28 Kas 2010

Hürriyet



Liselerde okutulan tarih, monarşinin kaldırıldığı ,‘cumhuriyet’ ilanının hangi nedenlerle yapıldığını da teyid eder, gerekçelendirir niteliktedir. Bir anlamda 1923 yılında kurulan yeni iktidarın demokrasi ve insan hakları doktrini olarak bir sonra gelecek kuşaklara aktarılmak üzere kurgulanmış ideolojisidir. Oysa istibdadın sisinde(Tevfik Fikret’in SİS şiiri okunmalıdır) kaybolan insanların 1923 yılından sonra nasıl şekilleneceğini de siyasi olarak anlatır.Cumhuriyet tarihi ‘Tek adam’a ve ‘İkinci Adam’a endeksli olarak genç beyinlere ekilir.

Meşrutiyet dönemi öncesinde hürriyet kelimesi bir anlam ifade ediyor muydu?

Osmanlı toplumunda “eşkiyalık” ve “isyan” bir anlamda “hürriyet” ve “adalet” isteyen halkın talep etme biçimlerinin bürokrasi tarafından ne şekilde algılandığıyla alakalıydı.

Tarihin akışı içinde adalet isteyen, hürriyet isteyen bazı kişilerin eşkiya olarak nitelendirilmeleri ve ağır şiddet uygulanarak direnşin kanlı bir biçimde yok edilmesi “ibret” olması amacıyla alışıldık bir olaydı.

Bazı tarihsel belgelere göre Osmanlı bürokrasisinde çok yüksek seviyelerde bulunan kişilerin, emirlerindeki memurları vasıtasıyla halka uyuladıkları baskıya itiraz edenler eşkiya olarak nitelendirilirdi.(1) Bu direnişin çok farklı nedenleri olduğu itibariyle hürriyet konusunun ana tema olduğunu söylemek mümkündür.

Altı yüz yıllık imparatorluk deneyimi ve 87 yıllık cumhuriyet ve demokrasi tecrübesinin insanların hürriyet kavramına nasıl yansıdığı da ayrı bir araştırma konusudur.

AB sürecinde hazırlanan dönem raporları ve bireysel özgürlüklerin farklı siyasi sistemlerde ölçümlerini yapan sivil toplum kuruluşları çok değişik istatistikler ortaya koymaktadır.

http://www.amnesty.org/en/region/turkey/report-2009

Modernitenin hür insan kurgusu ‘adamına göre’ hürriyet dağıtır. İktidara ‘Takvim-i Vakayi’ türü gazetecilik yaparsanız önce giyiminiz değişir, sonra yaşadığınız ortam. Hemen sınıf atlarsınız. Bu sınıf atlama merakı hiç tükenmez. Her an sınıf atlamak için her şeyi yapmaya hazır bir sürü yazar ve akademisyen bulabilirsiniz.

(1) (Efkan Uzun : Ankara Üniversitesi 2008, Doktora tezi;XVII. YÜZYIL ANADOLU İSYANLARININ ŞEHİRLERE YAYILMASI; SOSYAL VE EKONOMİK HAYATA ETKİSİ (1630–1655))

23 Kas 2010

"İda'nın Batısında"


“GERÇEKLİKLE DÜŞÜN BULANIK OLDUĞU BİR ROMAN”

| Erdoğan Taşkın

İnsanlar çeşitli nedenlerle doğup büyüdükleri, yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalabiliyorlar. Savaş, darbe dönemleri, insan hakları ihlalleri, salgın hastalıklar, doğal afetler, siyasi/ekonomik istikrarsızlık vb başta sayılabilir bu nedenler arasından.

Romanımızın kahramanı Ali Sarp, üniversite çağına kadar doğunun kültürel hamuruyla yoğrulmuş, ancak 1970′li yıllarda üniversitelerdeki ideolojik kamplaşmada taraf olmaya zorlanmasıyla devlet aygıtının -özel olarak da polisin- üniversite gençliğine yönelik fütursuz baskısı sonucu ülkesini terk etmek zorunda kalarak yeni bir yaşam deneyimi için batıyı seçmiş bir gençtir. Özellikle “Balyoz Harekâtı” olarak da bilinen 12 Mart Muhtırası sonrasında üniversite gençliğine ve aydınlara yönelen sindirme operasyonu, Türkiye’den batıya doğru siyasi bir göç hareketini de başlattı.

