20 Haz 2007

Medeniyetler Çatışması

Medeniyetler Çatışıyor mu ?

“Homo homini Lupus”

Üniversitelerde hukuk dersine bu cümleyle başlayan hocalar vardır .Genel olarak bizim liselerimizde Latince öğretilmediği için bu cümlenin anlamını da kimse bilmez.Bizim liselerimizde öğrencilerin ve atalarının içinde yaşadıkları kültüre ilişkin hiç bir dil doğru dürüst öğretilmez.Devlet liselerinde Türkçe ,İngilizce ,Fransızca ve Almanca dersleri lise öğrencisine dert çıkarmaktan başka bir işe yaramaz . Lisede bu dillerden birini alan öğrenci , o dilin ve kültürün yarısını bile öğrenemez .Kültür dilleri olan ,Farsca ve Arapça giderek Osmanlıca da öğretilmez.Böylesine kapsamlı bir filoloji eğitimi üniversitelerde bile yoktur.Bu nedenle hukuk dersine giren çiçeği burnunda üniversite öğrencisi ,bu latince cümlenin anlamını bilemez. Sonradan yarım yamalak öğrenir.
Bu cümlenin bir hukuk değimi olduğunu düşünür ve not defterine de öyle yazar. Romalı ünlü tiyatro yazarı Plautus (MÖ.184 yılında ) bu kavramı eserlerinde sık sık kullanırmış. İnsanın bir öldürme makinası olduğunu ve yaşamak için öldürmek zorunda olduğunu eserlerinde anlatmaya çalışırmış.Aynı tezi ,yani insanın öldürmeden duramayacağını kanıtlamaya çalışan felsefeciler de olmamış değil.Hep aynı yere çıkan yolun sonunda öldüren insan var.Sürekli öldürüyor.Töre için,kan için,inanç için ,kıskandığı için,para için,zevk için,yemek için,giymek için,bazen de nedeni olmadan öldürüyor.Homo sapiens öldürmekten hoşlanıyor.

“İnsan insanın kurdudur’.

İnsan düşüncesi ,kendini tanıdıkça tarih boyunca kendi karşıtını ve yani ötekini kendinden apayrı ve karşıt bir varlık gibi yaratma eylemi içinde olmuştur. Her uygarlık kendi Doğu ‘ sunu ya da Batı’ sını yaratmakta hiç geri kalmamıştır . Hint,Hitit,Sümer ,Mısır,Yunan,Roma,Bizans,Avrupa ,Amerika uygarlıkları hep kendini ve ötekini yaratagelmiştir . Kendi olanlar ve öteki olanların mücadelesi hiç tükenmeden sürmektedir..Ötekini kendi aynasında üretme ihtiyacı , bir zorunluluk olmuştur insan için . Ötekiliğin yaratılma sürecinin , kendini bilmeyle başladığı söyleniyor. Bu muhteşem keşfi mitolojiye göre ‘Narsisus’ başlatıyor . Sudaki kendi ve öteki kendi . Ötekine bakarken kendimizi gözlemliyoruz . Kendimize bakarken ötekini arıyoruz .Burada Hegelci düşünceye de atıfta bulunmak gerekir . Hegelci düşünce tarihin ve evrenselliğin merkezinde kalmak istemiştir hep . Bu bağlamda Hegelci düşünce (1) kendi olmayı seçip , öteki olanları dışlamıştır . Batının sürekli doğuyu dışladığı gibi .
Ortak hafızalarımızda yerleşik uygar dünya ve öteki dünya imajı artık her yerde karşımıza çıkıyor . Kendimize uygun olmayan düşünceyi öteki düşünce kılarak dışlama cesaretini gösterebilme lüksünü ‘modernite’ beraberinde getirmiştir . Kendi merkezci bir bakış , kültürel anlamda kendinin olmayan kültürleri de öteki kılma , ötekileme eylemini de beraberinde getiriyor . Çünkü yaratmanın , yaratıcılığın temelinde kendine karşı olanı da anlatma , ötekini anlatma kaygısı da vardır .Kendini anlatarak ötekini tanımlama , medeni dünyayı tanımlarken medeni olmayan dünyayı da tanımlama anlamına geliyor.Bu bağlamda birey olmak ya da birey olmamak çelişkisi ortaya çıkmaktadır . Kendini keşfeden birey , ötekini, de tanımıştır . Bu keşfini anlatmak o kadar da kolay değildir .Çünkü kamusal alanda kendini bilmekle öteki olmak ayırımı yoktur . Herkes kendidir ( Yani herkesin kedisi kendisidir , bu keşfi paylaşmak da uygun değildir .) ve birdir ( Bir olan da herkesin kendidir , tektir . ) . Öteki ise düşmandır ve kötüdür . Ötekini konuşmak ve keşfetmeye çalışmak iyi değildir . Hoş değildir . Birey olmayı öğrenen kişi hem herkesin kendisi gibi olmadığını bilir , hem de bir olan kendini öteki gibi görür.Bu öteki olma onu bir yol ayırımına getirir. Felsefe tarihinde bunun çok örneği vardır . Sokrates(2) örneğin .,kendi olma ya da öteki olma dengesini , o muhteşem keşfini ötekilere anlatamamıştır . Haksızlığa uğrayanları anlatanlar hep öteki olma suçlamasıyla karşılaşmışlardır . Platon(3) eserlerinde bu çelişkiyi işlemiştir . İçinde yaşadığımız çağda modern toplumların çelişkileri işte bu kendini bilme ile ötekini tanıma arasındaki denge ekseninden geçmektedir . Bireyler arasında yeni saflaşmaların olduğu , kıpırdanmaların görüldüğü bu yıllarda bilgisiz ve düşünsel donanımı zayıf bireyler , kendileri olma uğruna , öteki olmayı ya da ötekini oynamayı daha kolay ve verimli bulabilmektedirler . Görünen tablo ise , kendini bilme sürecinin çok güç ve acılı olması itibariyle , artık yavaş yavaş cazibesini yitirdiği , öteki olma ve ötekini oynamanın çok daha karlı olduğu günleri n tablosudur.Bu tablonun dışına çıkmadan içinde yaşıyoruz .
Son yılların çok gözde bir deyimi olan , medeniyetler çatışması ilk ortaya atıldığı günden bu yana sürekli anlam değiştiriyor.Kavramın soğuk savaş döneminde bazı siyasi bilimciler tarafından etkin bir biçimde kullanıldığını söyleyebiliriz. Berlin Duvarı’nın yıkılışı sürecinde kavram , sembolik olarak komünizmin ve sosyalizmin iflası olarak yorumlanmak istendi.1961 yılında yapılan duvar 1989 yılında ekonomik ve sosyal iflasın eşiğine gelen sosyalist bloğun gevşemesiyle yıkıldı. Bu olay sembolıik olarak Liberalizmin zaferi olarak ilan edildi.Bu olaydan sonra kavrama anlamlar yüklenmeye başlandı. Medeniyetler çatışması siyasi olarak komunizmle ,liberalizmin çatişması olarak lanse edildi.Batı liberal kapitalist medeniyet ,doğu sosyalist ve komunist medeniyetle çatıştı ve batı medeniyeti bu çatışmadan galip çıktı. Bu tema her yerde işlendi.En küçük gazeteden en etkili Tv kanalına kadar aynı tema üzerinde yoğunlaşıldı.1993 yılına kadar tartışılan bu konu Huttington’un makalesiyle farklı bir boyuta taşınmıştır. (4)
Bu tema 11 Eylül olaylarına terör saldırılarından sonra daha sık kullanılır oldu.Irak krizi ile de manşetlere yerleşti.Hala da oralardan aşağı inmedi.Uzun bir süre de ineceğe benzemiyor.Giderek deyimin kapsamı daraltılıp , yönlendirildi ve çatışma bir dinler çatışması gibi algılanır oldu.Hıristiyanlarla Müslümanlar karşı karşıya getirildi ve çatışma denen şeyin bu iki dinin çatışması haline geldi..Bugün medeniyetler çatışması kavramı çoğu kez dinler çatışması gibi algılanıyor.Özellikle medyanın ve kimi siyaset adamlarının söylemlerinden bunu anlıyoruz.Öte yandan binlerce yıldır aynı sokakta barış içinde yanyana yaşayan üç dinin kanıtlarını barındıranŞam, Kudüs,İstanbul,Sevilla ,Granada,İskenderiye,Kahire ve daha nice kent mimari üslubu ve ibadet yerlerinin çeşitliliğiyle bize başka şeyler anlatır gibi öylesine duruyorlar yerlerinde (5). Bu yazıda önce ‘Medeniyetler çatışması ‘ kavramını açıklamaya çalışacak, dinlerin karşı karşıya getirilmek istenmesinin nedenlerini araştıracak,böyle bir kampanyanın boyutlarını saptamaya çalışacağız .

Medeniyet nedir ?


