11 Ağu 2014

Cumhurbaşkanlığı Seçimleri


Sonuçları ne olursa olsun bu seçim bir tür referanduma dönüştürüldü. Tek bir kişinin etrafına örülen klasik anlamda  sanal bir  “monarşi” propagandası.

 Sanal bir şato ya da bir kale. Yüz yıllık laik cumhuriyet geleneğinin  geldiği aşama bu işte. Bu aşama aynı zamanda yüz yıllık siyasi geleneğin temsilcisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin de ısrarla değişmemekte ısrar edişinin daha doğrusu siyasi yenilgisinin de göstergesi.[1] CHP yüz yıl öncesinin paradigmasıyla yaklaştığı halktan bir türlü destek görmüyor. 

Daha da kötüsü neden destek görmediğinin de farkında değil. Partinin ileri gelenleri gelenekle yeni arasında sıkışmış bir durumda olduklarının farkında değiller.

Halkın siyaset anlayışı işte bu sanal şato duvarlarının  içinde tutuklu. Önce padişah vardı. Sonra karizmatik askeri liderler, daha sonra da gücünü İslam dininden alan “din tacirleri”. Laik cumhuriyet paradigması bir anlamda teokrasiye çok önceleri dönüşmeye başladı. Daha doğrusu teokrasiye geri dönüşmeye başladı desek daha doğru.Halifelik kaldırıldı ama diyanet işleri devletin kontrolünde bırakıldı. Devlet her türlü biçimde toplumdaki dini kurumları denetlediğini sandı.

 Yasaklı tarikatların faaliyetini önlemekten aciz kaldı. Devletin bütçesinden savunmadan sonra en büyük payı diyanet işleri aldı. Eğitim bakanlığı değil. İkinci büyük yanlış da eğitimim devlet kontrolüne almak ve devlet çarkları içinde tek tip eğitim ısrarıyla eğitimi siyasete malzeme yapmak oldu. Bu iki büyük yanlış zaten bireysel özgürlükler alanında iki büyük kara delik. 

Bu seçim sonucunun ne olacağı o kadar belli ki. Merak bile etmiyorum. Çoğunluğun kapıldığı ağızdan ağıza yayılan  seçiminin ne olacağı çok önceden belli oldu zaten. On kadar araştırma şirketi şişirilmiş iktidar yanlısı istatistikler yayınlamakta birbirleriyle yarıştılar. Yüzde yetmişler bile telaffuz edildi. Zaten Ağustos ayında seçime gidilmesi bir anlamda iktidar partisinin ekmeğine yağ sürüyordu. Elli milyon seçmenden söz ediyoruz. Katılım oranının düşük olacağı zaten biliniyordu. Nitekim yüzde yetmiş üçte kaldı. On üç milyon seçmen sandığa gitmedi. Eğer katılım oranı yüzde doksan beşler seviyesinde olsaydı sonuç çok farklı olabilirdi.  Çoğunluk denen sadece yirmi milyonu. On beş milyon kadar seçmen zaten siyasete ilgisiz. Hiçbir zaman da ilgileri ve umutları olmadı zaten. Hangi parti gelirse gelsin sanal şatonun yıkılmayacağını biliyorlar.

Temsili demokrasi[2] denilen geri kalmış demokrasi anlayışının siyaseti getirdiği nokta bu. Parti lideri tek imzayla milletvekili dağılımı yapıyor. İstediğini milletvekili yapıyor istediğini dışarıda bırakıyor. Vilayetlerde oy kullanan seçmenin kendi adayını belirleme şansı yok. Böyle bir şans verilmiyor. Daha doğrusu seçim sistemi buna izin vermiyor. Yüz yıldır da bu sistemi değiştirmek için kimse bir gayret harcamıyor. Siyaset anlayışı üretim ilişkilerine yeterince yansımıyor. Devletin kasasını ele geçiren siyasetçi yandaşlarını kadrolaştırarak başlıyor değişime.