Aynı yıllarda Latin Amerika ülkelerinde peş peşe gerçekleşen askeri darbeler de güneyden batıya doğru bir göç hareketini başlatır.

İsveç’te üniversite öğrenimini sürdürmeye çalışan Ali, kendisi gibi ülkelerindeki siyasi/askeri baskı koşullarının mağduru bir arkadaş grubuyla Düş ile Gerçek Arasında bir yolculuğa çıkar böylece.

Yavuz Çekirge’nin ikinci romanı Düş ile Gerçek Arasında, adı üstünde bulanık bir çizgide ilerliyor. Ancak gerçekliğin ağır bastığı gündelik yaşamın çelişkileri romanın asıl eksenini çiziyor gibi görünse de, tarihsel arka planı ve mitolojik göndermeleriyle çoklu okumaların kapısını da aralıyor.

Bu okumalardan ilki, romanın girişiyle finaline damgasını vuran mistik/fantastik anlatıdır. Bir yanıyla Bilge Karasu’nun “Dehlizle Giden Adam” öyküsünü hatırlatırcasına, aynı şekilde karanlık bir mağarada ilerleyen bir adam, çıkış için bir yol/ışık aramaktadır. İda’nın doğusundan girdiği mağara batısına çıkaracaktır önünde sonunda yolcuyu, ama bu kolay bir yol değildir elbette. Pek çok zorluk da beklemektedir kendisini. Ancak pek çok zorluğun sonunda ulaştığını düşündüğü hedefi, daha da uzakta olabilir bir yolcunun. Nitekim bu romanda da Miklagard’ı; tanrıların, yarı tanrıların ve oraya girmeye izni olan sayılı ölümlülerin, dünyanın dört bir yanından gelerek İda’nın batısında olduğu söylenen Miklagard adlı bahçeyi bulduğunu sanan yolcu, batıya geçmekle hedefe sadece yaklaştığını anlar bir süre sonra. Çünkü bunun için belki de maddi dünyanın duraklarını arşınlaması gerekiyordur önce.

Maddi ve manevi zorluklar beklemektedir Ali’yi İsveç’te her şeyden önce. Okumak ve barınmak için çalışması, para kazanması gerekmektedir. Konyalı, orta gelirli ailesinin maddi imkânları kısıtlıdır sonuçta. İki buçuk yıldır Stokholm’de ikamet eden Ali’yi, romanın ikinci bölümünden itibaren kendisi gibi baskı koşullarının mağduru bir arkadaş grubuyla Stokholm Belediyesi’nin araç sayma işinde tanırız. Bir yandan üniversite eğitimine devam ederken bir yandan da geçimini sağlamaya çalışmaktadır. Konya gibi sıcak bir coğrafyadan geldiği Stokholm’ün soğuğuna alışması ayrı bir derttir bir yandan, öte yandan da gündelik ilişkilere adapte olması, ülke kültürü ve insanını tanıması kaynaşması ayrı bir dert.

Göç, ırkçılık, gelenekler, özgür aşk, kadınla erkek arasındaki ilişkinin sınırları
Öte yandan batıyı tanıyıp, gündelik yaşamına dahil oldukça kendi ülkesi kültürü ve tarihine dair çelişkileri de gün yüzüne çıkmaya başlar. Her ne kadar siyasete hep mesafeli dursa da Cumhuriyet ve öncesine dair resmi tarihin argümanlarıyla da bir hesaplaşma içine girer bir süre sonra. Belletilen, ezberletilen, hikmetinden sual olunamayan Cumhuriyet tarihinin sorgulanışı bu romanın önemli eksenlerinden biri aslında. Belki etkisi altında kalınan şeyden uzaklaşıldıkça, daha bütünlüklü kavrandıkça yapı, içinde barındırdığı eksiklikleri görmek daha mümkün hale gelebiliyor. Ancak romanda bir tanığın eşliğinde bu meseleleri deşmek, yaraya neşter atmak tercih edilmiş gibi duruyor. Nitekim Osmanlı’nın son yıllarında İsveç adına bir ticaret ataşesi olarak görev alan, saraydan bir prensesle tanışan, âşık olan ve yıkıma tanık olan Jan Ramberg’in Ali’ye aktardıkları da bunu destekler niteliktedir.
Bir tesadüf eseri tanıştığı Bay Ramberg, yaşlılığına rağmen dupduru bir hafızaya sahiptir ve tarih konusunda bir hazine gibidir. Özellikle, belki de ayrı bir roman konusu bile olabilecek nitelikteki Bay Ramberg’in anlatıları Osmanlı’nın son dönemine dair birçok bilinmeyeni açıklığa kavuştururken, Ali’nin de kafası giderek netleşmekte, içinden çıktığı gerçekliğe daha mesafeli bakabilmektedir artık.