Feodal Devrim

Önce medeniyetler kavramını tanımlayalım : İnsanların tarih boyunca kurduğu ve birbiriyle çatışan medeniyetler hangileridir ? İnsan topluluklarının yaşam biçimlerini fark edilir derecede değiştiren iki devrim, medeniyet var insanlık tarihinde. Birisine 'Neolitik Revolution', neolitik devrim adı veriliyor. İnsanların milattan önce 8-9 bin yıl önce şehirlere yerleşmesiyle başlıyor , ehlileştirilen hayvanlarının tarımda kullanılması, şehir köy farklılaşması, ondan gelen işbölümü, yönetim ve yazının bulunması gibi çok hatırı sayılır değişimler yaşanıyor.İşte medeniyet , uygarlık denen şey budur.Bu medeniyetin coğrafyası bellidir .Güneyden başlayarak kuzeye ve batıya yayılan bir medeniyet. Feodalite dediğimiz , köylülük dediğimiz şey. Önce Hitit,Sümer,Pers,Mısır,Yunan sonra Roma ardından da Osmanlı imparatorluğu, bu medeniyetin imparatorluklarıdır.Dünyanın her yerinde bu devrim yaşanmıştır ve 8-9 bin sene sürmüştür.Bu medeniyetler binlerce yıl içinde farklı bilgi ve sermaye birikimleri yaratmışlardır .Burada İmparatorluklar döneminde zengin olan burjuva sınıfı ,endüstri devrimini yaratacak sermaye birikimini yaratabilmiştir .(6)

Endüstri Devrimi

İkincisi ise endüstri devrimidir . İngiltere’den başlayarak Avrupa’ya sonra da Amerika kıtasına yayılan medeniyet. Endüstri devrimi köylerde yaşayan nüfusu şehirlere taşımıştır. Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçilmiştir. Yani makineler ortaya çıkmıştır. Birkaç yüz insanın bir ayda yaptığı işi bir günde yapan makinalar ortaya çıkmıştır.Tarım toplumunda görülmeyen yeni yönetim biçimleri,üretim ilişkileri ortaya çıkmıştır. Feodal yapıdaki sanayileşemeyen toplumlar örneğin Osmanlı İmparatorluğu,Hindistan,Çin,Afrika endüstrileşen toplumların gücü karşısında duramamışlardır(7). İşte medeniyetler çatışması esasında budur . Feodal medeniyetle endüstri medeniyetinin çatışması sonucunda imparatorlukların bir çoğu yıkılmıştır.Birinci dünya savaşı bunun en belirgin göstergesidir.Birinci dünya savaşında imparatorluklar yok edilmiştir.Feodal tarıma dayalı medeniyetin geçerliliği artık kalmamıştır .Onun yerine endüstri toplumları güçlenmiştir.İngiltere ‘nin bütün bir yüzyıl dünyaya hakim olduğu 19. Yüzyıl endüstri devriminin dünyaya yayılmasın örnekleriyle doludur.Askeri ve ekonomik gücü elinde bulunduran İngiltere yüz yıl boyunca tüm dünyaya hükmetmiştir.

Teknoloji Devrimi

Üçüncü devrim teknoloji devrimidir . Teknoloji devriminin birinci aşaması tamamlanmış , ikici aşamasına geçilmek üzeredir.Daha henüz insanların bariz bir şekilde ,örneğin tarım toplumundan endüsri toplumuna geçerken yaşadıkları aşamalara benzer aşamalar yaşanmamıştır . Örneğin bazı alanlarda , otomotiv, ilaç,ileri teknoloji üretimleri kısmen robotlar tarafından yapılabilmekte fakat insan faktörü hala egemen bir öğe olarak üretim maliyetlerini ve ilişkilerini belirlemektedir.Bu değişimin tamamlanması ancak teknoloji devrimine geçişi mümkün kılacak , yeni bir medeniyete geçilecektir. Henüz bu medeniyete geçişi yalnızca bilim kurgu kitaplarında okumaktayız .Bu hızla giderse bu yüzyılın sonunda teknolojik gelişmenin ikinci aşamasına geçilebilir .Ünlü bilim kurgu yazarları bu çatışmanın robotlarla insanlar arasında olacağını tahmin etmektedirler.Sürekli olarak kullanılan tema budur .Türünün ilk örneği olan Stanley Kubrick ‘in 2001 Space Odsey adlı filminde uzay gemisinin üstün özellikli bilgisayarı insanlarla bir mücadeleye girer,Isac Asimov’un İmparatorluk adlı dizisinin ana teması da budur.Terminatör dizisinde de aynı tema işlenmektedir.Gelecekte ortaya çıkacak olan robot insan savaşının detayları anlatılır. Örnekleri saymakla bitiremeyeceğiz . Genel olarak medeniyetler çatışmasından anlamamız gereken budur .

Günümüzde dünyanın çeşitli yerlerinde birbirinden çok farklı sosyo ekonomik gerçeklerle karşı karşıyayız.Zengin batı ülkeleri dünya nüfusunun yüzde onunu oluşturmasına karşın ,tüm nimetlerden en geniş çapta faydalanan topluluk olabilmektedir.Bu dengesizlikler,giderek kıtalar arasında tarifi güç çelişkileri de beraberinde getirmektedir.İşte dünyanın içinde bulunduğu bu durumu konu eden bir yazı tüm dikkatleri üzerine çekiyordu.

Samuel P. Huntington

1993 yılında ‘Foreign Affairs’ adlı dergide yayınlanan ‘Medeniyetler Çatışması mı ? ‘ yazısıyla ilk kez kavramı ortaya atan yazar ,soğuk savaş döneminin bittiğini , yeni dünya düzenine geçildiğini ve kapitalizmin zaferini ilan ediyordu. Daha sonra Huntington ,1996 yılında kitabını aynı adla piyasaya çıkarıyordu.Çok geçmeden kitap Henry Kissinger, Francis Fukuyama gibi siyasi kuramcıların da desteğiyle en çok okunan ve tartışılan kitaplar listesine giriyordu.Kitabın Türkçesi 2002 yılında Mehmet Turhan ve Y.Z . Cem Soydemir çevirisiyle yayınlandı.Burada 1989 yılında dinlerin çelişkilerini ve çatışmalarını yazan Bernard Lewis ‘de de söz etmeden geçemeyiz.(8)


‘The clash of Civilisations and the remaking of World order “
‘Medeniyetler Çatışması ve dünya düzeninin yeniden kurulması’


Huntington’un tezleri, genel olarak savaşların nedenlerini toplumsal, ekonomik kaynaklarda aramak yerine, bütün yüzyıllar için ulusal farklılıklar, ideolojiler ve “uygarlıklar” arasındaki gerilimler içinde görmeye dayanmaktadır. Bu yüzden, 21. yüzyılın savaşlarını da, yine eski savaşların bir uzantısı gibi görmekte, ama bu kez farklı bir kategoride toplamaktadır. Huntington, “21. yüzyıl, medeniyetlerin çatışma yüzyılı olacak” diyor ve 19. yüzyılın, ulus-devletlerin birbiriyle yaptığı savaşlara sahne olduğunu ve imparatorlukların yıkılmasıyla sonuçlandığını, 20. yüzyılın ise ideolojiler çağı olarak tanımlanması gerektiğini, SSCB ve Çin’in temsil ettiği komünizm ile ABD ve Batılı ülkelerin temsil ettiği kapitalizmin ‘‘soğuk savaşı’’nın bu yüzyıla damgasını vurduğunu ileri sürüyor.
Gelişmenin en önemli şartı olarak, milletler arasındaki ihtilaf ve çatışmaların sebep olacağı şiddeti öngören bu anlayış, geçtiğimiz yüzyıla damgasını vurmuş bütün siyasi akımların temelini oluşturmuştur. Çelişme ve çatışma fikirlerinden yola çıkan siyasi bakış açısı, tarih boyunca çok belirgin bir İslam ve Hıristiyan medeniyetleri çatışması olduğunu iddia etmektedir. Huntigton’un 1993 yılından bu yana geliştirdiği tezi çok etraflı bir biçimde anlam gerekir.Bu tez, bir ölçüde ABD ve İngiltere’nin uluslar arası politikalarını oluştururken bir tür gerekçe olmuştur.Belki de ABD Strateji uzmanları 11 Eylül sonrasında Huntington’un tezini daha dikatle ele aldılar ve senaryolarını bu tezin varsayımları üzerine temellendirdiler.Özellikle de 2001-2006 yılları arasında beş yıl ABD savunma bakanlığı yapan D.Rumsfeld’in görev yaptığı sürece aldığı kararların Huntington ‘un tezleri paralelinde olduğunu ileri sürenlerin sayısı az değil.

Dinler nasıl karşı karşıya geldi?

Lewis’in ortaya attığı dinler çatışması kuramı 11 Eylül terörist saldırısından sonra daha da etkin bir biçimde kullanılır olmuştur.Dinler arasındaki çelişkilerin uluslararası alana taşınması ilk kez olmuyor.Özellikle 11 Eylül terorist eylemi merkeze alınarak son derece kapsamlı bir medya kampanyası direk olarak onu amaçladığını belgeleyecek bir kanıt olmasa da , sonuç olarak ‘hilal’ ve ‘haç’ı karşı karşıya getirmiştir.Batılı medyada medeniyetler çatışmasının bir örneği olarak sunulan , daha doğrusu servis edilen bir anlam da katılmak istenmiştir.Bu bağlamda İslam medyası da savunmaya geçmiştir.Batılı kamu vicdanında hassas noktaya göndermeler yapılmış, islam karşıtı bir ‘taraf’ yaratılmıştır.Burada özellikle ABD Bush yönetiminin seçmen profilini ve dini eğilimlerini anımsamakta fayda vardır.
Her iki tarafın görüşlerini burada özetleme sanırım konunun daha da derinliğine inmemize yardımcı olacaktır. Daha sonra çıkan karikatür krizi ve ardından gelen İran krizi de hep aynı adresi göstermektedir. Burada biraz durup siyasi bir analiz yapmakta yarar var .


Medyada Farklı Yorumlar

Savunma durumuna geçen doğu medyası komplo teorileri üretmekte gecikmemiştir . Bu savların başında da ABD’nin 11 Eylül saldırısının kendi istihbarat servisleri tarafından planlandığı doğrultusundadır .
İşte bir örnek:
“Bilindiği gibi Hantington’un “medeniyetler çatışması” tezi ABD’nin soğuk savaş sonrasındaki “düşmanlarını belirlemek” üzere başlatılan bir “projenin” ürünüydü. Bu tez “soğuk savaş” sonrası yaşanacak çatışmaların artık farklı medeniyetler arasında olacağını ileri sürüyor ve çatışacak medeniyetleri de Batı (Hıristiyan), İslam, Hint ve “Konfüçyan” medeniyetler olarak sıralıyordu.”

