29 Ara 2007

Butto Ailesi'nin Trajedisi ...


Yaklaşık üç aydır Pakistan konusunda yapılan tüm yorumlarda değinilen ihtimaller bir bir ortaya çıkıyor . Butto ‘nun bir suikaste uğrayacağını tahmin etmeyen , hemen hemen yok gibiydi.
Bizzat Bayan Butto kendisine kimlerin suikast yapacağını bir mektupla da açıklamıştı. Göstere göstere gelen bir ölüm . Butto ailesinin siyasi kaderi bu. Babası,kardeşi şimdi de kendisi .


Belki de Benazir Butto geçenlerde verdiği demeçte bir şeyler hissederek “Babamın öldürüldüğü yaştayım . “ demişti.


Sürgünde yaşamak ona zor gelmişti.Taşıdığı soyadı onu Pakistan ‘a geri dönmeye zorluyordu. Uzun bir aradan sonra ülkesine dönen Benazir Butto daha Karaçi ‘ye ayağını basar basmaz bir suikastten zor kurtulmuştu.


Aradan geçen kısa süre içinde kimbilir bizim bilmediğimiz kaç suikast teşebbüsü gerçekleşti. Dün ,Benazir Butto bir seçim konuşması yaparken tabancayla ya da bir söylentiye göre keskin nişancı bir kiralık katil tarafından öldürüldü. Bu konuda resmi bir açıklama veya bir otopsi raporu da yok.Esrar perdesi bakalım aralanacak mı ?

Haber ajanslarının bildirdiğine göre suikastçinin bu kadar yakına gelebilmesi ,bu suikastin arkasında bir örgütün varlığını kanıtlamaya yeter..


Butto, ‘nun hayatını kaybettiği bu suikastte yüzlerce kişinin öldüğü yüzlerce kişinin de yaralandığı bildiriliyor.Yine sayı verilemiyor.Saldırı, Pakistan siyasi tarihinin en büyük eylemlerinden biri olarak nitelendiriliyor.


Al Kaida ve Taleban militanlarının bir saldırı hazırlığında olduğu daha önce defalarca duyurulmuştu.


Butto'nun eşi Asıf Ali Zerdari, saldırının arkasında, hükümet ve istihbarat yetkililerinin bulunduğunu iddia ediyor.


Hangi güçler bu suikasti gerçekleştirdi konusu tartışmaya açık .


Siyasi yorumcuların büyük bir bölümü ,özellikle de batılı yorumcular bu suikastin ardındaki örgütün Al Kaida ya da Taliban olduğunu düşünüyor.


Diğer bir grup ise Lal camisi eylemini gerçekleştiren ülkedeki radikal islamcıların bu suikastin planlayıcısı olduğunu iddaa ediyor.


Gerçek olan bir şey varsa o da ,Pakistan ‘ın 1999 yılından bu yana demokrasiden uzaklaşarak bir kaosun içine yuvarlandığı.Siyasi mücadele artık silahlı mücadeleye dönüşmüş durumda. Bir yanda ‘Radikal İslam’ öbür yanda ‘Askeri Diktatörlük’.


160 milyonluk ülke bu siyasi çalkantının içinden çıkamıyor.Git gide kaçınılmaz bir içsavaşın eşiğine sürükleniyor.


Ülkedeki etnik gruplar ve mezheplerin de seslerinin duyulmaya başladığı dönemde gerçekleştirilen bu vahim suikastin Pandora’nın kutusunu açtığı konusunda tüm uzmanlar hemfikir görünüyor .


Ülkesini çok seven bir kadının trajik yaşam öyküsü,üçüncü dünyada doğan ama batıda en iyi okullarda okuyan 1953 doğumlu Butto , Harvard ve Oxford üniversitelerinde eğitim görüp siyasete girdi.


1988-1990 ve 1993-1996 arasındaki başbakanlık dönemlerinde ise yolsuzluk suçlamalarına hedef oldu ve her iki görev dönemi de cumhurbaşkanı tarafından azledilmesi ile sonuçlandı.


Son yirmi yılın en önemli siyasi liderlerinden olan Benazir Butto 'nun bile bile nasıl ölüme yürüdüğünü , Pakistan 'lılar ve tüm uygar dünya ülkelerindeki siyasetçiler daha çok sorgulayacak.

26 Ara 2007

Bilgelik


Bilge ile entelektüel aynı kişi midir?


Dünya büyük bir partinin verildiği bir yerdir.


Partinin ev sahibi olduğu bilincinde olan kişiler bilgelerdir. Bu yüzden parti sonrası herkes eve
uyumaya giderken, bilgeler bulaşıkları yıkamak için mutfağa gider.


Alacakları ödül, dünyanın tüm bulaşıklarını yıkamaya değecek kadar büyüktür.
"Sevdiğin işi yapmak, yaptığın işi sevmek" ekosisteme sunabileceğin en büyük
katkıdır.



Hayvanların dünyasına bir bak... Doğada yaptığı işten mutlu olmayan tek bir hayvan yoktur.
"Ayağını sürüye sürüye" işe giden bir ceylan göremezsin.



"Dizi dizi uçan kuşlar", bir sürünün parçası olarak da özgür olunabileceğinin anlatımıdır...
İslâm tarihi, bilgelerle ile bilginlerin birbirine karıştırılmasının tarihidir.



Çok bilgi insanı bir alanın bilgini yapar, bilge yapmaz.



Bilge, okuma-yazma bilmiyor bile olabilir. Bilge, çok okumuş da olabilir hiç
okumamış da olabilir.



Kesin olan, onun çok düşünen biri olduğudur. Bilgi iyidir ancak okumuşlukla bilgelik arasında doğru orantı yoktur.



"Bilemiyorum" demek bir erdemdir. Erdemsizlik olan "Asla bilemeyiz. Kimse de
bilemez" demektir. Bu sâdece insan aklını kısıtlamak değildir. Emin olmanı
istediğim şey, hakikat ile şüphenin mücadelesinde hakikatin her zaman galip
geleceğidir. Bilge, her şeye şüpheyle yaklaşan, şüphesinden kazançla çıkan
kişidir. Şüphe bu yüzden iyidir.
Bilgeler, Tanrı'nın mevcut düzeni devam ettirmek için ayet indirmediğini
bilirler. Ayetlerin tek görevi, değişimlerin, devrimlerin, dönüşümlerin
kıvılcımını yakmaktır. İnsanların tümü tekâmül ettiğinde, yeryüzünde hayat
da sona erecektir.
Bugün dünyada hayat devam ediyorsa, bunun nedeni daha öğrenecek ve
değiştirecek şeylerin olmasıdır.


Burak Özdemir-Tanrı'nın Doğum Günü

21 Ara 2007

Şeb-i Yelda



En uzun gece, ya da en kısa gün bugün:


21 aralık .


Her şeyden önce kış gündönümü; güneşin Oğlak burcuna girmesidir.Oğlakta güneş 0 derecelik açı yapar. 0 derece yaşam enerjisininbaşlangıcıdır.Bunun için bugüne “ayna günü” denir .


21 Aralık en uzun ve karanlık geçen gecedir.Bunun için insanlar tıpkı hıdrellezde ve nevruzda olduğugibi “şenlik ateşleri” yakarlardı.


Mum yakmak ve evlerde yılbaşındaki gibi ışıklı ağaçlar bulundurmak diğer sembollerindendi. Eski insanlara göre bugün yeni yılın başlangıcıydı.


İran ve Anadolu bölgelerinde de benzer festivaller düzenlenirdi.


"Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkıt ne bilir,

Mübtela-yı gama sor kim geceler kaç saat."


İran’da binlerce yıldır bu gece yılın en uzun gecesi olarak Şeb-i Yelda adıyla anılmakta ve İran’ın her yerinde kutlamalar düzenlenmektedir.


Kış gündönümünün ana teması genelde güneş ışınlarının yeniden artarak dünyaya dönmesi olan astronomik olayın efsanelerle de anlatıldığı bilinmektedir.Pers mitolojisinine göre;


"23 Eylülden itibaren yaşlı kral (tanrı) anatanrıça tarafından yeraltına gönderilir ve 21Aralık günü oğul veya genç sevgili olarak yeniden yeryüzüne doğar. "



Kültür tarihi araştırmacılarına göre,ulu rahipler 7000 yıl öncesine uzanan bilgilerle güneşin hareketlerini izlemişlerdir . Oğlak, Boğa gibi altı burcu hesaplayarak mevsimleri ve ayları da bulmuşlardır.


Mezdek taraftarı olan Horremiddiniler de kışın ilk günü Şeb-i çele-Şeb-i Yelda’yı “Horrem Ruz” (Kutlu Gün) olarak kutsamışlar ve özel kutlamalar yapmışlardır. Ermeni takvimlerinde yeni yıl Avista sözü olan “Nov Serde”den (Soğuğun Başlangıcı) etkilenerek “Nav Asard” olarak adlandırılmış ve yeni yıl olarak kutlanmıştır.
Güneş ve Ay kadim dinlerin vazgeçilmez tanrıları ve tanrıçaları insan inanç coğrafyasının vazgeçilmez sembolleri olagelmişlerdir . Gündönümleri hep bir kutlama vesilesi olmuştur.
Tarım toplumundan endüstri toplumuna geçen uygarlıkların kentlerinde gündönümleri de anlamını ve önemini yitirmiştir .
Şehirlere yerleşen insanlar,zaman içinde bugün kutladıkları bayramların nereden geldiğini, ve sembolizmasını unutmaya başlamışlardır .

En azından kesilen kurbanların , bazı evlerde yenen karpuzun ve aile şölenlerinin olacağını biliyoruz . Karpuzun neden yendiği,kurbanın neden kesildiği,çam ağacının neden süslendiğini sorgulayan meraklı çocuklar mutlaka olacaktır .

20 Ara 2007

İmam Hatip Liseleri Tarihi

İsteseniz de istemeseniz de tarih ,hiç bitmeden akan bir nehir gibi geçmişte olan olayların izlerini günümüze taşır ...

Cumhuriyetin ilanı ve Tevhid-i tedrisat kanunu ile kapatılan medreseler zaman içerisinde İmam hatip okulları olarak geriye dönmüş günümüzdeki konumunu almıştır.

Çok partili döneme geçişle birlikte Menderes döneminde açılan okullar , Demirel döneminde daha da artmıştır.

Oy alma amacıyla sağ partilerin yanısıra sosyal demokrat partiler de yeni İmam hatip okulları açmaktan geri kalmadılar.

İktidar partileri kimi zaman, İmam hatip konusunda asker-siyaset dengesine göre değişik ve esnek bir strateji izlemiştir..

Özellikle 12 Eylül sonrasında Kenan Evren'in de teşvik etmesiyle İmam hatip sayısındaki artış, 28 Şubat döneminde aniden kesilmiştir. Daha sonra iktidara gelişi ile Avrupa Birliği çerçevesinde bir politika izleyen AKP, üniversitelere girişte İmam hatip liselerinin önünü açan bir yasayı gündeme getirmiştir..

Bugün başbakanımız ve bir çok belediye başkanı,milletvekili ,bakan İmam Hatip lisesi çıkışlıdır .

İmam Hatip kronolojisi

1924

Okullarda laik eğitime geçiş kapsamında çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla (Eğitim-Öğretimin Birleştirilmesi) birlikte medreseler kapatıldı. Laikliği yeni benimseme aşamasında olan bir toplumda din eğitiminin gerekliliğine inanan Mustafa Kemal Atatürk, medreselerin yerine dört sınıflı 29 adet imam hatip okulu açtı. Bir yıl sonra imam hatip sayısı 26'ya, iki yıl sonra 20'ye, üç yıl sonra da ikiye düştü. 1929-30 öğretim yılında ise son kalan imam hatip okulları da kapatıldı.

Çok partili hayata geçilmesiyle birlikte partilerde oy kaygısı başladı. İslami kesime yakın durmak isteyen liderler, imam hatip liseleri konusunda yumuşamaya başladılar. 1948CHP, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından imam, hatip, vaiz ve yüksek din okulları açılması için Meclis'e kanun teklifi verdiler. Teklif sonucu imam hatip okulları açılmadı ancak 10 ay süreli imam hatip kursları açıldı.

1949Yıl başında dönemin iktidar partisi CHP Ankara ve İstanbul'da iki tane imam hatip kursu açtı. Bir süre sonra kurs sayısı sekize çıkartıldı. Din derslerinin eğitim-öğretim müfredatına konulması da bu döneme rastlar. Okulların dördüncü ve beşinci sınıflarında seçmeli olarak okutulmak üzere din eğitimi başladı. CHP'nin önerisi ile Ankara Üniversitesi bünyesinde ilk ilahiyat fakültesi açıldı.

1950Demokrat Parti iktidara gelmesinin ardından mevcut imam hatip kurslarının yetersiz olduğuna kanaat getirip imam hatip okullarının açılmasını kararlaştırdı. Adana, Ankara, Isparta, İstanbul, Kayseri, Konya ve Kahramanmaraş'ta ilk imam hatip okulları açıldı. 1958 yılında bu okulların sayısı 26'ya, 1969'da 71'e, 1997'de ise 600'e ulaştı.

1951-1959Demokrat Parti lideri Adnan Menderes, 19 adet imam hatip okulu açtı. 1951 yılında imam hatip okullarının dört yıllık ortaokul ve üç yıllık lise bölümü olmak üzere yedi yıllık bir dönemi kapsaması kararlaştırıldı.

1962-1963İsmet İnönü döneminde yedi adet imam hatip okulu açıldı.
1965-1971Süleyman Demirel, 46 adet imam hatip okulu açtı.
1971Askeri darbenin ardından Necmettin Erbakan başkanlığındaki Milli Selamet Partisi(MSP) ile Bülent Ecevit başkanlığındaki CHP koalisyon ortağı oldu.

Ağustos ayında yeni bir düzenlemeyle, imam hatip okullarının dört yıllık orta kısımları kapatıldı. Lise süresi ise üç yıldan dört yıla çıkartılarak meslek lisesi haline dönüştürüldü.

1973-741973–74 öğretim yılında CHP-MSP koalisyonu, imam hatip okullarının orta kısımlarını yeniden açtı ve imam hatip liselerine bütün üniversitelere giriş imkanı verdi.