Fakat yeni gerçeklikte onu en fazla yadırgatan, gerçekliğini kabul etmesi konusunda zorlandığı şeylerin başında kadın erkek ilişkileri gelmektedir. Yine bir tesadüf zincirinin halkası olarak tanıştığı Birgit, doğunun kültürel kalıplarıyla yetişmiş Ali’nin dünyasını altüst eder. Tanıştıkları gece birlikte oldukları evli bir kadındır Birgit her şeyden önce. Ama kocasına rağmen başka erkeklerle de cinsel ilişkiye girmek gibi bir özgürlüğe sahiptir ve kocası da bunu onaylıyordur. El ele tutuştukları andan itibaren birbirlerinin sayılan, erkeğin kadını tam tahakkümüne aldığı doğu toplumlarının aksine, her alanda kadın erkek eşitliğinin sağlandığı, korunduğu sosyal demokrat bir ülkedir İsveç her şeyden önce. Cinsellik cennetidir adeta. Fakat Ali Konya’daki lise yıllarında bir kıza bile dokunamamış, Ankara’daki üniversite deneyiminde de hiçbir kadınla duygusal ya da tensel bir yakınlık kuramamıştır. Çatışmalı bir beraberlik başlar böylece Birgit’le arasında. Normalde karısının başka erkeklerle cinsel ilişkisine müdahale etmeyen kocası ise, Ali söz konusu olduğunda tutumunu değiştirir. Çünkü ırkçı fikirlere sahip biridir Birgit’in kocası da.

Göç, ırkçılık, gelenekler, özgür aşk, kadınla erkek arasındaki ilişkinin sınırları; aşk, sevgi, kıskançlık ve sadakat konularının da sorunsallaştırıldığı Düş ile Gerçek Arasında, birey odaklı bir roman öte yandan. Bireyden toplumsala doğru yöneltilmiş sorgulayıcı bir bakış mevcut roman boyunca. Üniversite öğrencisi Ali’nin gözünden aktarılan olaylar dizgesi siyasi, tarihsel ve kültürel boyutlarıyla ele alınırken, yazarın doğuyla batı arasındaki farka yoğunlaştığını söylemek mümkün. Tabii kurgusal da olsa, bir yaşam hikâyesinin bir kesitinin de aynı satırlarda saklı olduğu bir gerçek.

Gerçeklikle düşün bulanık olduğu bir roman olduğunu söylemiştik en başta Düş ile Gerçek Arasında için. Bu gerçeklik, hem kurgusal boyutta hem de olguların sıralanışında ustaca bulanıklaştırılmış bizce yazarı Yavuz Çekirge tarafından. Hem yüzleştiren hem de uzaklaştıran, soğutan, araya mesafe koyan bir roman Düş ile Gerçek Arasında; bir madalyonun iki yüzü gibi.