Bir de Voice of Amerika web sitesinden bir alıntı yapalım :
Barış Ornarlı Washington15/09/2006

“Amerika Temsilciler Meclisi Uluslararası İlişkiler Komisyonu; Ortadoğu ve Orta Asya Alt Komisyonunda düzenlenen oturumda Amerika’nın İslam Dünyasına yaklaşımı değerlendirildi. Oturumda “Medeniyetler çatışması başladı mı” sorusuna yanıt arandı.Medeniyetler çatışması yaşanıyor mu? Amerika Temsilciler Meclisi Uluslararası İlişkiler Komisyonu; Ortadoğu ve Orta Asya Alt Komisyonu bu soruya yanıt aradı. Oturumu açan Cumhuriyetçi Partili başkan İleana Ros Lehtinen, bu soruyu sorarken, Medeniyetler çatışması teorisinin sahibi Samuel Huntington’ın şu sözlerine dikkat çekti: ‘Soğuk Savaş sonrası dönemde ihtilaflar ekonomik ve siyasi değil, kültürel ve dini nedenlerden kaynaklanacaktır...’ Oturumda ele alınan konu şuydu: 11 Eylül sonrası dönemde terörle mücadele ve İslamcı teröristlerin saldırıları, medeniyetler çatışmasını mı temsil ediyor?Alt komisyonun Başkan Yardımcısı Demokrat Partili New York Milletvekili Gary Ackerman, bu konuyu tartışıyor olmamız bile rahatsız edici dedi. Ackerman Bush yönetiminin, 11 Eylül 2001 terör saldırılarından hemen sonra Amerika’ya verilen desteği Irak savaşıyla yıprattığını ve sonunda boşa harcadığını savundu ve Irak savaşının Amerika’ya düşmanlığı körüklediğini hatırlattı.”
Muhafazakar Washington Times gazetesinin baş editörü Tony Blankley, radikal İslamcılığın yayılmasını tarihi gelişimin bir parçası olarak değerlendiriyor. Yazar Tony Blankley, İslam dünyasında son 80 yıl içinde giderek yayılan ve şiddetlenen bir huzursuzluk olduğunu belirtiyor ve son nesille birlikte bu düşüncelerin halk arasında da iyice yayıldığını söylüyor.Blankley, burada kültürel bir sorun yaşandığını ve batıdan tamamen soyutlanmış bir kesimle mücadele edildiğini belirtti. Yani, Blankley Başkan Bush’un gelişmeleri terörle mücadele olarak tanımlamasını yetersiz buluyor; Samuel Huntington’ın geliştirdiği ‘Medeniyetler Çatışması’ teorisinin veya teriminin esas tehlikeyi daha iyi yansıttığını düşünüyor.Tony Blankley, Usame bin Ladin’in yakalanması veya el Kaide’nin dağıtılmasıyla bu sorunun giderilemeyeceği uyarısında bulunuyor.”
Oturumda söz alan Hudson Enstitüsü ‘İslam, Demokrasi, ve Müslüman Dünyanın Geleceği Merkezi’ Direktörü Hillel Fradkin ise, medeniyetler çatışması yaşanıyor mu, sorusuna şöyle yanıt verdi: “Hayır, en azından henüz değil... Ama batı medeniyetiyle radikal İslam arasında bir çatışma elbette yaşanıyor...” Fradkin, burada radikal İslamcıların ve Müslümanların birbirine karıştırılmaması gerektiğini vurguluyor; ve esas meselenin, Müslümanların radikal İslamcılar tarafından yayılan görüşleri benimseyip benimsemeyeceği olduğunu söylüyor. Fradkin şöyle diyor: “Burada medeniyetler çatışması değil, prensipler çatışması söz konusudur...”
Güncel Haber web sitesinden bir alıntı :

"MEDENİYETLER ÇATIŞMASI" DARWİNİST ZİHNİYETİN ÜRÜNÜDÜR

Bir süre önce Danimarka'da yayınlanan ve İslam aleminde rahatsızlığa yol açan karikatür, bazı çevreler tarafından ısrarla körüklenen "medeniyetler çatışması" iddiasını bir kez daha gündeme getirmiştir. Söz konusu karikatür de, medeniyetler çatışması iddiası da, Darwinist ve materyalist çevrelerin kendi karanlık ve şiddet eğilimli iç dünyalarının yansımasından başka birşey değildir. “

Radikal gazetesinde Emekli General Nejat Eslen ‘in 10 /08/2006 tarihli yorumu da şöyle :
“İsrail'in Lübnan'a müdahalesini sadece İsrail-Hizbullah çatışması olarak görmemek gerek. İsrail, Lübnan'a müdahale ederken, ABD'nin İran'a karşı askeri girişimi halinde Hizbullah'ın kendisine karşı kullanabileceği yetenekleri test etmek, bu yetenekleri mümkün olduğunca elimine etmek, Lübnan'ın güneyinde tampon bölge oluşturarak ve bu bölgeye Batılı askeri güçleri yerleştirerek kendi güvenliğini pekiştirmek; Lübnan'ı çıkarlarına göre şekillendirmek istiyor. Tüm gelişmeler, ABD'nin İran'a müdahalesinin çok da uzak olmadığını işaret ediyor. Ayrıca ve daha önemlisi, jeostratejik ilgi alanı ve jeopolitik çıkarları, kuzeye doğru Lübnan'ı, Suriye'yi, Irak'ın kuzeyinde kurulmakta olan Kürt devletini, Anadolu'nun doğusunu ve Güney Kafkasya'yı kapsadığı için İsrail zaman içinde, bu istikametteki jeostratejik girişimlerini Lübnan üzerinden geliştirmek için avantajlar sağlamak da istiyor. Müdahaleyi, İsrail'in jeopolitik emelleri ile birlikte, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi'nin ve 'medeniyetler çatışmasının güncel kesiti olarak görmek de gerekiyor. Medeniyetler çatışması 11 Eylül'de başlatıldı ve giderek şiddetleniyor; girişimler başarılı olursa Genişletilmiş Ortadoğu'da yirmi iki ülkenin haritası yeniden çizilecek; enerji kaynakları, enerji güzergâhları ve su kaynakları kontrol edilecek ve engel olan rejimler değiştirilecek. Bütün bu gayretler sürdürülürken demokrasiyi, özgürlükleri yaymaktan söz edilecek. (ABD Dışişleri Bakanı Rice'ın 'Yeni bir Ortadoğu'nun zamanı geldi' açıklaması, Emekli ABD albayı Ralph Peters'ın Ortadoğu haritası, ABD'nin ve İsrail'in asıl amaçlarının anlaşılmasını kolaylaştırıyor.) Bütün bu girişimler, ABD'nin küresel üstünlüğünü sürdürme gayretleriyle de yakından ilgili. Rusya ve Çin yükselişlerini sürdürürken ve giderek artan enerji ihtiyacı hem Çin'in yükselişini sürdürmesini, hem de küresel jeopolitik ortamın geleceğini belirleyecek temel unsuru oluştururken, zaman faktörü önem kazanıyor; bu nedenle de Rusya ve Çin yükselirken, ABD telaşlanıyor; jeostratejik hamleleri ivme kazanıyor. Ancak, ABD'nin konvansiyonel askeri gücü Afganistan'da ve Irak'ta tıkandığı için İsrail'in askeri gücünün kısıtlı hedefler için de olsa kullanılması gündeme getiriliyor.”
Doğu cephesinde medeniyetler çatışması ile ilgili değerlendirmeler yukarıda yapmış olduğumuz alıntılarla belirli bir çerçeveye oturmaktadır . Gerek İslami ,gerek milliyetci , gerekse de solcu çevreler Abd ‘den kaynaklanan bilinçli bir din savaşı kışkırtıcılığının yapıldığını öne sürmektedirler . Kanıt olarak da Irak harekatı ve Karikatür krizi gösterilmektedir.

‘Garp’ cephesinde olaya nasıl bakılıyor acaba ?

The New Yorker dergisinde Politzer ödüllü araştırmacı gazeteci Seymour M.Hersh ‘in 7 Mart 2007 tarihinde yayınlanan ‘Yön Değiştirme’ başlıklı yorumu çok ilginç bilgiler veriyor bize .En azından bu ‘medeniyetler çatışması’ kavramının Huttington’un kitabının boyutlarını aşarak uluslar arası siyasal çatışmalar biçimine döndüğünü göstermektedir.
“Irak’da işler umulduğu gitmeyince , ABD yavaş yavaş İran ‘la muhtemel bir sıcak çatışmaya doğru çekiliyor.Bunu körükleyen olaylar da Irak ‘da artık bariz bir hal alan iki İslam mezhebi olan Şiilerle Sünnilerin çatışması : ABD Lübnan ‘da stratejikbir değişiklik yaparak Sudi Arabistan ‘la ortak bir çalışma başlattı.Bu aynı zamanda Şii olan Hizbullah ‘ a bir darbe vurma anlamını da taşıyordu.Geçmişte de ABD müttefiki Sudi Krallığıyla çeşitli işbirliği projeleri gerçekleştirdi.Bu kez resimde İsrail ‘ i de görüyoruz .
Bir dizi görüşme yapan ABD,İsrail ve Suudi yetkililerin dört ana prensip üzerinde anlaştıkları söylenmektedir :

