28 Kas 2013

Dünya

“İnsan, o kadar çok duygusunu gizlemek zorunda kalıyor ki, utançtan yüzü kızarıyor.”
Jorge Luis BORGES:

Dünya kelimesinin kökeninin Arapça olduğunu ileri sürenler var. Bu araştırmacılara göre de etimolojik anlamı ise “aşağıda olan” , “aşağılık olan” demek oluyormuş. Dünya kavramının biri somut diğeri ise soyut olmak  üzere iki anlam alanı olduğunu söylüyorlar.

Somut anlamlara bakıldığında  yeryüzü, yerküre, soyut olarak bakıldığında ise  iki farklı yaşamdan söz edildiği söylenebilir: Aşağıdaki yaşam ve yukarıdaki yaşam. Değişik dillerde farklı soyut anlamların yüklendiği “dünya” kelimesinin bir çok disiplinin yer aldığı sosyal bilimler alanında siyaset, hukuk, müzik ve felsefenin konusu olduğu da söylenebilir.

Dünya aslında bir varoluş alanı olarak çıkıyor karşımıza. Varoluşun miti, varoluşun hikayesi hep dünya ile ilişkili. Dünyaya gelen insan, ölünce bu dünyadan “ebedi maşrık” a yolcu ediliyor; ya toprağa gömülüyor ya da yakılıyor. Kimi inanışlara göre öteki dünyada bilinmeyen bir yere bilinmeyen bir zamana göç ediyor. Özel bir törenle  öbür dünyaya yolcu ediliyor. Fani dünya, yalan dünya gibi tanımlarla bazı inanışlar yaşanan ortamın ve çağın anlamsız kılınmasına, yaşanan dünyanın esas olmadığını bir suret olduğunu serzeniştiriyor.  Dünya yaşamı bir yerde asıl yani gerçek olmayan bir kavrama indirgenmek isteniyor. “Boş dünya”, “yalan dünya” tanımı da bir yerde bir başka soyut kavramı güçlendirmeye çalışıyor. Vaat edilen dünya da diyebiliriz buna. İnançla ilişkilendirebileceğimiz bu soyutlama ölümlü insan için ölümsüz olma fırsatı oluyor bir yerde. Dünyanın bu halleri inançla bağlantılı denebilir. Öte yandan siyasetin de dünya kavramıyla yakından ilgilendiğini biliyoruz. Dünyanın hakimi olma rüyasıyla yığınları peşinden sürükleyen İskender, Sezar, Napolyon ve Hitler unutulmamalı.   Para kazanan insan ise dünyalığını yapıyor. Yaşam alanı olarak dünya bir zindan da olabiliyor bir cennet de. Dünya tersine dönebiliyor. Birilerine dünyayı dar etmek isteyenler de olabiliyor. Bir anlamda dünya kavramı yaşamla eşanlamlı gibi. Yaşam ve dünya her çağda farklı kavramları taşıyor.

Dünya varsa zaman da var; Dünya yoksa zaman da yok diyebilir miyiz? Kimi Yunan filozoflarına  göre iki tür zaman var: “Kronos” zamanı ve “Aion” zamanı. Zamanın anlamlandırılması ise soyut düşüncenin gelişimi ile alakalıdır. Deleuze ‘ a göre düalist düşünce paradigması gerçeğin zıtlıklar ötesindeki nüanslarının ortaya çıkmasını engellemektedir. Ampirist felsefenin önde gelen filozofu  Descartes  ise duyuların tanıklığına başvuruyu,  deneyimler hakkındaki yargıları reddeder;  matematik ve mantıktan da kuşku duyar. İnsanın deneyim elde etmeden “cogito” benlik bilgisi elde edebileceğini savunur. “Cogito ergo Sum” sözü ünlüdür. Bu Türkçeye “Düşünüyorum öyleyse varım.” olarak çevrildiğini görürüz. Bu çeviri ne kadar doğrudur? Kartezyen cogito düşüncesi deneyimden çok inanca dayanmaktadır. Cogito ise benlik bilgisi olarak çevrilmelidir. Düşünerek kendi benlik bilgisine erişen öznenin (insanın) gerçeklerden uzaklaşacağı kuramı Deleuze ‘a aittir. Deleuze insanı eylem yapmaya, deneyim elde etmeye ve ancak bu sayede gerçek benliğine yaklaşabileceğini ileri sürer. Deneyimi olmayan bir özne giderek kendi algı sınırı dışındaki kurgulanmış olayları gerçek gibi algılama eğilimine ulaşacaktır.




