11 Ağu 2015

Hakkâri İzlenimleri (1)

Yedi günlük Rize Çamlıhemşin Yaylaları ve beş günlük Hakkâri gezisinden döndükten sonra bir kaç gün şaşkınlığımı üzerimden atamadım. Hem Karadeniz’de hem de Hakkâri’de üç bin metrelik irtifalarda gezdikten sonra İstanbul’a  dönmek kolay olmadı. Önce Hakkâri seyahatini daha sonra da Karadeniz seyahatini yazmaya karar verdim. Dokuz bin kareye varan fotoğraf arşivini ayıklamak da epey vakit alacağa benziyor.
Her şeyden önce bölgenin tarihini ve coğrafyasını öğrenmek gerekir. Tarih konusuna şimdilik kısaca değinirsek; İlk çağlardan itibaren insan topluluklarının barındığı bölgede MÖ. 9 bin yıl öncesinden kalma mağara resimleri bulunmuştur. Daha sonra Urartu, Asur uygarlıklarının hüküm sürdüğü bu topraklar sırasıyla Pers, Grek,Roma, Arap, Ermeni krallıklarının etkisinde kalmıştır. Bölge her zaman  uzun savaşlara sahne olmuştur.  Hakkâri 1514’te Çaldıran Seferinden sonra Osmanlı topraklarına katılmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında 24.04.1915’te Rusların işgaline uğrayan Hakkâri, 22.04.1918 tarihinde Rus işgalinden kurtarılmıştır. 1926’da yapılan Ankara Antlaşması ile Musul ve Hakkâri’nin beş bölgesi sınır dışında kaldı. Hakkâri 1933 yılında Van iline bağlanmış, 1936 yılında yeniden il statüsü kazanmıştır. (Hakkari Üniversitesi broşüründen alınmıştır.)
Hakkâri bölgesinde  iki ana sıradağ kütlesinden söz etmek mümkün. Cilo ve Sat sıradağları. Dağlarla ilgili bir alıntıyı aşağıda notlar kısmına alıyorum. (Dağlar)
Birinci Gün
İstanbul’da giderek yeknesak hale gelen yaşamı biraz hareketlendirmek biraz da uzun süredir merak ettiğim ama bir türlü gidemediğim Hakkâri ilinin sınırlarında bulunan Cilo ve Sat Sıradağları Reşko ve Sat Buzulu ve Reşko dağını yakından görmek için iki bin kilometrelik bir yolculuğu göze alarak uçakla Van’a hareket ettim. Her dağcı ve doğa yürüyüşçüsünün hayallerini süsleyen Cilo ve Sat Dağları’nı yakından görme arzum  çok güçlüymüş demek ki.
Bukla Tur ile Fujifilm ortak projesi olan Cilo Seyahati  fotoğraf sanatçısı Faruk Akbaş’ın rehberliğinde fotoğraf eğitimi ağırlıklı bir gezi amacını taşıyordu. Bu seyahat aslında iki amaca birden hizmet ediyordu. Hem Türkiye’nin en ilginç doğa harikası dağlarda dolaşacak hem de  yeni aldığım Fujifilm XT1  kamerayı denemek ve öğrenme fırsatım olacaktı. Hemen yer ayırtıp ciddi bir ücret ödedikten sonra gruba dahil oldum. Anlaşıldığı kadarıyla tura talep fazla değildi. Başvuru sayısı sekizin altında kalıyordu. Minimum katılımcı sayısına rağmen gezinin gerçekleşeceğini firmanın sahibi Okan Yenigün beni Çat Köyü’nde arayıp telefonla bildirdi. Çamlıhemşin yaylaları seyahatinin hemen ardından gelen bu ilginç fırsatı  kaçırmak istemedim.