1-İsrail’in güvenliği garanti edilecek.
2-Sudi yetkililer Hamas ‘la görüşmeler yaparak onların İran ‘dan destek almasını önleyecek ve El Fetih örgütü ile diyalog içinde olmasını sağlayacak.Şubat ayında bu yönde yapılan çalışmaların yetersiz kaldığını İsrail ve ABD açıkça ifade etmiştir.
3- Bush yönetimi bölgedeki Sünni ülke yetkilileriyle direk olarak çalışmalar yaparak şii etkisini en aza indirmeye çalışacaktır
4-Sudi Krallığının Suriyedeki Başhir Assad hükümetini zayıflatmak bir plan hazırlaması ve ABD ‘nin de onaylayacağı bu planın tamamiyle Assad hükümetine yönelik olması istenmiştir.
İsrailliler ünlü Lübnanlı Sünni lider Rafik Hariri ‘nin öldürülmesinde Assad hükümetinin sorumlulukları olduğunu ifade etmiştir.
……
Prens Bandar ,Suudi Arabistan ‘ın ABD büyükelçisi olarak yirmi iki yıl Washinngton’da görev yaptıktan sonra savunma bakanlığı danışmanı sıfatıyla geriye dönüyor ve üçlü görüşmelerin arabulucu görevini üstleniyor. Prens bandar’ın oluşumunda katkıda bulunduğu plan Sünni ülkelerle işbirliği yaparak Şii İran ‘ı izole etmek amacını taşıyor.
……
Burada en önemli ayırım, Irak’da ABD askerlerine saldırıda bulunan güçlerin tamamının Sünni olması.Şiilerin saldırısı söz konusu değil. Stratejik olarak Irak ‘da Abd ‘nin prestij kaybı İran ‘ın güçlenmesine neden olamaktadır.
……
Bütün bu görüşmeler trafiği içinde yaratılmak istenen Sünni cephe ABD ‘nin bölgedeki çıkarlarına ne kadar uygun olacak? Bunu kuşkuyla karşıladıklarını söyleyen ABD kongre üyeleri Bush hükümetinin kongreye doğru bilgi verme konusunda çok zayıf kaldıklarını ,bunun da endişe verici olduğunu ifade etmişlerdir .”
Seymour M.Hersh gibi bölgeyi çok iyi bilen ve tanıyan bir yazarın yukarıda özetlemeye çalıştığımız görüşleri , bize medeniyetler çatışmasının bir başka boyutunu göstermektedir.
İslam dinine mensup insanların yaşadığı bu bölge , yani Orta Doğu, korkunç ve çok kanlı bir mezhepler savaşı içine çekilmektedir.Sünni ülkeler , Suudi Arabistan,Mısır,Ürdün,Pakistan,Türkiye cephesi Şii Suriye ve İran ‘ a karşı bir harekata doğru yönlendirilmek istenmektedir.Hersh’in tespitlerine göre de bu cephe Suudi Arabistan tarafından finanse edilmektedir..Bu cephenin savaş alanı da Lübnan olmuştur.

Lübnan bölgeninOrta Doğu tarihi boyunca en karmaşık etnik yapısına sahip olan coğrafyadır .Bugün bile bu bölgede etkin olan yirmiden fazla mezhebin varlığı bilinmektedir.Lübnan parlementosu da bu mezheplerin koalisyonundan oluşmaktadır.
Osmanlı döneminde mezhepler ve Arap kabileler arasında denge sağlanmış ve yüzlerce yıl bu denge korunabilmiştir. Yaklaşık üç bin yıldır bu bölgede savaşlar hiç eksik olmamıştır.İmparatorluklar kurulmuş,topraklarını genişletmiş , sonra daha üstün bir İmparatorluk tarafından yok edilmişlerdir .Bu bölgenin ilkçağ tarihi haritalarına bakarsak bu değişimi daha detaylı olarak görebiliriz.

Bu bölgede ilk Semai İbrahimi din tahminen Mö:1600-1400’ yıllarında ortaya çıkan Yahudiliktir.Yahudi dininde İsa’dan önceki dönemde üç ana mezheb ortaya çıkmıştır .Ferisiler,Saddukiler ve Eseniler (9) .Dini yorumlarıyla ve çevre İmparatorlukların ve kültürlerinin etkisiyle bu mezhepler de değişime uğramışlardır .Farisilerle Sadukilerin çatışmalarının nedenleri, yalnızca Yahudi dinine ilişkin görüşlerin farklılığından değil ,o devirde yaşanan sosyo ekonomik ve siyasal olayların karmaşıklığından da kaynaklanmaktadır .

Ferisiler Tevrat’ı yalnızca kendilerinin yorumlayabileceğini söylerken bir yandan da o dönemin baskın askeri gücü Helen kültürüne karşı çıkıyorlardı. Bir yanda Suriye kralı , öbür yanda Helen kralı Yahudi halkın dinlerini değiştirmeleri için büyük bir baskı yapıyorlardı.
Bugün bile bu karmaşık olaylar örgüsü konusunda farklı görüşler ve kuramlar ortaya konabilmektedir.Günümüz Yadudiliğini belirleyen Ferisilerin inançları , İsrail devlet politikasına etki edebilmektedir.İsrail devleti Yahudi dini tarihinin kabusu Pers Krallığının korkusunu üzerinden atamamıştır.Helen,Pers ve Yahudi,Mısır krallıkları çatışmaları medeniyetler çatışması olarak değerlendirilebilir mi ? MÖ.700-MS.150 yılları arasında önce Yahudi krallığı ile Pers ve Mısır krallıkları arasında şiddetli savaşlar , çatışmalar olmuştur.Daha sonra Yunan ve Roma İmparatorlukları bu bölgeye hakim olmuş ,önce vergi toplamak daha sonra da kendi dinlerini kabul ettirmek için savaşmışlardır .İlkçağdaki ve daha sonra MS.1700 yıllarına kadar sürecek olan din, vergi ve köle savaşları da böylelikle başlamıştır.Bu din savaşları aynı zamanda medeniyetlerin çatışması özelliğini de taşımaktadır.Kudüs’ten başlayarak önce Kuzeye ,sonra Roma İmparatorluğu ile Batıya doğru yayılan Hıristiyanlık dininin yaygın olduğu ülkelerdeki iktidarı ele geçirme istekleri, çatışmaların esas nedeni olmuştur.

Dinle devlet işlerinin tek bir otoritede Kralda toplanması itibariyle Hıristiyan dininin yayıldığı Batı dünyasında , Papa ve Krallar çelişkisinin hakim olduğu , esasında siyasi nedenlere dayanan iktidar savaşları haline dönüşen ; Katolik ve Protestan mezheplerinin çatıştığı son derece kanlı yüzyıl savaşlarında milyonlarca insan ölmüştür.Bu ölen insanlar, ilkçağlarda olduğu gibi dinle siyasetin tek elde toplandığı ve din adamları tarafından yönlendirilen krallarının izinden gitmişlerdir.Kralların tanrı tarafından seçildiği ve tanrıya hizmet ettiği inancı vardır .Bugün bile İngiltere Kraliçesi için aynı şey söylenmektedir.Katolik dininin Feodal krallar üzerindeki bu etkisi zamanla azalmış günümüzde etkisini sürdürmekle birlikte eski yaptırım gücünü yitirmiştir.

Dünya savaşlarıı medeniyetler çatışması gibi algılamak isteyen tarihciler vardır.Birinci ve İkinci dünya savaşları ve yarattıkları muazzam insan kıyımı bir yerde ‘modernite’nin iflası olmuştur. Modernizmde, bilim bilgisinin kültür ve gelenekten bağımsız ve öznellikten arınmış olduğuna inanılır. Bu bilgi kişiden kişiye, toplumdan topluma ya da kültürden kültüre değişmez. Nesnel ve evrenseldir. Kültürler ve özneler üstüdür. Bir bilgi formu olarak, entelektüel disiplinler hiyerarşisinde yeri en üst basamaktır; sanat, din, ahlak, felsefe gibi disiplinlerin yeri ise daha alt basamaklardadır.

Pozitivizm, kültür, etik, din, yaşamın anlamı, felsefe gibi konuları ussal söylemin dışında bırakmış ya da bunlar üzerinde konuşmayı anlamsızlaştırmıştır. Çünkü bu konularda nesnel, matematiksel, mantıksal uslamlama yapılarak bir uzlaşmaya varılamayacağı gibi tersine, bu konularda çelişkiler ve tutarsızlıklar ortaya çıkmaktadır..

SONUÇ

Ortaçağda Avrupa’da krallıkların en büyük desteği kilise idi.Din ve devlet aynı amaca yönelmişti.Vergi toplama ve iktidar amacına .Haçlı seferlerinin düzenlenmesinin ana nedeni de bir yerde budur.Güçlenen krallar dini bahane ederek zengin ülkelere vergi toplamak üzere saldırılar düzenlemişlerdir.Zengin Doğu bir çok Avrupalı fakir maceraperest gencin iştahını kabartmıştır.Yüzlerce yıl süren seferlerde yörede yaşayan Hıristiyan olmayan halkın yüksek vergiler ödemeleri sağlanmış,Hıristiyanlığa geçenlere vergilerde indirimler uygulanmıştır.1492 yılında katolikleri İspanya’da Yahudilere karşı giriştikleri büyük katliam da bir yerde dinler arası savaş olarak gösterilmek istenmiştir.
Bernard Lewis ‘in kitabından bir alıntı yapalım :
“Avrupalılar öteki yerlerde,var olan uygarlıklarla karşılaşıp çatışmaya girdiler.Bu uygarlıkların ,İkisi Batı Yarıkürede,üçü de Doğu yarıkürede bulunuyordu.Çin Hindistan ve İslamiyet Doğu’da,Gırnata ve Amerika ise Batıda yer alıyordu. ....Bin yıl süren İslam tehdidi Hıristiyan alemi üzerinden hiç eksilmedi.1683 yılında Viyana önlerine kadar gelen İslam orduları ,buradan ileriye geçemediler.”