1974 yılında 33 tane imam hatip okulu açıldı.

1974-1975Bülent Ecevit, 29 adet imam hatip okulu açtı. 1975-1978Süleyman Demirel, 233 adet imam hatip açtı.

1976 Kız öğrenciler de imam hatip okullarına alınmaya başlandı.

1978-1979Bülent Ecevit, dört tane imam hatip açılmasını kararlaştırdı.

15 Ara 2007

PIEDRA IRMAĞININ KIYISINDA


Tanrı, güneşi her gün yeniden doğurarak bizi mutsuz kılan her şeyi
değiştirmemiz için bize zaman tanıyor. Oysa biz her gün, böyle bir
zamanın bize bağışlandığını görmezden geliyoruz.
Bugünün düne benzediği gibi yarına da benzeyeceğini düşünüyormuş gibi davranıyoruz.
Ama dikkatini yaşamakta olduğu güne veren kişi, o büyülü anın varlığını keşfediyor.

O büyülü an belki de sabah anahtarı kilide soktuğumuz dakikada,
akşam yemeğini izleyen suskunluk sırasında, bize birbirinin benzeri
Gelen binbir şeyde gizli.
Mutluluk kimi zaman bir kutsamadır ama çoğu zaman bir fetihtir.
Günün o büyülü anı, değişmemize yardım
Ediyor, bizi düşüncelerimizin peşinde koşmak için yola koyulmaya itiyor.
Acı çekeceğiz, zor zamanlar yaşayacağız, ne var ki bunlar
geçici, iz bırakmayan dönemler olacaktır.
Ve daha sonra geriye dönüp gururla inançla bakacağız.

Kendini tehlikeye atmaktan korkan kişiye ne yazık!!
Çünkü o kişi belki de hiç düş kırıklığına uğramayacak ve peşinden koşacak bir
düşü olanlar kadar acı çekmeyecek.
Ama dönüp de arkaya baktığında (çünkü her zaman sonunda dönüp arkamıza bakarız)
yüreğinde şu sözcüklerin döküldüğünü duyacak;
"Tanrının, yaşadığın her güne ektiği mucize tohumlarını ne yaptın?
Yaradan'ın sana bağışladığı yetenekleri ne yaptın?
Hepsini bir çukura gömdün.
Çünkü onları yitirmekten korkuyordun.
İşte şimdi elinde kalan, yaşamını yitirmiş olmanın kesinliği.... "

Bu sözleri duyan kişiye ne yazık....!
Mucizelere o anda inanacak,
Ama varlığının büyülü anları geçip gitmiş olacak....

Paulo COELHO
PIEDRA IRMAĞININ KIYISINDA OTURDUM, AĞLADIM

10 Ara 2007

Erhan Bener

Bu sabah haberlerde içim burkularak okudum :

"Öykü ve roman yazarı Erhan Bener , Ankara 'da bir süredir tedavi gördüğü hastanede vefat etti. Bener’in cenaze namazına, eşi Neşe Can, oğlu Yiğit ile kızı Yaprak Beren’in yanı sıra, CHP Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Özyürek, yazar-şair Mustafa Şerif Onaran, hikaye yazarı Cemil Kavukçu ile Ayşe Sarısayan, Ezginin Günlüğü grubundan Hüsnü Arkan, Bener’in hayat hikayesini yazdığı ressam Cemil Eren, ressam Turan Erol ile yazarlar Emin Özdemir, Birsen Ferahlı, Ahmet Özer ve Remzi İnanç katıldı."
Bener’in tabutunun üzerine "Yalnızlar" adlı kitabının kapak afişinin örtüldüğü dikkat çekti. Yazarın oğlu Yiğit Bener, örtünün, yazarın tabutunun üzerine "yeşil örtü örtülmesini istemediği için konulduğunu" belirterek, "yazarların kitaplarıyla doğduğu için kitaplarıyla gömülmesinin uygun olacağını" ifade etti."

Erhan Bener bir söyleşisinde şunları söylüyordu :

"Edebiyatın ve özellikle romanın ereği nedir, ne olmalıdır tartışmasına girmeden; yazmanın, her şeyden önce, yazarın kendisi için bir doyum aracı olduğu gerçeği, kim ne derse desin yadsınamaz."

Yazarın "Aynanın Arkası" adlı metni şöyle sona erer :

"Karşıya geçmek için ışıkta durup bekledi. Saatine baktı, randevusunu kaçırmak üzereydi. Keşke bir taksiye binseydi. Yeşil ışık yanar yanmaz atıldı, yola indi. Sonrasını bir daha hiç hatırlamadı. Tam o sırada hızla dönüş yapan bir araba sol tarafından kalçasına çarpıp devirmiş, bir süre de sürüklemişti onu. Sağdan soldan koşanlar güçlükle çıkardılar onu arabanın altından. Az sonra da bir ambulansın siren sesi duyuldu."

Bir paragrafla yaşamının son saatleri anlatılan bir roman kahramanı gibi, aramızdan ayrıldı gitti.
Geriye ne kaldı ?

"Hadi uyan... Boğulacaksın...
Bulanık suların içinde çırpınırken görünmeyen bir el kolundan tutup çekiyor,güçlükle soluk alıyor,ağzına dolan suları dışarı fışkırtırken,yardım isteyenkendi sesini duyuyor,duyduğunu
sanıyor,....."Erhan Bener -İlişkiler

"Genç kız, daha önce bir dergide fotoğrafını gördüğü ressamın sergisine gitmiş ve bir resmini satın almıştı. Sonrasında ise kendisini yaşlı ressamın evine davet ettirmişti. Bu davetin gerekçesi ise ressama modellik yapmaktadır.Hiç umulmadık vakitte ve zoraki bir davet üzerine genç kızın çıkagelmesi yaşlı ressamı epey şaşırtmıştı.Başına buyruk ama aynı zamanda çekici olan genç kız yaşlı ressamı kaygılandırıyordu.

Genç kız tüm çekiciliği ile yaşlı ressamın kalbini fethetmişti. Ama ressam mantıklı bir iş yapmadığını düşünüyordu. Ne de olsa aralarında en az kırk yaş fark vardı. Mantığı ile sevgisi arasında kala kalmıştı. Ama buna son vermeliydi. Her ne kadar genç kız istemese de onu gönderdi. Bu ayrılış sırasında yaşlı ressam yol kenarındaki bitkileri göstererek :“Bunlara yalnızca Bodrum’da rastlayabilirsin. İsmi “Sabırlık” tır. Kaktüsler iyice yaşlanıp kurumaya yüz tutarken göbeklerinden bu tür bitkiler çıkar. Bunlar kaktüsün ölümünün işaretidir. Ama bunu yeniden güç kazandığının belirtisi sanarak kendisini avutur” der.Bu sözlerden genç kız hiçbir şey anlamamıştır."

Sabırlık -Erhan Bener

7 Ara 2007

Kant Felsefesi Notları

Okuyucu için zor olan felsefelerden biriyle karşı karşıyayız.
Muazzam etkisine ve felsefi gücüne rağmen, Kant'ın özellikle üç eleştirisini --Saf Aklın Eleştirisi, Pratik Aklın Eleştirisi, Yargıgücünün Eleştirisi-- okumak, olağan, sokaktaki okuyucu için son derecede zordur. Bu bakımdan Spinoza gibi birinden uzaklaşarak, Leibniz'e yaklaşır. İmanlı bir Protestan olarak Kant'ın eseri bir Kuzey sisi içine gömülmüş gibidir. Bu son derecede kasvetli atmosfer, yine de, düşünceleri doğru dürüst izlendiğinde ve sonuçlarına varıldığında, sisler dağılır ve altta yatan o muhteşem bina, Kant'ın sistemi, bütün haşmetiyle gün ışığına çıkar. Bu sistem bir "eleştiri" olmayı öneriyor. Bu durum, o ana dek filozofların pek alışık olmadıkları bir haldir --filozoflar birbirlerini hep eleştirdiler, çürütüp durdular, ama Kant'a dek kimse, "çağımız bir eleştiri çağıdır" gibisinden, evrenselliğe işaret eden herhangi bir söz etmemişti. İlk kez bir felsefe sistemi, kendisini topyekün bir "eleştiri" olarak sunmaya yeltenmektedir. Bu durumun, modern toplumların dünyanın Avrupa denen kıtasında ortaya çıkışıyla bağıntısı tartışılabilir; Bu toplumlar, bütün ötekilerden ve kendi geçmişlerinden, aşırı hareketli olmalarıyla, hukuksal ve toplumsal düzenlerini yıkıp yeniden inşa etmeyi asla bırakmamalarıyla, üstelik bunu, başka toplumlarda, sözgelimi Antik Yunan'da yer almayan bir kudret, yani Akıl adına yapmalarıyla ayırdedilirler. Bu yıkıcılıktan yayılan budalalık ve şanssızlıklar zinciri, özellikle din savaşlarının yaygınlaştığı yüzyıllarda, yoksulluğun başedilemez hale geldiği dönemlerde özellikle göze çarpıyor. Kant'tan önce 17. Yüzyıl filozoflarının "eski düşünme biçimlerini" yıkıp tuzla buz ettikleri söylenebilir. Ama bu yarım bir portredir. Kant'a gelinceye dek, Descartes'ın, Spinoza'nın ve Leibniz'in "sistem"leri modern felsefenin Kant'la birlikte yeniden yola düzülmesini sağlayacak incelikli araçları büyük bir yetkinlikle ürettiler. Yine Kant'a gelinceye dek, özellikle Anglo-Sakson ampiristlerinin elinde, "dogmatik" düşünce biçimleri derin sarsıntılar geçirdiler. Akıl pek o kadar güvende değildi --kötüye kullanılabilirdi her zaman. Filozofların seçtikleri ilk yolun "akla güvensizlik" ya da "akıldışına kaçış" olmaması bilhassa manidardır. Onyedinci ve Onsekizinci yüzyılların bu özgüveni, klasik karakterlidir ve büyük bir felsefi uğraşıya malolmuştur. Onyedinci yüzyıl, aklı boyunduruğu altında bulunduğu bir dizi baskıdan özgürleştirmek kaygısını taşıyordu --Descartes'da "kuşkular", Spinoza'da "dogmatizm ve din"... Onsekizinci yüzyıla geldiğimizde Kant, aklı korumak uğruna büyük çabasına kalkıştığı zaman, --bunu gerçek anlamında, yani birinin aklını başında tutabilmek uğruna girişmek zorunda olduğu gerçek, somut mücadeleyi anlayın-- modernliğin eşiğine gelmiş bir dünyanın koşullarını buldu karşısında: Aydınlanmış Despot'un döneminden Devrimler Çağı'na geçiliyor gibiydi. İşte Kant, aklı korumanın ve varlığını sürdürmesini sağlamanın yeni araçlara --kuşkusuz felsefi araçlar bunlar-- kavuşturulmaksızın başarılamayacağını anlayan ilk kişi oldu. Aşağıda, aklı korumak ve kurda kuşa yem etmemek uğruna, başarılarıyla başarısızlıklarıyla, iyilikleriyle kötülükleriyle, bir filozofun hangi yolları takip etmiş olduğuna, hangi kavramsal araçları nasıl üretmiş olduğuna bir göz atmaya çalışacağız.
İyi bir Protestan olarak Kant, Onyedinci yüzyılın üç büyük akılcı düşünürünün, Descartes, Spinoza ve Leibniz üçlüsünün sunduklarını tümüyle kabul edemezdi. Spinoza dinin de aklın yanında korunması yolunda sarfettiği büyük çabalar söz konusu olsa bile, bir Protestanı asla rahatlatmayacak, tehlikeli bir felsefi sistem kurmuştu. Spinoza'nın meydan okuyuşu karşısında Descartes felsefesi, "cogito"su dışında çoktan sulara gömülmüştü ve Leibniz'in Spinoza'dan kurtulmak uğruna bahşettiği Théodicée, Tanrı Övgüsü, pek de inandırıcı gelmiyordu artık. İngiliz ampiristleri ise, Kant'ın Hume konusunda bizzat dile getirdiği gibi, onu "dogmatik uykusundan uyandırmış" olsalar bile, aklın korunması açısından yine oldukça tehlikeli düşüncelere sahiptiler. Yeni bir felsefi sistem kurma fikrinin Kant gibi bir düşünüre ne zaman geldiğini, hatta gerçek anlamda gelip gelmediğini bilmiyorum --ama yeni, modern bir felsefe sisteminin inşa edilmesinin tam zamanında yaşadığı ve bunu gerçekleştirdiği anlaşılıyor. Kant'tan sonra herkes, bir anlamda hep Kantçıdır.
"Eleştiri Felsefesi" düşüncesi, her şeyden önce, "sistem felsefesi" fikrini dışlamaz --Kant'ın "eleştirisi" tam anlamıyla, en az Spinoza'nınki kadar "sistem felsefesi"dir. Yalnızca "sistemlerin eleştirilmesi"nin söz konusu olabildiği günümüzde, sistem kurma faaliyetini bir tarafa bırakmış olanların kulağına bunun fısıldanması gerekir. Ama her durumda, Spinoza'nın "sistem"i "hukuki" terimlerden dikkatle kaçınan, doğal karakterli bir sistemdir. Hiç kimse Spinoza kadar, "hukuki" terimlere güvensizlik duymamış, hukuksal otoriteye onun kadar sert saldırılar yöneltmemişti. Kant'ta ise, aksine, "hukuki" terimlerin aşırı bolluğu göze çarpar: Akıl bir yönetici, bir hakim gibi olmalı, yargılamalı, yargısını uygulamaya koymalı, otoritesini gerçekçi bir biçimde tesis etmelidir. Böylece Kant yalnızca kendi kavramlarının değil, bahsettiği herşeyin başına bir "yargıç" dikecektir. Kant felsefesinin temel özelliği, varlığı hukuki terimler dahilinde ne kadar düşünülebilirse o kadar, düşünmeye çabalamaktır. Buna karşın, Kant'ın Hegel gibi bir "hukuk felsefesi" oluşturmak için aşırı çaba göstermemesi anlaşılabilir. Kurduğu mahkemeler, Hegel'in "hukuk"undan farklı yerlere, Devlet'e değil, üniversitelere, sivil, yani burjuva topluma değil kavramlar dünyasına dikileceklerdir.
Peki Akıl söz konusu olduğunda, onu kim yargılayacaktır? Aklı kim yargılamaya yetkilidir? Dogmatikler, Kant'a göre, Aklı yargılamaya bir Kilise öğretisini, dogmasını, ya da akıldışı bir otoriteyi çağırmaları yüzünden, geçersiz ve yetkisiz mahkemeler kurmakta ve insanları haksız yere mahküm etmektedirler. Ampiristler de yine aklın dışındaki bir otoriteyi, deney verilerini, Doğayı ya da başka bir şeyi yargıç kisvesiyle işe koşmaktadırlar. Bilmedikleri, önce "öznenin", yani Aklın bizzat kendini yargılaması gerektiğidir. Kant'ın bu düşüncesinin modern hukukun biçimsel bir ilkesine tamı tamına tekabül ettiğini not etmek gerekiyor: Yargılanan özne, cezaya ya da ödüle layık olabilmek için, önce kendi kendini yargılayabilir konumda olmalıdır --aklı başında olmalıdır, deli olmamalıdır, ergin olmalıdır vesaire... Aklı dış deneysel bir dünya, ya da bir dogma yargılamaya kalkışabilir elbette --ama Kant artık Aklın önce kendi kendini yargılayabilecek, dolayısıyla kendini yargılayacak yasaları imal edecek bir güç haline gelmesini istemektedir. Akıl bir "yasakoyucu" olmalıdır.
Aklın "yasalar koyması" ne demektir? Her şeyden önce, Kant felsefesi Aklın "yasakoyucu" olduğu, kendi kendini yargılama gücüne ve otoritesine kavuşturulacağı bir felsefedir. Akla kimse herhangi bir şey buyuracak yetkiye sahip değildir. Sözgelimi Spinoza, doğanın ya da Tanrı'nın buyruklarının insanların birbirlerine verdikleri buyruklardan bambaşka türden olduğu yolundaki düşüncsinde sonuna kadar haklıdır. Ama Kant'la birlikte, ilk bakışta tuhaf gelebilecek bir düşünce sahneye girer: Kendi kendini yargılamaya girişmeden önce, kendine "yasalar koymak" gerekir --bu yasakoyucu dışarıdan, Aklın dışından getirilemez: Doğa veremez bu yasaları, çünkü, sözgelimi doğa açısından, çocuk yapabilecek yaşa geldiğimde "ergenleşirim" ama Aklın "erginleşmesi" için, ya da başka bir deyişle, insanların beni hukuken "ergin" addetmeye başlaması için, yani kendi hakkımda yargıda bulunmaya "yetkin" hale gelmek için daha on fırın ekmek yemem gerekir. Doğa ile Kültür arasındaki Antik Yunan'dan beri varolan ayrım (nomos'a karşı phusis) Kant ile birlikte çok güçlü bir yapıya kavuşuyor. Böyle bir yasayı Tanrı'nın da koymadığını, onun yasalarının "zorunluluklar"ın dilinden telaffuz edildiğini, dolayısıyla "özgürlüğün" Tanrı yasaları karşısında söz konusu olamayacağını Spinoza'dan beri zaten biliyoruz. Deney de bu yasayı koyamaz, çünkü Hume'ün gösterdiği gibi, salt bir alışkanlıklar zincirine gönderme yapmaktadır --insanın "akıllı" hayatı, orada tam bir uzlaşımlar ve alışkanlıklar silsilesidir ve bütün bunların hiçbir garantisi, hiçbir kesinliği yoktur. Öyleyse Tanrı'nın bahşettiği Akıl, bu yasayı kendi başına koymak zorundadır. Kendini yargılayacak olan yine kendisidir.
Hep "yetkin" olmaktan, "yetkili" olmaktan bahsedip duruyoruz. Kant felsefesi bizi hep bu türden hukuki terimlerle konuşmaya zorlamaktadır. Oysa, yukarıda söylediğimiz gibi, Kant o kadar da "hukuksever" birisi değildir. Hukuki meseleleri İngilizlerin deyimiyle case by case, yani olguların somutu içinde ele almayı daha çok sevebilecek biridir.