Sırt çantası, dağ botları, bol alternatif giysi ile  kamera ve Fujifilm’den ödünç aldığım iki lensle  iki saatlik bir uçak yolculuğundan sonra Van’a indik. Ramazan Bayramı dolayısıyla uçaklar tıklım tıklım. Daracık Van havaalanında adım atacak yer yok. Uçakta birkaç kişiye gözüm takıldı. Bizim fotoğrafçı grubundan olabilirler diye aklımdan geçirdim. Nitekim yanılmadığımı sonradan anladım. Dörtte dört tutturmuşum. Fena değil.  İlk kez geliyorum buralara. Van Gölü sakin bir deniz gibi öylesine uzanıp gidiyor. İlk bakışta eski yapılar göze çarpmıyor. Buralardaki şehirleşme Urartu uygarlığından hiç feyz almamışa benziyor.
Eski adıyla başkent Tuşpa’nın  iki bin yıl önce bu bölgenin en güzel şehri olduğu anlatılıyor. O güzelim şehirden geriye çok az şey kaldığı söyleniyor. Van Müzesi’ne uğramak için vakit yok ama duyduğum kadarı ile müzede çok az eser varmış. Talan etmişler bu bölgeyi. Yerel halk İranlı, Ermeni ve Kürt. Sonradan önce İskender daha sonra Araplar ve Moğollar  da geliyor.Yıkımı ve halkın çektiği acıyı düşünmek bile istemiyorum. Bugün burada yaşayan insanların gözlerine o tarihin derinliklerinden gelen korku gelip yerleşmiş. Her dönem bir zorba çıkmış ortaya. İnsanların huzur içinde yaşayacakları bir yer yok buralarda. Nereye kaçsan gelip seni buluyorlar. Yeniden alel acele inşa edilmiş gibi duran betonarme binalar hiç hoş görünmüyor. Mimari bir estetikten yoksun olan bu binaları depremden sonra yenileme fırsatı vardı. Ama her şeyin çarpık bir dengeye oturtulduğu menfaat çarklarının estetik kaygılara prim vermediği kesin.  Belki de deprem nedeniyle toplanan paralar, yardımlar şehrin yeniden inşa edilmesine yeterdi ama kim bilir? Devlet halka hesap vermiyor, halktan hesap soruyor. Zorbalık düzeni bu bölgede sürüp gidiyor. Kaba gücü elinde tutan halkı hiç çekinmeden eziyor.
Grup toplandıktan sonra minibüsle Hakkâri’ye doğru yola çıkıyoruz. Dört gece beş gün sürecek olan seyahatin öngörülen programı şöyleydi:

  • 15 Temmuz
  • 16 Temmuz Reşko Buzulu
  • 17 Temmuz Berçelan Yaylası ve Gölü
  • 18 Temmuz Sat Buzul Gölleri ve mağara resimleri
  • 19 Temmuz Hoşap Kalesi
Bu seyahatin benim için en etkileyici bölümü Cilo, Reşko Buzulları ve Yüksekova “Sat Dağları” buzul göllerine yapılan tırmanışlar ve Trişin yaylasında olduğu söylenen neolitik zamanlardan kalma kaya resimleri idi. Bölgede tarihi eserlerden ziyade doğal güzelliklerin  daha fazla olduğu dikkate alınırsa gezinin ağırlıklı olarak manzara fotoğrafçılığını geliştirme amaçlı olacağı anlaşılıyordu. Nitekim öyle de oluyor. Minibüste rahat rahat oturuyoruz. Sayımız az. İstanbul’dan beş, Ankara’dan bir,  Fethiye bir olmak üzere grup lideri Faruk Akbaş ile birlikte yedi kişiyiz. Erzincan’dan da iki kişilik bir video film ekibi de bize katılınca dokuz kişi oluyoruz. Hakkâri Üniversitesi Spor Akademisi öğretim üyelerinden üç rehberi de sayarsak on ikiye ulaşıyoruz.