Dünyanın seni etkileyen yanı ise bir gezegen olarak büyüklüğü. Kırk bin kilometre uzunluğunda çapı olan bir küre. Dünya üzerinde kaç ülke yaşadığı, kaç dil konuşulduğu, hayvan ve bitki türleri gibi muazzam bir aritmetik yığınını oluşturan sayısal değerler ise bir bilgi yığınından öte bir şey değil. Bu bilginin neye yarayacağı ise ayrı bir tartışma konusu olabilir. Dünya konusunda bilgi edinmek için öncelikle bu bilgiyi ne yapacağını düşünmen gerek. Dünyanın çapını bilmek ne fayda sağlayacak? Uzay endüstrisi için faydalı olabilir, metroloji için faydalı olabilir. Başka alanlar için de faydalı olabilir ama aç Afrikalı yığınları doyuracak bir işe yaramadığı kesin.

İnsan yaşamı yani ömrü mevsimlerle de ölçülebilir. Kaç bahar görebilirsin? Kaç kez denize girebilirsin? Ölmeden önce yapmak istediğin on şey nedir? İşte bunlar hep göreceli sorular olarak karşına geliyor. Bugünden başlayarak geriye gitsen, doğduğun güne örneğin ve oradan babanın doğduğu güne oradan da dedenin doğduğu güne. Bu zaman yolculuğunu yapmak için bilgiye ihtiyacın var. Bu bilgilerin zaman ekseninde dizilişi ayrı bir sorunu beraberinde getirecektir.

Büyük medya devlerinin sayfalarına  bakıyorsun. Sayfanın sol yanında en yukarıda “world” kelimesini görüyorsun. Yani dünyadan haberler. Özellikle de Ortadoğu ülkelerinden haberlere rastlıyorsun. İran bu aralar dünyanın en sıcak ülkesi. Sonra Irak, Suriye ve Mısır. Ortadoğu ülkelerinin haberleri dünyadan haberlerin odağında yer alıyor.


Ülkeleri tanımak, sorunları anlamak farklı kültürden olan insanların birbiriyle barış içinde yaşaması için gerekli. İranlı bir taksi şoförü ile New Yorklu bir taksi şoförü oturup konuşsalar acaba birbirlerini anlayabilirler mi?  Farklılıkları ne kadar önemli bir sonucu doğurur. Öte yandan İranlı bir politikacı Birleşik Devletler  politikacısıyla oturup konuştuğunda dünya geriliyor. Nükleer bomba tehdidi, kimyasal silahlar ve diğer tehditler havaya savruluyor. İşte tam burada ülkeleri bir tespih  tanesi gibi bir ipe dizemeyeceğinizi anlıyorsunuz. Kültürlerin çatışması, kültürlerin odağında insan gibi bir çok kavramla boğuşmak zorundasınız. Dünya başlığı altında yer alan yazılar biraz da bu öteki olanı anlama uğraşısının kayıtları olarak değerlendirilmelidir.

İlkçağlardan beri evrensel kültürün bir öznesi olma uğraşı veren insan  inanç ve güç dengesinde ince bir çizgide yürüyerek yol almıştır. Bilgili ve eğitimli olan azınlıkla bilgisiz ve eğitimsiz olan çoğunluğun orantısız ilişkilerini yönlendiren bir seçkinler grubu hep var olmuştur. Seçkinler grubunun cahil çoğunlukla bağlantısını düzenleyen farklı bir grup daha vardır ki, bunlar kanun koyucu ve emredici olmak üzere ikiye ayrılırlar.