ULUS BAKER

6 Ara 2007

Kürt Sorunu hızla siyasallaşıyor mu ?

Brüksel 'de gerçekleşen AB Türkiye masası istişare kurulu toplantısının ardından bu soru sorulmaya başlandı.

Ankara'da ABD parlementerlerinin Kürt kökenli milletvekilleriyle gerçekleştirdiği kahvaltı toplantısı da aynı soruları gündeme taşımıştı.

PKK terörü geçtiğimiz Nisan ayından bu yana ivme kazanırken, bir yandan da etnik bir Kürt söylemi gelişiyordu.

TBMM 'ne seçimle gelen 19 bağımsız Kürt kökenli milletvekili ve AKP içerisinde 75 Kürt kökenli milletvekiliyle birlikte düşünüldüğünde toplam 94 milletvekilinin temsil ettiği % 17 'lik bir etnik gruptan söz ediyoruz .

Türkiye 'deki bu etnik realiteyi AB ve ABD uzun bir süredir incelemektedir.

Öte yandan Türkiye'deki siyasi ve askeri hakim güçler bu konuya etnik açıdan değil , ulus-devlet modeli açısından bakarak etnik bir yaklaşımı reddetmektedirler.

Tek ulus, tek bayrak sloganıyla özellikle milliyetçi ve askeri kanatta ağırlık bulan bu siyasi tavır , giderek PKK 'nın üzerinde çalışacağı bir zemin oluşturmuştur .

Kürt kelimesini telaffuz etmek bile uzun bir süre bölücülük yapmakla eşdeğerde tutulmuştur. Türkiyedeki iktidarlar siyasi çalışmalarında 'Kürt Sorunu' na hiç bir zaman sosyopolitik açıdan ya da kültürel açıdan yaklaşmamışlardır .Kürtlerin ayrı bir dili , ayrı bir etnik kökeni ,kültürü olduğu kabul edilmek istenmemiştir .

Bugün gelinen noktada siyasi uzmanlar , AB kriterlerine göre bu konunun siyasallaşması sürecinin başladığı görüşündeler. Önümüzdeki süreç içerisinde demokratik özgürlükler ve kültürel ayrılıklar prensiplerine göre Kürtlerin farklı bir siyasi statüye doğru ilerlediğini göreceğimizi savunan siyasi yorumcuların sayısı az değil .

Ali Sarp

5 Ara 2007

Pink Floyd hakkında bildiklerimiz ...








Syd Barrett(gitar),
Roger Waters(bas gitar),
Nick Mason(Davul)
Richard Wright(Keyboard)

Syd Barrett grubun kurulduğunda Sigma 6 olan ismini iki blues ustası Pink Anderson ve Floyd C
ouncil'in isimlerini birleştirerek "The Pink Floyd Sound" olarak belirlemiştir.

İlk zamanlar yerel bir kitleye sahip olsalar da kullandıkları görsel efektler ve sahne performansları ile kısa denilebilecek sürede ulusal kitleye sahip olmuşlardır. Kurulduğu zamanlar grupta Bob Klose adlı bir gitarist daha bulunmaktaydı. 5'li "Lucy Leave" ve "King Bee" şarkılarını kaydettiler ancak daha sonra grup bluestan uzaklaştıkça Bob Klose müzikal farklılıklar yüzünden gruptan ayrıldı.

Grup "psychedelic rock" tarzları ve görselleri çok iyi kullandıkları konserler ile Londra yer altının en önemli gruplarından biri haline gelmişti. 1966'da daha bir firmayla anlaşmamışken gazeteci Peter Whitehead'ın çektiği Tonite Let's All Make Love in London belgeselinde şarkılarıyla yer aldılar.1966'da ilk kez bir müzik şirketiyle anlaştılar. 1967'de Arnold Layne single'ı ile müzik dünyasına girdiler. 20. olan bu single'ı See Emily Play takip etti. Şarkı 6. olmuş ve grubu ünlü program "Top of the Pops"'a çıkartmıştır.

İlk albümleri The Piper at the Gates of Dawn bir şarkı dışında tamamen Barrett imzalıydı. Albüm İngiltere'de büyük bir başarı kazandı. Amerika'da albüm çok iyi satmasa da grup Jimi Hendrix ile beraber turneye çıkıp kendini tanıttı.Syd Barrett'in ayrılışı Kompleks bir sound'a sahip bu albümden sonra Syd Barrett ruh sağlığını gittikçe kaybediyordu. Stüdyolara katılmayan, konserlerde iyi performans göstermeyen Barrett'in yanında grup elemanlarının arkadaşı David Gilmour da gitara alındı.

A Saucerful of Secrets grubun beş kişi ile yayınladığı tek albümdür. Ancak Barrett, sadece Jugband Blues adlı şarkıyı yazmış ve Remember A Day'de gitar çalmıştır. Sorunlarının artmasıyla sadece söz yazarı olarak grupla anlaşan Syd daha sonra gruptan ayrılmıştır.Yeni Pink Floyd, grubun beyni Barrett'ten sonra kendilerini bulmak için stüdyoda uzun zaman geçiriyordu. Grup zaman zaman Careful With That Axe, Eugene gibi uzun ve deneysel şarkılar üzerinde çalışıyorlardı. Vokalleri ise Waters, Gilmour ve Wright üçlüsü değişerek yapıyorlardı.


Grup 1969'da More filminin soundtrack'ini yaptılar. Albümde daha önceden yaptıkları bestelerin yanında film için özel besteler yaptılar.Pink Floyd 1969'da ilk iki LP'lik albümleri Ummagummayı çıkarmışlardı. İlk LP'si 4 tane canlı performanstan ikinci LP ise grubun solo çalışmalarından oluşmuştu. İkinci CD'de bulunan solo şarkılardaki psychedelic özellikler hem dinleyiciler hem de eleştirmenler tarafından çok başarılı bulunmuştu.Pink Floyd'un yükselişi 1970'de Atom Heart Mother yayınlandı. Grup albümün ilk şarkısını 23 dakikalık bir beste olan "Atom Heart Mother"ı bir orkestrayla kaydederek olmuşturmuştu.

Grubun üç elemanının da solo eserleri ve bir tane daha deneysel parçadan oluşan albüm Floyd'un o dönem en çok satan albümü olmuştu. Grup üyeleri daha sonra bu albümü beğenmemiş olsalar bile deneyselliği, ses efektleriyle Pink Floyd ile bütünleşecek elementlerin bulunduğu ilk albüm olmuştu. Floyd albümün başarısıyla ilk Amerika turnelerine çıkmıştı.Grup 1971'de ilk dönemlerini anlatan Relics albümünü çıkardı ve Zabriskie Point albümüne şarkılar verdi. Aynı yıl içinde bulunan "Echoes" parçasıyla dikkat çeken Meddle yayınlandı. Ses efektlerin daha da dikkat çektiği albüm, grup tarafından da grupça çalıştıkları ilk albüm olarak görülmüştü. Albüm İngiltere listelerinde 3 numaraya kadar çıktı.

1972'de çıkan Obscured By Clouds, "La Vallee" adlı filmin film müziğiydi. Albüm bir önceki Meddle'a göre daha sade olmasıyla dikkat çekiyordu. Albüm eleştirmenler tarafından çok beğenilmese de ilk kez Amerika listelerine ilk 50'den giriyordu. Free Four şarkısı ise Amerika'da bir hit haline geldi. Şarkı daha sonra çok konu olacak Roger Waters'ın babasıyla ilgiliydi.

Albüm Waters gruptan ayrılana dek David Gilmour'un son yazdığı sözleri içeriyordu.Dark Side Of The Moon 1973 yılında çıkardıkları Dark Side Of The Moon adlı albüm 40 milyondan fazla satarak dünyanın en çok satan rock albümü olmuştur. Bu albümle beraber grubun basçısı Waters'ın grupta egemenliği daha ön plana çıkmıştır.

1969'dan beri İngiltere'de single yayınlamayan Pink Floyd bu albümden Money şarkısını yayınlamış ve bir numaraya oturmuştur.Albüm diğer Pink Floyd albümlerine göre büyük farklılıklar içeriyordu. Saksofon kullanımı ve Wright'ın piyano stili bazı parçalara bir caz havası katıyordu. Albümde bayan vokalistler yer alıyordu.

Grup elemanları arkadaşlarıyla günlük hayatın sorunlarını tartışmış ve bu kaydettikleri ses kayıtlarını albümde kullanmıştı. Şarkıların da her biri arı bir konuya odaklansa da albüm bir konsept olarak insan hayatını temel alıyordu.Albümün başarısı A Nice Pair (İlk iki albümün birlikte olduğu bir toplama), Syd Barrett (Barrett'in iki albümünün beraber olduğu bir toplama) ve Pink Floyd: Pompeii Konseri gibi materyallerin yayınlanmasına neden oldu. Bu toplamalar Pink Floyd'un ilk dönemlerini de yeni dinleyicilere daha yakından tanıttı.Wish You Were Here 1975'te Wish You Were Here piyasaya çıktı. Albümde yer alan Shine On You Crazy Diamond ve Wish You Were Here Barrett'ın anısına yapılmıştır.

"Shine On You Crazy Diamond" içindeki slide guitar ve psychedelic havayla Barrett günlerine bir gönderme yapıyordu. Şarkının sonunda Rick Wright See Emily Play'den bir bölüm çalıyordu. Diğer şarkılar ise müzik endüstrisine karşı bir eleştiriydi.Albüm kayıtları sırasında Syd Barrett stüdyoyu ziyaret etmişti ancak grup elemanları fiziksel olarak değişmiş Syd Barrett'i tanımamışlar, tanıyınca da gözyaşlarına boğulmuşlardı.

Ona besteledikleri şarkıları dinletmişlerdi ve daha sonra Barrett stüdyodan ayrılmıştı. Bu grubun Barrett'i son kez gördüğü andı.

Roger Waters dönemi

Bu albümden sonra Pink Floyd çalışmalarına iki yıl ara verdi. 1977' de yine bir Harvest yapımı olan Animals'ı piyasaya çıkardılar. George Orwell'in ünlü eseri Hayvan Çiftliği'ne nazireten, çeşitli kişilik yapılarının birer hayvan olarak sembolize edildiği albüm oldukça ilgi çekti. Bir Gilmour / Waters şarkısı dışında her şarkı Roger Waters'a aitti. Aynı yıl haziran ayında bir ABD turu yaptılar. Turnede albüm kapağında da kullandıkları büykü domuz da konserlere çıkıyordu.