Ya da doğuyla batı arasında bir madalyonun iki yüzü kadar keskin bir ayrım olabilir mi? İda’nın doğuyla batı tarafı kadar.
~~~

Düş ile Gerçek Arasında / Roman
Yavuz Çekirge
İmleç Kitap, 2010, 528 s.

20 Kas 2010

V.S. Naipaul


Medya Samurayları” mız, İngiliz yazar, Naipaul’un 25-27 Kasım arasındaki Avrupa Yazarlar Parlamentosu’nun açılış konuşması için İstanbul’a davet edilmesine, İslamiyet’i ve Müslümanları aşağıladığı gerekçesiyletepki gösteriyor.

2010 Avrupa Kültür Başkenti Edebiyat Yönetmeni Ahmet Kot,açılış konuşması için yazarın yönetim kurulu tarafından davet edildiği açıklamasını yapıyor.

Seçici kurullarda yer alanlarla yer almayanların siperlere girmesine neden olan bu polemiğin git gide daralan 2010 Avrupa Başkenti hoşgörü ve özgür düşünce platformunda alarm zillerinin çaldığını da kanıtlıyor mu?

Naipaul Müslümanları aşağılamış mıdır? Yoksa ‘ fanatizm ‘ i mi eleştirmiştir? Bunu anlamak için her şeyden önce yazarın yapıtlarını okumak gerekir. Bizim medya samuraylarımızın bir bölümü ‘ekmek parası’ gereği kelimelere odaklı oldukları için “İslam” kelimesini duyar duymaz “Vay, sen benim tuttuğum takımı nasıl aşağılarsın” mantığıyla kılıçlarını çekiyor gibi görünüyor.

Uygar dünyada entelektüel bakış açısının oluşma süreci içinde farklı kültürleri incelemenin yazarlık mesleğinin gereği olması itibariyle ideolojik anlamda tarafsız olmak ya da taraf tutmak da bir seçim olarak gündeme gelebilir.

Vidiadhar Surajprasad Naipaul Trinidad doğumlu İngilizce dilinde denemeler, kısa Hikâyeler ve romanlar yazan Nobel ödüllü bir yazar:
1932 doğumlu yazar Oxford Üniversitesinde burslu olarak okuyor. İngiliz vatandaşı. BBC ‘de gazeteci olarak çalıştığı dönemde de Hindistan ve Orta Doğu ülkelerine yaptığı ziyaretler sonrasında kitaplar yazıyor.

Orta Doğu ülkelerine yaptığı ziyaretler sonrasında bölgeye ilişkin yazılarını topladığı 1981 yılında yazdığı “Among The Believers” adlı kitabı, özellikle İran,Pakistan, Malezya ve Endonezyadaki İslami uygulamalara atıfta bulunuyor. “Devrim Muhafızları”,”Müslüman Kardeşler”, “Hamas” gibi İslami siyasal örgütler tarafından lanetleniyor. 1988 yılında yayınlanan “Beyond Belief” İslami fanatizmin uygulamalarına getirdiği eleştrinin devamı olarak görülmektedir.

Her şeye karşın bir yazarın söz ve düşünce özgürlüğünün kısıtlanmasına yönelik bu tür baskıların bir Bumerang etkisiyle medya samuraylarını da vurabileceği ihtimali vardır.

18 Kas 2010

Kurban

’Eid al-Adha’[1]

İslâmda Kurban Geleneği

Arapça okunuşu “Īd ul-’Aḍḥā “olan İslâmi özel günler ya da Türkiyedeki adıyla Kurban Bayramı , her yıl Hicri takvimin on ikincisi olan Zilhicce ayının onuncu gününe ve Mekke’ye yapılan Hac ziyaretinin son gününe rastlar.

Bir anlamda “Hac Ziyareti “ ve “Id ul-Adha” birbirini izleyen ritüeller olarak bilinir, birbiriyle bağlantılıdır.Kimi İslam kelamcıların kanaatlerine [2] göre kurban kesme ritüeli yalnızca hac ziyaretinin bir parçası olarak ele alınır, hac ziyareti yapmayanların Hac mekanı dışında kurban kesme ritüeli ise kültürel bir özellik gösterir.

Bazı ülkelerde bu dönem iki üç ya da Türkiye’de olduğu gibi dört gün süren resmi tatil olarak ilan edilir.Bu döneme, bazı ülkelerde “Eid el Kibir “ adı da verilir (Suriye ,Mısır,Fas,Yemen,vb.).

Kurban terimi ve kapsamı

Latince karşılığı olarak bakıldığında bir şeyi kutsallaştırmak anlamını taşıyan’sacer’ ve ‘facere’ kelimelerinin birleşmesinden meydana gelen ‘sacrifacere’ kelimesiyle gelenekselleştirilmiştir.