 Kısa sürede bir bağımlılar ve bağlayanlar denklemi ortaya çıkıyor. Hukuk ihlalleri bireysel özgürlük alanının giderek daraltılması yadırganmıyor.[3] AB Kopenhag kriterlerini uygulayacağını ileri süren hükümetler tam tersi ihlallerle seçmenini bunaltma yoluna gitmektedir. Mezhep, ırk, etnik kimlik, sosyal kimlik alanlarında azınlıkta olanların tarumar edildiği ve cezalandırıldığı bir siyaset anlayışı egemen olmuştur.[4] Demokrasi adı verilen siyasi alan aslında örtülü bir otokrasi geleneği olarak gelişme göstermiştir. Yerel yönetimler Ankara’ya endeksli siyasetlerle kendi bindikleri dalları kesmişlerdir. Oysa Osmanlı imparatorluk döneminde bile böylesine merkeziyetçi siyaset izlememiştir. Yarı özerklik verilen vilayetlerin yönetimi yerel idarecilere bırakılırken yakın dönemde özerklik tümüyle ortadan kaldırılarak merkeze dönük idare egemen kılınmıştır. 

Seçmen bir ölçüde aldatılmıştır. Seçmenin devlet algısı “devlet baba” terimiyle ifade edilmektedir. Seçmen geleneksel olarak padişah, kral gibi eskiyle yapışkan bir liderlik anlayışını bilmektedir. Burjuvazinin gelişmemiş olduğu bu topraklarda feodal ilişkiler ve ataerkil otokratik aile yapısı belirleyici olmuştur. Aile bireylerinin demokrasi anlayışı yoktur. Devlet ise korkulan, vergi toplayan, cezalandıran , askere alan, desteklediklerini zengin eden sihirli bir güç olarak algılanmaktadır.

[5] Siyasi partilerin demokrasi anlayışı ise cumhuriyet tarihi boyunca “odunu aday göstersem seçtiririm.” [6]Doğrultusunda olmuştur. Meşrutiyet yıllarından bu yana liberalleşmeye çalışan Türk siyasi sistemi liderlerin gölgesinde kalmıştır. Güçlü liderler “tek adam”[7] siyaseti izleyerek etraflarındaki güçlü rakiplerini tasfiye etmeyi siyasetin bir gereği olarak görmüşlerdir. Bugün güçlü liderleri “diktatör” olarak nitelendirenlerin cumhuriyet tarihinin 1923-1945 ve 1946-1960 dönemlerini etraflı olarak incelemeleri Türk siyasetinde bu geleneğin köklerine inmelerine ve esas kaynağı kavramalarına yardımcı olacaktır. Değerli araştırmacı Mete Tunçay[8] ve Cemil Koçak’ın[9] tüm eserleri bir ölçüde sözünü ettiğimiz siyasi geleneğin belgeli örnekleriyle doludur. 1960 sonrası “Kemalist” akımının şiddetle reddettikleri bu belgelere dayanan Cumhuriyet tarihi “tek adam” siyasetinin gelişimine ve bugününe ışık tutmaktadır.

Demokrasinin kalitesinin bu kadar düşük olmasının nedenlerini analiz etmek kolay değildir. Her şeyden önce siyasi uygulamaların ve siyasetçilerin eylemlerinin anayasal dayanaklarıyla hukuksal çatısının sağlamlığı büyük bir rol oynamaktadır. Anayasal ve adli  kurumların bağımsızlığı ve gücü demokrasi kalitesini doğrudan etkilemektedir. Diğer yandan partilerin siyasi geleneklerinin ve eğitim faktörlerinin sonucu olan  siyasi eylemlerin bağımsız ve gerçek bir medya ile denetlendiği kamusal alanın önemini vurgulamalıyız. 

Bireysel hak ve özgürlükler, söz hürriyeti gibi demokrasinin olmazsa olmaz öğelerinin derecesi de demokrasinin kalitesini göstermesi açısından önemlidir. Güçlü siyasi liderlerin sahip oldukları gücü medyayı susturmak için kullanmaları Türk siyasi geleneğinde vardır.[10] Gelişmiş toplumlarda örneğin AB ülkelerinde , ABD’de,  Kanada’da ve Avustralya’da demokrasi nasıl ölçülüyorsa burada da öyle ölçülmelidir. Türkiye’yi bu çizgiden ayrı tutarak sanki daha düşük seviyede demokrasi, bireysel özgürlükler, sanat, medya, spor vb. gibi alanlarda da düşük kalitede standartlara uygun görmek ne kadar doğru olur? 

