28 Ağu 2010

Likya Yolu'nda bir durak...Mercan Koyu.


Fethiye civarlarında Mercan Koyu’ nda turistlerin ve doğal yaşam tutkunlarının gittiği özel bir kamptan söz edildiğini duyduk.

Bir arkadaşımızın kızı orada çalışıyormuş. Hem de boğaz tokluğuna. Yaz kış orada kalıyormuş. Sedir ağaçlarının denize kadar indiği sarp kayaların arasındaki masmavi koyu elimizle koymuş gibi bulabilir mişiz .

Nitekim öyle de oldu. Elimizle koymuş gibi bulduk. Yukarıdan bakılınca bir su kabağına benziyordu koyun biçimi. Dağdan aşağıya kumsala kadar inen sedir ağaçlarının arasına saklanmış gibi duran taşdan ve ağaçtan yapılmış kulübeler vardı.

Altın rengindeki doğal kumsal ise bomboş metrelerce uzanıp gidiyordu. Koya hakim bir tepeye kurulmuş köyün çok hünerli ustaların elinden çıkmış taş evleri arasında ilk bakışta hemen eski bir bir kilise olduğu anlaşılan yapının avlusunda tahtaları kararmış sandalye ve masalarıyla köyün tek kahvesi vardı. Mermer ve granit karışımı taşlardan yapılmış istinat duvarı üç dört iri gövdeli sedir ağacıyla tamamlanmıştı.

Sedir ağaçları arasından dökülen şelale köpükler saçarak kendi açtığı gölete dökülüyordu. Göletin suyu ilerde kumsalın orada denize ulaşıyordu. Bu kilise avlusunun yıllar önce bu şelalenin ayağına ve manzaraya hakim tepenin yamacına yapılmasında mutlaka farklı bir anlam yatıyor olmalıydı.

Kumsaldan ya da şelalenin döküldüğü yerden toplanmış siyah ve beyaz yuvarlak taşlarla bir mozaik gibi işlenerek kaplanan zeminde av hayvanları ve avcı resimleri işlenmişti.

Duvarın kenarında oturan iki kişinin konuşmalarını duyuyordum. Giyimlerinden ve konuşma tarzlarından büyük şehirlerden tatillerini orada geçirmeye gelen entelektüel kişiler oldukları anlaşılıyordu.

Konuşmalarından çıkardığım kadarıyla biri kültür tarihçisiydi diğeri de arkeolog Mercan Koyu'nda Annika'nın paniyonunda kalıyorlarmış. :

Sidyma Köyü (1) ve Mercan Koyu neredeyse birbiriyle aynı kaderi paylaşan insanların uğrak yeri olma yolunda iki üç yıldır epey mesafe almıştı. Köylülerin bir kısmı bu durumdan memnun, diğer kısmı ise memnun değilmiş. Daha doğrusu memnun olmayanlar çoğunluktaymış.

Köylerinin civar tatil kasabaları gibi çok kısa sürede turist merkezi haline gelip arazilerinin değerinin kat be kat yükseleceği rivayetini dinleyerek geceleri rüyalarında olur olmaz hayaller kuran orta yaşlı adamlar köy kahvesinde sık sık Annika ‘nın kampını konuşur olmuş.

Koya her yıl daha fazla gelen turistlerin çoğu köy kahvesinin bu muhteşem terasında bir çay içmeden aşağıya inmezmiş. Bir süre sonra kahvede bira, şarap ve diğer içkiler de satılmaya başlanmış. Köyün yaşlıları ve tutucu ahalisi buna içerlese de pek seslerini çıkarmazlarmış.

Nihayetinde binlerce yıldır tüm Akdeniz ve Ege’ de ünlü şarapların yapıldığı bağların bulunduğu vadinin kenarında bulunan bir Likya köyü olarak şarabı yasaklamak da pek doğru olmazmış.

Bu köyün ahalisinin büyük çoğunluğu zaten kökleri oldukça gerilere kadar giden bölge ahalisiyle hiç bitmeyen savaşlar ve zulümden kaçan göçmenlerin karışımından oluşuyordu.