Pagan dinlerinin de resmi din olarak kabul edildiği Roma İmparatorluğu dönemlerinde kurban geleneği bir çok değişik geleneğin bir araya geldiği “Adak verme” törenleriyle Roma vilayetlerinde sosyalleştirilmiştir. Genel olarak “Değerli bir şeyi kutsal olana sunma” olarak tanımlayacağımız kurban kavramının tarihsel gelişimi içinde kanlı ve kansız olarak iki türde geliştiğini de söylemek mümkündür. Sunmak anlamında kullanılan “offere” kavramının da kurban terimiyle alakası vardır. Tanrıya verilen ya da sunulan şeyler, kanlı ve kansız olarak ikiye ayrılır. Yahudi geleneğinde tüm kansız sunular İbranice “korban” , kanlı olanlar ise “zebah” terimiyle ifade edilmiştir.

“İbranicedeki “korban” sözcüğünün Arapçaya Aramice vasıtasıyla geçtiği kaynaklarda yer almaktadır.Arapçada kurban “krb” kökünden mastar olup “yakınlık”ve “akrabalık” anlamları taşımaktadır.Kur’an’da kurban karşılığı olarak boğazlayarak kesme olan “zebeha” fiili, “neseke” kökünden “nüsuk, mensek” ve deve kurbanı için“nahr”, Allah’a yaklaşmak veya ihram yasağını çiğnemekten dolayı Harem-i Şerif’e kendisi yahut parası gönderilen kurban anlamlarına gelen“hedy”kelimeleri ve Kurban Bayramı’nda Allah’a yaklaşmak amacıyla kesilen belli cins ve evsaftaki hayvanlar için Arapçada “uhdiye”, “dahiye” ve ”ıhdiye”kelimeleri kullanılmaktadır.”[3]

Bugünkü Türkçede kurban kelimesi, tanrı için adanan ve kesilen hayvan anlamında kullanılmaktadır.Kurban geleneğinin ortadoğuda günahlardan arınmanın en etkili yolu olarak kabul edildiğine dair kuvvetli kültürel kanıtlar vardır. Eski Mısır’da kansız kurban olarak en çok tuzsuz ekmek sunulurdu. Halk arasında herhangi bir sorundan kurtulmak için kurban adayanlar hiç de az değildir. Bu özünde tanrılara adak sunma ritüelinin felsefi altyapısını oluşturmaktadır.[4]Yahudi geleneğinde erkek çocukların kurban olarak sunulduğuna dair Tevrat’da kanıtlar da vardır :

“…Oğullarının ilk doğanını,bana vereceksin. Öküzlerin ve davarların için de bunu yapacaksın; yedi gün anası ile kalacak sekizinci gün bana vereceksin.”[5]

İslam dininde dini bayramların 1400 yılda farklı coğrafyalarda farklı yönlerde oluşan gelenekleri günümüze kadar farklılaşarak ulaşmıştır. ‘Eid al Adha’ geleneği Yahudilik geleneklerine Hz. İbrahim ‘ e kadar uzanmaktadır.Emredici ve öfkeli bir tanrı olan ‘Yahveh’ kurban konusunda tavizsizdir:

Bütün ilk doğanlar benimdir. İnekten, koyundan, bütün hayvanlarının ilk erkek doğanı benimdir. Eşeğin ilk doğanı için bir kuzu fidye vereceksin ve eğer veremeyeceksen o zaman onun boynunu kıracaksın.[6]

İslam geleneklerine göre oğlu “İsmail” i Yahudi Hıristiyan geleneğine göre de oğlu” İzak” ı tanrıya kurban etmesi ritüelini sembolize eder.[7] Müslüman ve Yahudi alimleri bu konuda mutabık değildir. Hangi oğulun kurban olarak seçildiği konusunda bir mutabakat yoktur.

Öte yandan Hıristiyan geleneğinde kurban kavramı İsa’nın kendini insanlık adına kurban etmesi inancıyla bağlantılıdır. Kanlı kurban Hiristiya dininde pek sık rastlanan bir olay değildir:

“ Evharistiya ayini Hz. İsa’nın son akşam yemeğinin hatırasıdır.İncil’e göre son akşam yemeğinde Hz. İsa:“Onlar yemek yerlerken ekmek aldı, şükredip kopardı ve onlara vererek dedi: Alın bu benim bedenimdir. Bir kâse şarap aldı şükrederek onlara verdi; hepsi ondan içti. Onlara bu benim kanımdır[8]

Bir tür ruhani kurban kavramına benzemektedir. Bu kavramın her dinde karşılığı vardır. Kutsal şahısların kendilerini bir kurban olarak kutsala adamaları bir tür kurban ritüeli olarak kabul edilir.

