı sonra Frigler’in Kybelesi yani “Magna Mater “ inanışının  M.Ö.400 lerde Frig hakimiyetinin sona ermesine rağmen kutsal şehir Pessinus’da hadım rahipler tarafından devam ettirildiği Selevkos[4] krallarının Hellenleşme ve Roma İmparatorluk sürecinde bile varlığını sürdürdüğü bilinmektedir.
Binlerce yıllık bir geleneğin bu coğrafyaya izlerini bıraktığını bilerek yola çıkıyordum. Acaba orada aradığım cevapları bulacak mıydım? Anadolu ezoterizminin kaynağında yeni ipuçları elde edebilecek miydim?
 Bu bölgeyi yani bugünkü adlarıyla Eskişehir Afyonkarahisar arasında kalan bölgede iki günlük çadırlı kamp  heyecan verici bir seyahat olacaktı  Efsanevi Anadolu  Ana tanrıçası kültünün en önemlilerinden biri olan Kybele’nin  ana yurdunda bir gece çadırlı kamp yapacaktık.  Kybele’ye dokunacaktım. Anadolu da “Ana Tanrıça” tapınımının değişik zamanlarda ve değişik adlarla da olsa özünde aynı neredeyse tek tanrı sayılabilecek  özellikleri olması da şaşırtıcı. “Magna Mater”  kültünün binlerce yıllık hikâyesi var. Kybele kültünün sadece Frigya hakimiyet dönemine tarihlenmesi hiç de doğru olmaz. Üstelik yanıltıcı olabilir.  Taradığım kaynaklara göre ana tanrıça kültünü  sekiz bin yıl öncesine dayandıranlar bile var.  Anadolu coğrafyasıyla da kısıtlı değil. Kuzeyden Güneye Doğudan Batıya Bronz çağında her yerde görülen  tanrıçalar tapınımının bir uzantısı.  Kybele tüm arkeoloji dünyasında bir Frig Tanrıçası olarak biliniyor. Kybele kültü yani “Magna Mater” tanrıçalar dönemi adı verilen sürecin çok geniş bir coğrafyada yayıldığı zamanlarda  Friglerin ana tanrıçası olarak adına tapınaklar inşa edilen tanrıçadır.  
M.Ö. 450 yıllarından öncesine ulaşmak için arkeolojik kazıların sonuçlanmasını beklemek gerek. Bölgede kazı yapan uzmanların derinlemesine kazı yapmalarını sağlayacak bütçe ve eleman bulmaları da zor. Bu yıllarda Pers ve Hellen  hakimiyeti yerel kültlerin giderek ortadan kalkmasına neden olmuştu. Belirli bir zaman sonra  Hellen  kültürü Anadolu’da iyice baskın hale gelmiş Pers kültürünün etkilerini de yok etmişti. Anadolu kanımca hiçbir zaman Hitit-Luvi-Frig-Pers-Hellen  etkisinden kurtulmadı. Roma imparatorluk devrinde bile halkın konuştuğu dil Yunancaydı. Bizim arkeologlarımızın kabul etmekte zorlandığı  bir durum bu. Batı Anadoluda Likya, Frigya, Lydia, Karya ve Iyonya uygarlıklarının M.Ö: 450 yıllarından itibaren Hellenleşmeye başladığını ve bu etkinin büyük Rum göçü kabul edilen mübadele günlerine kadar devam ettiğini söyleyebiliriz.  Bizans dönemi her ne kadar Roma İmparatorluk dönemi olarak da bilinse halkın konuştuğu dil Rumca yani Yunanca idi. Frigya bölgesinin de Batı bölgelerinden daha farklı olduğunu söylemek zordur. Bugün M.Ö. 800-600 yıllarına tarihlenen Frigya uygarlığı kültürüyle neredeyse bin yıl kadar varlığını sürdürmüştür. Buna rağmen bugün Frigce anlayan bir tane bile arkeolog yoktur. Cumhuriyet kültür politikalarının bu medeniyetlere arkasını dönmesinin nedeni “Güneş Dil Teorisi” adı verilen yani Türklerin Orta Asya’dan bütün dünyaya yayıldığı ve her dilin temelinin Türkçe olduğu   masalıdır. Hititçe, Likya, Frigya, Urartu, Lidya, Kilikya,v.b. gibi antik Anadolu uygarlıklarının eserleri toprak üstünde ve altında durmaktadır. Buna rağmen ciddi bir arkeoloji hamlesi hiçbir zaman yapılmamıştır. Kaynak ortada yoktur. Üniversitelerde hazırlanan tezler sayıca azdır ve kullanılan kaynaklar Hellen ve Roma kaynaklarıdır.  Frigce dilini çözmek bir çok konuya çözüm getirecektir. En azından kaya mabetlerin üzerinde neler yazıldığını anlama imkanı doğacaktır.  Anadolu Antik Çağ tarihinin yeniden yazılması gereklidir. Bunu yazacak bilgiye sahip akademik kadro vardır ama niyet yoktur. Bunu yazarken M.Ö: 8000 yıllarından başlayarak Hellen ve Roma dönemine kadar kazılardan elde edilen belgelere göre tarih kurgulanmalıdır. Örneğin Kimmerlerin saldırılarının nedenleri ve sonuçları üzerinde durulmalıdır. Bu tarih yazımının eksikliği o dönemler için üretilen hipotezleri de çoğaltmaktadır. Neredeyse mitolojik öyküler kullanılarak hipotezler üretilmektedir. Yazılıkaya’da gün doğumunda kutsal kayaya vuran güneşin ışıklarına bakarken tarifsiz bir aşağılık kompleksi duymamak elde değil. İki bin beş yüz yıldır ayakta duran o açık hava mabedi hala keşfedilmeyi bekliyor. Belki de bir depremle yok olacak. Sırrı çözülemeden. Frigya bölgesinde kazı yapan yabancı arkeologlar yaklaşık üç yüz yıldır Frig yazısını çözememişlerdir.  