Turnede bir hayranıyla kavga eden Roger Waters kafasında seyirciyle kendisinin arasına bir duvar örme düşüncesini yaratmıştı. Daha sonra konsepti geliştirerek bir insanın tüm insanlara karşı olması olarak büyütmüştü. Animals' ın ardından 1979 yılında piyasaya çıkan The Wall bu konuları işleyen Pink Floyd'un bir diğer önemli albümüdür.



Bu albümde "Pink" adındaki bir karakterin doğumundan itibaren olan süreç incelenmiş, savaş, babaya duyulan hasret, eğitim sistemi, aldatma gibi konular işlenmiştir. Aynı ismi taşıyan bir filmi de vardır.Albümün kayıtları sırasında Waters egemenliği eline almıştı. Albümde olması gerekenler yüzünden grup elemanlarıyla kavga ediyordu. Özellikle albümde Rick Wright'ın katkısı çok azdır. Tüm bu kavgalara rağmen Another Brick In The Wall (Part 2) ve Comfortably Numb gibi şarkılar büyük başarı kazanmıştı.

Albüm kayıtları sonrası Wright gruptan ayrılmış ancak konserlerde bir turne müzisyeni olarak çalmıştır.1983'te, The Wall'dan artan parçalar ile yapılan The Final Cut, aynı zamanda grubun bir kriz içerisinde olduğunun açık göstergesi olmuştur.

Roger Waters'ın, Richard Wright'ın albümde çalmasına izin vermemesi ve Nick Mason'ın albümdeki bazı parçalarda çalmasını istemeyişi sonucu kavgalar yaşanmış, David Gilmour da sadece tek parça seslendirmiştir. Gilmour, Waters'a albüm için besteler yapabilmesi için albümü geç yayınlamasını teklif etmiş ancak Waters bunu kabul etmemiştir.Albüm savaş karşıtı bir albümdü ve bir çok yönden The Wall albümünü hatırlatıyordu.

Albüm eleştirmenler tarafından beğenilse de diğer Pink Floyd albümleri kadar iyi bir satış başarısı kazanamadı. Albümün turnesi de yapılmadı ve grup elemanları solo çalışmalar için Pink Floyd'dan bir süre uzak kaldılar. Bir süre sonra Roger Waters ile David Gilmour arasındaki anlaşmazlık sonucu Roger Waters grubu dağıttığını açıkladı.

Ancak David Gilmour Pink Floyd adını devam ettirmek istedi ve davayı kazandı.

David Gilmour dönemi

1983'ten sonra 1994'e kadar grup elemanlarının solo albümleri yayınlamakla beraber, 1987 yılında Roger Waters olmadan yaptıkları ilk albüm olan A Momentary Lapse of Reason piyasaya çıktı.

Ancak Roger Waters'ın grubu dava edeceği yönündeki tehditleri sonucu, albümde Pink Floyd adı altında sadece David Gilmour ve Nick Mason çalmış, Richard Wright ise albümde çalan diğer sanatçılar arasında gösterilmiştir. Albümde dışarıdan bestecilerle beraberle çalışılmış ve grup bu yüzden eleştirilmişti.

Grup 1992'deki La Carrera Panamericana filmi için Dark Side of the Moondan bu yana ilk kez beraber beste yaptılar. 1994'te David Gilmour, Wright ve Mason The Division Bell albümünü yayınladılar. Bu albüm çıkışından iki hafta sonra ABD' de 1. sıraya yükseldi. Şarkı sözlerinin çoğunu Gilmour kzı arkadaşı Polly Samson ile yazmıştı. Pink Floyd aynı yıl içinde iki CD'den oluşan P•U•L•S•E adlı konser albümünü çıkardı.


1995'te ise "Marooned" ile tek Grammy ödüllerini kazandılar.Son çalışmalar Grup 1996'da "Rock 'N Roll Hall of Fame"e girmeye hak kazandı Törende Roger Waters bulunmadı. 2000'de Is There Anybody Out There? The Wall Live 1980-81 konser albümü ve 2001'de best of Echoes yayınlandı. 2003'te Dark Side of the Moon yeniden yayınlandı. 2004'te ise Nick Mason "Inside Out" isimli Pink Floyd kitabını yazdı.

Gilmour, Mason ve Wright 2003'te ölen menejerleri Steve O'Rourke için birleşip "Fat Old Sun" ve "The Great Gig In The Sky"'ı cenazede çaldılar. 1981 yılındaki Earls Court (Londra) konserinin ardindan bir daha sahnede birlikte görülmeyen grubun orijinal kadrosu ise 2 Temmuz 2005 tarihinde Londra Hyde Park'ta düzenlenen Live 8 yardım konserlerinde bir araya geldi ve "Breathe", "Money", "Wish You Were Here" ve "Comfortably Numb" parçalarını canlı olarak çaldı.

Grup 2005'te "İngiltere Hall of Fame"e girmeye hak kazandı.

Gilmour ve Mason orada bulundu. Wright ameliyat olduğu için katılamazken, Roger Waters Roma'da olduğu için videosuyla törene katıldı.Grup kurucularından Syd Barrett, 7 Temmuz 2006'da hayatını kaybetmiştir.

2007'de ise onu anma konserinde Roger Waters sahne almıştır, konserin sonunda ise sürpriz olarak Gilmour, Mason, Wright Arnold Layne'i çalmışlardır.

Gecenin son şarkısında tüm konuklar beraber "Bike"ı söylemişlerdir ancak Roger Waters, diğer Floyd üyeleriyle sahneye çıkmamıştır.
Pink Floyd Albümleri :

*The Piper at the Gates of Dawn (1967)
* A Saucerful of Secrets (1968)
* Ummagumma (1969)
* Atom Heart Mother (1970)
* Meddle (1971)
* Dark Side Of The Moon (1973)
* Wish You Were Here (1975)
* Animals (1977)
* The Wall (1979)
* The Final Cut (1983)
* A Momentary Lapse of Reason (1987)
* The Division Bell (1994)

30 Kas 2007

Dante ve Kafka


Dante, kraliyet piskoposu Can Grande della Scala’ya 1316 yılında yazdığı bir mektupta, her metnin en az iki ayrı okuması olduğunu yazar:

"Bir anlamı harflerden ediniriz. Diğer anlam harflerin neyin yerine kullanıldıklarındadır. Yani bir sözlük anlamı, bir de alegorik ya da mistik olan anlam vardır."

Dante daha da ileri giderek, alegorik anlamın da üç farklı okumayı içerdiğini söyler.
Örnek olarak da İncil’den şu alıntıyı yapar:


"İsrail Mısır’dan, Yakup’un evi de yabancıların arasından çıkıp geldiğinde, Yahuda bir sığınaktı ve İsrail onun ülkesi."

Dante şöyle diyor:

"Yalnızca sözlük anlamına bakarsak, önümüze konan şey, Musa’nın zamanında İsrail kavminin Mısır’dan kaçışının anlatılmasıdır."

Alegorik olarak ele alırsak İsa tarafından sağlanan kurtuluş kastediliyor.
Analojik olarak (benzerliklerden / çağrışımlardan yola çıkıldığında) ruhun üzüntü ve zavallılığından kurtulup, mutluluğa kavuştuğunu okuruz.


Dinsel açıdan okursak kutsal ruhun, bu yozlaşmanın köleliğinden kurtulup, sonsuza dek sürecek özgürlüğüne kavuşmasını anlatıyor.

Ama tüm bu mistik anlamlar değişik adlar alsa bile, tarihsel ve sözlük anlamlarından farklı oldukları için genelde alegorik adı altında toplanabilirler.

" Tümü olası okumalardır. Kimi okurlar bir ya da iki tanesini yanlış bulabilirler. Örneğin bölümün yer aldığı bağlamı bilmiyorlarsa, "tarihsel" bir okumaya pek güvenmeyeceklerdir. İsa’ya yapılan göndermeyi çağaşımsal [anakronik] bularak "alegorik" bir okumaya karşı çıkabilirler.

"Analojik" (analojiye dayalı) okumalar ya da "anagojik" (İncil’in batini yorumlarına dayalı) okumalar fazla abartılı gelebilir.

"Sözlük anlamına dayalı" okuma bile kuşku uyandırabilir.

"Çıkmak" ne anlama gelmektedir? Ya da "ev"? Ya da "ülkesi"? Görülüyor ki, yüzeysel bir okumada bile okur yapıtın doğuşu konusunda bilgiye, tarihsel arkaplana, gerektirdiği özel sözcük dağarcığına ve o en gizemli şeye, Aquino’lu Aziz Tommaso’nun quem auctor intendit dediği yazarın amacına gereksinim duymaktadır.

Yine de, yapıt ile okur aynı dili paylaştıkları sürece, her okur her metinden -bu metin ister dada, ister yıldız falı, hermetik şiir, bilgisayar el kitabı, siyasi propaganda olsun- bir anlam çıkarabilir.
Ortaçağın ilk dönem bilim adamları ise değişik din kitaplarının sayfaları arasında israrla yaptıkları okumalarında tek bir sesin yankılarını arayıp durdular: Tanrının logos’unu.


1782 yılında, Dante’nin ölümünün üstünden dört buçuk yüzyıl geçtikten sonra, İmparator II. Joseph, Kutsal Roma İmparatorluğu’nda Yahudiler ile Yahudi olmayanlar arasındaki engelleri kaldıran bir bildiriyi, Toleranzpatent’i yayımladı.

Amacı Yahudilerin de Hıristiyan nüfusa katılıp, asimile olmalarıydı.

Yeni yasaya göre ,Yahudilerin de Alman adları ve soyadları almaları gerekiyordu. Tüm resmi yazışmalarda Almanca kullanacaklar, (o güne değin sorumlu tutulmadıkları) askerlik görevi yapacaklar ve seküler Alman okullarına gideceklerdi.

Bir yüzyıl kadar sonra, 1889 yılının 15 Eylül’ünde altı yaşındaki Yahudi asıllı Franz Kafka, ailenin aşçısı tarafından et pazarındaki Deutsche Volks-und Bürgenschule adlı okula götürüldü. Eğitimine, Çek milliyetçiliği ortamında, Yahudiler tarafından işletilen ve öğretim dili Almanca olan bir kurumda, çoktan ölmüş bir Habsburg imparatorunun istekleri doğrultusunda başlayacaktı.Onun yaşamının yanılsaması belki de orada başlamıştı.


Daha sonra 1904 yılında Kafka arkadaşına yazdığı mektupta şunları söyleyecekti:

"Bizi ısıran ve bizi zehirleyen kitapları okumalıyız. Okuduğumuz kitap kafamıza balyoz indirilmiş gibi bizi uyandırmıyor ise, neden okuma zahmetine girelim ki? Senin dediğin gibi, bizi mutlu kılsın diye mi? Aman Tanrım, hiç kitap olmasaydı da o denli mutlu olurduk. Kendimizi azıcık sıkarsak bizi mutlu edecek kitapları biz de yazabiliriz. Bize gerekli olan, en acı verecek talihsizlik gibi bize vuran kitaplar. Kendimizden çok sevdiğimiz birinin ölümü gibi vuran, insanlardan uzaklara, ormanlara sürgün edilmişiz duygusu veren, intihar gibi kitaplar. Kitap, içimizdeki donmuş denize inen balta gibi olmalı. Ben buna inanıyorum. "

F.Kafka (O.Polak mektupları 1904)

OKUMANIN TARİHİ:Alberto Manguel :Çev: Fisun ELİOĞLUYapı Kredi Yayınları

Sokrates, okuma ile okurun yalnızca bildiklerini canlandırabileceğini söylüyordu: Bilgi ölü harfler aracılığı ile edinilemezdi.

26 Kas 2007

Rene Margritte ve yanılsamalar

Yanılsamaların yaşamın gizlerini sakladığı bir çok düşünür ve sanatçı tarafından öne sürülmüştür. Gerçeğin ne olduğu çağlar boyunca sorgulanmıştır . Gerçeklerin aranmasında hangi zaman boyuntunda ve hangi zaman diliminde olunduğuna bağlı olarak bir takım yanılsamalaroluştuğu bazı ressamlar tarafından kanıtlanmak istenmiştir .

Rene Magritte'in "Pipo" resminde "Bu bir pipo değildir" diye yazar.

Ne de olsa resimdeki bir pipo değildir, o bir resimdir. Bizim orada bir pipo görmemiz ise bir illüzyon, yani bir yanılsamadır.

Daha geniş anlamda ele alırsak, sanat ve hatta - gerçek evrenden gelen uyarılar sonucu beynimizde oluşan algılarlarla beslenen bilişin burada gerçeğinden ayrı içsel bir evren oluşturması nedeniyle - yaşamın kendisi de zaten bir tür yanılsama değil midir?

Rene Magritte'in "Human Condition I" başlıklı yapıtı bize resmin resim olduğunu anlatır. Oda ve pencereden gözüken manzara gerçekliği temsil eder. Pencerenin hemen önünde yer alan tuvaldeki resim manzara ile aynıdır ve onu tamamlar. Resmin içindeki resim resimdir, ama resmin bütünü de resim değil mi ?

Görme, gözde başlar ve üç boyutlu gördüğümüz uzayın gözün retinasına düşen görüntüsü de aslında tuvaldeki resim gibi iki boyutludur. Iki göz arasındaki mesafe nedeniyle nesnelerin retinaya düşen görüntüleri arasında bir kayma olur. Kayma miktarı nesnelerin uzaklığına göre değiştir ve bu iki görüntüyü birden kullanan beyinde derinlik algısı oluşur.

Ancak, tek gözle baktığımızda da hangi nesnenin bize daha yakın, hangisinin uzak olduğunu büyük ölçüde anlayabiliriz. Bu yeteneğimiz yaşamımızın ilk yıllarında bilinçsizce öğrendiğimiz bazı ip uçlarından kaynaklanır. Öndeki nesneler arkadakileri kısmen de olsa kapatır. Nesneler uzaklaştıkça daha küçük gözükür.