Van’a iner inmez ilk fark ettiğim şey buralarda farklı bir dil konuşulduğu ve insanların çekingen ve sürekli tetikte durduğu oldu. İnsanların gözlerinde bir ürkeklik bir bıkkınlık var.  Kürtçe ve Koyu Doğu aksanlı Türkçe buraların iletişim dili. Kimse yüksek sesle konuşmuyor.  Buraların insanıyla aramızda farklılıklar var. Hakkâri’ye yaklaştıkça bölgedeki bariz  askeri varlığı hissediyorsunuz. Kontrol noktalarında ağır silahlarla donatılmış tam teçhizatlı birliklerin konuşlandığı yollarda insanın içine ister istemez bir korku düşüyor. Hüviyet kontrolü ve nereden gelip nereye gittiğinize ilişkin sorular yadırganmıyor.
Oysa burası demokratik bir ülke olsa kimse kimseyi böylesine sorguya çekemeyecek.  Birden medyanın yalan yanlış ve yan tutarak çizdiği resim gözlerinizin önüne geliveriyor. Her tür komplo mekanizması çalışıyor. Yollarda patlamaya hazır mayınlar, keskin nişancıların konuşlandığı tepeler; zırhlı araçlar, Tomalar, biber gazları ve taş atan çocuklar. Medyanın beyninize zorla ve ahlaksızca çarpıtarak indirdiği bu zoraki senaryo  muhakeme ve gözlem kabiliyetinizi etkiliyor. Sağlıklı düşünebilmek için çaba harcıyorsunuz. Kuşku sarıyor etrafı bir sis bulutu gibi. Deneyimli bir gözlemci olmak gerekiyor.
Yolumuz üzerinde bulunan  Akçalı Köyü yakınlarındaki Pamukkale’ye benzediği söylenen travertenleri ziyaret edeceğiz. Van Hakkâri karayolunun 87. kilometresinden   toprak bir yola saparak Zap Suyu’na dökülen Karacasu adı çayın kaynağına doğru tepelere tırmanıyoruz. Berbat bir yol. Bu kadar tozlu bir yolu ilk defa görüyorum. Tozdan öksürenler çoğunlukta. Minibüsün kapısı tam kapanmadığı için içeriye toz doluyor. Boynumdaki fuları kovboylar gibi maske yapıp tozdan korunmaya çalışıyorum.
Burada da karakollar da var. Akçalı Köyü birkaç evden ibaret. Alabildiğine uzanıp giden tarlalar  ıssız görünüyor. Birkaç yüz metre daha tırmandıktan sonra  Cilo Dağları’na  kadar uzanan derin vadilere ulaşıyoruz. Cilo Sıradağlarında çoban ateşlerinin dumanları görünüyor. Akçalı Travertenlerini  fotoğraflamak üzere vadinin aşağısında ağaçların arasından akıp giden şelalenin döküldüğü yere inmemiz gerekiyor. Kayalık zemin neredeyse hiç geçit vermiyor. Tehlikeli bir iniş. Yaklaşık 2500 metre irtifadayız. Karacasu Çayı,  Merkez Dağ (3240 m), Küçükkale Dağı (3040 m) ve Gilehöyük Tepe (3505 m) yamaçlarından fışkıran pınarların sularını   toplayan Karacasu Çayı daha sonra  Zap Suyu ile birleşiyor.
Kayalık ve taş  sarp bir zeminden inmeye  başlıyoruz.[1] Patika filan yok. Öylesine dokunulmamış bir yer. Doğa cömertçe açıyor kendini. Rengarenk çiçekler sarmış her yeri. Vadinin derinliklerine indikçe çiçekler, kelebekler ve arılar  çoğalıyor. Her tehlikeyi hesaplayarak zik zaklar çizerek  vadinin dibine kadar inmeyi başarıyorum. Belime kadar otlara bata çıka şelalenin dağdan fışkırdığı kayalıklara ulaşıyorum. İki üç farklı yönde gelişen travertenin kahverengiyle beyaz arasında değişen teraslar oluşturduğu görülüyor. Zaman zaman ağır bir kükürt kokusu geliyor burnuma.