Lewis ,islam ve Hıristiyan çatışması tezini geliştirmeye böyle başlıyor. Bin yıl süren İslam ve Hıristiyan çelişkilerinin yalnızca dini açıdan yorumunu yapıyor.Dinler arasındaki farklılıklar üzerinde duruyor.Askeri ve dini bir çelişkinin var olduğunu savunuyor.Oysa binlerce yıldır bir arada yaşayan farklı dinden olan insanların nasıl olup da bir arada yaşayabildiklerini incelemiyor.Bu bakımdan Lewis ‘in ‘Dinler Çatışması’ kuramını ciddiye almanın olanağı yoktur.Dinler tarihinin kapsamlı incelenmesi,MÖ 1300 yıllarından başlayarak günümüze kadar hangi çelişkilerin doğduğunu kronolojik olarak tarayarak bir tarih örgüsü içinde kavramakla daha doğru anlaşılabilecektir.Böylesine kapsamlı bir çalışmayı da henüz yapan bir bilim adamına rastlanmadı..Lewis ‘in Bush yönetimi ile yakın işbirliği,ABD dış politikasının belirlenmesinde yardımcı olmuştur.Günümüz’ vergi toplama savaşları ‘ din adına Haçlı Seferi gibi yapılamayacağına göre en inandırıcı kuram İslam-Hıristiyan çatışması tezi ,daha doğrusu terörist İslam tezi olmuştur.Lewis yazılarıyla Orta Doğu petrollerine ikinci bir maceraperest saldırının kuramsal zeminini oluşturma görevini başarıyla ifa etmiştir.Şimdi Irak’ta ikinci bir cephe açılmaya çalışılmaktadır.Sünni ve Şii mezhep ayrılıkları da uyuduğu uykudan uyandırılmıştır.Bugün artık içsavaşın tam göbeğinde olan Irak mezhep çatışmalarıyla çatırdamaktadır .Siyasi çözümsüzlük peşinde içsavaşı getirmiştir..
Anadolu,İran,Lübnan,Irak ve Suriye günümüzde bile üç İbrahimi dine mensup milletlerin ortak vatanı olmuştur.Bu ayrı dinlere mensup milletler giderek mezhep farklılaşmalarına da ayrılmışlardır.mezhep ayrılıklarının özünde dini ayrılıktan çok siyasi iktidar ayrılığı , çelişkisi vardır.Bölge dışından gelen İmparatorluk güçleri bu var olan çelişkileri kullanarak iktisadi ve stratejik çıkarlar sağlamışlardır.
Birinci dünya savaşı sonucunda petrol bölgelerinin kontrolü İngilizlerin eline geçmiştir.Endüstri devriminin en kıymetli enerji kaynağı petroldür.ilkçağın en önemli enerji kaynağı ise köleler idi.Petrolün kontrolünü elde tutabilmek için İngiltere büyük mücadeleler vermiştir.Sonunda bu enerji kaynaklaıının kontrolü ABD ‘nin eline geçmiştir.21. yüzyılın en önemli enerji hammaddesi fosil yakıtlar olacaktır.Petrol ve doğal gaz yeni kaynaklar bulunana kadar en ucuz enerji hammaddesi olma durumundadır.Büyük bir askeri güce sahip olan ABD’nin önümüzdeki yıllarda bu enerji kaynaklarını kontrol etmek için gereken her türlü girişimde bulunacağı kaçınılmaz bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır.ABD ve Avrupa ülkeleri ortak stratejik zemin üzerinde bu kaynakların kontrolünü neye malolursa olsun ellerinde tutacaklardır.

Çıkarları ve ekonomileri bunu gerektirmektedir.Medeniyetler çatışması olarak servis edilen çözümsüzlük bu bölgede kalıcı tahribatlar yapacaktır.Irak’da başlayan mezhep çatışmaları önümüzdeki yıllarda Suriye ‘ye, İran ‘ a ve daha sonra da Türkiye ‘ye sıçrayabilir.

ABD’nin Irak savaşı,İran üzerinde uyguladığı baskı ve bölge ülkeleri ‘Suudi Arabistan’laştırma “ politikaları çeşitli görünümler kazanarak süregidecektir.Bölgede kurduğu dengeler sayesinde mezhepler ve etnik aykırılıklar ‘medeniyetler çatışması ‘ olarak gösterilmek istenen bu siyasi ve askeri olaylar zinciri artık durdurulamaz bir boyuta gelmiştir..Bu zaten “kontrol etme “ kuramının bir parçası olmaktadır.

Anadolu Topraklarında binlerce yıllık uygarlıkların mirascısı olduğumuzu savlayan bir ülke olarak,tüm bu olaylara seyirci kalmaktayız.Bugünlerde içinden geçmekte olduğumuz fırtınalar denizi ,seçimlere açılmaktadır.

Cumhurbaşkanlığı seçimi ve onun ardından gelecek olan genel seçimler süreci sınırlarımız dışında süregiden çelişkilerden bağımsız düşünülemez. Bu seçimlerde belirgin olan en önemli husus halkın üçte ikisinin siyasi olarak pasifize edildiğidir. Kamu oyu yoklamalarında kararsız,oy kullanmayacağım diyen 10 milyonun üzerinde seçmen tespit edilmiştir.Bu da pek de iç açıcı bir tablo değildir.

600 yıl halk arasında ve dinler arasında çatışma çıkmasına izin vermeyen ‘Kelle alma ve koşulsuz kuluk etme’ siyasetleri uygulayan Osmanlı Devleti’ni yeniden tanımak öğrenmek büyük bir önem kazanmaktadır.

Demokratikleşme çabalarının başladığı 18. Yüzyılın ikinci yarısından günümüze kadar ,düşünce özgürlüğü ve inanç özgürlüğü savında olan idareler geniş kitleleri kucaklayamadılar.Anadolu’nun etnik coğrafyası ,dinler coğrafyası potansiyel olarak Orta Doğu Ülkelerine büyük benzerlikler göstermektedir .

Bu bağlamda Suriye,Lübnan,Ürdün,Irak ekseni giderek etnik çatışmaların merkezi haline gelmiştir.Burada çatışan’ medeniyetler’ Sünni ve Şii müslümanlardır.Bu çatışmala ekseninin Suriye , İran ve Türkiye ‘ye kayacağı konusunda ciddi belirtiler vardır.

Bu çatışmayı önleyecek demokratik geleneklere sahip olan Türkiye Orta sınıfı geçtiğimiz yirmi yılda parçalanmış,bölünmüş ve pasifize edilmiştir. Bölgedeki’Medeniyetler Çatışması ‘ adı verilen çalkalanmaya son verecek olan yerel demokratik güçlerdir.Bu güçlerin barışı ve huzuru sağlayacak olgunlukta olduğu konusunda ciddi endişelerim var. .


19 Haz 2007

Filistinli çocuklar yine tanklara taş atacaklar



Filistin’de şimdi ne olacak ?

Filistin ‘de çok sıcak saatler yaşanıyor .
Hamas radyosu, Devlet Başkanı Mahmud Abbas'ın Gazze kentindeki devlet başkanlığı binasının Hamas kuvvetleri tarafından ele geçirildiğini açıkladı.
Radyo açıklamasında, Mahmud Abbas'a bağlı El Fetih'in son kalesi ‘nin de düştüğü açıklamasını yaptı..
Filistin Devlet Başkanı Abbas'ın halen Batı Şeria'daki Ramallah'da olduğu belirtiliyor.
Bilindiği gibi Filistin'de Ocak 2006'da ilk kez genel seçime katılan Hamas'ın büyük bir zafer kazanıp hükümeti kurması üzerine ABD, AB ve İsrail Filistin'e ekonomik ambargo uygulamaya başlamıştı.
El Fetihli Filistin lideri Mahmud Abbas'ın ABD ve İsrail'le yoğun işbirliğine gitmesiyle büyük bir siyasi kriz başlamıştı.
Mahmud Abbas'ın olağanüstü hal ilanına rağmen, Hamas üyesi Başbakan İsmail Hanya, ulusal uzlaşı hükümetinin devam edeceğini ve düzenin hukuk kuralları içerisinde sağlanacağını söyleyerek Abbas'a meydan okumuştu.
Böylelikle Filistin fiilen iki siyasi sisteme bölünmüş oluyordu .
Uzun yıllar boyunca Yaser Arafat ,İsrail , Abd, Birleşmiş Milletler ve bir çok devlet adamının yoğun çabaları sonucu barışı sağlamak adına kurulan bağımsız Filistin devleti parçalanıyordu.
Fakir Gazze bölgesinde yaşayan Hamas yanlıları ve Batı Şeria ‘da yaşayan nispeten ekonomik durumu daha iyi olan El Fetih yanlıları arasında yaşanan çelişki ve sürtüşme giderilememişti.
Radikal İslamcı bir söylemle yola çıkan Hamas, İsrail ‘in varlığına karşı çıktıklarını , laik değil şeriat düzeniyle idare edilen bir devlet istediklerini öne sürerek El Fetih ‘in ılımlı tutumuyla taban tabana zıt bir siyasi tavır sergiliyorlardı.

Şimdi bu çatışmaların giderek El Fetih'in güçlü olduğu Batı Şeria'ya doğru yayılmasından endişe ediliyor.
El Fetih'e bağlı El Aksa Şehitleri Tugayı, "sıkıyönetim" çağrısında bulunarak Fetih hareketinin tüm güçleriyle konuşlandırılmasını istedi.
ABD Başkanı George W Bush giderek derinleşen krizden duyduğu endişeyi dile getirirken, Dışişleri Bakanı Condoleeza Rice, Abbas'ı desteklediklerini belirtti.
İşte bu durumda bütün gözler yeniden Filistin ‘ e çevrildi.
Şimdi Filistin ‘ de ne olacak ?
Siyasi yorumcular Bill Clinton ,Ehud Barak ve Yaser Arafat arasında büyük bir medya şöleniyle çözülen dünyanın en büyük krizlerinden biri olan Filistin anlaşması şartlarının halk tarafından yeterince anlaşılmadığı yorumunu yapıyorlar .
Gazz ‘de göçmen kamplarında yaşayan fakir Filistinli araplar, Mısırlı ‘Müslüman kardeşler’ in kurulmasında önemli bir rol oynadığı Hamas ‘ın dini söylemleriyle karınlarının gurultusunu gidermeye çalıştılar.
Bekledikleri ekonomik refah yerine baskı gördüler. Batı Şeria ‘da zenginleşen El Fetih yanılarına bakıp diş bilediler.
Yaser Arafat ‘ın vefatından sonra onun yerine geçen laik lider Mahmud Abbas:
Verdiği “Tek kanun,tek yönetim ve tek silah “ sözünü yerine getiremedi.
Mahmud Abbas başarılı olamadı.
Senaryolara göre şimdi İsrail Gazze‘yi yeniden işgal edecek .
İsrail Hamas ‘ı ülke güvenliğini tehdit ettiği gerekçesiyle tecrit edilmesini sağlamaya çalışacak. ABD, AB ve tüm Arap ülkeleri buna göz yumacak .
Gazze ‘de Filistinli Arap çocukları sokaklarda zırhlı araçlara yine taş atacaklar.
Aralarından öldürülenler olacak .
Hamas Suriye ve İran ‘dan yardım isteyecek .
Irak kriziyle iyice birbirine giren Ortadoğu dengeleri daha da içinden çıkılmaz bir hal alacak .
Mahmud Abbas ve Arap dünyası bu durumda nasıl bir politika izleyecek göreceğiz .