Yazılıkaya yani 17 metre yüksekliğindeki kayaya oyulmuş Kybele tapınağının olduğu yere çadır kurabileceğimizi söylediklerinde kulaklarıma inanamadım. Hiçbir görevli yok. Kaya savunmasız. Mangalcıların ve define avcılarının insafına bırakılmış. Uyanık bir köylünün açtığı gözleme restoranı ve tuvalet gezginlere hizmet veriyor. Tuvalet 1 lira. Gözleme çay on lira. Restoran sahibi oraya çadır kurmamızı istemedi. Gürültü yaparmışız, içki içermişiz, köylü rahatsız olurmuş. Sonra onun başı ağrırmış. Ekmek parasından olurmuş. Her gittiğim antik kentte bu  tip bir  insan karşıma çıkıyor. Patlayacakmış kadar şişman, iri yarı, kaba saba, söylediği kelimeler anlaşılmayan , para kazanmak için ne gerekirse yapmaya hazır bir adam ve onun iskeleti görünecek kadar zayıf  karısı ve çocukları. Kültür bakanlığı oraya bir kulübe koysa ne olacak? Bunlar yine bildiklerini okuyacaklar.
Frigya hakkında eski bir Anadolu kavmi olduklarının dışında kralları Gordion ve onun oğlu Midas’ın adı geçen iki efsaneyi de daha önce duymuştum. Öncelikle Frigler’in kim olduğunun cevabını aramak gerekli.
Hemen hemen tüm kaynaklarda Frigler’in M.Ö. 12. Yüzyılda büyük göçler sırasında Trakya ve Boğazlar hattı üzerinden Anadolu ya girerek yerel halklarla birleşerek bugünkü Eskişehir, Kütahya ve Afyon vilayetleri sınırlarında 400 yıl sürecek olan bir imparatorluk kuran  ve kendilerine “Trak” adı veren bir kabileden söz ediliyor. Bu bilginin hangi belgeye dayandığı araştırılması gereken ayrı bir konu. Frigya yazılı metinlerinin tercüme edilmediğini de ilave etmek gerek. Frigce dilini tercüme edecek kadar bilen  bir arkeoloğun olmaması da ayrı bir sorun.
Trak uygarlığının ana teması olan rahip kralların ana tanrıça Kybele kültünü temsil ettikleri biliniyor. İmparatorluğun yıkılışından sonra da yüzlerce yıl daha süren Kybele inanışı Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olma hüviyetini de kazanıyor. Nitekim Romalı konsüller Pön savaşları sırasında Hannibal siyasi ve askeri krizi sırasında “Sybille Kehanetleri” ne dayanarak Hannibal’ı yenilgiye uğratmak için Roma’nın beşinci resmi dini olarak Kybele kültünü kabul etmek zorunda kalırlar:  M.Ö. 200 yıllarında Kybele’yi temsil eden siyah meteor taşı bulunduğu kutsal şehir olan Pessinus’dan (Sivrihisar/Ballıhisar)  alınarak Roma’ya götürülür. Roma’da Kybele adına yapılan tapınağa büyük bir törenle yerleştirilir. Yazılıkaya’da bulunan mabedin kapı gibi görünen niş kısmında  bu taştan yapılmış bir tanrıça heykeli bulunduğunu  durduğu hipotezini  ileri sürenler de var.  
Ana tanrıça kültleri arasında en bilineni olan Kybele kültü üzerine araştırma yapan akademisyenlerin tez çalışmalarından bazı notları da aktarmak gerekiyor: Aşağıda alıntı yaptığım çalışmalar Kybele kültüne ilişkin güvenilir bilgiler ihtiva etmektedir. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü tarih Bölümünde Frig Dini İnançları konulu Yüksek Lisans  çalışması yapan Güllü Çintiriz’in çalışmasından geniş bir biçimde yararlandığımı belirtmek isterim.

Mitolojilerde Ana Tanrıça kadar çeşitli adlarla adlandırılan başka bir tanrının varlığı bilinmemektedir. Bu ad ve sıfat çokluğu, Ana Tanrıça’nın evrensel bir nitelik kazandığını kanıtlamaktadır. Kültepe yazıtlarında adına Kubaba olarak rastlanır. Lidya’da adı Kybebe, Frigya’da Kybele olarak geçer. Hitit kaynaklarında Arinna’nın Güneş Tanrıçası Hepat, Sümer’de İnanna, Mısır’da İsis, Suriye’de Lat, Girit’te Rhea, Efes’te Artemis, İtalya’da Venüs, Lübnan’da Astarte, Babil’de İştar, Ermenistan ve Arap kavimlerinde, Hubel, Hindistan’da Aditi, Yunanistan ve Roma’da Gaia, Rhea, Demeter, Mater, Magna Mater, Dindymos, Dindymene, Tokat yöresindeki Gümenek ve Kayseri yöresindeki Kemer kentlerinde adı çok eski bir Anadolu adı olan Ma olarak geçer. Efes Artemis’inde görülen kuleli başlığıyla Mater Turrita ya da Turrigera yani Kuleli ya da Kule taşıyan Ana sıfatını alır”[5]
Bütün araştırmalar Suriye bölgesinde hakim olan “Kubaba” kültünün Kybele kültünün oluşmasında önemli bir rol oynadığını göstermektedir. Öte yandan Kybele yani Ana tanrıça “Mater” kültünün Anadoluda M.Ö. 8 bininci yıldan bu yana var olduğu da bilinmektedir.