Halkın işin kolayına kaçmak için sık sık kullandığı “Burası Türkiye” sözü her alanda kaliteyi aşağıya çekmek için kullanılmaktadır. Kamusal alanda insanların birbirlerine gösterdikleri saygı ölçüsünde de bir yanlışlık olduğu muhakkaktır. Sıraya girmeden tanıdığını devreye sokarak işini gördüren, trafikte emniyet şeridini ihlal eden mantalite hakem görmeden faul yapan sporcunun ruh halini yansıtmaktadır. Gerçek anlamda yerleşik yaşayan uygarlıkların iki bin yılda oluşturdukları şehir kültürü her yönden yok edilmiştir. Bu topraklarda yaşayan yerleşik halk zaten göç ettirilmiş ya da katledilmiştir. Gidenlerin yerine yerleşenlerin ise şehir yaşamından haberleri yoktur. 

Kabile kültürel değerlerini muhafaza eden eğitimsiz bir kalabalığın doldurduğu şehirler çarpık yapılaşma, gecekondulaşma, altyapı hizmetlerinin yetersizliği gibi yerel konularla mücadele etmek yerine Ankara’da dağıtılan rant peşine düşmüşlerdir. Bu o kadar yaygın hale gelmiş durumda ki ihale alarak zengin olan yandaşlar, yeğenler, dayılar her dönemde olduğu gibi bu dönemde de var. “İhaleye fesat karıştırma” olarak ifade edilen siyasi müdahale ne zaman başladı söylemek zor. Çok eski bir hikâye olduğu kesin. İktidar gücünü elde eden kişi ya da zümrelerin hemen hemen her dönemde yolsuzluk yaptıkları belgelerle sabittir. İmparatorluk devrinde vezirlerin ve kadıların adlarının karıştığı sayısız yolsuzluk olayı kayıtlarına kolayca ulaşılabilir.[11]

Devlet gücünün bu şekilde kullanılmasını engelleyen yasalar var. Yasaları uygulayacak olan hukukçuların bağımsız olması ve cesaretle bu yolsuzlukların üzerine gidebilmesi için özgür bir hukuk ortamı var olmalıdır. Oysa günümüzde cumhuriyet tarihinin en ağır hasarını gören kurum adalet mekanizmasıdır. Hukuk ihlalleri uluslararası kuruluşlarca da belgelenmiştir.[12] Örnek kaynakların çokluğu karşısında hayrete düşmemek mümkün değildir. Türkiye cumhuriyeti devlet kurumları kendilerinden beklenen halka hizmet görevi yerine siyasi iktidarın isteklerini yerine getiren enstrümanlar haline dönüştürülmüştür. 

Bu dönüşümü engellemesi beklenen sivil toplum örgütleri ise henüz emekleme safhasındadır. İktidarın baskı uyguladığı sivil toplum örgütleri ve medya bağımsızlıklarını ve tarafsızlıklarını kaybetmenin ataleti içinde sürüklenmektedirler.

Sonuç olarak cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin birkaç noktaya değinmek lüzumludur.

 Bu seçimlerin ortaya koyduğu bir gerçek Türk demokrasisinin gelmiş olduğu noktanın endişe verici boyutta olduğudur.[13]

Seçimlerde haksız rekabet kurallarının ihlal edildiğine ilişkin AGIT raporu önümüzdeki günlerde yayınlanacaktır. Bu raporun muhtevasında adaylardan birinin devlet olanaklarını kullanarak diğer iki aday üzerinde avantaj sağladığı ifade edilmektedir. YSK’nun bu noktayı göz önüne almamasının da mevcut konjonktür içerisinde şaşırtıcı olmadığını söylemeliyiz.
İkinci önemli nokta seçime katılım oranıdır. 

Yüzde yetmiş üç oranı cumhuriyet tarihinin en düşük katılım oranlarından biridir. Oyların dağılımı Türkiyede artık üç ana akım siyaset olduğunu tescil etmiştir.[14]

 Batı Anadolu tabir ettiğimiz bölgelerde ağırlıklı olarak CHP-MHP koalisyonu ön plana çıkarken Güney Doğu Anadolu’da BDP/HDP koalisyonu belirgin olmuştur.