Yer düzleminde yer alan nesnelerden yakında olanlar, uzakta olanlara göre daha aşağıdadır. Çok uzaktaki nesnelerin renkleri yakındakilere göre daha soluktur. Ayrıca gölgeler de nesnelerin şekilleri hakkında bilgi verir. Yumuşak geçişler, nesne yüzeyinde yavasça değişen eğimi gösterirken, keskin geçişler ise ani yüzey değişimini gösterir. Bu ipuçları, doğru bir biçimde aktarıldığında, resimde derinlik olduğu yanılsaması (illüzyon) oluşur.

I. Dünya Savaşı'ndan sonra Andre Bretton'un öncülüğünde protest bir akım olarak ortaya çıkan ve düşsel bir anlatım tarzı seçen sürrealizmde, gerçeklik kaygısından uzaklaşıldı, gerçeküstü düzeye çıkıldı.

Sigmund Freud'un kuramlarından esinlenen Breton için bilinçdışı, düş gücünün temel kaynağı, deha ise bu bilinçdışı dünyasına girebilme yeteneğiydi. Bilinç ile bilinçdışını bütünleştirmek üzere, düşsel dünya ile gerçek yaşam "mutlak gerçek", ya da "gerçeküstü" içiçe geçiyordu.

Sürrealizm'in resim alanında yer alan sanatçılar, bir uçta ne olduğu tam olarak anlaşılmayan ancak sezilebilen biyomorfik biçimler kullanarak (simgesel sürrealizm), bir diğer uçta ise ayrıntılarının tümü inceden inceye tanımlanmış olmasına karşın usçu anlamı bozarak (veristik sürrealizm) düşsel bir dünya yaratmışlardır.

Sürrealist akımın, resimdeki önemli temsilcilerinden olan Rene Magritte (1898-1967) Belçika'da doğdu ve yaşadı.1916-18 yıllarında Brüksel Güzel Sanatlar Akademisi'nde öğrenim görmüştü.

("Personal Values" isimli yapıtında nesneler uzaydaki yerleriyle uyumsuz büyüklüktedir.
"The Blank Seeing"de arkada kalarak görünmemesi gereken ağaçlar, hatta boşluk ön plandaki atın önüne gelmektedir.
"The Empire of the Light" isimli yapıtında ise ön plandaki ışık ve gölgeler gökyüzündeki aydınlıkla çelişmektedir

23 Kas 2007

Şah İsmail ve Anadolunun tarihi



İSMAİL Reha Çamuroğlu, Everest Yayınları, 2005,

Bir garip sarmaldır Anadolu tarihi. İç içe girmiş çok sayıda tarihi barındırır.

Dalınca geçmişin tozlu sayfaları arasına, hangi yönden baktığınıza bağlıdır hangi tarihi okuyacağınız. Anadolu'nun batısından doğusuna doğru bakarsanız, ağırlıklı olarak Osmanlı'nın tarihidir bu.

Doğudan batıya doğru bakarsanız, Selçukluların, Akkoyunluların, Safevilerin tarihidir okuyacağınız. Aslında aynı tarihtir bu. Aynı dili konuşanların, Anadolu toprakları üzerinde egemenlik kurmak, egemenliklerini Anadolu'yu birleştirerek pekiştirmek isteyen, çoğu birbiriyle hısım ya da akraba boyların ve beylerin tarihidir.

Olaylar, tarihler, yapılan hamleler değişmez hiç. Değişen tek şey ayrıntılardır. Baktığınız yön, amaçları ve sonuçları değiştiremez ama ayrıntıları öyle değiştirir ki, farklı, yepyeni bir tarih okuyormuşsunuz gibi gelir size.

İsmail, Anadolu tarihini doğudan batıya bakarak romanlaştıran bir kitap.

Erdebil'deki Alevi tarikatının piri Haydar, Uzun Hasan'la Trabzon Rum İmparatoru Kalo İoannes'in kızı Despina'dan olma Marta ile evlidir.

Bu, "birden fazla hükümdarlığın bir tarikatla evliliği"dir aslında .

1487 Temmuz'unun on yedinci günü bu çiftin ikinci bebeği doğar. Tekkenin piri Haydar, yani Marta'nın kocası,oğlunun adını İsmail koyar.

Kimdir bu İsmail? Batıdan doğuya bakarak yazılmış tarihin, tahtını savaş meydanında bırakarak kaçan Şah İsmail'idir.

Batıdan bakan tarih için, bozguna uğratılıp hükümranlığı elinden alınan bir düşmandır İsmail. Doğudan bakan tarih içinse, Anadolu birliğini kurmaya çalışan Türk hükümdarlarından biridir.

Reha Çamuroğlu işte bunu anlatıyor İsmail romanında.

Anadolu tarihinin pek az ele alınmış bir 'karşı ayna'sı tutuluyor yüzümüze. Elbette, her iktidar savaşında bir kazanan, bir de yitiren taraf olacaktır.

Resmi tarihte, nedense hep kazanan tarafın, yani Osmanlının gözünden anlatılır tarihsel olaylar.

Çamuroğlu, bu geleneği yıkıp yitiren tarafın öyküsünü anlatıyor bize, kazanan tarafa çamur sıçratmamaya özen göstererek ama. Yansız bir tarihçinin gözlemleriyle, yitiren tarafın erdemlerini de açıklayarak. Bir anlamda, Leonardo'nun sağdan sola yazısı gibi.

Tarihin değişken yorumlarının olabileceğini dolaylı bir biçimde dile getiriyor. Bir tarafın düşmanı, öteki tarafın kahramanı değil midir her savaşta. Ya bu 'kahraman/düşmanlar' aynı amaç için savaşıyorlarsa? Aynı dili konuşup aynı dine inanıyorlarsa? Bu durumda bir yığın soru üşüşüyor kişinin kafasına. Anadolu birliğine değişik bir açıdan bakmanın tadını yaşadım Çamuroğlu'nun romanını okurken.

Kâfir'in gözlemleri Çamuroğlu'nun bir başka romanıysa, yeniçerilerin ortadan kalkışının öyküsünü anlatıyor bize. Son Yeniçeri, Osmanlıyı zaferden zafere taşımış ama çeşitli nedenlerle yıpratılıp devletle karşı karşıya gelmek zorunda kalmış, kendine özgü köklü bir geleneğe sahip bir askeri ocağın son yıllarını çarpıcı bir biçimde anlatıyor.

Kitabın en ilginç yanlarından biri, olayların bir savaşta esir alınıp sonradan Müslüman ve Osmanlı olan bir 'kâfir'in gözlemleriyle anlatılmış olması;

Osmanlıyı üç kıtada hükümran kılmayı başaran 'devşirme' olgusunu çok çarpıcı bir biçimde, bir roman dokusu içinde anlatması. Kâfiri esir alan yeniçerinin, birkaç yıl sonra on kızıyla evlendirmekte herhangi bir sakınca görmeyişi, imparatorluk ahlakının tipik bir örneği.

Çamuroğlu, bu iki romanıyla Anadolu tarihine, doğudan ve batıdan iki ayna tutuyor. Roman olarak, kusursuz birer yapı içinde. Romanlardaki tarihsel gerçekleri, doğruları, yanlışları tarihçiler tartışsın, bir okuyucu olarak benim damağımda iki güzel roman okumuş olmanın, tarihe çok değişik bir gözle bakmış olmanın tadı var...

Anadolu tarihinin bir bölümüne, değişik bir gözle bakmak isteyen herkese öneririm Çamuroğlu'nun bu iki kitabını. Keşke başka yazarlarımız da bu alana el atsa...

Bilgin Adalı ,2005

19 Kas 2007

Fatih ve Fetih

FATİH VE FETİH
Derleyen: Halit YILDIRIM

KÜLTÜREL BOYUNDURUĞUMUZ: FETİHÇİLİK


Pek çok diğer şey gibi tarihi algılama ve kutlama günlerine ilişkin de çarpık bir durum yaşanıyor Türkiye'de. Oysa aidiyetleri bir yana bırakarak olaya evrensel insanlık ahlâkı açısından baktığımızda, şehrin 29 Mayıs 1453 günü Osmanlılarca işgali ile 15-16 Mart 1920'de İngilizlerce işgali arasında, işgalcilerin kimliği dışında son tahlilde öz olarak bir fark olmadığını görürüz.

Şehrin o anki meşru sahiplerine yabancı olan güçlerin, silah zoruyla işgali anlamında bu iki günün de kutlanması değil, aksine barışçıl ve hakça bir dünya yaratmak için tarihin kaydettiği olumsuzluklar olarak anılmaları gerekiyor. Buna karşılık 6 Ekim 1923 tarihinin, şehrin yabancı tahakkümden kurtarıldığı bir gün olarak kutlanmayı gerektirdiği açıktır.

Resmi tarihlerden bilgi almaya kalktığımızda pek çok soru yanıtsız kalır. Çünkü resmi tarih, bilgilenmemiz için değil, koşullandırılmamız için yazılmıştır. Osmanlı devlet yapısında bir dönemeç olan Çandarlı tasfiyesinin arka planı geçiştirilir.

II. Mehmet'in annesinin Hıristiyan inancıyla ölmüş Madam Mara Despina olduğu ve manastıra gömüldüğü özenle saklanır. Osmanlı'nın Fatih zamanında bir Türk devleti olmaktan iyice uzaklaştığı, buna karşılık gerçek Türk devletleri olan Candaroğulları devletini (1461), Karamanoğulları devletini (1464) yok edip, Akkoyunluları ezmesi Türklüğün gereği gösterilir.


Dukas, şehre girişi, Ulubatlı Hasan efsanesi temelinde değil de, açık bırakılmış olan Kerkoporta Kapısı'ndan gerçekleştiğini, buradan giren 50 kadar yeniçerinin, içerden sura tırmanarak oradaki direnişi kırıp yukarı çıkmaya çalışan diğer askerlere yol açtıklarını yazar. İlginçtir, bazı Osmanlıcılar bunu kendilerine bir hakaret addederler; büyük bir telaş içinde, bir “Kerkoporta hadisesi” (!) olmadığını, şehre “cebren” ve “harben” girildiğini ispatlamaya çalışırlar. Çünkü bu, “Bizans mağlubiyetini tevil ve Türk zaferini küçültmek” anlamını taşıyormuş.

Özel isim olarak sözü edilen bir “Ulubatlı Hasan”a gelince, öncelikle anımsamalıyız ki, ilk Osmanlı kaynaklarının hiçbirinde “Ulubatlı Hasan” adında dev cüsseli bir yeniçeri” yoktur. Osmanlı'nın kendi “milli” kayıtlarında olmayan, kendi genelkurmayının saptamadığı bir efsanedir “Ulubatlı Hasan”.Peki ama nereden çıktı bu “Ulubatlı Hasan”?

Fatih'in, İslam'ın egemenliğinde olmakla birlikte kozmopolit bir İstanbul yaratma çabası, o dönem şeriatçılarını olduğu kadar günümüz Türk-İslamcılarını da önemli oranda rahatsız eden, İslam'ın hoşgörüsü olarak sunulmaya çalışılarak mümkün olabildiğince çarpıtılan olgulardan biridir. Ancak bu iki kesim tepkilerini farklı bir şekilde dile getirmektedirler.

İlginçtir, fetih sonrasında Osmanlılar şehri doldurmakta bir hayli zorlanacaklardır. Gelenlere bedava ev ve iş yeri önerilmesine rağmen şehir rağbet görmeyecektir. Bursalılar, Edirneliler'in yanı sıra köylüler de gelmek istemeyecektir. Uğruna bunca insan öldürülen, bunca yıkım yapılan, “peygamberin vasiyeti olan”, dünyanın en güzel mekanlarından birindeki şu şehre insan bulmakta zorlanılması gerçekten de çok ilginç. Bu dönem “lanetli” muamelesi görüyor İstanbul.
Sonuçta İstanbul sürgünlerin, zorla yerleştirilenlerin şehri olarak kuruluyor.


ÇAĞ AÇMA EFSANESİ!

Resmi tarihlerde İstanbul'un fethi, aynı zamanda “Orta Çağ'ı kapatıp Yeni Çağ'ı başlatan” bir olay olarak aktarılır. Ancak sıra bu iddianın gerekçelendirilmesine gelince dikkate değer hiçbir açıklamayla karşılamayız. Bununla birlikte fethin “çağ açtığı”, dolayısıyla Fatih'in “çağ açan” olduğuna ilişkin iddia, ifrat düzeyinde yinelenmeye devam edilir. 29 Mayıs 1453, “çağın değiştiği gün!” ilan edilir.

İddianın biçimlenmesinde gariplikler vardır üstelik. Örneğin Cumhuriyet sonrası sağcı tarihçiliğin icadıdır bu “çağ açma” esprisi. Hatta, kimi ilerici yazarlarımızın, (hatta daha gariptir bir Rum yazarımızın) bile teşne olabildiği bir iddiadır.

İstanbul'un fethedildiği o yüzyılda Orta Çağ, gerçekten de tarihsel ömrünü tüketmiş, çözülme sürecinde epey mesafe kat etmiş bulunmaktaydı. Ancak Batı dünyası, diğer bir dizi olanak ve iç ayrışmayla Orta Çağ'ı aşma süreci yaşarken, Osmanlı, ne yazıktır ki İstanbul'la birlikte, kendi orta çağının en büyük manevi sembollerinden birine kavuşuyordu. Bu anlamda İstanbul'un fethinin, medeniyet tarihi açısından, Osmanlı'nın orta çağını kalıcılaştırdığını söylemek, “Orta Çağ'ı kapattığını” söylemekten çok daha gerçekçi olacaktır.

Özetle dünya gerçekten de yeni bir çağa yönelmekte, modern dönemin öğeleri fışkırmaktadır birbiri ardına. Bu değişimin öğelerini, bir bütün olarak insanlığın felsefede, sanatta ve bilimde önemli atılımlar yapmasında, üretimde, gemicilikte ve askerlikte yeni teknolojilerin kullanıma sokulmasında ve dünyanın coğrafi keşfinde arayacaksak, açıktır ki İstanbul'un fethi hem bu öğelerden biri değildir, hem de Osmanlı'nın bu gelişmenin dışında kalmasını engelleyici bir işlev görememiştir.