Kutsal şehir Pessinus, Frigler’in en önemli dini merkezi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu şehrin gökten inen tanrıça Kybele’nin tapınaklarıyla dolu olması da dikkat çekmektedir. Kybele en eski ana tanrıça olması itibariyle birçok isimle anılmıştır. Frigya tanrıçası olarak Frigya platosu olarak bilinen bölgede adına bir çok tapınak yapılmıştır. Gökten düşen siyah meteor taş sembolizması bir kez daha karşımıza çıkmaktadır. Siyah meteor taşı Kybele ile ilişkilendirilerek bir göğe yükseliş ve gökten iniş miti yaratılmıştır. Her inanç sisteminin dayandığı mitler vardır. Kybele için iki ana mit söz konusudur. Birincisi gökten inen siyah taş, diğeri ise sevgilis Attis’in bir çam ağacı altında kendini hadım etmesidir.
Kybele ve sevgilisi Attis Frig inanışının iki ana figürü olarak taşlara kabartma olarak resmedilmiştir. Doğanın uyanışı ve doğanın ölümü hep Kybele ve Attis’in ilişkisiyle irtibatlandırılır. Nitekim Frigya uygarlığı ardından gelen Grek ve Roma uygarlıkları da bu efsaneleri kullanmıştır.
Antik Çağ tarihçisi Strabon kitabında Pessinus şehrinden söz eder. İki rahip kral tarafından yönetilen şehir zamanının en zengin ticari merkezi olarak biliniyor. Rahip krallara “Attis” ve “Megabyzos” adı verilirdi. Bu kralların erkekliklerini tanrıça Kybele’ye adamış olmaları gerekiyordu. Attis efsanesinde olduğu gibi erkekliğini kendi eliyle kesip atan rahipler tapınağa girmeye hak kazanırlardı. Bu olay son derece şaşalı bir tören sırasında herkesin gözü önünde yapılırdı. Erkekliklerini tanrıça Kybele’ye feda eden rahiplere” Gallos”  adı verilmekteydi. Ayrıca “Metragrytoi” adı verilen dilenci rahipler köyden köye Kybele kültünü Anadolu’nun her yerine taşımışlardır. [6]

Yazılıkaya ( Midas ) Kybele Anıtı

“Kral Midas’ın tanrıça Kybele adına yaptırdığı bu anıt  kayaya oyulmuş bir çerçeve olarak görünmektedir. İlk zamanlar bu anıtın Midas adına yaptırıldığı söylenmişse de üzerindeki yazılardan Tanrıça Kybele’ye adak olarak yapıldığı anlaşılmıştır. 17 metre yüksekliğinde ve 16 metre genişliğinde olan anıtın üzerindeki yazıların bir kısmı deşifre edilebilmiştir. Hadım rahiplerin yönettiği mabetlerde iki ana tören yapılırdı: “Strosis” döşeme  ve  “Agermos” toplama törenleri.  Kybele törenlerinin detayına ilişkin kayıtlara ulaşılamamıştır. Eldeki bilgiler Frig Krallığı yıkıldıktan çok sonrasına Roma dönemine aittir. Belgelerin neredeyse tamamı Roma İmparatorluk kayıtlarından elde edilebilmektedir. M.Ö. 12. Yüzyıldan itibaren Anadoluda yaygın bir kült olan Kybele tapınımının detayları konusunda elde yeterli belge bulunmamaktadır. Yapılan araştırmalarda kullanılan kaynaklar Roma ve Yunan kaynaklarıdır.
Strabon’a göre: Frigler genel olarak Tanrıça Rea’ya taparlardı. Değişik adlar ve­rerek tanrıların anası “Angdissis”, Büyük Frigya tanrıçası “Kybele”, ya da sadece “Ida”, “Dyndyma”, “Spilos” veya Pessinus gibi Kybele kültünün bulunduğu kutsal mekânlara göre adlandırılırdı. Anadolu Tanrıçası Kybele tarihe Frig tanrı­çası olarak da geçmiştir. Kybele kutsal alanları, çoğunlukla kayaların üzerine yapılmaktaydı. Friglerin kayalara oyulmuş diğer bir dinsel yapı türü, genel­likle doğuya bakan kaya merdivenlerdir. Bir çeşit oturma yerine doğru çıkan bu merdivenlerin sunak olarak kullanıldığına inanılır. Kybele aynı zamanda genç kızların da koruyucusudur. Tanrıçanın en büyük tapınma yeri, Pessinus’ta idi. Frigler bu tanrıçayı öyle benimsediler ki, tüm devlet ve ülkelerini Pessinus Kybele’nin mülkü saydılar. Bunun sonucunda, aslında çok köklü bir Anadolu tanrıçası olduğu halde Kybele tarihe bir Frig tanrıçası olarak geçti; kral Midas tanrıçanın oğlu ve Pessinus’taki tapınağın kurucusu sayıldı. Eskişehir ve Afyonkarahisar arasındaki kutsal platoya, M.Ö.8. yüzyıl ile 6. yüzyıl arasında, tanrıçanın tapınaklarını temsil etmek üzere, yapılmış olan bu kaya yapıları çok büyük bir emeğin ürünüdürler.
Bu kaya yüzeylerinden en ünlü­sü, kuşkusuz ki, MIDAS=Midas adını içeren Frigce yazıtı nedeniyle Midas Me­zarı denen, 17 m. yüksekliğindeki Yazılı Kaya Anıtı oluşturur. Ancak bu anıt bir mezar olarak değil, yine bir tapınma cephesi olarak kullanılmıştır. Öteki Frig oyma kaya cephelerinde olduğu gibi, M.Ö.8. yüzyılın ikinci yarısına ait olan “Midas Anıtı”nın yüzü de doğuya bakar. Bir kaya yüzeyinin, tepeden aşağıya doğru işlenmesiyle oluşturulmuş bulunan bu süslü cephe, semer damlı bir Frig tapınağının ön kesimini temsil eder. Bu cephenin en önemli bölümü, tanrı­ça heykelinin içinde durduğu kapı biçiminde bir kaya nişidir.