 Katılım oranı üzerinden yapılacak düzeltme ne kadar sağlıklı sonuç verecek bilinmez ama aşağıdaki analiz bir fikir verebilir:[15]

·       Seçmen sayısı : 52,894,115
·       Seçime katılan seçmen sayısı: 40,753,657
·       Geçerli Oy sayısı : 40,019,361
·       Geçersiz oy sayısı :734,296
·       Katılmayan seçmen sayısı:12,192,000
·       RTE aldığı oy: 51,65%    20,670,920
·       Eİ aldığı oy :38,56%    15,433,609
·       SD aldığı oy 9,78%        3,914,832

Eğer seçime katılmayan seçmenler Eİ’na oylarını verselerdi oran  % 52,25 Eİ: %39,08 RTE olacaktı.
 Burada SD’a da oy verebilecek olanların sayısının en az bir milyon daha fazla olabileceği varsayımı üzerinde durulmalıdır. 
Bu da SD’ın % on barajını rahatlıkla geçebileceği sonucunu doğurmaktadır.

Bu seçimlerin sonuçlarını yorumlarken  2015 genel seçimleri için yeni bir aritmetiğin ortaya çıktığını da düşünmeliyiz.

·       CHP-MHP koalisyonu iktidarı ele geçirecek çoğunluğu sağlayabilecektir.
·       BDP/HDP koalisyonu yüzde on barajını geçerek Türkiye de önemli bir parti olarak demokrasi denkleminde yerini alabilecek güce sahiptir.
·       Yurtdışında  seçime katılım organizasyonunun nasıl yapıldığı YSK tarafından  kapsamlı bir raporlarla açıklanmalıdır.
·       AKP oy kaybına uğramıştır. Oy kaybının ne kadar olduğu önümüzdeki günlerde yerel sonuçlar açıklandığında belli olacaktır.
·       Türkiye yeni siyasi bir iklime girmiştir. Bu siyasi iklimde üç cephede sert mücadeleler olacağı yerel ve uluslararası STK ve Hukuk kurumlarının bu mücadelede çok önemli kaleler olacağı görünmektedir.
·       AGIT, AB ve ABD denetimlerinin daha da artacağına kesin gözüyle bakılabilir.



[1] Yıllar içinde oy oranı yüzde yirmilere gerileyen bir partinin hikâyesi bu.
[2] “Evet mührünü kır atın böğrüne basın.” Sözü burada zikredilmelidir. Seçmen kır ata oy vermektedir. Ya da ampule. Seçim hakkı kişilerden bağımsız sadece bir lidere ait olan bir ayrıcalık olarak karşımıza çıkmaktadır.
[3] Yolsuzluk skandallarıyla dalgalanan yüz yıllık Türk demokrasisinin geldiği son nokta yolsuzlukta dünya rekoru kırılmasıdır.
[4] Türk toplumunun ayrılmaz bir parçası olan Alevi, Hıristiyan, Yahudi, Ateist  gruplar baskı görmekte; Ermeni, Rum, ayırımcılığı yapılmaktadır.
[5] Köylerde tüm hizmetler devletten beklenmektedir. Sağlık,Su, eğitim,mahsul alımı, kredi, memuriyet ve diğer menfaatlerin devlet tarafından karşılıksız olarak sağlanacağı varsayımı siyaseti yozlaştırmıştır. Aynı zamanda seçmen olan üretici devletten belirli menfaatler sağladığında ancak oy vermektedir. Oyların satın alındığı bir sistem söz konusudur. Burada da yerel idareler değil, merkezi hükümet yani Ankara karar vermektedir. Siyasi gücü elinde tutan parti devletin kaynaklarını siyasi amaçları için yönlendirmeyi hak görmektedir. Cumhuriyet tarihi şeker, tütün, pamuk, fındık, çay, pancar üreticilerinin taban fiyatlarında oynama yaparak yönettiği KİT’ler vasıtasıyla siyasi menfaat karşılığında ekonomik menfaat sağlamayı demokrasinin önemli bir uygulaması olarak görmektedirler.
[6] Bu sözü eski siyasi parti başkanlarından Adnan Menderes’in söylediği rivayet edilir. Parti başkanı olan liderin iki dudağının arasında  olan milletvekili seçilme olanağının temsili demokrasinin yüz karası olduğu bir gerçektir. Seçmen partiyi seçmekte, parti başkanı da dilediği kişiyi milletvekilliği ile ödüllendirmektedir.
[7] Şevket Süreyya Aydemir’in kaleme aldığı üç ciltlik eser olan “Tek adam “ güçlü bir  liderin hikâyesidir. Bu kitaplar 1963-65 yılları arasında yayınlanmıştır. Bu yıllar zaten askerlerin siyasete yaptıkları 1960 müdahalesinden sonra doğan “Atatürkçü”  ideolojinin bir yansıması olarak değerlendirilebilir.

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...