Eski çağlarda savaşta kazanılan zaferin karşılığı olarak tanrılara kurban sunmak amacıyla savaş tutsaklarının kılıçtan geçirilmesi yaygındı. Vedalar dönemindeki Hindistan’da insan kurban etme geleneğini sürdüren Tanrıça Kali’nin müritleri, her Cuma akşamı bir erkek çocuk kurban ederlerdi.Bu geleneğin giderek Sümer Akad geleneği olarak Mezapotamya, Babil ve Mısır ‘a taşındığı da bilinmektedir.Kentlerin mabet sur ve duvar kalıntılarının altında çocuk iskeletlerinin bulunması değişik yorumlara yol açmıştır.Hz. İbrahim ‘in ziyaret ettiği dönemde Harran ve Kenan yörelerinde tapınaklarda çocuk kurban etme geleneğinin varolduğu ve yaygın olduğu bilinmektedir. Hz. İbrahim ‘in pagan Babil tanrılarına karşı çıkarak insan yerine kutsal sayılan hayvanları kurban etme geleneğini başlattığı da kayda değer bir tarihi olaydır.

(Devam Edecek)

[1] Bu makalede özellikle başvurulan kaynaklar :

· Özer Çetin,Kurban ile ilgili İnançve Tutumlar,Doktora tezi,Uludağ Üniversitesi Din Bilimleri Fakültesi,Bursa 2008

· İsmail Narin,Kur’an ve Sünnet Açısından Kurban İbadedi,Doktora tezi,İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,2009

[2] Kanaat zihnin bir konuda kesin olarak var veya yok diyemediği fakat varlığına daha fazla ihtimal verdiği

bir durumdur. Kanaat, tahkik edildiğinde bilgi olur. Kişi tahkik edemediği halde benimser ve diğer kanaatlerin geçersizliğini kabul ederse inanç haline dönüşür. D.Krech, S. Crutchfield, Sosyal Psikoloji, çev. Erol Güngör, İ.Ü.E.F.Yay. , İstanbul, 1970,s.175.

[3] Bilmen, Ömer Nasuhi, Kurban Mahiyeti, Vücûbu, Hikmet-i Teşrîiyyesi,2.bs., Ankara, 1956, s.13

[4] Örs, Hayrullah, Musa ve Yahudilik, Remzi Kitabevi, İst., 1966, s.143

[5] Çıkış, 22/29–30.v

[6] Çıkış,13/13;34/19–20.

[7]Canlılara yaşam veren kandır ve ben onu sunak üzerinde canlarınıza kefaret olması için size verdim; çünkü kan hayat karşılığı günah bağışlatır.” Levliler

[8] Markos,14/22–24.

8 Kas 2010

Bios ve Zoe


Bu yazıda yaşadığımız coğrafyada giderek artan ve tahammüllerin sınırlarını zorlayan davranış bozukluklarının kaynakları üzerinde bazı tespitler yapmak üzere yola çıkıyorum. Öncelikle kuramsal açıdan kamusal alanın tarifini yapmak, kamusal alanın sınırları üzerinde düşünmek, giderek kamusal alandaki davranış bozukluklarını ve nedenlerini tanımlamayı amaçlıyorum.

Kamusal Alan tarifi[1]

Dr. N. Kalaycı’nın doktora tezinde ele aldığı Helen geleneğine göre öncelikle Aristoteles’in tarifi üzerinden başlayalım:

  • · Ortak alan “polis”,
  • · Özel (Ev) alan “oikos”,”idia”
  • · Kamusal Alan “agora”,”koine”
  • · Kutsal topraklar “hieros”
  • · Kamusal Topraklar ‘demosios’
  • · Özel Topraklar ‘idios’
  • · Leksis
  • · Praksis
  • · Yaşam “Zen,zoe”
  • · İyi yaşam “bios”

Bireyin hangi alanda nasıl davranacağı yasalarla belirlenmiş durumdadır. Bu yasaların neler olduğu konusunda farklı düşüncelerin olduğunu belirtmek gereklidir. Özgür alan olarak tanımlanan ev alanında bireyin ailenin diğer üyeleriyle olan ilişkisi de yasalarla düzenlenmiştir. Bu anlamda çağdaş toplumlarda bireyin ‘ kamusal alan’ı ve oradaki davranışları yasalarla düzenlenmiştir. Birey özgür olduğunu sandığı alanın yasalarla kısıtlandığının bilincine vardığında tepki gösterir. Bireyin varoluşunun kısıtlanması siyasetin amacının da değiştiğini göstermektedir. Dr. Kalaycı’ya göre çağımızda siyasetin amacı bios (İyi yaşam ) olması gerekirken zoe ye (yaşamak) indirgenmiştir. Bu da ‘leksis’ ve ‘praksis’ ile icra edilen siyasetin sığlaşmasına ve boyutsuzlaşmasına neden olmuştur. Siyasi alanda yalnızca ‘praksis’ boyutunun yeterli olmadığını Jürgen Habermas, K.Marks’ın proleterya devrimi tezine dayanarak ileri sürer. Emekçinin yalnızca üreterek değil, bu üretim faaliyetinin etrafında oluşan iletişim ve etkiletişimle de siyaset yapabileceğine değinir.