Kanun koyucu seçkinler sınıfı öncelikle kendi çıkarlarını  gözeterek güç piramitleri oluşturmuş çıkarlarını garantiye almak üzere yalanlara ve gizemli hikayelere dayanan söylemler geliştirmişlerdir.  Yığınlar birey olduklarını idrak etmede zorlanırlar. Çağımızın felsefecilerinden Deleuze’ün  “bir özne olarak birey”e yaklaşımı beraberinde bir çok felsefi soruyu da getirmektedir.
Bireyselleşme sürecine giren idrak etmeye çalışan insan olayların kurgusu içinde yığınların yapay kollektif bilinci altında ezilebilir de. Yığınların  cehalet fırtınalarında sürüklendiği yapma limanlarda bireyselleşmeden söz etmek bireyselleşme sürecini yaşayan insanın güvenliğini ve özgürlüğünü tehdit edebilir. İnandırılan ve sorgulamayan yığınların acımasız infazlarına yön veren seçkinler bazı durumlarda dünyanın gidişini farklı coğrafyalara sürükleyebilecek yalanlar üretebilirler. Bir özne olarak insanın dünya üzerinde tek başına olmadığını söylemek gerekir. Bireyselleşme sürecinde değişim geçiren “ego” düşünce yeteneğini yani “cogito” özelliğini düalist bir dar alana hapsedip özgürlüğünden fedakarlık edebilir. Olaylar bütünü içinde bir zaman örgüsü üzerinde hareket eden “ben” düalist dünyanın  var olduğu ikili alanda kamayı veya kalmamayı seçecektir. İyinin kötüyle var olduğu bu dünyada “ben” bir özne olarak görünmeyecektir. Her zaman bir yığın olarak görünecek ve görülecektir. Kültür sınırlarıyla etiketlenen “ben” o etiketin tutsağı olacak, yeni bir “ben” yaratmaya çalışsa da bunda başarılı olamayacaktır.

Dünya ve varoluş ilişkisi düşünüldüğünde insanın yıllar öncesinden gelen “düalist” düşünce geleneğinin insanın özgür düşünme eyleminde bazı engeller oluşturduğunu ileri süren felsefecileri hatırlamamak elde değil. Yıllar boyunca insanlar karşıt anlamlar üretilerek ilerleyen düşünce yapısı gereği zıtlıkların ötesine geçemeyen, yeterince detaylı düşünmeyen kolaya kaçan beyinlerin ürettiği düşüncelerle beslendi. İnanç ve bilim ortaçağda birbiriyle zıt kutuplara yerleştirildi. Bilim adamları dinsiz kafirler olarak ilan edildi. Yakıldı, asıldı ve yok edildiler. Bilim adamları din adamlarını öldürdü mü? Tarih sahnesinde böyle bir şey yok. Hep din adamlarının kıyımı ve zulmü var. Bilim adamlarının doğrudan zulüm ve kıyım yapıp yapmadıkları Hiroşima’ya atılan bomba kapsamında tartışılmaktadır. Bir yerde paralellik kurulabilir. Ortaçağdaki Tapınak Şövalyeleri dışında din adamlarının doğrudan insanlara zarar verdikleri çok az görünür. Din adamları etkiledikleri kralın askeri gücüyle ölümlere sebep vermişlerdir.  Bu anlamda dolaylı olarak zulüm etmiş ve kıyım yapmışlardır. Aynı şekilde bilim adamları icat ettikleri silahlar vasıtasıyla insanlara zarar vermişlerdir. Günümüzde bu zarar sürmektedir. Zaman ekseninde geçmişe bakan öznenin şimdi ve gelecek sarmalında deneyimlerine dayanarak algıladığı gerçek önem kazanmaktadır. Deleuze’un “Kronos” ve “Aion” zaman kavramlarına değinmekte sonsuz fayda var.