Merkez Dağ’a doğru uzanan çayırların yeşiliyle travertenlerin beyaz sarı ve kahverengi tonlardaki şekillenmelerini kamerayla yakalamaya çalışıyoruz. Saatlerce çekim yapılacak kadar malzeme var bölgede. Travertenlerin[2] dalga dalga yüzeyinde bir perde gibi su akıyor. Dağdan büyük bir hızla gelen Karacasu tam da travertenlerin orada yedi sekiz metreden dökülerek bir dev kazanı oluşturuyor.
Buranın bir fay hattı olduğu kesin. Okuduğum bir deprem raporunda bu açıkça belirtilmiş.[3]Kocaeli Deprem Sempozyumu 2005 raporunda bölgedeki deprem hassasiyetleri açıkça ifade ediliyor. Bu traverten bölgenin de olası bir fay kırılmasında ne olacağı bilinmez.
23 Ekim 2011 Van depreminden sonra yaralar sarıldı mı? Yeterli tedbir alındı mı sorusunun cevabı çok net. Resmi kayıtlara göre 600 civarında yaşam yok olurken beş  bine yakın yaralı  ve bir o kadar da bina hasarının meydana geldiği açıklandı. Resmi rakamlara inanmak için ortada bir sebep yok. Devlet bu tür olaylarda gerçek rakamları şu veya bu sebepten dolayı açıklamıyor. Bölgedeki etnik hassasiyet bir güvensizlik ortamı doğurmuş. Buranın Kürtçe konuşan halkı devlete güven duymuyor. Devlet de onlara güven duymuyor. Bir güven bunalımı sarmalını her yönü kapladığını insanlarla konuştukça algılamamak mümkün değil. Kontrol noktalarında askerlerin ses tonunda saklı olan o zorbalık ve tek yanlılık halkla devlet arasında aynen Karacasu’nun zaman içinde Merkez Dağı oyarak açtığı kanyonun iki yakası  gibi uçurumlar açıyor. Bu uçurumların kapanması çok zor. Devlet tek yanlı olarak bu Det Facto ilişkiyi kurmuş. Hoşap Kalesi’nde konuştuğum köyün yaşlılarının yüzlerindeki derin çizgilerden de anlaşılıyor bu.
Karacasu Çayı’nın oluşturduğu bu mini kanyon sürprizlerle dolu. Çay kıyısı boyunca uzanıp giden çiçek denizi üzerinde kelebek, arı, böcek orduları dolaşıyor. Bölgedeki endemik çiçek çeşitliliği dikkat çekici. Yabani sümbül çeşitleri, salep otları, orkideler, çan çiçekleri, ters laleler, yüksük otları bunlardan sadece bazıları. Hakkâri bölgesinin bir doğa harikası olduğunu rahatlıkla söylemek mümkün. Cilo ve Sat Dağları bölgenin en önemli ekosistemleri. Yaklaşık yirmi bin yıllık buzulların yer aldığı bu dağlardaki buzul gölleri, akarsular tüm bölgeyi besleyen doğal kaynaklar olarak tanımlanıyor.[4]
Yer kabuğunun çatlağından sızan kalsiyum bikarbonat ihtiva eden  suların yeryüzünde  bıraktığı izler bunlar. Bilimsel izahatın dışında görüntü olarak insanda hemen bu suyla banyo yapma isteği uyandırıyor. Yola köylülerin diktiği levhada beyaz zemin üzerine siyah harflerle “Pamukkale” yazılmıştı. Ne de olsa tanınan isim bu. Bir çok yerde “Doğu’nun Pamukkale’si” tabiri kullanılıyor. Issız topraklar buralar. Kimsenin ekip biçmediği ama yüksek otları balya balya yığıp bıraktıkları görünüyor. Buralarda bu ovaların çok az olduğu bölgelerde sık sık aynı şeyi görüyoruz. Otlar kesilmiş balyalanmış ve oraya bırakılmış. Daha sonra gelip ihtiyaçları olduğunda alacaklar her halde. Kanyonun derinliklerine indikçe kuş sesleri artıyor. İnsanlardan ürkmeyen korkusuz kuşlar. Hasret kaldığım bir şey kuş sesleri. Doğa yürüyüşlerinde ormanın, rüzgârın ve kuşların sesini duymak için sessizce beklemek gerekiyor.  Oysa Toros Dağları yaylalarında tek bir kuş sesi bile duymak mümkün değil artık.