Burjuva Kamusal alanı tanımı.

Kamusal alanda iletişim belirli bir denge kurar. Habermas’a yönetilen eleştirilerin başında burjuva kamusal alanını idealleştirdiği tezi gelir. Oysa Habermas, kamusal alandaki iletişim tekelinin kapitalistlerin kontrolünde olduğunu ima etmektedir.[2]

“Habermas'ın yaklaşımının önemi, öncelikle demokratik siyasetin kurumları ve pratikleriyle kitle iletişim araçlarının kurum ve pratikleri arasındaki sıkı bağ üzerinde odaklaşmış olmasında yatmaktadır. Oysa kitle iletişim araştırmalarının büyük bir kısmı çoğunlukla medya-merkezli çalışmalardır. Ayrıca son yıllarda medya alanında genellikle özgür diye nitelenen basın ile devlet-düzenlemesine dayalı yayıncılığı; siyaset alanında ise, hükümet biçimleri ya da temsili parlamenter modellerle siyasal partileri konu edinen, dolayısıyla medyanın ve demokrasinin halihazırdaki yapılarını veri olarak alan, araştırma ve tartışmalar görülmüştür.”[3]

Tartışmanın konumuz açısından ilginç yanı kamusal alanda davranış bozukluğu yaratmasından kaynaklanmaktadır. Tarafsız olması “apriori “ öngörülen medyanın sermayenin menfaatlerine uygun olarak karmaşık bir network biçiminde kurgulanması kamusal alanda bir “bozulma” olarak nitelendirilebilir. Özgür ve tarafsız bir ortam olmadan sözün ve eylemin dengesinin gerektiği gibi kurulamayacağı ve kamusal alanda üretim organizasyonu etrafındaki iletişimin ve buna bağlı olanetkileşimin siyasi aktörlerin lehine ya da aleyhine kullanılabileceği tezi aradığımız “bozulma” tanımına yaklaşmamızı sağlamaktadır.

Özgün olmayan ‘praksis’, K. Marks’ın toplumu dönüştürücü devrimci eylem olarak gördüğü ‘praksis’ tezinin eleştirilmesine de yol açmaktadır. Logos’un inkar edilerek yalnızca özgün olmayan ve güdümlü bir praksis hareketine indirgenen insan eylemi,insanın toplumsal bilinci ve aklı arasında farklı olarak kurulan önermelere dayandırılır.

Habermas’ın geliştirdiği normatif kamusal alan tezi, bir çok bakımdan biz kamusal alandaki bozulmayı işaret etmektedir. Siyaset alanında devletin eylemlerinin medya kanalıyla eleştirilmesi ne ölçüde sonuç getirebilecektir? Devletin eylemlerini kontrol eden güçlerin etkilenmesi ve siyasetin olmazsa olmazı olan “kanaat mühendisliği” kamusal alanda medya aracılığıyla yapılabilmektedir. Siyasi aktörlerin medya aracılığıyla devleti eleştirmesi ya da övmesi üretimle uğraşan halkı ve halkın kanaatini ne denli değiştirebilecektir. İşte bu noktada medyanın “uzmanlar korosu” ya da “ kanaat önderleri” senaryoları devreye girmektedir. Özgün ve tarafsız olması beklenen “logos” ne yazık ki medyayı kontrol eden siyasi aktörlerin çizgisine indirgenerek tek boyutlu siyaset komedisi ortaya çıkmaktadır.

Aradığımız tanım da işte tam burada karşımıza çıkmaktadır. Kamusal alanda kanaat önderleri rolünü üstlenen “samuray” lar ortaya çıkarak bozulmayı bir üst boyuta taşımaktadırlar. Toplumu dönüştürücü eylem hareketi başlamış, toplum “kanaat samuray”lerinin etkisinde bozulmaya başlamıştır.

[1] KALAYCI, Nazile. “Kamusal Alan” Kavramı Üzerine Bir İnceleme: Aristoteles-Marx-

Habermas, Doktora Tezi, Ankara, 2007.

[2] Medya ve Kamusal Alan : Nicholas Garnham :Çeviren: S. Alankuş ve H. Tuncel,

[3] Aynı makaleden alıntı:

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...