 Bu anıt aslında, Frigler’in Büyük Tanrıça’sı adına yapılmış bir kutsal alandır. Bu nedenle, anıtın merkezi bölümündeki nişin içinde, Kybele’ye ait bir heykelin durduğu sanılır. Toprak Ana Kybele’nin en fazla tapınım gördüğü yer Pessinous (Ballıhisar) ken­tiydi. Bu kentte tanrıçanın gökten inmiş bir ilah  olduğu inancı hakimdi. Yine bu kentte tanrıçanın sevgilisi Attis ile birleştiği ve bunun tabiata can verdiği kabul görmüştü.
Burası Frigler tarafından bir kült merkezi olarak benimsenmiş ve burada dini törenler düzenlenmiştir. Eskişehir’in Sivrihisar ilçesi yakınla­rındaki kentte tanrıçayı siyah meteorik bir taş temsil ediyordu. Frigler tanrıça­ları için daha çok boğa kurban ederlerdi. Kütahya ve Eskişehir yakınlarındaki üçgen alınlıklı kimi kaya anıtları (Bakşeyiş, Maltaş, Deliktaş) bu türde kurbanlar için yapılmışlardır. Bir tapınak cephesini simgeleyen anıtların gerisinde derin bir kuyu bulunmaktadır. Tanrıça için kesilen boğaların kanı bu kuyularda bi­riktirilmiştir. Frigler bu tanrıçayı öyle benimsediler ki, tüm devlet ve ülkelerini Pessinus Kybelesi’nin mülkü saydılar. Bunun sonucunda, aslında çok köklü bir Anadolu tanrıçası olduğu halde Kybele tarihe bir Frig tanrıçası olarak geçti; kral Midas tanrıçanın oğlu ve Pessinous’taki tapınağın kurucusu sayıldı. Tapı­nımı Roma İmparatorluk Çağı’nın içlerine değin sürdü. Kybele, kutsal anıtları, genellikle dağlardaki kayalık alanlara yapılırdı. Kaya anıtları, tanrıçanın tapı­naklarını temsil ederdi. Büyük emek ürünü bazı kaya anıtlarının cepheleri ka­bartmalarla süslenmiştir. Bunlar üzerinde geometrik, bitkisel, bazen de hayvan motifleri yer alırdı. Üzerinde MIDAI=Midas adını içeren Frigce yazıtı nedeniyle Midas mezarı denen görkemli anıt Eskişehir yakınlarında Midas’ın kenti diye bilinen yerde bulunmaktadır. Bu anıt bir mezar değil, bir tapınma cephesi (açık hava mabedi) durumundadır.
Midas Çağı’nın biri gömüt, diğeri tapınak işlevli olan iki en tanınmış olan anıtsal kaya yapıtı, Aslantaş ve Aslankaya, aslan ve Kybele birlikteliğin­de birbirleriyle özdeştir. Aslanlar, kaya tapınağının “sella” anlamındaki mihrabı içinde bir kült yontusu gibi oturan Ana Tanrıça’yı her iki yanda arka ayakları üzerine kalkarak kuşatırlarken; mezar alnacında, gene her iki yandan, kapının ortasından yükselen soyut “Kybele” resmine uzanırlar. Aslankaya’nın tapınak olduğu kuşkusuzdur; Aslantaş’ın da gömüt odası olmasa, “tapınak” denece­ğinden kuşku duyulamaz. Gerçekten de P.Z. Spanos’a göre, Aslantaş’ta “gömüt odası ikincil bir anlam içermektedir; bu nedenle de anıt, öncelikle dağların tanrıçası Kybele ya da orgiea thea’nın kült anıtı olmalıdır”
 İki kaya anıtı arasın­daki benzerlik, gömütün sol kaya duvarında bitmemiş bir aslan kabartmasının varlığıyla da vurgulanır; aslan, tapınağın sağ yan yüzünde de vardır. Tüm bu benzerlikler, işlevde de benzerliği düşündürürken, bey gömütünde tapınıma ilişkin bu beklentiyi damdaki sunu çanaklı basamaklı sunak döşemi karşılar; ölü kültüne ilişkin bir açık hava tapınma alanı. Sonuçta Aslantaş bir ölü ta­pınağı olarak saygı görür; tanrılaşmış yerel beyin kült anıtı olarak… Urartu’yla bağlantı, Atabindi Bey gömütünün damındaki kült döşemleriyle ve buradaki “kaya işaretli” sunakların Frig Hamamkaya tapınak gömütü arkasındaki kült alanına doğrudan etkisindedir ve köken, Hitit’in Gavurkale’deki kral/prens mezarına dek iner. Hellenistan’da benzeri yoktur; çünkü Yunan düşüncesinde bir ölümlü tanrılaşmaz, “heroize” edilir, kahramanlaştırılır. Bir başka önemli konuda Frigler’in Anadoluluğu belgelenmiş olur.