Vadinin dibinde akşam güneşinin ilk ışıklarına kadar çekim yapıyoruz. Faruk Akbaş ve diğer arkadaşlar “kompozisyon” çalışıyorlar. İnsan unsurunun doğayla birleştirilerek görselleştirilmesi hiç te kolay değil. Konu travertenler ve kanyonun derinlikleri olunca bir çok kompozisyonu denemek gerekiyor. Ben doğa ve insan ilişkisini fotoğraflamayı çok iyi beceremiyorum. Bu grafiksel hatta geometrik bir düşünce tarzını gerektiriyor. Geniş açı lenslerle normal lensler arasında büyük farklar oluşuyor. Özellikle de böylesine dağlık bir coğrafyada ışığın yayılışını kontrol etmek kolay değil. Ben yine çiçeklerime ve kelebeklerime dönüyorum. Akşamın son ışıkları tepeleri yalarken Hakkâri’deki ilk günümüzün sonuna geliyoruz.
——————————————————————–
(Dağlar) Hakkâri il topraklarını ortadan bölen Zap Suyu Vadisi’nin doğusunda Hakkâri Torosları’nın ana kütlesi kuzeydoğu ve güneydoğu yönünde açılarak İran ve Irak sınırlarına dek uzanır. Yörenin en yüksek tepesi, ülkenin de en yüksek dağlarından olan Cilo Dağı’ndadır. Hakkâri il merkezi doğusunda Zap Suyu’ndan sonra Sümbül (3467 m) ve Mere (3200 m) dağları ile birden bire yükselen Cilo kütlesinin temelini, kalkerli ve volkanik kayalar oluşturur. Batı-doğu yönünde uzanan bir kıvrım dağı olan bu kütle, doğuya gidildikçe yükselmektedir. Ana kütle 3000 m yüksekliğinde bir kabartı durumundadır. Sırtın sağında ve solunda genellikle çıplak, dik ve sarp çok sayıda doruk yükselir. Bunlar sırasıyla 3500 m yükseltili Kisara Dağı, 4060 m yükseltili Suppadurek Dağı, 3700 m yükseltili Köşedireği Dağı ve bütün Cilo kütlesinin en yüksek noktası olan 4135 m yükseltili Reşko (Gelyaşin ya da Uludoruk ) Tepesi’dir. 3850 m yükseltili Maunseli Sivrisi ve 3650 m yükseltili Gelyano Tepesi asıl kütleden ayrılarak kuzey yönünden uzanan bir kol üzerindedir. Zap Suyu’nun doğusunda Sümbül Dağı ile başlayıp Gevar Ovası’nın güneyi boyunca İran sınırına dek uzanan bu yüksek sıra dağlar, güneydeki Irak sınırı arasında kalan Şemdinli yöresinin en sarp kesimidir. Cilo ve Şemdinli yörelerindeki yüksek dağlardan çıkan ve güney yönünde akan akarsular, kalkerler ve volkanik kayaçlardan oluşan toprakları zamanla oymuş ve birtakım sarp bölmelere ayırmıştır. Cilo Dağı’ndan güney batı yönünde Zap Suyu dirseği içine doğru uzanan geniş dağ kütlesi, bu şekilde yontulmuş ve parçalanmıştır. Bu engebeli kütle üzerinde 3000 m’yi geçen çok sayıda doruk vardır. 