16 Haz 2007

İslam ve İktidar


Ortadoğu ‘da seçim rüzgârları



Türkiye ‘de ve bütün Ortadoğu ülkelerinde seçim sürecine girildi..
Suriye ‘de,Cezayir ‘de parlemento seçimleri yapıldı. Mısır’da parlemento yenileme seçimleri yapılacak.

Ürdün,Fas,Yemen ve Katar ‘da seçim rüzgârları esiyor .


İslam ülkelerinde birden bire demokratik kıpırdanmalar başladı .
Siyasi analistler bu havayı koklayıp zehir zemberek yorumlar yapıyorlar .

“Ortadoğu ülkelerindeki otokratik rejimlerin ABD ‘nin estirdiği demokrasi rüzgârına göre meşulaştırılması için demokratik hareketler oyunu oynanıyor .


“İslam demokratik bir dindir . İslamın yükselmesi demokrasiyi getirecektir . “


“Cahil halkın tek bildiği şey din olması nedeniyle tercih o yönde oluyor . Eğitimsiz ve fakir ülkeler çaresiz ..”

Son aylarda Türkiye’deki siyasi olaylara oldukça geniş yer veren Finantial Times , Türkiye Cumhuriyetini İslam ve demokrasinin bir tür ‘İslami-uyum’ denemesi olarak niteliyor ve Orta Doğu ‘daki İslami ülkeler tarafından Türkiyedeki siyasi olayların ilgiyle izlendiği yorumunu yapıyor.

“Arap dünyası sırtını İslam’a dönen laik Türkiye’de olup bitenleri ilgiyle izliyor.Arap dünyası ile çok az benzerliği olan bu ülkede İslamın yeniden yükselmesini tebessümle izliyorlar .Arap radikal islami grupların AKP ile ilişkisi son derece kötü.Bunun nedeni de İslami bir iktidar olan AKP ‘nin laiklik prensibini kabul etmesi . “


Türkiye’deki AKP iktidarının İslami karakterinin tam anlamıyla ortaya çıkmadığını bu nedenle de bu aşamada değişik yorumların bulunduğunu söylüyor .


Örneğin Mısır’ ve Suriye ‘deki ‘Müslüman Kardeşler Örgütü ve Fas ‘da aynı adla (Adalet ve Kalkınma Partisi PJD) kurulan İslami partinin AKP yi örnek aldığını belirtiyor.
PJK yetkilisi Mustafa Ramid şunları söylüyor :


“AKP Türkiye ‘de laik bir şemsiye altında çalışıyor . Ama biz İslami bir devletin demokratik bir partisiyiz .Türkiye’de AKP ‘nin başarısı ya da başarısızlığı bizi ve tüm İslami partiler üzerinde bir etki yapacaktır . “


İslami grupların radikal olanlarının ABD ‘nin politika değişikliğiyle demokratik unsurlara dönüştüğünü belirtiyor . 11 Eylül ‘den sonra bölgede ABD’nin totaliter rejimleri desteklemediğini , onun yerine daha ılımlı demokratik oluşumlara yardımcı olduğu sonucunu çıkarıyor .


Bu bağlamda Türkiye’deki denemenin bölgede bazı sorunlara da yol açtığını kaydediyor .Cihat çağrısı yapan bir çok İslami kuruluşun demokratikleşme ve siyasal çalışmalara katılım gibi daha önce görülmeyen oluşumlara dönüştüğünü belirtiyor .


Washington ‘un Orta Doğu ülkelerinde halk arasında daha popüler ve daha organize İslami kuruluşları tercih ettiğini , örneğin Filistin’de Hamas ‘ın seçimle iktidara gelmesinin bir çok sorunu da beraberinde getirdiğine dikkat çekiyor .

İsrail ‘in Avrupa ülkelerinin Hamas ‘ı tanımak zorunda kalmalarının ciddi uluslar arası sorunlar yarattığını hatırlatıyor . .


Mısır ‘da Müslüman Kardeşler yetkilisi İssam el-Eryan ‘in sözlerine de yer veriyor . ,:


"Cezayir'de ordunun iktidara gelmesini engellediği İslami Kurtuluş Cephesi, yeni kurulmuş radikal bir partiydi. Seçim zaferi sonrası tutarlı bir mesajı yoktu, bu da yıllar sürecek bir mücadeleye yol açtı. Ayrıca Cezayir ordusunun müdahalesini Batılı ülkeler de büyük ölçüde desteklediler.Türkiye'de ise hükümet, kendisine meydan okuyan askerle mücadele ederken, cumhurbaşkanının meclis yerine doğrudan halk tarafından seçilmesini istedi. Bu da, kendisini laikliğin koruyucusu olarak gören ordunun müdahalesini daha da zorlaştırıyor."


İslam konusunda uzman Fransız akademisyen Olivier Roy’un görüşlerini özetliyor :


“ Türkiye'deki krizin seçim sandığında çözülmemesi halinde, bu İslamcılar için, bir argümanın daha da teyit edilmesi anlamına gelecek. Batı demokrasisinin "hoşgörüsüzlüğü" ve "otoriter laiklik" yönündeki tercihi olarak nitelenebilir . “


Gazetedeki bu siyasi analiz ,Orta Doğu ‘da esen değişim rüzgarlarını da gösteriyor .
Bölgede gerek ABD’nin gerekse de İngiltere ‘nin silahlı kuvvetler yardımıyla sağladıkları kontrolü ,İslam ve demokrasi çalışmalarında aktif bir rol oynayarak sağlamayı daha sancısız ve kansız bir çözüm olarak gördüklerini söylüyor .


Öte yandan Filistin’de El Fetih ve Hamas çelişkisi bu kuramın tam olmasa bile benzer bir biçimde geliştiğini gösteriyor.

Etkisini artıran Müslüman Kardeşler örgütü , zaten Filistin ve tüm Ortadoğu ‘da
İslam ve Şeriat ‘ tezini 1928 yılından bu yana işlemektedir .

Bugün laik El Fetih örgütünün yenilgisinin ardında geniş halk kitlelerini dini söylemleriyle bir iktidar mücadelesine çeviren MK etkisindeki Hamas’ın İslam tezi yatmaktadır .

Bu arada Türkiye ‘de Kırk gün sonra halk bir tercih yapmak zorunda kalacaktır .
Toplum İslam ve Laik kutuplaşmasına yönlenmiştir.


Seçmenin tercihi şimdilik İslam-Laik -Milliyetcilik gibi üç ana eksene sıkışmış durumdadır .
Seçmenin aslında bu üç konu hakkında yeterince bilgisi olduğunu söylemek zordur.
Seçmen huzurlu bir ülkede barış ve refah içinde yaşamak istemektedir .


İşsizliğin olmadığı ,rüşvetin ve yolsuzluğun olmadığı , AB yolunda emin adımlarla ilerleyen uyumlu bir Türkiyede yaşamak istemektedir .


Aslında dünyada bunu istemeyen bir tek seçmen bile bulamazsınız .
Özellikle savaştan ve fukaralıktan bunalmış Ortadoğu ‘da .
Binlerce yıldır değişmeyen ve daha fazla kan dökülen iktidar savaşları her dönemde yeni kurbanlar vermektedir .


İslam coğrafyası olarak bilinen Ortadoğu ‘da şimdi seçim rüzgârları esiyor . Demokratikleşme sürecine giren ülkeler nasıl bir demokrasi uygulaması içindeler ?
İslam coğrafyasında birinci dünya savaşından sonra oluşturulan sınırları cetvelle çizilmiş hemen hemen bütün ülkelerde askeri diktatörlükler hüküm sürmektedir .
Günümüzde bu ülkelerde elit askerlerin veya kabile ileri gelenlerinin krallıkları çatırdamaktadır.
Ezilen ve fukaralıktan,rüşvetten bunalan halk son çare olarak İslam’a yönelmiştir .
Diktatörlüklerin karşısında örgütlenen muhalefet, ‘Radikal İslam ‘ tutumunu bırakmış , ‘Demokratik İslam’ söylemleriyle güçlenerek baskıcı iktidarlara karşı alternatif oluşturma sürecine girmiştir.