“W.M.Ramsay’in eski bir savına göre, ölüleri tanrılaştırmak ya da bir tanrıya benzetmek Frigya’da eski ve yaygın bir gelenekti. Her mezar bir tapı­nak gibiydi” diye başlar M.Waelkens bir makalesine ve sonuçta, “ne yazık ki geç dönem literatüründe de sıklıkla ortaya çıkan” bu epigrafik yorumu “yanlış” olarak değerlendirir. Ancak “yanlışlık”, Waelkens’in yöntemindedir; bir kök­leşmiş Anadolu geleneği, “Yunan” düşüncesiyle değerlendirme tersliğinden kaynaklanır. Geç dönem Hellence yazıtlarda Frigliler’in “tanrılaşması” belli ki geleneğine sıkı sıkıya bağlılıktandır ve Frigliler’in yüreği Afyon çevresinde oku­nan bu yazıtların Ramsay yorumu, yukarda erken zaman için vardığım bilimsel sonucun en somut belgesidir. Destansal yüceliğiyle bir insandan farklılaşan Frig Kralı Midas, başkent Gordion’da görkemli bir tümülüs mezarla da farklıdır; tıpkı kendisinden 650 yıl kadar sonra Kommagene Kralı I.Antiochos’un Nem­rud Dağındaki mezarı üzerindeki benzer yığma tepeyle farklı olduğu gibi. Ve o, “Theos Dikaios Epiphanes”, Fırat toprağında bir tanrı kraldır. Anadolu’nun geç tanrı krallarına tümülüsü özel bir mezar biçimi olarak sunan düşünce, onun bir “tapınak” olduğu düşüncesini de sunmuş olmalıdır; “tanrılara özgü” olduğu düşüncesini… Frigyalı Kibele rahipleri (Koribantlar), efsanelere göre tılsımlı taşlar kullanırlar, kehanet ustası, büyücü ve doktordular. Kybele kara taşı de­nilen taş ise tılsımlı taşların en ünlüsüdür. Pessinus kentindeki bu kara taş bir gök taşıydı ve M.Ö.204 de Roma’daki Platinus tepesindeki tapınağa taşı­nacaktı. Bu göktaşı hala orada durmaktadır. Koribantlar günahtan arındırma işlerini de yaparlardı. Kybele kabartmaları, Aslankaya gibi kayadan oyulmuş anıtsal eserlerin küçültülmüş bir modelidir ve bu yapıtlar Ana Tanrıça’nın rabı işlevindedir.Öte yandan Göynüş’teki Aslantaş kaya mezarı da öncelikle Kybele’nin Kült alanı olarak yorumlanmıştır. Aslında o bir ölü tapınağıdır. Kral tanrılaştığı için bir kayaya benzetilmiştir. Geç dönem Frig yazıtlarında ölülerin tanrıya, mezarların tapınağa benzetilmesi, ancak erken dönemlerdeki gelene­ğin devam etmesiyle anlaşılabilir.”

Strabon’un Pessinos şehri konusunda yazdıkları şöyle:
“Pessinos dünyanın o kısmındaki en büyük ticaret merkezi olup, büyük saygı gören Tanrılar Anasına ait tapınak buradadır.Ona Agdistis derler. Eski devirlerde rahipler aynı zamanda hükümdardı ve rahipliğin sağladığı nimetleri onlar biçiyorlardı. Fakat şimdi ticaret merkezi hala ayakta durduğu  halde rahiplerin yetkileri çok azalmıştır. Kutsal bölge Attaloslar tarafından kutsal bir yere yakışacak şekilde bir tapınak ve beyaz mermerlerden portikler ilave edilerek yapılmıştır. Romalılar tıpkı Epidauros’daki Asklepios’a yaptıkları gibi Kybele’nin kehaneti doğrultusunda oradaki tanrıçanın heykelini almak üzere girişimde bulunarak tapınağı ünlü kılmışlardır.”[7]

Roma Yolları
Ana Tanrıça kavramı
Antik çağ tarihçileri geçmişi daha iyi anlatabilmek amacıyla geçmiş zamanı belirli çağlara  bölerek incelerler.
Anadolu antik coğrafyasını ve siyasi tarihini şöyle özetlemek mümkündür:
Troya I-VIII yak. İ.Ö. 3000 - İ.Ö. 700
Hattiler yak. İ.Ö. 2500 - İ.Ö. 2000/1700
Akadlar yak. İ.Ö. 2400 - İ.Ö. 2150
Luvi Krallığı / Luviler yak. İ.Ö. 2300 - İ.Ö. 1400
Asurlar ticari koloniler yak. İ.Ö. 1950 - İ.Ö. 1750
Akalar Krallığı (münakaşalı) yak. İ.Ö. 1700 - İ.Ö. 1300
Kizzuvatna Krallığı yak. İ.Ö. 1650 - İ.Ö. 1450
Hititler yak. İ.Ö. 1680 - İ.Ö. 1220
Likya / Likyalılar yak. İ.Ö. 1450 - İ.Ö. 350
İyonya Gizli Anlaşması yak. İ.Ö. 1300 - İ.Ö. 700
Neo-Hitit Kralları yak. İ.Ö. 1200 - İ.Ö. 800
Frigya / Frigler yak. İ.Ö. 1200 - İ.Ö. 700
Karya / Karyalılar yak. İ.Ö. 1150 - İ.Ö. 547
Urartu yak. İ.Ö. 859 - İ.Ö. 595 / 585
Lidya / Lidyalılar yak. İ.Ö. 685 - İ.Ö. 547
Persler'in Ahameniş İmparatorluğu yak. İ.Ö. 559 - İ.Ö. 331
Büyük İskender İmparatorluğu İ.Ö. 334 - İ.Ö. 301
Selevkos İmparatorluğu İ.Ö. 305 - İ.Ö. 64
Pontus Hükümdarlığı İ.Ö. 302 - İ.Ö. 64
Pergamon Krallığı-Attalos Hanedanı İ.Ö. 283 - İ.Ö. 133
Roma Cumhuriyeti İ.Ö. 133 - İ.Ö. 27
Roma İmparatorluğu İ.Ö. 27 - İ.S. 330
Orta çağlar
Artuklu Beyliği 1101 - 1409
İlhanlılar 1256 - 1355
Osmanlı Devleti ve Türkiye
Türkiye 1922 - Günümüz
Kaynak: Vikipedi (Bağlantılar ilgili referanslara gönderme yapmaktadır.)