“Deleuze Ayrım ve Yineleme’de zamanın üç sentezi üzerinde durur ve oluşa izin vermesi açısından Nietzsche ile birlikte gelecek zamanı olumlar. Ama daha sonra gittikçe zamanı olayla olan birebir ilişkisi içinde düşünür ve Aion ve Kronos zaman ayrımı yaparak geçmişin ve geleceğin şimdi içinde kasıldığı bir olaysal zaman düşüncesi geliştirir. İkinci zaman (virtüel geçmiş), şimdiyi tasarlamayı bırakmadığı sürece, birinci zamanın (edimin şimdisi) tamamlayıcısı olmaktan çok rakibidir. Bu
düşünce artık Kronos’un egemenliğine izin vermeyen bir düşüncedir. Tamamlama daha çok ikinci zaman ile üçüncü zaman (bengi dönüşün geleceği olumlaması) arasında gerçekleşir: “geçmişi ve geleceği genişleten ve içine çeken bir şimdi yerine, Aion ile birlikte yayılan şimdi, geçmişin kısımlarına ve geleceğin kısımlarına bölünme süreci içinde buharlaşır” (Deleuze, 1969: 78). Yani artık Kronos’un yayılan şimdisi yoktur, sadece Aion’un sonsuz geçmiş ve geleceği vardır.”[1]Kudret Aras, Doktora Tezi, S. 142

Kudret Aras’ın doktora tezinde kapsamlı olarak incelediği Deleuze düşüncesine göre, Aion’un sonsuz geçmiş ve geleceği vardır. Yani zaman bin parçaya bölünmüştür. Bu ne anlama gelmektedir? “An-ı Daim” kavramı Aion’u açıklamaya yeterli midir?  Aslında değildir. Paradoksal bir şimdi yerine interaktif ve dönüşüm geçiren ve sürekli hareket halinde olan deneyimlerin varettiği bir öznenin  şimdisinden söz ediyor. Bir kısmı geçmişte olan bir kısmı gelecekte olan ve sürekli değişen bir şimdiden söz ediyoruz. Bu dünyaya geri dönen insan varolduğunun da bilincine erişecektir. İnsan toplumsal olayların tam ortasında deneyim kazanmaktadır. Algıladığı olaylar onun varlığının bir parçasıdır. Siyasi ya da gayri siyasi diye düalist bir düşünce tarzının ürettiği  aion yerine siyasi olayları algılayan özne kendine göre çıkarımlar elde etmek için o olayların ortasında yer aldığının bilincinde olmalıdır. Deleuze  dünya yaşamını yani insanın varoluş paradoksunu  aion kavramıyla çözümlemeye çalışmaktadır.

Nasıl bir dünya ?

Şizofrenik bir dünya .




[1] Kudret Aras, GILLES DELEUZE FELSEFESİNDE ÖZNE-OLUŞ’UN  ONTOLOJİK TASARIMI, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Ankara, 2013 

1 Kas 2013

Cumhuriyet


Sokaklarda bayrak satan bir karış sakallı, açlıktan gözleri dışarı uğramış gençler var. Belli Doğu Anadolu illerinden gelmişler. Cumhuriyet Bayramını bayrak satarak paraya dönüştürmeye çalışıyorlar. 

Sıska çelimsiz vücutları soğukta tir tir titriyor. Taşıdıkları bayraklara sarınarak ısınmaya çalışıyorlar. Bu hafta bayrak satıyorlar gelecek hafta başka bir şey satacaklar. Hayata tutunmaya çalışan cumhuriyet vatandaşları.
Cumhuriyet Bayramı kutlama programı valilik tarafından detaylı bir biçimde duyuruluyor. Saat saat neler yapılacağı yazılmış. Kim ne yapacak, nerede yapacak belli. Devlet her yerde kutlamaların her aşamasında belirgin bir rol oynuyor.

