12 Oca 2008

İslam Felsefesi ve H.Z.Ülken,'in İslam Düşüncesi

İslam düşüncesinin egemen özelliği ise şekilsiz, hareketsiz, değişmesiz, mutlak bir sükun içindeki ezeli an fikridir.
Bu fikri en mükemmel temsil eden İslam düşünürleri buna “an-ı daim” diyorlar.

Muhtelif fikir sistemleri an-ı daim görüşüne az veya çok yaklaşmışlar, onu yabancı etkilerle uzlaştırmaya çalışmışlardır.

An-ı daim, bütün şekiller ve değişmelerin üstünde aynı kalan ve kendinden şekiller ve değişmelerin doğduğu ezeli alemdir.

Üç düşünce arasında yaptığımız bu genel karşılaştırma, bizi yeniden üç düşüncenin başlıca problemlerini aramaya yöneltecektir.

Acaba Yunan,İslam ve Batı düşüncelerinden her biri bütün sorunların doğduğu ilk felsefi sorun olarak neyi ileri sürmüşlerdir?

Uygarlık ve çağ farkını göz önünde tutmayan filozoflar, düşünce alanında bazı değişmez problemlerin olduğunu kabul ederler.

Oysa karşılaştırmalı düşünce tarihi çok kere bunun aksini göstermektedir.

Belirli bir çağda ve bir uygarlıkta birinci derecede önemli olan bir problem diğer bir uygarlıkta ya ikinci plana geçiyor ya da tümüyle kayboluyor.

Felsefe tarihini yalnız Batı felsefesi içinden görmeye alışmış olanlar da ancak Yunanlı ile modern insan arasında karşılaştırma yapmaktadırlar:

Onlara göre Yunanlı için temel sorun“varlık”, modern insan için temel sorun “bilgi”dir.

Gerçi felsefe tarihinde en büyük metafizikleri yaratmış olan Yunan dehasına karşı bilgi teorilerini yaratmış olan modern devri karşılaştırınca buna hak vermemek kabil değildir.

Fakat sorun bu kadar basit değildir.

Aristo metafiziğinin varlık problemi başka şekilleriyle İslam, Hint ve Çin düşüncelerinde de görülmektedir.

Metafizik,Modern düşüncede de yer bulmaktadır.

Fakat asıl önemli nokta insan ile alem (doğa) arasındaki ilişkidir.

Yunanlı bu ilişkiyi insanın varlığına uygun olması, uygun düşmesi şeklinde akıl problemi olarak görüyor. Yunanlının gözünde akıl, evrendeki düzenin bir parçasıdır ve evren, akla uygundur.

Batılı gözünde bu ilişki, bilinç problemi olarak görünüyor.

Çünkü Batılı dünyası, insanın fonksiyonu olarak anlıyor. Ve bilinç problemi konduktan sonra bilginin tahlili ve bilgi kuramları ortaya çıkıyor.

İslam düşüncesinde ise bu ilişki hürriyet problemi şeklini almıştır.

İnsanla kaderin ilişkisi, beşeri ve metafizik hürriyet sorununu bütün felsefe sorunlarını odağı haline getirmiştir.


Çeşitli yönlerinde bir birine bağlı olan bu üç düşünce arasındaki temel farkların kökünü onların içinde doğduğu toplumsal bünyenin gelişmesinde aramalıdır:

Yunanlı değişmez kastlar cemiyetinde yaşıyordu.

Onun gözünde insan ve toplum bu değişmez doğa düzeninin bir parçası idi. İnsan, arzularını dizgine vurarak ona uygun yaşmaya mecburdu.

Bu suretle değişmez doğa düzeni bizzat akıl düzeni idi.

Oysaki Müslüman,bütün kavimlerin birbiriyle kaynaştığı büyük bir ümmet içinde yaşıyordu.

İnandığı tanrı alemlerin efendisi ve yaratıcısı(Rabbülalemin) idi. Bu külli ve ezeli kudretin önünde bütün varlıklar,düzenler, farklar geçici gölgelerden ibaretti.

Hiçbir düzen olduğu gibi kalamazdı. Allah’tan başka her şey fani idi. Dün şah olan bugün dilenci olabileceği için Allah’ın huzurunda dilenciyle şah eşit idi. Böyle bir düşüncede ana problem kendiliğinden insan iradesinin kader karşısındaki konumu sorunu olacaktır.

Bu problemin bugünkü değerini anlamak için bir örnek verelim: Zamanımızda bir adam bir suç işlemiş olsun ;O önce toplumsal yasalarla,sonra kendi vicdan müeyyidesi ile karşılaşacaktır.