 Anadolu antik tarihi için Bronz Çağı adı verilen dönem M.Ö: 3300 ile M.Ö: 1200 yılları arasındaki  süreyi kapsar. Bu dönemde M.Ö. 1600-1150 Hitit uygarlığının etkilerini görürüz. Demirin icadıyla birlikte daha sağlam silahlara sahip olan kabileler diğerlerine karşı üstünlük sağlarlar. Böylelikle de Demir Çağı’na geçilmiş olur. Tüm Anadolu’yu etkisi altına alan Hatti’lerin yıkılışıyla  Geç Bronz çağı sona ererken her yerde kurulan bronz imparatorlukların çöküşüne şahit oluruz. Erken demir çağının başlamasıyla birlikte özellikle Kuzeyden Anadolu’nun bereketli ovalarına  göçler  başlar. Tarım alanları zenginleşerek diğer bölegelere üstünlük sağlamaya başlarlar. Tarım alanlarında çalışanların köleler olduklarını unutmamak gerekir. Kölelik o dönemde savaş esirlerine verilen sosyal statü olarak şehir vatandaşlarını ve toprak sahiplerini ayrıcalıklı bir konuma getirmektedir. Frigler de erken demir çağını yaşayan bir kabile olarak  henüz Bronz Çağını yaşayan Anadolu’nun Eskişehir Afyonkarahisar bölgesini işgal ederek şehirler kurarlar. Frigler Hititler’in yıkılış sürecinde yerel halkla birleşerek daha da güçlenirler. Zaten Anadolu’da Neolitik çağdan bu yana var olan ana tanrıça inanışı Kalkolitik çağı, Bronz çağı ve Demir çağı boyunca devam eder. Bu oldukça uzun bir süreçtir. Kadının dişiliği ve doğurganlığına dayanan bu inanç Hellen ve Roma dönemlerinde  de devam eder. Anadolu’da yapılan kazılarda elde edilen bulgulara göre ana tanrıçaya değişik adlar verilmiştir. Bu adları Tuba Efendioğlu [8] ve Canan Albayrak[9] iki farklı tezde  şöyle sıralıyorlar.

·       “Meter Alassene”
·       “Meter Kadmene”
·       “Meter Oreia”
·       “Oinoanda”
·       “Meter Kubeliya”
·       “Meter Theon”
·       “Kitanaura”
·       “Korydalla”
·       Sümer‟de; İnanna
·       Babil‟de; İştar, Astarte
·       Mısır‟da; İsis
·       Suriye‟de; Atargatis;(Lat.)
·       Kenan bölgesi ( Filistin)‟nde ve Fenike‟de ; Anat ve Astarte
·       Girit‟te; Rhea103
·       Kültepe tabletlerinde; Kubaba
·       Hitit kaynaklarında; Hepat
·       Hititler‟de; Arinna‟nın Güneş Tanrıçası
·       Frigya‟da; Kybele, Agdistis104
·       Lydia‟da; Kybebe, Kubebe
·       Lykia‟da adı; Kybele
·       Komana Pontika (Karadeniz Ereğlisi, Tokat bölgesi‟nin 9 km.
·       kuzeydoğusunda) ve Kappodokiası‟nda; Ma105
·       Efes‟te; Artemis
·       Yunanistan‟da ve Roma‟da; Gaia, Rhea, Demeter, Mater, Magna
·       Mater, Dindymos, Dindymene106
·       İtalya‟da (Nemi gölü bölgesinde); Venüs, Vesta
·       Ermenistan ve Arap kavimlerinde; Hubel ve Kıble
·       Hindistan‟da; Aditi
Hitit panteonu oldukça zengindir. Eril ve dişi tanrılar yüzlerce yıl Hattiler’in inanç sistemini oluşturur. Hatti ana tanrıçası Kumbaba Frig döneminde Kybele adını alarak panteondaki yerini alır. Frigler açık hava tapınakları inşa ederler. Büyük kayaları oyarak iki boyutlu tapınaklar oluştururlar. Kybele tanpınakları Frig şehirlerinin vaz geçilmez tapınma merkezlerini oluştururlar. Yazılıkaya’yı ziyaret ettiğimde bu 17 metre boyunda 16 metre enindeki Kybele tapınağını gördüm. Gün batımında ve gün doğumunda fotoğraflarını çektim. Kahverengi tonlarından açık sarıya kadar binlerce ton kayanın üzerindeki geometrik biçimler üzerine yansıyor. Mabedin çatısı bir ev çatısını andırıyor. En yüksek noktada bulunan kabartma yok edilmiş. Belli ki o kabartma hırsızlar tarafından kim bilir hangi yöntemle  çıkarılmış. Mabedin niş bölümü de tahrip edilmiş. Orada bulunan sunak ve heykellerin yerinde yeller esiyor. Törenlerin yapıldığı alandaki yapıların izleri bile yok edilmiş. Oysa sunakların bulunduğu alanda başka destek yapıların olması gerekirdi. Rahiplerin kaldığı kaya oyuklarının durumu daha da fena. Mabedin yan duvarları üzerinde Frig dilinde yazılar var. Taradığım kaynaklarda bu yazıların  okunamadığı bilgisi var. Trajik olan konu bu kadar değil. Arkeoloji eğitimi veren üniversitelerde de bu kadar araştırmacı varken hiç biri Frig dilini öğrenmeyi düşünmüyor. Doğru ya nereden öğreneceksin? Kim öğretecek?  Kybele törenlerinin M.Ö: 600-200 yıllarında nasıl yapıldığı konusunda hiç bir fikrimiz yok. Hipotezler var. O da Roma kayıtlarından elde edildiği kadarıyla ;olsa olsa metoduyla yapılan tartışılır yorumlar. Bölgeyi gezerken orada çalışma yapan arkeologların ne kadar işin başlangıcında olduklarını görmemek elde değil. Birincisi bölgedeki kalıntıların koruma altına alınmadığını görüyoruz. Yazılıkaya üzerine takılan “sarsıntı ölçer” düzeneğin alınacak tedbirlerden sadece bir tanesi olduğunu söylemek gerekir. Köyün tarihi kalıntıları bir hazine-değer olarak değil de imar için bir engel olarak gördükleri de bir başka gerçek. Derme çatma yapılmış uydu antenli kerpiç evlerin çoğu harabe halinde. Köylü bronz çağında yaşamakta ısrarlı.  Aslında köyde yaşam ileriye gitmiyor. Görüldüğü kadarıyla büyük şehirlere göç buradan da yapılıyor. Giden yıkarak ve tahrip ederek gidiyor. Geri de dönmüyor.