ORTA DOĞU ÜLKELERİNİN DEMOKRASİ BAROMETRESİ

MISIR

Mısır’da Eylül ayında yapılması planlanan cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde tansiyon yükselmektedir ..
Ülkede askeri bir idarenin hüküm sürdüğünü ve sıkı yönetimin uzun bir süredir demokratik çalışmalara kısıtlamalar getirdiği gözleniyor .Muhalif grupların sayısı artıyor .
Son aylarda Hüsnü Mübarek karşıtı çok sayıda gösteri düzenlendi.
Kifaye Hareketi tarafından başlatılan gösterilere kısa bir süre sonra Müslüman Kardeşler’den ve çok sayıda muhalif örgütten destek geldi.
Gösteriler sırasında Müslüman Kardeşler üyesi üst düzey yetkililer ile binlerce kişi gözaltına alındı.Mübarek tarafından reform olarak nitelendirilen ve
“ülke tarihinde yeni bir demokratik dönemin başlangıcı”
olacağı iddia edilen anayasa değişikliği , seçimlere birden fazla adayın katılmasına olanak sağlamasına rağmen, bir adayın en az 65 parlamenterin onayını alması koşulunu getiriyor.
Ancak 453 üyeli parlamentoda, iktidardaki Ulusal Demokratik Parti’den sonra en büyük grubu oluşturan bağımsız statüsündeki Müslüman Kardeşler’in durumu da kritikleşiyor .
H. Mübarek dışında başka adayların seçime katılsa dahi hiçbir şansları olmayacak.
Muhalifler, Enver Sedat’ın öldürülmesinden bu yana yürürlükte olan olağanüstü hal yasalarının da kaldırılmasını istiyorlar.
Bu kanunlara göre Mısır’da gösteri yapmak ve parti mitingleri düzenlemek yasak. Ülkedeki tüm basın yayın organları da devletin kontrolü altında.
Mısır ‘da devleti yöneten elitlerin baskısı halk arasında çok hızla büyüyen bir nefrete ve İslami hareketin etrafında örgütlenmelerine neden oluyor . Müslüman Kardeşler örgütü parlementoda çoğunluğu ele geçirme gayretlerini artırıyorlar.
Müslüman Kardeşler’in demokratikleşme hareketinin ABD ve AB tarafından çok dikkatle izlendiğini söyleyebiliriz.

Bahreyn:
Ülkede anayasal bir monarşik yapı mevcut. Emirin yanı sıra parlamento da var. Siyasi partilere ise izin verilmiyor. Cezayir:
1991 yılında yapılan seçimlerden İslami FIS partisinin büyük bir zaferle çıkması üzerine siyasi kaosa sürüklenen ülkede, cumhurbaşkanının siyasi partiler üzerinde çok büyük bir gücü bulunuyor.
Fas:
Sistemin başında kral bulunuyor. Başbakan ve kabine de kral tarafından atanıyor. Katar:
Anayasal bir monarşiye sahip ülkede emir, birtakım siyasi reformlar yapmaya çalışıyor. Ülkede faaliyet gösteren siyasi parti henüz mevcut değil.

Kuveyt:

El Sabah ailesi tarafından yönetilen ülkede emir hem kabineyi seçiyor hem de başbakanı atayabiliyor.

Libya:
Muammer Kaddafi"nin mutlak bir hakimiyeti var.

Lübnan:
Demokratik bir sisteme sahip Lübnan"da dış güçlerin etkisi büyük. Bu da demokrasinin sağlıklı yürümesini engelliyor.
Suriye:
Hafız Esad"ın ölümünden sonra ülkede nispeten yumuşama görülse de, Suriye tamamen koyu bir askeri diktatörlük olan Baas rejimi altında.

Suudi Arabistan:
Kraliyet ailesi tarafından yönetiliyor ve hiçbir siyasi partinin kurulmasına izin verilmiyor. Dünyanın en kapalı rejimleri arasında kabul ediliyor.
Tunus:
Cumhurbaşkanının yetkilerinin çok fazla olduğu yarı demokratik bir sistem mevcut.

Umman:
Ülkeyi 1970 yılından beri Sultan Kabus yönetiyor.

Ürdün:
Krallıkla yönetilen ülkede, kral her türlü kararı alma yetkisine sahip. İki ayrı parlamento var, siyasi partiler de faaliyet gösterebiliyor.

Yemen:
Demokratik bir sistemin yürürlüğe konmaya çalışıldığı ülkede, muhalif partiler henüz çok etkin değil.

11 Haz 2007

Arap Milliyetçilerine ne oldu ?


Arap Milliyetçilerine ne oldu ?

Birleşmiş Milletler Örgütü’nün Kasım 1947’de Filistin’in Yahudiler ile Filistinli Araplar arasında iki ayrı devlete “ayrılması” kararını almasından sonra 1948’de İsrail Devleti kurulmuştur.

Arapların bu kararı tanımayarak ‘Arap Milliyetçiliği’ ideolojisi etrafında birleşerek , Yahudilere ve İsrail’e karşı silahlı mücadele başlatmalarıyla başlayan siyasi kaos hala sonuçlanmamış olup konu uluslararası bir sorun olarak çözüm beklemektedir.

Bugün 1948-1967 Arap İsrail savaşı sürecine kadar giden Arap-Siyonist çelişkisi yerini daha farklı siyasi çelişkilere bırakmıştır . İsrail Devleti kendini sürekli tehlike altında görmüş , bu tehlikeyi bertaraf etmek için önlemler almıştır.Lübnan, İsrail ve Arap siyasi çelişkilerinin savaş alanı olmuştur .1967 İsrail –Arap savaşı Mısırlı Cemal Abdül Nasır ‘ın yenilgiyi kabul ettiğini bildirmesinden sonra bambaşka bir evreye girmiştir. Kimi yorumculara göre milyonlarca kişinin ardından koştuğu ‘Arap Milliyetciliği ‘ davası da Nasır ‘ın 1970 yılında ölmesiyle birlikte hafızalardan silinmeye başlamıştır .

Daha sonra 1967 ruhunu taşıyan bir çok Arap lider bu duyguyu diriltmeye çalıştı ama ne kadar başarılı oldukları hala tartışılmaktadır : Suriyeli Hafız El Asad , Mısırlı Enver Sadat , Filistinli Yaser Arafat ve Hezbollah ‘lı Hassan Nasrallah bu bağlamda adlarını sıralayabileceğimiz Arap liderler olarak karşımıza çıkarlar.
Bölgede ard arda gelen krizler her şeyin birbirine karışmasına neden olmuştur .Kara Eylül 1970 ,Ekim Savaşı ,Lübnan İç savaşı ,1977 de Sadat ‘ın işgal edilen Kudüs’ü ziyareti, Camp David Sözleşmesi ,1982 Beyrut olayları , 1991 Madrit Konferansı, 1993 Oslo Sözleşmesi , 1994 ve 2000 sözleşmeleri ve nhayet 11 Eylül ve Irak ‘ın işgali son 37 yılda bölgeyi bir kan ve barut fıçısına döndürmüştür . Ortadoğu’ da milyonlarca masum insanın kanı dökülmüştür . Bu feleketler önlenebilir miydi ? Buna cevap vermek hiç de kolay değildir . Kesin olan bir şey varsa , o da Arap ve Yahudi liderlerin hatalarının nedeninin diplomasinin kuralları gereği diyalog aramaktan çok kaba güçle sorunlara çare aramalarında yatmaktadır .

Ortadoğu Kavramı


Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ortadoğu kavramı resmiyet kazandı. İngiltere hükümetinde Sömürgeler Bakanlığı bünyesinde “Middle Eastern Department” adıyla bir idari teşkilat oluşturuldu. Osmanlı Devletinden koparıldıktan sonra birer İngiliz mandası olan Filistin,
Mavera-i Ürdün ve Irak bu teşkilata bağlandı. Ardından İngiltere’deki Coğrafi Adlar Daimi Komisyonu (Permenant Commission on Geographical Names) “Yakındoğu”yu sadece Balkanları ifade edecek şekilde yeniden tanımlarken Ortadoğu kavramını da Türkiye, Mısır, Arap Yarımadası, Körfez bölgesi, İran ve Irak’ı kapsayan bir bölge olarak belirlendi.
Böylece İstanbul Boğazından Hindistan’ın doğu kıyılarına kadar uzanan bölge “Ortadoğu” olarak isimlendirilmiş oldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında Kahire merkezli Middle East Air Command adıyla bir birim oluşturulmuş ve İngiltere’nin bölgedeki mandaları olan Filistin, Mavera-i Ürdün ve Irak’ın yanı sıra Aden ve Malta da buranın kontrolüne verilmişti. Daha sonra İran ve Eritre de bu komutanlığın kontrol alanına dahil edildi.
Ortadoğu’daki nüfus temelde üç ana etnik gruba ayrılır:




  • Samiler, H
    Hint-Avrupa grubuna mensup olanlar,
    Turanî grubu içerisinde yer alanlar.


Ortadoğu’nun en geniş etnik grubunu oluşturan Samiler iki ana kola ayrılırlar. Bunlar Araplar ve İbranilerdir. Kaldeliler, Süryaniler, Akkadlar, Babilliler ve Asuriler de bu etnik grup içerisinde yer alırlar. Araplar hem Samiler içerisinde hem de tüm diğer gruplarda en büyük etnik grubu oluştururlar. Bölgedeki ülkelerin çoğunda Arap nüfusu çoğunluğu teşkil etmektedir.