Bu durumda teslim etmek zorundayız ki, İstanbul'un fethinin, dünyanın sonraki biçimlenmesi üzerinde doğrudan ve temelli bir etkisi yoktur. Nitekim şehrin Hıristiyan dünyası için ekonomik bir önemi ve Haçlı Seferleri'ni kışkırtan bir Kudüs kadar bile manevi değeri kalmadığından dişe dokunur bir yardımla desteklenmemiştir.

Bu bağlamda, tarihsel ömrünü çoktan tamamlamış olan Bizans'ın yıkılmasına “çağ değiştirme” gibi hamasi bir anlam yüklemenin, komplekslerimizi dışa vurmaktan öte hiçbir maddi temeli yoktur.

Tüm bu aktardıklarımızın ışığında artık rahatlıkla yineleyebileceğimiz gibi, Fatih ile safiyane cihat ve gazacılık arasında çizilen paralellik doğru değildir. Fatih tıpkı diğer benzerleri gibi, karşıt dinlerden insanlara saldırdığı kadar kendi inancından olan insanlara da saldırmış olan bir imparatordur. Onun diğer Müslümanlardan ilhak ettiği toprakların genişliği Hıristiyanlardan ilhak ettiği topraklardan daha geniş, öldürdüğü Türk ve Müslümanların sayısı öldürdüğü Hıristiyanlardan daha fazla olmuştur.

Lamartine, Fatih'ten, “Padişahlar içinde en az inanç sahibi” olanı diye söz eder. Fetih ile birlikte, “erdemleri ve kusurlarıyla Bizans'ı sindirmiş” yeni bir Osmanlı gerçeği inşa etmiştir. Gerçekte Fatih, Osmanlı'nın şeriatı en çok revize eden, şeriata değil koşullara uygun bir imparatorluk keyfiyeti güden, deyim uygunsa laikliğe en yakın Osmanlı padişahı olmuştur.

Abartılı bir iddia olmakla birlikte Sadi Irmak'ın şu ifadesi bütünüyle temelsiz değildir: “Fatih'in bütün yerli ve yabancı çağdaşları şu noktada birleşmektedirler ki, O, belki bütün zamanların ilk laik Müslümanıdır. Sarayında Müslüman ve Hıristiyan bilginler yan yana yaşamakta ve itikat konuları dahil her ilmi meseleyi en büyük bir müsamaha ile tartışabilmekteydiler.”

“Fatih'in en fazla dikkate değer taraflarından bir tanesi de onun 18. asrın sonlarına kadar gelip geçmiş Osmanlı padişahları arasında taassuptan en fazla sıyrılanı ve Batı'ya karşı yakınlık duyanı olmasıdır”

Veli adıyla bilinen oğlu II. Beyazıt, sofu ve barışsever bir hükümdardı. Babasının 'bir fitneciler ve riyakarlar sürüsü yüzünden Peygamber Hukuku'nu ihlâl etmiş olduğuna' inanıyordu. Fatih'in İtalyanlarca yapılmış olan resim ve heykellerinin büyük bir bölümü tiksintiyle elden çıkarıldı.
Bugün İngiltere'de British Museum'da olan Bellini'nin meşhur portresine gelince, önce üzerine boya geçirilerek imha edilmek istenmiştir. Babinger'e göre ise Fatih'in ölümünden sonra II. Beyazıt tarafından sattırılmıştır. Sonuçta resim, İngilizlerce temizlendikten sonra müze koruması altına alınmış ve bu sayede günümüze ulaşma şansını elde etmiştir.


Fatih sonrası Osmanlı sarayı hızla çoraklaşmaya başlayacak, din eğitimi dışındaki dallar tasfiyeye uğrayacak, bununla kalmayıp din eğitimi de tek tipleşecektir.

Çandarlı'nın boğdurulduğu 1453'ten, 16. yüzyıl sonuna kadar iktidar olan 48 vezir-i âzamın sadece dördü Türk-Müslüman soyundandır. Bu durum Fatih ile başlamak üzere Osmanlılığın “milli” kimliğini ne kadar çok yitirdiğinin göstergesidir. Bu vezir-i âzamların üçü ayrıca hadım edilmiş olmak üzere hepsi kendi ailelerinden koparılmış Hıristiyan kökenlilerdir.

Osmanlı geleneği kendini Müslüman-Türk halktan öylesine ayırmıştır ki, Saray erkanının din değiştirmiş veya değiştirmiş görünen Hıristiyan kapıkullarından oluşması bir yana, kendi geçmişleriyle bağları canlı pek çok ünlü Osmanlı büyüğü ile karşılaşırız. Birkaç örnek vermek gerekirse; Vezir-i âzam Mahmut Paşa, 1457'de Sırbistan'da büyük Voyvoda olan Mihail Angeloviç'in kardeşidir. Vezir-i âzam Hersekzade Ahmet Paşa, Hersek Dükü'nün kardeşidir. Meşhur Sokullu Mehmet Paşa Peç Başpiskoposu'nun kardeşidir.

Kimsenin kuşkusu olmasın ki eğer Osmanlı gücünü süreğen koruyabilmiş olsaydı, bugün Türklükten söz etmek mümkün olmayacaktı.

Bu açıdan Fatih, Türklüğü küçümseme ifadesi olarak kullanan Osmanlı saray geleneğinin uç noktalarından biridir. Padişahlar Müslümanlığı hiç olmazsa kimlik olarak kullanmış, kendilerini onun gazileri olarak sunmuş, egemenliğin güvencesi için de olsa işgal ettikleri topraklara Müslüman nüfus yerleştirmiş ve ayrıcalıklı din olarak Müslümanlığın yayılmasını sağlamışlardır.

Ancak aynı şeyi Türklük açısından söylemek mümkün değil. Türkçe'nin Saray'a girmesine izin vermeyen Osmanoğulları, tüm yazışmalarını, edebiyatlarını Arapça ve Farsça üzerinden yapmış, giderek bu iki dilin belirlediği ve halkın anlamadığı bir Osmanlıca kırma dil üretmişlerdir. Yunus Emrelerin, Karacaoğlanların, Pir Sultan Abdalların Türklüğü açıktır, ama Türkçe konuşmayan ve yazmayan bir Fatih'in Türklüğünü ve Türklüğü yücelttiğini ispatlamak için bilimsel ahlâk dışında yollara başvurmak gerekecektir.

Burada üzerinde asıl durulması gereken olgu, bu ölüm vesilesiyle Osmanlı Sarayı'nda süregelen iktidar çatışmasının birdenbire ilginç boyutlara tırmanmasıdır. Öyle boyutlu bir çatışma ki Fatih'in naaşı ortada kalıyor. Ortada kaldığı kesindir çünkü üstünde mum bile yakılmıyor, kendi sarayında kokmaya bırakılıyor Fatih'in cesedi, öyle ki yanına kimse yanaşamayacak hale geliyor, çünkü o sırada Saray'da kıran kırana bir iktidar savaşı sürmektedir.

Ölümünün üzerine ortada kalakalan Fatih'in cesedi ile nihayet 11 gün sonra ilgilenilecektir; İshak Paşa'nın oluruyla kokmuş cesedin üzerine nihayet mum yakılacak, Kethuda Kasım cesedin içini boşaltıp ilaçlayacaktır. Ancak bekletme işi devam edecektir; ta ki Beyazıt'ın, 21 Mayıs 1481'de İstanbul'a gelmesine kadar. İşte bunun bir gün sonrasıdır ki, Fatih'in 18 günden beri beklemekte olan cesedi gömülebilme olanağına sahip olacaktır.



Özetle, Fatih'in son günlerinde Osmanlı sarayı'nın durumu, II. Murat'ın son yıllarındaki Saray'ın durumu gibidir. Ancak bu kez saflar ve misyonlar değişmiştir. Sanılanın aksine Fatih, kadir-i mutlak güçte değildir. Gerek süreğen savaş politikasının kapıkullarındaki tepkisi, gerekse halka yüklediği vergiler ve para değerinin sürekli düşmesinin yarattığı tepkiler onu iyice güçten düşürmüştür.

Böylece, “II. Mehmet 1481 yılında öldüğünde, gerçi eskisinden daha geniş ve güçlü bir imparatorluk bırakıyordu; ancak, yorgun bir ordu, sıkıp suyu çıkarılmış ve hoşnutsuz bir halk, öfkeli ve bölünmüş bir seçkinler topluluğu da...”


KAYNAKÇA
FATİH ve FETİH-Erdoğan AYDIN
Cumhuriyet Kitapları-8. Baskı : Aralık 2006

14 Kas 2007

Milliyetçilik

Milliyetçilikler Meselesi Üzerine Notlar

Bir Ulus Baker analizi :

1. Çağımız, kitleler karşısında duyulan bir korku içinde.

Bu korku bir taraftan devletçi bir mutlakçılığın imgelerini, öte yandan kamu vicdanının elektronik bir denetimini de birleştirmekten geri kalmıyor. Bu korkunun öteki kutbundaysa “devrimci” şiddet (bunun ‘sosyalizm’ çerçevesinde kurulmuş olmasının zorunlu olmadığı da artık günümüzde, İslam ve milliyetçilikler sayesinde ortaya çıkıyor) ya da terörizm yer alıyor.

Her ne hal ise, “totaliterlik” söylemlerinin belli bir süre oluşturduğu mitos, varlığını farklı düzlemlerde sürdürmeyi seçiyor. Geçmişe, özel olarak sosyalizmin geçmişine oranlıyor kendini.

Ancak “totaliterlik” tezlerinin içselleştirilmiş oluşunun, “milliyetler” sorununun patlayışını yaşayan günümüzde bazı varsayımlar uyandırabilme konusunda özel bir yeteneği var. Bu varsayımların bağlandığı temel varsayım, içten ya da dıştan bir ölüm tehdidiyle karşı karşıya kalan, mutlak, kökten, ölümcül bir olumsuzlukla yunmuş yıkanmış, ve asıl önemlisi, bireyler üzerinde mutlak bir tekbiçimlilik kurabileceği düşünülen “toptan” bir kitle hareketi varsayımıdır.

Bu düzlemde insan çoğullukları yalnızlıkla, dışa kapalılıkla, bu arada modernliğin son görüntüsü “yabancı korkusu”yla betimlenmiş bir yalnızlık içinde soğurulmaya çalışılır.

Bu varsayımın (totaliterlik tezlerinin belirdiği çeşitli alanların yanında ve ötesinde) bir metafiziği ve bir romanı da vardı: Eğer bu metafizik Hannah Arendt ve Leo Strauss tarafından verildiyse, “roman” ise bir bakıma Orwell tarafından verilmişti.

İster roman isterse metafizik çerçevesinde olsun bu varsayımın belirgin bir özelliği var: Her zaman aktüel olduğunun “kanıtlanabilmesi”.

Bu kanıtlanabilirlik, totaliterlik tezlerinin özel bir efekti olarak düşünülebilir. Hiç kimse, tarihin ya da kendi özel biyografisinin belli bir anında, Orwellvari bir cehennemde yaşamakta olduğunu hissetmemiş olamaz.

Bunun milliyetçilikler meselesini ele alma yönünde temel bir öneme sahip olan birkaç temasını saymaya çalışalım:

1. Egemenlik problematiğinin (siyasal düşünce ile eş uzamlı olan) mutlak bir şartlandırma ile tam olarak örtüştürülmesi.

2. Sunî bir dilin yaratılmasına kadar varan bir “mutlak” propaganda düşüncesi.

Öyle ki, bu sunî dilin sözcükleri bile düşünme özgürlüğünü yok etmektedir.

Milliyetçilik sorununun bu iki temel varsayım üzerinde tartışıldığı söylenebilir.

(Siyasal aktüelliğin dayattığı totalitarizm varsayımı,) global ve birleştirici söylemlerin çöktüğü iddia edilen günümüzde, insan, sanki totaliterlik konusunda insanlığın temel, vazgeçemediği bir ihtiyacı varmış gibi, sözgelimi sosyalizmin çöküşüyle milliyetçilik cereyanlarının bu totaliterlik varsayımının karşılaştığı boşluğu yeniden doldurmak üzere harekete geçme zorunluluğunda olduklarını düşünüyor.

Milliyetçilik, yolundan sapmış (neye göre?) bir modernliğin totaliterlik ihtiyacının dışavurumu olarak kabul edilmektedir.

2. Milliyetçiliğe biçilen bu rol, onun tarihsel anlamının göz ardı edilmesiyle sonuçlanmaktadır.

Ne Ulus-Devlet’in o barok ussallığı, ne Machiavelli’nin Kilisenin ökümenik egemenliğinden kurtuluşun ve özgürleşmenin temel şartı olarak koyduğu ulusal birlik düşüncesi, ne de Alman Romantiklerinin, özellikle Herder’in Kulturnation olarak insanlığın derin ve gizli dayanışma istencinin ifadesi olarak tasarladığı, belki ütopik, ama kesinlikle günümüzün totaliterlik ihtiyacı varsayımıyla açıklanamayacak ulusçuluğu, günümüzdeki tartışmaların odaklaştığı noktaların yakınına bile gelememektedir.

Günümüz tartışmalarında itiraf edilmeden arka planda duran, tartışmaları üstten belirleyen, yine ve yine kapitalizmdir. Doğu Bloku’nun çöküşüyle varolma hakkını kesinleştirdiğini, beraat ettiğini düşünen bir kapitalizmin. Uzun bir süreden beri “ulus-devlet” formunda faaliyetini sürdüren kapitalizm (yüzyılımız başlarında dünya pazarının paylaşılması, özellikle de petrol kuyularının başına sınırları cetvelle çizilmiş ‘ulus-devlet’leri getiren) işleyişini dünyayı ulus devletlere bölerek gerçekleştirmektedir.

3. Milliyetçiliklerin patlayışının “özgürlüğün” kazanılmasının bir bedeli olarak düşünülmesini savunanlara karşı modernlik öncesi siyasal düşüncenin doruklarından birinin, Spinoza’nın, Tractatus théolo-gico-politicus’undan alıntılanmış bir pasajla yanıt verelim:

“Her bakımdan bir Tiran olduğunun belli olmuş olmasına rağmen, bir Monark’ın yaşamını elinden almak daha az tehlikeli değildir... Büyük bir ihtimalle, halk tiranını değiştirebilir, ama Tiran’ı yok etmiş olmaz. Hatta monarşik egemenliği başka bir formla değiştirmesi bile oldukça zordur bu yoldan.” (TTP., XVIII, 308.)