Kamp alanında inanılmaz bir çöp dağıyla karşılaştık. Yakılan mangal ateşleri etrafında kümelenmiş plastik ve metal atıklar güzelim ormanın bir çöplük görüntüsü haline gelmesine neden olmuş. Kamp alanında tuvalet binası yapılmış ama çöp konteynerleri yok. Hep birlikte önce mıntıka temizliğine girişiyoruz. Yarım saat içinde bütün çöpleri toplayıp yanımızda götürmek üzere otobüsün bagajına yerleştiriyoruz. Çadırlar hızla kuruluyor. Gün batımını kaçırmak istemiyoruz. Kybele bizi gün batımı ayini için anıt tapınağın önünde bekliyor. Kameralarımızı kuşanıp kral yolundan anıtlara doğru tırmanıyoruz. Basamakların çoğu travers ile güçlendirilmiş. Tüm vadiyi gören tepeye vardığımızda güneş ufuk çizgisine iyice yaklaşmıştı. Frigya vadisi güneşin altın ışıklarıyla boyanmaya başlıyor. Kayalara vuran ışıklar turuncuya dönüşüyor. Bitmemiş anıt denen Batıya bakan anıtı 1826 yılında Laborde adlı bir arkeolog keşfediyor. Anıtı oluşturan boyutların orantısızlığına bakarak arkeologlar bu anıtın bitirilememiş olduğu yorumunu yapıyorlar. Yönü Batıya bakan anıtın yedi metre on santim yüksekliği, dokuz metre doksan santim genişliğinde, yerden yüksekliği ise beş metre elli santim olarak ölçülmüş. Anıtın yer aldığı tüf kütlesi boyu yirmi bir metre olarak ölçülmüş. Bu da alınlık potansiyelinin tamamının kullanılmadığını yarım kalan bir anıt olduğunu düşündürüyor. Ben anıtın yarım kaldığını düşünmüyorum. Doğuya  bakan esas anıt Kybele için yapılmışsa Batıya bakan anıt ise daha az güçlü bir tanrı olan Men için yapılmış olabilir. Vadide görülecek o kadar anıt var ki, zaman yetmiyor. Sarnıçlar, Arezastis, Bahşayiş Anıtı, Aslantaş Anıtı, Aslankaya Anıtı, Maltaş Anıtı bunlardan sadece bir kaçı. İki bin beş yüz yıldır ayakta kalan bu anıtların hepsi bir şeyler anlatıyor. Bitmemiş anıt üzerinde Likya mezar taşları üzeride de bulunan altı yapraklı rozet figürünü görüyorum. Demek ki lotus (yaşam) çiçeği adını verdiğim bu süslemenin tarihi de çok eskilere kadar uzanıyor. Likya ve Frigya bölgelerinde taş üzerindeki süslemelerin sembolik anlamlarında bir ortak nokta var. Anadolu’da çok yaygın bir çiçek türü olan “çiğdem” bir süsleme sembolü olarak her kültürde kullanılıyor. Müzelerde teşhir edilen Frig eserlerini de görme fırsatı bulursam başka ortak noktalar yakalayabilirm diye düşünüyorum. Hava kararırken kampa geriye dönüp kamp ateşini yakıyoruz. Hava soğuyor. Güneş batar batmaz sıcaklık onlu  derecelere düşüyor. İki bin beş yüz yıl önce insanların bu soğukta ne yaptıklarını düşünmeden edemiyorum. Üstelik kölelerin giysileri de yok. Kamp ateşinin etrafında toplanıp yemeğimizi yiyiyoruz.  


Sonuç
İşte Frigya Likya ve Psidia bölgelerinde Antik çağda ana tanrıça kültünün varlığını hemen hemen her antik kentte görmek mümkün. Batı Anadolu bölgesindeki Antik kentlerin çoğu Grek ve Roma uygarlıklarının izlerini taşıyor. Bronz çağının 12. Yüzyıl öncesine uzanan dilimine “Karanlık çağ” adı veriliyor. Böyle nitelendirilmesinin nedenleri var. Öncelikle cumhuriyetin kültür politikalarının tesiri var. Anadolu’yu Türkleştirmek üzerine kurulu bir kültür politikasının 1923 öncesini bir kalemde silerek Orta Asya’dan at üzerinde gelen halk masalına herkesi inandırmaları bir yerde üzücü sonuçlar veriyor. Halk antik kentlere, kiliselere, havralara  daha doğrusu 1923 öncesi her yapıya kuşkuyla yaklaşıyor. Bir keçisi için komşusunu öldürmekten çekinmeyen  halk kendisinin olmayan tarihi hazineleri tahrip etmekten çekinmiyor. Aynı şekilde doğal kaynakları, suları ve ormanları hoyratça tahrip ediyor. Her gittiğim yörede halkın doğaya ve antik eserlere verdiği ağır zararı gördüm. Popülist politikalar uğruna en değerli varlıkların yok edildiği dekadans kültürü giderek yayılıyor. Devlet kendi öz varlıklarını korumak ve yaşatmak için hiçbir gayret sarf etmiyor. Lümpen kültürünün giderek çürüttüğü değerler bir daha geri gelmeyecek. Bu seyahatte Kybele’ye dokundum. Tapınağın kabartmalarına dokununca hadım rahiplerin boğa ve koçları nasıl kurban ettiklerini onların kanlarıyla nasıl yıkandıklarını hayal etmeye çalıştım. Güneş doğarken kesilen kurbanlardan akan kanın aktığı kanalları gördüm. Kybele güneşin ilk ışıklarıyla kucaklaştı.