3250 m yükseltili Beridalo ve Yekboy Dağları, 3250 m yükseltili Samur Dağı, 3460m yükseltili Gare Dağı bunların başlıcalarıdır. Avarobaşın Çayı (Rubareşin) ile Şemdinli Çayı arasında geniş ölçüde volkanik kayalardan oluşan Sat Dağları (İkiyaka Dağları) uzanır. Kütlenin üzerinde 3540 m yükseltili Sat Dağı ile 3356 m yükseltili Gevaroki Dağı önemli doruklardır. Kaynak: Hakkâri Üniversitesi kitapçığı:           http://husis.hu.edu.tr/doc/0/pdf/Hu_2013_faaliyet_raporu_cmyk.pdf
[1] Seyahatten döndükten sonra yaptığım araştırmada bölgeye ait bir makaleye rastladım. Yüzüncü yıl  Universitesi, Egitim Faktiltesi ve  Atatürk Universitesi, Kazim Karabekir Egitim Fakultesi öğretim üyeleri Yrd. Doçent .Dr. Süleyman ELMACI ve  Yrd. Doçent .Dr. Ramazan SEVER’in Eastern Geographical Review sayı 15, sayfa  137’de yayınlanan, DOĞAL BiR ANIT: AKÇALI TRAVERTENLERi (VAN-BAŞKALE) başlıklı makalesi konuya az da olsa biraz ışık tutuyor.  Akçalı Travertines (Van-Baskale): A Natural Monument
[2] Traverten; kalsiyumbikarbonat Ca (HCO3) içeren soğuk ve sıcak su kaynakları tarafından çökeltilen karbonatlı oluşumlardır. Denizli-Pamukkale, Ağrı-Diyadin, Erzincan-Otlukbeli Gölü, Erzurum-Hölenk, Van-Başkale, Hadim-Aksazak, Hadim-Yerköprü, Sındırgı- Hisaralan, Cihanbeyli-Bolluk Gölü, Bolu-Akkale, Sivas-Sıcakçermik gibi birçok yerde birer doğa harikası olan bu traverten birikim şekilleri bulunmaktadır.
Kaynak: Yrd. Doç. Dr. Selahattin POLAT Uşak Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü Uşak, TÜRKİYE’DE TRAVERTEN OLUŞUMU, YAYILIŞ ALANI VE KORUNMASI, MARMARA COĞRAFYA DERGİSİ SAYI: 23, OCAK – 2011, S. 389-428 İSTANBUL –
[3] Hakkari yöresinde bölgesel ölçekte üç önemli tektonik yapı yer alır. Bunlar Bitlis Kenet Kuşağı (BKK), Şemdinli Yüksekova fay kuşağı (ŞYFK) ve Başkale fay kuşağıdır. Kaynak: Ali Koçyiğit, 2005.01.25, MW 5.9 SÜTLÜCE (HAKKARİ) DEPREMİNİN KAYNAĞI: BAŞKALE FAY KUŞAĞI, GD TÜRKIYE.
[4] Hakkâri il topraklarının yaklaşık % 87’sini kapsayan dağlar, genellikle ülke dağlarının ortalamasından daha da yüksektir. Bu dağların en önemlileri; Cilo (4.135), Sandil (3.818), Mordağ (3.810), Karadağ (3.630), Geverok (3.680), Sümbül (3.250 m.)’dir. Cilo ve Sat dağları yöresi bölgenin en önemli doğal varlıklarıdır. Bu dağlardaki 20 bin yıllık buzullar, buzul gölleri ve barındırdığı yaban hayvanlar ve endemik bitki örtüsü ile bölge “doğa harikası” olarak nitelenebilir. Kaynak:http://www.daka.org.tr/panel/files/files/yayinlar/TRB2_Bolgesi_MDA_DogalKaynaklar_2011.pdf
 _DSF0003

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...