Toplum, onun neden cezalandırır? Çünkü bilerek, isteyerek suç işlemiştir. Hürriyetini kullanarak suç yaparsa cezalanır. Aksi takdirde çocuksa, deliyse,hasta ise cezalanamaz.

Hareketinde sırasıyla psikolojik hürriyetini kullanarak suç işlemişse cezalanır. Toplumsal kuralların esası bu hürriyete dayanır.

Ahlaki ve ve cezai sorumluluk hürriyet kavramına bağlıdır. Kişinin deruni hürriyeti bir tarafa bırakılırsa ceza ve ahlak imkansızdır.


Bilginler determinist gözle suçun sebeplerini araştırırlar. Sosyolojiye göre suçu işleten çevrenin verdiği terbiyedir. Ekonomik düzenin bozukluğudur. Biyolojiye göre suçu işleten organik bünyesindeki bozukluktur.

İlim yorumuna göre,gerçekte kişinin hürriyeti yoktur.

Her suçlu kendisinin suçlusu değil, doğanın suçlusudur. Determinist bir yorumla ancak suçlu hastaneye sevk edilebilir veya toplum düzeltilir. Fakat bugün toplum fiilen bunu yapamadığından buhran içindedir.

Öyleyse ya sosyoloji ve antropoloji gibi kişinin hürriyeti olmadığın kabul edeceğiz. Yahut kişiyi bir hareket noktası bir tür monade gibi alacağız.

İlmin bütün ilerlemesine karşın hürriyet sorunu yine vardır.

Ahlaki aksiyondan hareket edersek hürriyetten kaçınılamaz. Hürriyet problemi kendisinin kuramsal ve ilmi olarak değil,ameli ve vasıtalı bir problem olarak bize kabul ettirir.

Egemen özelliği ise şekilsiz, hareketsiz, değişmesiz, mutlak bir sükun içindeki ezeli an fikridir. Bu fikri en mükemmel temsil eden İslam düşünürleri buna “an-ı daim” diyorlar.

Muhtelif fikir sistemleri an-ı daim görüşüne az veya çok yaklaşmışlar, onu yabancı etkilerle uzlaştırmaya çalışmışlardır. An-ı daim, bütün şekiller ve değişmelerin üstünde aynı kalan ve kendinden şekiller ve değişmelerin doğduğu ezeli alemdir.

Üç düşünce arasında yaptığımız bu genel karşılaştırma, bizi yeniden üç düşüncenin başlıca problemlerini aramaya yöneltecektir.

Acaba Yunan,İslam ve Batı düşüncelerinden her biri bütün sorunların doğduğu ilk felsefi sorun olarak neyi ileri sürmüşlerdir? Uygarlık ve çağ farkını göz önünde tutmayan filozoflar, düşünce alanında bazı değişmez problemlerin olduğunu kabul ederler.

Oysa karşılaştırmalı düşünce tarihi çok kere bunun aksini göstermektedir.

Belirli bir çağda ve bir uygarlıkta birinci derecede önemli olan bir problem diğer bir uygarlıkta ya ikinci plana geçiyor ya da tümüyle kayboluyor.

İslam felsefesi bu problemi metafizik ve ahlak sahasında bütün düşüncenin temel taşı olarak koymuştur. Hıristiyanlık devletten ayrı, küçük topluluklar içerisinde doğduğu ve yayıldığı için insan orada bütün sorunlarını bu küçük topluluk içerisinde hallediyordu.

İmparatorlukların,derebeyliklerin egemen kudretlerinden,kanunlarından önce insan kendisine en büyük sığınağı Allah'ın çobanlarında (rahip) ve itirafta buluyor.

Allah’ın çobanları servet sahibi olarak derebeylere ve imparatorlara rakip bir hale geldiği zaman itirafını kendi kendine yaparak vicdan muhakemesi ve şuuru buluyordu.

İslam dünyasında bütün cemaatler devletin içinde eridiği ve şeriat bizzat devlet olduğu için,alemlerin efendisi olan tanrı ve onun yeryüzündeki gölgeleri karşısında kişinin sığınacağı hiçbir yer kalmıyordu.

O zaman bütün sorun bu külli irade ile cüzi iradeler arasındaki ilişki sorunu halini alıyor; gerek dinsel,gerek hukuksal ve felsefi bütün doktrinler kendiliğinden bu sorun etrafında ortaya çıkıyor; yahut ona herhangi ibir şekilde yanıt vermek gereksiniminden doğuyordu.

İşte İslam düşüncesinin egemen niteliğini oluşturan hürriyet sorunu buradan meydana çıkmıştır.Sorun onun tefsirinden doğduğu gibi birçok meslek ve mezhep de ona verilmiş yanıtlardan başka bir şey değildir.

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...