4. Sadece yukarıdaki alıntı bile, sonuçları belirlenmemiş bir özgürlük mefhumunun anlamlılığını tartışma konusu yapmaya yeter.

Devlet toplum ilişkileri, her türlü yapısal, iktisadi ilişkiler düzeyi saklı tutulursa, çok özel, kendine özgü ve indirgenemez bir tutku ilişkisini de içerir: inanç, iman, vatanseverlik vb. Diğer kutuptaysa çıkarlara ilişkin göstergeler, ussal belirlenimler, Devlet ciddiyeti ve devlete sahip olmanın ciddiyeti ve en önemlisi mülkiyet formları yer alır. Kitlesel hareketler tarzında aktüel varoluşunu sürdüren milliyetçilik türünün birinci gruba dahil edilmesi gerektiği açıktır.

5. Milliyetçilik formu altında varoluş şansına erişen, ifade bulan tutkular, tutku olarak kendi içlerinde ne iyi ne kötüdürler. Totalitarizm ihtiyacıyla harekete geçenlerin yanında, tutku olarak aynı öze sahip, ama göreli olarak belli ‘totaliterlik’ formlarını karşısına alan özgürleşmeci tutkular da sözkonusudur.

Tutkular ve ussallık modernliğin birbirine karşıt hale getirdiği bu iki temel güç, milliyetçilik perspektifi içinde bir barışma mekanı oluşturabilirler.

Bu geçici olsa bile, özellikle Kulturnation (kültürel ulus) ile Staatnation’u (devlet-ulus) birleştirme hülyasıyla hareket eden Alman düşünürlerinin 19. yüzyılda temellerini attıkları bir ulusçuluk geleneği içinde, oldukça derin bir ifade bulabilirler.

6. Kulturnation ve Staatnation, farklı varoluş biçimlerine, farklı ifadelere, farklı tarihçelere ve tarihsel güzergâhlara sahip iki çizgi olarak çıkıyorlar karşımıza.

Yunanlılar Hellas’ın dilsel, dinsel ve kültürel birliğini tek bir devlet haline gelmek yolunda hiç sorunlaştırmadılar. Aksine bu kültürel birliğin temel formu olan Site, İskender egemenliği altındaki birleşme ile yıkıma uğradı.

Öteki poleis karşısında kıskançlıkla savunulan polis, Staatnation devreye girdiği anda yokoldu. Bu durum, Kulturnation’u Staatnationsuz kavrayamayan devlet hikmetine yürekten inanmış ulusçuluk cereyanları açısından anlaşılmazdır.

* Staatnation kuramcılarının hedefi sanıldığı gibi bir Kulturnation’un birleştirilmesi değildi.

Hedeflenen daha çok, Staat’ın tanımladığı bir arazi (ulusal sınırlar) dahilindeki nüfus üzerinde kurulacak bir “créole” egemenliği, heterojen bir nüfusun işlenmesi, yola konulması ve birçok anlamda homojenleştirilmesiydi.

Herder’in Kulturnation’u için o kadar tanımlayıcı olan dil birliği Staatnation modusunda yürütülen projelerde ancak ikincil, bağımlı bir role sahiptir.

Staatnation idealiyle Kulturnation’un özdeşleştirilmesi bir sentez olmaktan çok, Kulturnation’un devlet mantığının temel ihtiyaçlarına oranlanması, bağımlı kılınmasıdır.

Bu durum, 18. yüzyıl öncesinin o naif, simgesel ve kırılgan “ırklar mücadelesi” kavrayışından oldukça uzak, ulusu nüfusla tanımlayan bir rasyonalitenin içkin ırkçılığıdır. Staatnation haritaysa Kulturnation ormanlar, şehirler, kırlar, denizler, akarsular ve göllerdir. Staatnation’un müdahalesiyle bunlar “kaynak” adını alırlar: Madenler, iklimler, göçler, işgücü; hidroelektrik santralleri, barajlar, ormanlık alanlar. Staatnation devlet mülkiyeti demektir: özel mülkiyet vergiye bağlanır, işgücü denetim altına alınır.

7. Kulturnation/Staatnation ayrımında (ve bunları birleştirme ihtiyacında) Almanya’nın 19. ve 20. yüzyıl macerası Avrupa kıtasında bu bakımdan en aydınlatıcı olanıdır.

10. yüzyılda “Alman Krallığı” denebilecek bir oluşum vardır. Buradan, sürekli değişen sınırlara sahip bir imparatorluğun geliştiğini görüyoruz.

Bu yüzden “Alman Devleti”nin coğrafi birliği hiçbir zaman belli sınırlara irca edilerek tanımlanamıyordu.
Cermen kökenlerden sadece ve sadece bu anlamda söz edilebilir. Bilindiği gibi, Roma imperium’u altında, “özgür” Almanya ile Roma Almanya’sı kültürel ve ekonomik ilişkilerini sürdürmüşlerdir. Bavyera dışındaki bölgelerde, 3. yüzyıldan başlayarak Stamme birlikleri oluşur.

Kavim göçleri başlayınca Cermenler güneybatıya doğru ülke değiştirirler. Ardından Hıristiyanlaşma gelir ve İskandinav dünyasıyla ve kültürüyle son bağlantılar da kopuverir.


Wagner’in ve daha sonra Nazi ideologlarının aradığı Cermen kökeni işte budur.

Hiçbir romantizm tarihin belli bir okunmasının dışında değildir. Fransız Devriminin bir yıl öncesinde, “Sur l’histoire de la France”ta bir yıl sonraki devrimin beklentisi içindeki sahte papaz Abbé Hably “anlatılan hikayelerin ulusların yüzünü değiştirebileceğini” yazıyordu.

Bir anlatı olarak tarih okuma eninde sonunda tarihin akışını şekillendirdiği bir boyuta sahiptir. Kavimlerin savaşı olarak okunan tarihten sınıfların savaşı olarak okunan tarihe, uluslar savaşı olarak okunan tarihten, sistemler savaşı olarak okunan tarihe bir geçiş vardır.

Bir bakıma, savaşsız düşünülemez olan bir bir tarih tarihçesi vardır karşımızda. Prusya’nın bürokrasi, aristokrasi ve otokrasi tarafından belirlenen daha kısa bir tarihçesi, “herşey devlet için” modelini benimseyen Nazilere bu uzak söylemlerden daha yakındır bir bakıma. Nietzsche’nin faşizmin bir ideologuna dönüştürülmesi sürecine, Cermen eski tarihinin ulusal bir tarihe dönüştürülmesi tekabül eder.


(*) Bu iki alan, sanıldığı gibi birbirlerine zorunlu bir bağımlılık içinde değildirler. (Hiç değilse antikite tarihi bunu gösteriyor.) Biraraya gelişleri, birbirleriyle içiçe geçişleri modernliğin müdahalesini şart koşar.

Ulus Baker 'i sevgiyle anıyoruz . Y.Ç:

12 Kas 2007

Franz Kafka


A. Ömer Türkeş 'in bir Kafka incelemesi :

Yaşamı boyunca pek tanınmayan, tüm yazdıklarının imha edilmesini vasiyet ettiği yakın arkadaşı Max Brod’un ‘ihaneti’ sayesinde hikaye ve romanlarıyla bir edebiyat efsanesine dönüşen Franz Kafka, 1883’te, Alman asıllı Yahudi bir tüccarın en büyük oğlu olarak Prag’da doğdu.

İlk ve orta öğrenimini Alman okullarında tamamladı.

1901’de Karl Ferdinand Üniversitesi’nin kimya fakültesine kayıt yaptırdıysa da, karar değiştirip önce edebiyat ve sanata yöneldi, en sonunda annesiyle babasının isteğine uyarak hukuk eğitiminde karar kıldı.

Üniversite yılları verimliydi Kafka’nın. 1902 yılında tanıştığı Max Brod sayesinde Prag’ın edebiyat çevrelerine açıldı.

Nietzsche’den, Darwin’den ve ‘sosyalizm’den etkilendi.

Dini inançları olmamakla birlikte, etnik kimliği nedeniyle Yiddiş tiyatro çalışmalarında yer aldı.

1906’da hukuk doktoru olduktan sonra bir yıl mahkeme stajı gördü. 1908 ortalarında Bohemya Krallığı İşçi Kaza Sigortaları Kurumu’na hukuk danışmanı olarak girdi.

Yarı zamanlı bu iş sayesinde yazmaya zaman ayırabiliyordu. Sanılanın aksine ne içine kapanıktı ne de sosyal ilişkileri zayıftı.

Yürüyüş yapmayı, yüzmeyi ve kürek çekmeyi, dakika dakika planladığı seyahatlere çıkmayı seviyordu. Kadınlarla ilişkisiyse ikircikliydi; bir yandan fahişelere düşkünlük gösterirken diğer yandan tutkulu romantik aşk arayışındaydı.

Evliliğe her zaman soğuk bakan Kafka, 1912’de nişanlandığı Felice Bauer’le sıkıntılarla dolu beş yıllık nişanlılık süresinden sonra 1917’de ayrıldı.

Bu dönem aynı zamanda Kafka’nın en verimli çağıydı: Bir gecede yazdığı ’Dos Urteil / Yargı’, en önemli yapıtlarından ’Die Venvandlung / Değişim’ ve yarım bıraktığı ’Der Verschollene / Kayıp’ romanı, çocuk ile aile arasındaki çatışmaları konu alan hikayeleriyle tematik bir bütünlük gösterirler.

Kafka bu dönem içinde, ’Der Prozess / Dava’ romanını ve ’In der Strafkolonie / Ceza Sömürgesi’ adlı uzun hikayesini de tamamlar.

Felice Bauer ile 1917’deki ayrılığına eş zamanlı olarak yakalandığı verem hastalığının aslının psikolojik olduğuna, evlenmemek için vereme yakalandığına inanıyordu Kafka.

Hastalığı sayesinde I. Paylaşım Savaşı’na katılmadı. 1918’e kadar zamanının büyük bir kısmını kırsal bölgelerde geçirdi, sağlığıyla ilgilendi, yaşayış ve kültürlerini bilmediği Doğu Avrupa Yahudilerini incelemeye ve İbranice öğrenmeye başladı.

1919 yılında geçirdiği ağır grip veremini iyice azdırdı. Bu sırada Julie Wohryzek ile kısa süreli bir nişanlılık dönemi geçirmişti. 1922’de emekli edildi; ki bu, onun maddi durumunu olumsuz biçimde etkiledi.

Sağlığı ile birlikte moralinin de iyiden iyiye bozulduğu bu dönemde tanıştığı Çek gazeteci Milena, Kafka’nın hayatında önemli bir yer kapladı.

Evli bir kadın olan Milena ile Kafka arasındaki dostluk 1920-1923 yılları arasında mektuplarla sürdü ve Kafka güncelerini Milena’ya bıraktı.

Üçüncü romanı ’Dos Schloss / Şato’yu 1922’de yazdı Kafka.

’Sevgili Milena’, çok sonraları -Kafka’nın üçkızkardeşi gibi - hayatını Alman toplama kampında kaybedecekti. Kafka, aile bağlarından, maddi ve manevi yıkıntılarla yaşadığı Prag’dan 1923’te Berlin’e giderek kurtuldu.

Berlin’de Polonyalı Ortodoks bir Yahudi ailesinin kızı Dora Dyment ile tanıştı; ve hep aradığı türden bir aşka kavuştu.

Ancak ailesi bir kez daha engel olmaya çalıştı Kafka’ya. Bu kez boyun eğmedi; belki de hayatında ilk kez mutlu ve coşkulu bir ruh hali sergileyen Kafka, Dora ile Berlin’de yaşamaya başladı.

Ne var ki hastalığı son safhasındaydı. ’Ein Hungerkünstler / Açlık Cambazı’ adlı hikayesini tamamlarken hastalığı şiddetlenince 1924’te Prag’a döndü. Viyana yakınlarındaki bir sanatoryuma yatırıldı. 3 Haziran’da öldüğünde henüz kırk yaşındaydı.

Kafka Prag’da gömüldü.

Hemen hemen bütün eserleri ölümünden sonra Max Brood tarafından yayına hazırlanan Kafka, 1920’lerin sonunda önce Alman edebiyat çevrelerinin ilgisini çekmişti. Ancak 1950’lere gelindiğinde ünü bütün Avrupa’yı kapladı.

Kafka’ya gösterilen ilgide dönemin ruhsal ve zihinsel atmosferiyle yazarın temaları arasındaki şaşırtıcı örtüşmenin etkisi inkar edilemez.

Yalnızlık, yolunu şaşırmışlık, arayış, saçma yaşamın doğallığı, kalabalıklar, yabancılaşma, kısaca modern bireyin bunalımları ya da kabusları...İşte bütün bunlarla örülüdür Kafka’nın hikayeleri.

Ama büyüklüğü o kabusları hikayeleştirmesinde değil, hikaye ediş tarzında, uslubuyla yarattığı Kafkaesk dünyasındadır.

Anlattığı o akıl almaz hikayeleri, en olmadık zamanda yaptığı ayrıntı aktarımları yardımıyla gerçekliğe bağlayan Kafka’nın ironisi, bir şatoyu, bir davayı ve böcekleşmiş bir bedeni, anlamlı metaforlara dönüştürür.

Her karakter, her eylem ve her ayrıntı göründüğünden farklı anlamlar yüklenirken Kafka okuyucuya kesin bir şey göstermez, ima eder. Bu imacı yaklaşım, yaşamın başka sunumlarını sorguluyan daha yukarıdan bir sunum olarak işlerlik kazanır ve çok katlı okumalara açılır.

Kafka’nın dünyası çok katlı okumalara öylesine açıktır ki, birbiriyle çatışan görüşlerin hemen hepsine malzeme sağlayabilir. Edebiyat tarihinde metinleri Kafka kadar didiklenen bir başka yazar bulmak zordur.