Kaynaklar :
·       http://www.yolculuk.com.tr/sayi_59/34_turkiye-defteri-sirlar-vadisi-daglik-frigya,
·       http://www.frigvadisi.org/4-sayfalar-frigler.aspx,
·       Frig Yürüyüs Yolu Projesi Sunum-Doç. Dr. Hüseyin Sarı,
·       Kadriye BARAN,18/08/2010 Frigya Gezi Notları
·       Fatma Birecikli; Ana Hatlarıyla Friglerde Din,
·        Güllü Çintiriz,  Frig Dini İnanç ve Adetleri , Gazi Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2010
·       H. Onur Tıbıkoğlu, Doğu Likya’da Artemis Kültü, Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Ana Bilim Dalı
·       Tuba Efendioğlu, Yüksek Lisans Tezi ; Hellenizm ve Roma çağları Likya’sında Yerel Kültler, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Antik Çağ tarihi, İstanbul, 2006
·       Ömer Çapar, Roma Tarihinde Magna Mater (Kybele)  tapınımı,
·       Canan Albayrak, Anadolu’da Kybele-Attis Kültü, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Arkeoloji Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2007




[1]Ezoterizm (Bâtıniye, içreklik): Kadim bilgelikle günümüze kadar gelen ve gerçeğin yalnızca
seçkin ve söyleneni anlayacak kişilere verilebileceği anlayışına dayalı bir öğreti biçimidir.
Toplumdaki akıldışı âdet ve bilgilerle çatışan ussal öğretiler zorunlu olarak içrekliği ve kapalı
olmayı, başka deyişle ezoterik (gizlemli) yapılanmaları gerektirmiştir. Akla dayalı bilgiye Zâhiri-bilgi, keşfe dayalı bilgiye ise Bâtıni-bilgi denmiştir. Zâhiri bilgi ilim, Bâtıni bilgi irfan diye adlandırılır. Zâhiri bilginin kanıtı akıl ve deney, bâtıni bilginin kanıtı ise zevk ve vicdandır. Zâhiri bilgi kavramlarla elde edilirken, Bâtıni bilgi simgeler, ritüeller aracılığıyla keşfedilir. Keşfedilen bilgi (irfan) kişinin kendisinde gizlidir (gömülüdür). Bu nedenle “Bilen başkasını bilir, keşfeden kendini keşfeder,” özdeyişi ünlüdür.Ezoterik bilgi, mistik bilgiden ayrılır; gerçi her ikisi de deneyime dayanır, ancak mistik deneyim düzensiz olduğu halde, ezoterik deneyim düzenli ve ritüeliktir. Kaynak: M. Bülent Gürkan, ANADOLU’DA EZOTERİK YAPILANMALAR,  A N A D O L U A Y D I N L A N M A V A K F I

[2] Kimmerler halkının efsanevi komutanı. Dev gibi vücuduyla ve inanılmaz cesaretiyle bütün Kimmer halkını kendine hayran bırakan kral.  Kralın hikayesi sinemaya “Conan the barbarian “ hikâyesiyle aktarılmıştır.
[3] Tarihsel ezoterizm  çok eski zamanlara kadar uzanır. Kadim Mısır dini inisiyasyon törenleri  kitabelerle belgelenmiş durumdadır. Ezoterizm  daha çok dinsel kavramların dış yüzünden iç yüzüne geçmeyi dile getirir.
Kutsal olanın özüne bakıştır. Bu kadim gelenek, adaylara inisiyasyon (tekris) yolu ile aktarılır.
Yola girmek isteyene , tâlip, çırak ya da mürid (inisiye), yol gösterene de usta,  mürşid (inisiyatör) denir.
[4] Makendonya Kralı İskender Pers İmparatorunu yendikten  sonra kısa süre içinde topraklarını   Suriye, Mısır ve  Hindistan’a kadar genişletmişti. Zamansız ölümüyle bu geniş imparatorluk dört generali arasında pay edildi. (M.Ö. 323—M.Ö.63) Bunlardan biri de Selevkos i di. Selevkos imparatorluğunu Babil’de M.Ö. 312 yılında ilan etti. Anadolu da Selevkos İmparatorluk toprakları arasındaydı. Roma İmparatorluğu M.ö. 63 yılında son imparator Mitridates’i yenerek Hellen dönemini sonlandırdı Anadolu’da Roma hakimiyeti başladı.
[5] Güllü Cintiriz, s.4
[6] Cintiriz, Güllü, s. 40
[7] Strabon, Antik Anadolu Coğrafyası, Geographica, XII,XIII,XIV,Çeviren Prof.Dr. Adnan Pekman, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 1993, İstanbul , s.48
[8] Tuba Efendioğlu, Yüksek Lisans Tezi ; Hellenizm ve Roma çağları Likya’sında Yerel Kültler, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Antik Çağ tarihi, İstanbul, 2006
[9] Canan Albayrak, Anadolu’da Kybele-Attis Kültü, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Arkeoloji Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2007

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...