Selçuklu ve Osmanlı döneminde müslüman olan Rum, Ermeni ve Yahudilerden oluşmaktaymış. O zamanlar yedi bine varan nüfusuyla bir kasaba kadar büyüyen bu köyün akil adamları kiliseleri ve havraları cami ve mescidlere dönüştürmüş, isimlerini de türkçeleştirmişler. Binlerce yıldır hiç değişmeyen kılıç ve inanç dengesi yeniden sağlanmış ve bu acı çeken eski Anadolu halkı yaşama ve nefes alma imkanı bulmuş.

İsveçli Annika, gençlik yıllarında çok acı veren bir ilişkiden sonra sırt çantası ve uyku tulumuyla buralara bir arkeolog grubuyla keşif yapmak ve huzur aramak üzere gelmiş.

Köyde aylarca kalmış. Tepelerde yüzlercesi bulunan Likya mezarlarını büyük bir merakla keşfeden uluslararası grubun arasında yer almış, geceleri mezarların içinde bile uyumuş, kumsalda ateş yakmış, çırılçıplak denize girmiş, ot içmiş, onunla yatmak isteyen erkeklerin arasından gözünün tuttuklarına da zaman zaman hayır dememiş.

Köyün ahalisinin çok farklı olduğunu fark etmekte de gecikmemiş. Gizli ibadetlerine katılmış, yortu günlerinde törene yardım etmiş. Bu ikili yaşamın ruhunda kopan fırtınalara iyi geldiğini fark etmiş. Yaşama arzusuyla ve her şeye yeniden başlamak isteğiyle bu güzel insanlara teşekkür edip memleketine dönmüş.

Yıllar sonra yaşama yeniden dört elle sarılmış ve yeni bir çevre kurmuş,üniversitede bir okutmanlık görevi bulmuş. Bir adama aşık olup evlenmiş. İki yıl sonra deliler gibi sevdiği hayatının tek ışığı sandığı, kalbinin sahibi ve varlığının anlamı kocasıyla en yakın kız arkadaşını kendi yatağında yakaladığı anda önce rüya gördüğünü sanmış, sonra evden çıkıp en yakın Krog’a kendini zor atmış. Üçüncü kadeh vodkadan sonra barmenin şaşkın bakışlarına aldırmadan şişeyi alıp arka tarafdaki yarı loş masalardan birine sığınmış. Yaşlı barmen başını iki yana sallayıp Annika’nın masasına bira ve salatalık turşusu ve peynir götürmüş.

Annika yaşlı barmene gülümsemiş, gençlik yıllarında kırılan kalbini tedavi ettiği Fethiye Mercan Koyu’nu anlatmaya başlamış.Yaşlı barmen de oraya gidip bir daha geriye dönmemesini öğütlemiş.

Annika ,Muğla’nın küçük bir köyünde “Labranda” antik kentinde kazı çalışmaları yapan Lund Üniversitesi’nden tanıdığı arkeoloji rofesörünün yardımını istemiş, epey uğraştıktan sonra da Mercan Koyu’nda bir kişisel gelişim merkezi ve kamping açma iznini yetkililerden almayı başarmış.

Bu kişisel gelişim merkezinin kısa hikayesi de "kırık kalpler" ana teması üzerine kuruluymuş. Bunu kampa her gelen peşin olarak bilirmiş.Gelenler de çoğunlukla kalpleri kırık tadavi olmak isteyenler olurmuş. Koya hakim tepelerde Mayıs ayının ortalarında açan çiçeğin yapraklarından yapılan çayınn ve kayalıkların altında yetişen mercanlardan yapılan kolyelerin kırık kalplere iyi geldiği de söylenirmiş.

( "Öteki 12 Mart" Romanı'ndan bir alıntı. )

(1)Sidyma : Fethiye - Kaş yolu üzerinde, Eşen'den ayrılan bir yoldan 17 km sonra Sidyma ören yerine ulaşılır. Fethiye'ye 55 km olan Sidyma'nın eski tarihi pek bilinmemekle beraber ........

7 Ağu 2010

“Askeri kontrol eden Roma’yı yönetir”


Yirmi asırdan fazla süren Roma İmparatorluğu 500 yıllık bir cumhuriyet tecrübesi yaşamıştır. ilk yıllarında Anadolu’ kent cumhuriyetlerinden etkilenerek “Res Publica” eğilimine girmiş olsa da ; cumhuriyetinin yıkılıp diktatörlüğe geçişinin ve giderek imparatorluğu yıkan esas sorunun askerlerin geniş çapta taraf tuttuğu Patrici - Pleb kavgaları olduğu söylenir.