Lübnan ve Beyrut



“Lübnan”, ismini dağlarının zirvesini kaplayan karlara halk arasında söylenen biçimiyle , “beyaz” anlamını taşıyan “leban” kelimesinden almaktadır.
400 yıllık Osmanlı İmparatorluğu ardından 1920’de Fransa işgali ve himayesinde sınırları cetvelle çizilerek kurulan Büyük Lübnan Devleti, 1943 yılında bağımsızlığını ilan etmiş; ardından ilk olarak 1958’de, daha sonra 1975-90 yılları arasında çıkan iç savaşlarla büyük bir yıkıma uğramıştır.
MÖ. 3000 yıllarında Fenikeliler ‘in ana yurdu olarak bilinen bu coğrafya binlerce yıl boyunca “istenmeyen” dinî grupların sığınağı olmuş ve farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır .
Bugün birbirinden farklı ve çıkarları olan 17’den fazla etnik ve her dinden mezhebin bulunduğu patlamaya hazır bir savaş alanı gibidir .
Bu dengeler ilk kez 1948’deki ilk Arap-İsrail Savaşı sırasında ülkeye akın eden Filistinli mültecilerle değişmiştir . Hassas bir nüfus dengesi olan Lübnan’da Filistinli varlığı, cemaatler arasındaki temel ihtilaf mevzularından birisi olmuştur.
Filistinlilerin varlığına bakıştaki farklılığın yanı sıra, 1956 Süveyş Krizi’nin ardından bir yandan Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki dinî mücadele, diğer yandan Arap milliyetçiliği ile Lübnan milliyetçiliği arasındaki ideolojik mücadele, Lübnan Sünnilerinin 1958 Şubat’ında Mısır ile Suriye arasında kurulan Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne katılma talebiyle iyice kızışmıştır.
Cumhurbaşkanlığı süresi bitmekte olan Şamun’un, bu makama yeniden seçilme girişimine karşı Müslüman cemaat ayaklanmıştır. Ordunun olaylara müdahale etmemesinden rahatsız olan ve bu dönemde Irak’ta Batı yanlısı hükümete karşı yapılan darbeden endişelenen Şamun, Batı’dan askerî yardım istemiş; ABD, 15 Temmuz’da 6. filosunu yollayarak Lübnan’a müdahale etmiştir. Müslümanların de desteklediği Ordu Komutanı Fuad Şihab’ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle sona eren ilk iç savaş, 2000 ila 4000 cana mâl olmuştur. Kısa sürede kontrol altına alınan bu ilk iç savaş, 17 sene sonra patlak verecek asıl iç savaşın bir provası olmuştur.1964’te FKÖ’nün kurulmasının ardından mülteci kampları, Filistinli gerillaların askerî eğitim merkezleri haline gelmiştir. 1967 Savaşı’nda Gazze ve Batı Şeria’nın İsrail işgaline uğraması ve 1970’te Filistinli gerillaların Ürdün’den çıkarılması sebebiyle Lübnan, İsrail’e karşı verilen mücadelenin en önemli merkezi haline gelmiştir.
FKÖ’nün mücadelesine karşı İsrail’in Lübnan’ı da hedef alan saldırıları, başta Maruniler olmak üzere Lübnan güvenlik güçleriyle Filistinliler arasında zaman zaman çatışmalara yol açmıştır.
12 Haziran 1969’da Filistinlilerle Lübnan yönetimi arasında imzalanan Kahire Anlaşması, Lübnan’daki Filistinli mevcudiyetinin açıkça tanınması ve gerilla mücadelesinin meşrulaşması manasına gelmekteydi.
Ancak Filistinlilerden oldukça rahatsız olan Falanjist Parti, bu anlaşmaya karşı çıkmış, anlaşmanın iptali yönünde yaptığı çağrılardan sonuç alamayınca silahlanmaya başlamıştır.
Bugün Lübnan İsrail ‘ile Suriye ‘nin savaş alanı olmuştur.. İsrail Suriye ‘nin ardındaki İran desteğini bilerek daha kapsamlı bir planı yürürlüğe almaya çalışmaktadır . Bugün Lübnan ‘da atılan her kurşunun ardında İsrail-İran arasındaki bölge hegemonya mücadelesinin olduğunu söyleyenler çoğalmaktadır .



Irak ve Arap Milliyetçiliği



Bugün Irak ‘da Arap Milliyetçiliği’nden söz eden hemen hemen yok gibidir . Şubat 2005 Samarra olaylarıyla hızlanan mezhep temelli çatışmalar, hem hükümetin hem de Irak'ın geleceğini belirleyecek temel etkenlerden biridir.
Esas konu toprak ve kaynak paylaşımı olması nedeniyle siyasi grupların milis güçleri,mezhep çatışmalarının çıkarılmasından sorumlu tutulmaktadır. Bugün Irak ‘da 20'ye yakın milis güç bulunmaktadır. Sünni gruplar, İran'ı ve Şiilerin milis güçlerini, gerçekleşen olaylardan sorumlu tuttuğu gibi, Şiiler de Sünni milisleri ve Baas'tan kalma güçleri sorumlu tutmaktadır. Sünniler, Sünni din adamlarının öldürülmesine, Sünnilerin öldürülmesine ya da göç ettirilmesine, Irak-İran Savaşı döneminde Irak ordusuna ait pilotlar dahil olmak üzere önde gelen rütbeli kişilerin öldürülmesine ve Irak'ta Sünni kimliğinin yok edilmesine çalışıldığına ilişkin kanıtlar olduğunu savunmaktadır.
Kesin olmayan bilgilere göre bazı aynaklar,işgalden sonra Irak'ta ölenlerin sayısının 655.000'e ulaştığını söylenmektedir.
Sünnilere göre, Samarra olaylarından sonra 200'e yakın Sünni din adamı öldürülmüş ve çoğu Bağdat ve Diyala illerinde olmak üzere yaklaşık 300.000 kişi göç etmiştir. İşgalden sonra toplam iç göç oranı hatminen 2 milyona yükselmiştir.
Dicle Nehri'nin ikiye bölerek Bağdat'ı oluşturan batı yakası, El Kerh'de ve doğu yakası El Rasafe'de karşılıklı zorunlu göç eylemleri gerçekleşmektedir.
Resmî kaynaklar günde ortalama yüz kişinin öldüğünü ifade etmektedir. Bunların çoğu değişik işkencelere maruz kalarak öldürülmektedir.Bu sayının daha fazla olduğu söylenebilir. Çünkü,siyasi gruplara ait silahlı güçlerin kayıpları, sivillerde olduğu gibi sokaklarda bırakılmamaktadır..
Irak'ın orta ve güney bölgelerinde artmakta olan mezhep çatışmaları son dönemde Kerkük başta olmak üzere kuzey bölgelerine de yayılmaktadır.
Bugün Irak ‘da Arap Milliyetçiliğinden söz eden hiç kimse yoktur .Irak ‘ın ve bölgenin 33 yıl içinde gerçekleri değişmiştir .
İsrail Arap çelişkisi artık , İsrail İran çelişkisine dönüşmüştür . Arap milliyetciliği gitmiş , onun yerine dini çelişkiler gelmiştir .
Bir yandan Sünni Şii çelişkisi ve mezhep çatışmaları artmaktadır .
Öte yandan İran her fırsatta İsrail ve Yahudilere çatmakta ve gündemi Müslüman Yahudi çelişkisine kaydırmaya çalışmaktadır

4 Haz 2007

Suriye


Sınırları cetvelle küçültülmüş bir Osmanlı Vilayeti
“Bilad-ı Şam” .


“ Orta Doğu, Batı’nın dini oyunlaştırdığı bir tiyatro sahnesi oldu artık …”

Bugün Suriye olarak bilinen devlet Osmanlı İmparatorluğu döneminde

“Bilad–ı Şam” adı verilen Şam eyaletinin bir parçasından ibarettir .


Birinci dünya savaşından sonra İngilizler ve Fransızlar tarafından bu bölgede cetvelle bölünerek oluşturulan devletlerden biridir .


Türkiye'nin güneydoğusunda yer alan ve Türkiye ile 877 km. uzunluğunda ortak kara sınırına sahip olan Suriye Arap Cumhuriyeti 185.180 km² 'lik bir alanı kaplar.


2007 yılı tahminlerine ve Irak savaşıyla artan göçler de dikkate alındığında ülke nüfusu 20 milyona yaklaşmaktadır.


Osmanlı döneminde Suriye adlı bir ülke yoktu.

Sınırları da böyle değildi. Bugünkü Filistin,Lübnan, Ürdün gibi bölgeler de bu eyaletin sınırları içindeydi.


Osmanlı İmparatorluğu döneminde Şam Hac hareketinin merkeziydi.

Şam beylerbeyi aynı zamanda Hac yolllarını korumakla görevli idi.


Yani eski tabiriyle Emir-ül Hac .


Suriye Osmanlı tarihinin çok önemli bir parçasını oluşturur. Bu tarih günümüzde pek anlaşılmamaktadır .

Suriye ‘yi Irak ‘ı öğrenmek bugünkü olayları açıklamak için çok önemlidir .

Suriye gerek etnik yapısı gerekse de dinler ve inançlar sistemiyle tam bir Osmanlı sentezidir .


Bu bölge binlerce yıldır bir inanç mozaiği görüntüsündedir .İşte yüzlerce yıldır barış içinde yaşayan bu coğrafya şimdi bir karmaşalar ,zulümler ve zorbalıklar tiyatrosunun sahnesi olmuştur . Burada mezhepler arasındaki düşünce ve inanç farklılıkları dramatik sahnelerin yaratılmasında başarıyla kullanılmıştır .



Etnik yapı:
· % 88 Arap,
· % 6 Kürt,
· % 3 Ermeni
· % 1 Türk,
· % 1 Rum.
· % 1 Süryâniler, Keldaniler, Nasturiler, Çerkezler
ve Yahudiler.
Din:



  • % 74'ü sünni Müslüman,

  • % 11'i Nusayri,Alawi (Bizdeki Alevi’lerden farklıdır )
    % 3'ü Dürzi.

  • % 0.8 oraninda İsmaili vardir.


  • % 10 Hristiyandır. Grek –Ortadoks ,Ermeni Ordadoks ve Suriye Ortadoks kiliselerine bağlı üç ayrı Hıristiyan grup vardır .

  • 5000 kadar da Yahudi mevcuttur.

  • 2000 kadar da Yezidi olduğu söylenmektedir .


Suriye Devleti ‘nin kuruluşu :



Birinci dünya savaşı sırasında İngilizler Arap milliyetcileri Osmanlı’ya karşı ayaklandırdılar. Bütün Arap vilayetlerinde Arap milliyetciler Osmanlı’ya karşı isyan ettiler. Osmanlı İmparatorluğu savaştan yenik çıkınca bütün bu vilayetlerin kontrolünü İngiliz ve Fransızlara kaptırdı. O tarihten bu yana Suriye huzursuzluktan ve savaşlardan kurtulamamıştır .

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...