1950’lerde Lucas, Adorno, Benjamin, Brecht gibi Marksistlerin gerçekçilik üzerine yaptıkları canlı, zengin ve eşsiz tartışmalarda merkezi bir yer tutan Kafka, Varoluşçu yazarlar - özellikle Camus - tarafından da benimsenmiş, çevrildiği dillerin edebiyatlarına yayılan etkileriyle 20. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vurmuştur.

Ancak yaratıcılığının büyüklüğü üzerindeki fikir birliği eserleri üzerindeki yorum farklılıklarını gidermemiş, tersine her geçen gün ortaya atılan yeni yeni yorumlarla bu farklılıklar derinleşmiştir.

Sontag’ın ifade ettiği gibi, ’Modern yorumlama biçeminde metin deşiliyor, deşilirken de yok ediliyor; metnin ‘arkasında’ bir şeyler aranıyor; deşilerek, gerçek olduğuna inanılan alt-metin ortaya çıkarılmaya çalışılıyor.

En çok tutulan, en etkili modern öğretiler, Marx’ın ve Freud’un öğretileri, sonunda çok ayrıntılı yorumbilim dizgeleri, saldırgan ve saygısız yorum kuramları olup çıkıyor.

Gözle görülebilen tüm görüngüler, Freud’un deyişiyle açık içerik olarak tanımlanıp bir kefeye konuyor. Bu açık içeriğin de, altında yatan gerçek anlamı örtük içeriği bulup çıkarmak için didik didik edilip bir yana atılması gerekiyor.

Marx’ta devrim ve savaş gibi toplumsal olaylar, Freud’da bireyin yaşamına ilişkin olaylar (nevroz belirtileri ya da dil sürçmeleri) ve metinler (düşler ya da sanat yapıtları) bunların hepsi yorumlanacak şeyler olarak ele alınıyor.

Örneğin Kafka’nın yapıtları en azından üç yorumcu ordusu tarafından kitle talanına uğramıştır. Kafka’da toplumsal alegori bulanlar, yapıtlarında çağdaş bürokrasinin yarattığı sıkıntıların ve çılgınlıkların örneklerini, bunların sonucunda doğan buyurgan devleti görürler.

Ruh-çözümleme alegorisi bulanlarsa Kafka’nın, babasına karşı duyduğu umarsız korkunun, hadım edilme endişelerinin, iktidarsızlık duygusunun, düşlere sığınmasının örneklerini görürler.

Kafka’nın yapıtlarını dinsel alegori olarak görenler de ‘Şato’daki K.’yı cennete girmeye çalışan biri, ‘Dava’daki Joseph K.’yıysa Tanrı’nın amansız, gizemli adaletiyle yargılanan biri olarak kabul ederler..

. ’Yorumlardan hangisinin Kafka’nın metinlerini daha iyi açıkladığını söylemek zor.

Çünkü Kafka’nın kendisi de bir çözüme ulaşmamış, gördüğü karabasandan uyanmamıştır.

’Kafka’nın gerçeği, gerçeği görmeyen, düş gören bir insanın gerçeğidir.’ Benjamin’in sözleriyle,

Kafka’nın eseri sanki ayrı bir yerde, kendiliğinden oluşmuştur, Kafka’nın kendisi de eserinden ayrı bir yerdedir ki bu, eserlerini bütün ilişkilerden, yazarından bile koparır.

Öyleyse Kafka sorununun üstesinden gelebilmek için tutulacak yol ne olabilir? ’En doğrusu, şu soruyu sormalı: ne yapmıştı Kafka? ’

Nedir Kafkaesk?

Bu sorunun yanıtına yaklaşabilmek için önce hikaye ve romanlarıyla başlamak, yani Kafkaesk dünyaya adım atmak gerekir.

Önce çok kısa özetleriyle başlayalım: ’Yargı’ düğünü arifesinde ruhsal açıdan babasına bağımlı olduğunu kabullenmek zorunda kalan ve babasının kendisi için verdiği ölüm kararına isteyerek boyun eğen genç bir adamın; ’Değişim’, bir sabah uyandığında kendisini böcek olarak bulan Gregor Samsa’nın hikayesidir. ’Kayıp / Amerika’nın kahramanı 16 yaşındaki genç Karl Rossmann, hizmetçiyi iğfal ettiği gerekçesiyle ailesi tarafından yollandığı Amerika’da hayata tutunmaya çalışır.

’Dava’nın konusu hiçbir neden gösterilmeksizin dava edilmek üzere tutuklanan banka memuru Joseph K.’nın suçsuzluğunu umutsuzca kanıtlama çabasıdır. ’Ceza Sömürgesi’nde bir bilim adamı, kendisine ne gibi suçlar yüklediğini anlatan darbelerle yaralana yaralana korkunç bir biçimde öldürülür. ’Bir Akademiye Rapor’ yavaş yavaş insana dönüşen bir maymunun ağzından aktarılır. ’Şato’da K. adlı adam arazi ölçüm işleri için çağrıldığı şatonun sahibine ulaşmak çabasıyla geçirir günlerini... İşte Kafkaesk’i oluşturan hikaye ve romanlar bunlar... Peki nedir Kafkaesk? Milan Kundera, ’Roman Sanatı’ adlı kitabında dört belirleyici nitelik saptamış. Kundera’ya göre Kafkaesk’in ilk niteliği şu: ’[Kişiler] kurtulamadıkları ve anlayamadıkları tek ve dev bir labirentsi kurumdan başka bir şey olmayan bir dünyadadırlar’. İkincisi; ’[Kişiler] için olası başka hiçbir dünya olmadığına göre onların bütün varlığı bir hatadan ibarettir’. Üçüncüsü; ’Cezalandırılan cezanın nedenini bilmez. Cezanın saçmalığı öylesine katlanılmazdır ki, suçlanan kişi huzura kavuşabilmek için cezasına bir doğrulama bulmak ister: Ceza suçu arar’. Ve dördüncüsü; ’Kafkaesk dünyada komik trajiği güçlendirmek için değil, onu anlamsız kılmak için kullanılmıştır’.Kafka’nın hikaye ve romanlarını incelemek için iyi bir izlek sunmuş Kundera. Gerçekten de ’Değişim’, ’Amerika’, ’Dava’ ve ’Şato’da karşımıza çıkan kahramanlar hep aynı labirentlerle, aynı anlam yitimleri, anlamsız suçlamalar ve cezalarla karşılaşırlar. Kafka’nın Türkiye’de popülerlik kazanmış metinlerinde ’Değişim’, ’Dava’ ve ’Şato’da kolaylıkla izlenen bu özellikleri, bugünlerde iki farklı yayınevi tarafından basılan ve daha az bilinen ’Amerika/Kayıp’ romanı üzerinden incelemekte fayda var. Kafka Amerika’da’Kayıp’(Amerika) romanı şu cümlelerle açılır: ’Hizmetçi bir kız tarafından baştan çıkarılıp kendisinden bir çocuk peydahladığı için yoksul ailesi tarafından Amerika’ya gönderilen on altı yaşındaki Karl Rossmann, hızını kesmiş gemiyle New York limanına girdiği bir sırada, uzun süredir izlediği Özgürlük Anıtı’nı aniden güçlenen bir güneş ışığı altında gördü. Anıtın kılıcı tutan kolu daha bir yükselir gibi oldu şimdi; bedeninin çevresinde ise rüzgarlar özgürce esiyordu.’ İlk bakışta hiçbir alaycılık taşımayan bu ifadeler Kafka’nın ironik anlatımının karakteristiğidir. Çünkü, ilerleyen sayfalarda Karl’ın bedeninin çevresinde özgürce esen rüzgarlarla Karl’ın Amerika’da sürdürdüğü boyun eğmiş, bağımlı hayat tam bir zıtlık yaratacaktır. Elbette yazar da bu zıtlığı bilmektedir, ama yergisinin kılıcını keskinleştirmek için bilmezden gelmiştir. Yaşanan olaylar kendi içlerinde öylesine mantıklıdır ki; bu mantık içinde tüm dünyayı hem komik hem anlamsız hem de acımasız kılarlar. Hikayeyi üçüncü tekil şahsın ağzından anlatan Kafka, olayları, durumları, kişileri ve diyalogları sanki kendi sözü yokmuşçasına aradan çekilerek dillendirir. Öyle ki Karl Rossmann’ın karşılaştığı olaylar aslında onun algı ve yorumlarını sürekli dışlayacak, genç adamın saçma sapan, önemsiz durumlar karşısında takındığı ciddi tavır bir durum komedisine dönüşecektir. Yeni ayak bastığı New York’ta tesadüfen karşısına çıkan senatör dayısı sayesinde bir anda talih kuşu konmuştur Karl’ın başına. Yüzlerce odalı saray yavrularında, parıltılı eşyalar arasında, zenginliğin alemet-i farikası sayılan aktivitelerle geçen günler çok çabuk tükenecek, dayısı tarafından nedensizce suçlanan Karl, bir anda kendisini Amerika’ya özgü dipsiz yoksulluk içerisinde bulacaktır. Kafka’nın kâbusuKafka’nın absürd/saçma mizah anlayışı Karl Rossmann kimliğiyle bürünür ete kemiğe. Diğer romanlarında olduğu gibi, Karl da zayıflık, itilmişlik, güçsüzlük ve çaresizlikle malüldür. Ama o bu malüllükten etkilenmez. Tıpkı Dublin sokaklarında bir ileri bir geri dolanan ’Ulysses’in kahramanı Bloom gibi o da yeni bir sanat öğrenmektedir: Görmek ve görmemek. Karl görür ve gözler, ama merceğine takılanlarla duygu ve düşünceleri arasına bir sınır çekmiştir. Her şeyi fark eder, ancak hiçbir şeye yoğunlaşmaz, hiçbir şeyden kırılmaz, hiçbir şeyi kötüye yormaz. Öyle ki zenginlikten yoksulluğa savruluşu bile büyük bir etki yaratmayacaktır üzerinde. Düştüğü en zor, en acımasız koşullarda kendi yolunu bulmasını, dış dünyayla iç dünyası arasına bir mesafe koymasını, durumdan ‘yararlı’ dersler almasını bilir; ’Kafka metinlerindeki tutunamayan tip, sırf tutunamadığı için güçlü kalmış gibidir.’ Bu, büyük kentlerin ve kalabalıkların, dış dünyanın etkilerinden kaçmanın yegane yoludur; bir eksiklik veya yokluk olmaktan çok, kişinin kendisini korumasını sağlayan etkin bir araçtır . Karl’ın Amerika’sı, Kafka’nın Amerika’sıdır. Kahramanının kendisini korumayı becerdiği metropol kalabalığı, Kafka’nın kabusudur. Karıncalar imparatorluğunu hatırlatan New York şehri ’dolaylı ilişkilerin uçsuz bucaksız labirentini, modern yaşama biçimlerinin getirdiği bölünmeleri, karmaşık, karşılıklı bağımlılıkları dile getirmesiyle’ Kafka’yı yıldırmıştır. Romanın pek çok bölümünde görmediği ama tahayyül ettiği metropolden manzaraları aktarır. Bir alıntıyla örnekleyelim:’Karl’ın memleketinde böyle bir yerden bütün manzara ayaklar altında olabilecekken, buradan görüne görüne adeta tepeleri budanmış iki sıra halindeki binaların arasından dümdüz, bu nedenle de kaçarcasına, yoğun sisler içinde bir katedralin müthiş siluetinin yükseldiği uzaklara doğru uzanan bir yol görülebiliyordu. Sabah olduğu kadar akşam ve de gece görünen düşlerde yoğun bir trafik akıyordu bu yoldan; yukarıdan bakıldığında, sanki sil baştan, çarpılmış insan yüzleriyle her türden araba çatısından bir karışım oluşuyor ve bundan da, gürültü, toz ve kokularından, kat kat çoğalan vahşi, yeni bir karışım yükseliyor, bunların tümüne de, nesne kalabalıklarından durmadan saçılan, alıp taşınan ve yeniden yeniden getirilen güçlü bir ışık egemen olup nüfuz ediyordu; bu, büyülenmiş gözlere öyle bedensel bir şeymiş gibi görünüyordu ki, sanki sokağın üstünde her şeyi kaplayan bir camın her seferinde yeniden, olanca gücüyle parçalanacağı izlenimi veriyordu.’Kalabalıklar içinde yalnızlaşmanın ve yabancılaşmanın dehşeti kadar aile kurumunun toplumsal iktidarın yapıtaşı olduğunu da fark etmişti Kafka: 1912 yılında yazdığı ’Yargı’ ve ’Değişim’ hikayeleri gibi ’Amerika’ romanında da birey- toplum çatışmasını aile kurumu etrafında işlemiştir. Bu noktada yazarın kendi tarihine, babasının baskıcı kişiliğine ve mutsuz ailesine birebir karşılık gelecek motifler bulunabilir. Ne var ki edebiyat aracılığıyla başka bir gerçeklik düzleminde yeniden inşa ettiği Kafkaesk dünya, yazarın biyografisine indirgenemez. Kafka’nın kahramanlarının ellerinde olmadan gelişen, onların sadece yüzleşmek zorunda kaldıkları olaylar aslında modern insanın yaşamak zorunda kaldıklarına dair güçlü eğretilemelerdir. Kendi özel dünyasının nevrotik olup olmadığının hiçbir önemi yok, önemli olan onun modern çağ nevrozlarının anlatıcısı olması, bireyin nevrozlarını hepimize ait olan bugünün dünyasının nevrozları haline getirmesidir. ’Bir insanın özgünlüğü ne kadar büyükse, o insan boğuntu karşısında o kadar çaresiz kalır,’ demişti Kierkegaard. Kafka bu özgünlükten fazlasıyla nasibini almıştı; Lucas’ın ifadesiyle ’gözü dönmüş ve ürkütücü bir boğuntu karşısında ne yapacağını bilemeyen modern bireyin / yazarın klasik örneğiydi’ o.

Çaresiz kaldığı boğuntuyu ve onun hem tamamlayıcı bir parçası hem de nedeni olan bölünmüş karanlık dünyayı herkesten daha fazla içinde duyumsayarak yansıttı; ’Bu dünyanın, insanı irkilten yanı korkunçluğu değil, olağan görünüşüdür’. Kafka benzersizliğini, bu temel yaşantıyı iletecek dolaysız ve yalın bir anlatım yolu bulmuş olmasına borçludur.

A. ÖMER TÜRKEŞ

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...