MÖ 700 yıllarında kurulan ve 1453 yılında İstanbul’un fethiyle sona eren 2153 yıllık muazzam bir coğrafyaya yayılmış bulunan bu imparatorluğun etnik, dil, din çeşitliliği çok farklı bir devlet idaresini gerektiriyordu. İmparatorluğun tek bir resmi dini, ya da tek bir resmi dili yoktu. Devletin beş ayrı resmi dini olduğu gibi bir o kadar da resmi dili vardı.

İmparatorluğun geniş coğrafyasında söz sahibi olan “Patrici” adı verilen seçkinler sınıfı, senatoyu yöneten asiller, zengin tüccarlar ve bürokratlardan oluşuyordu. Halk diye nitelendirebileceğimiz “Pleb” ler ise çoğunluğu oluşturan ve İmparatorluğun çimentosu olarak adlandırabileceğimiz çok kültürlü, çok dilli, çok dinli geniş halk kitleleriydi. Plebler Roma vatandaşı olarak “Halk Meclisi” ne üye olabiliyorlardı., ancak bu meclisin yürütme erkini kullanma anlamında etkisi sınırlıydı; tavsiye kararları alabiliyorlardı.Yürütme erkini bünyesinde toplayan senatoda söz sahibi değillerdi. Populus Romanus bir göz boyamaktan ibaretti.

Kırallığın devrilmesiyle MÖ 509 da ilk cumhuriyet kuruldu ve Jül Sezar ‘ın orduyu bir tehdit unsuru olarak kullanmasıyla ilk diktatörlük deneyimini yaşadı ve daha sonra da tamamiyle diktatörlük sistemine geçti. Populus Romanus (Halk Meclisi) bir yıl süreyle görev yapacak olan iki konsülü (Bugünkü devlet başkanlığı ) belirliyorlardı. Önceleri imparatorluğun bir yıllık idaresi iki konsül tarafından rahatlıkla yürütülürken, genişleyen imparatorluk coğrafyası yeni konsüllerin atanmasını gerekli kıldı. Konsül sayısının ona hatta on ikiye yükseldiği dönemler de vardır.

Asillerin senatodaki güçlerini kullanarak toplanan vergileri ve diğer ekonomik unsurları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye başlamasıyla birlikte cumhuriyet rejiminde ilk sarsıntılar hissedilmeye başlar. Rüşvet ve yolsuzluklar imparatorluğun bürokrasisini çürütmeye başlar.

Roma İmparatorluğu’nda asker sınıfı her zaman önemli bir rol oynamıştır. Lejyonların idaresini gerçekleştiren generallerin senato üyeleriyle kurdukları ilişkiler her dönemde etkili olmuştur.

“Askeri kontrol eden Roma’yı yönetir” sözü ünlüdür.

Asker hiç bir vakit tam olarak “Pleb” yani halk tarafında olmamış hep ” Patrici” etkisinde kalmıştır. Bunda verilen rüşvetlerin çok büyük bir önemi olmasına karşılık generallerin verimli topraklarda bir valilik elde etme istekleri de vardır. Geniş imparatorluk topraklarında verimli bir bölgenin valisi olmak bir kral olmak kadar değerliydi.

Askerin bir kurum olarak geniş topraklara yayılmış olması beraberinde bir çok problemi de getiriyordu. Roma dışında bulunan lejyonların idaresi siyasi olarak senato üyelerinin yani konsüllerin iki dudağı arasındaydı. Konsüller siyasete askeri karıştırarak kendilerine güç sağlamaya başladıkları zaman da zaten cumhuriyetin sonu gelmişti.

Cumhuriyetin en büyük savunucularından ve bir dönem konsüllük yapan Marcus Tullius Cicero’nun yaşamı Roma cumhuriyetinin tarihidir…

(Marcus Tullius Cicero, M.Ö. 43 yılının 7 Aralık günü başı kesilerek idam edildi. Başı Rostra'da halka teşhir edildi, elleri ise Senato binasının kapısına çivilendi.)

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...