Ana tema. Kurtuluş savaşı ve saltanatın kaldırılması.

Latince “respublica” ile Fransızca “république” kavramlarının Türkçe çevirisi olarak “Cumhuriyet” benimsenmiş. Arapça bir kelime olan “cumhur” dan türetilmiş. Kamusal olan, halk için, halkla ilgili olan anlamlarında kullanılıyor. Halkın monarşiyle idare edilmesi veya farklı bir rejime geçilmesi teması 1920′li yıllarda tartışılan bir konuydu.

Bayraklarını eline almış tören alanına koşturan insanları görünce, kutlamaların ne anlama geldiğini, her kesimden halkın kutlamalardan ne aldığını düşünmemek elde değil. Tören alanında polisler barikat kurmuş durumda. Simsiyah giyinmişler. Ellerinde tüfekler ve kalkanlar var. 

Onlar da kutlamalara katılmaya gelmişler.



Belli ki törenleri kullanarak rant elde etmek isteyen siyasi gruplar var. Halkın katılımının sağlanması için devletin bir gayret gösterdiği ortada. Halkın toplandıkları alanlarda devlet büyükleri onlara “hitap” ediyorlar. Günün “anlam” ve “mahiyetini” izah ediyorlar. Ana tema yine aynı.  Padişahın kulu olan halkın saltanatın kaldırılmasıyla birlikte artık kul olmayıp “vatandaş” olduğu anlatılıyor. Halkın kendini idare edecekleri kişileri seçme hakkının cumhuriyet rejimi sayesinde mümkün olduğu tekrar tekrar duyuruluyor.  Ellerinde bayraklarla alanları dolduran halk sessizce dinliyor. 

Siyasallaşan devletin ve onun karşısında duran muhalefetin ne söylediğini anlamaya çalışıyor vatandaşlar. Bu da çok kolay değil.

Devlet kendini var eden vatandaşları polisiyle askeriyle ve memurlarıyla “tedip” etmeye çalışıyor. Oyundan başka gücü olmayan vatandaşı koruması gereken kanunlar “terör” parantezinde uygulandığında hakkını aramaya çalışan bireyleri korumuyor. Hoşgörü ve empati sonucu oluşması gereken diyalog yerine buyurgan monolog duyuluyor tek sesli medyadan. Cumhuriyet kavramı bir kez daha tanımlanıyor. Demokrasiden anlaşılan çoğunluğun azınlık üzerinde kurduğu baskı anlaşılıyor. Siyaset kazanı bir kez daha kaynatılıyor. Bireysel hak ve özgürlüklerin ne durumda olduğunu açıklayan AB gelişme raporu durumu tüm berraklığıyla ortaya koyuyor. Aşağıdaki linkten okunabilir:



Eline bayrağı alıp sallayarak bir şeyleri değiştirebileceğini sananların sayısı acaba ne kadardır? Bayrak eylemleri, Atatürk ‘ü anma ve Anıt Kabir eylemleri, bir anlamda CHP ‘nin başı çektiği siyasal girişimler olarak değerlendiriliyor. Gezi parkı eylemleri ise tamamıyla farklı türde protesto girişimleri midir? Yoksa tüm bu eylemlerin toplamı AKP ‘yi protesto etme amacını mı taşımaktadır? Bu siyasal analizler AB ilerleme raporunda detaylı olarak inceleniyor.

Toplumun siyasal kutuplaşması görüldüğü kadarıyla iki ana tema üzerinden yapılıyor: Başörtüsü ve Anadilde eğitim.  Kamusal alanda başörtüsünün serbest olması uzun bir süredir gündemde tutulan siyasallaşan bir konu. Kadınların başörtüsüyle meclis çalışmalarına katılmasının ne gibi bir önemi olduğu da tartışmalı. 

Kadınların aslında inanç nedeniyle mi yoksa erkek zorbalığından ve tecavüzünden korunmak için mi başörtüsü taktıklarını kimse tartışmıyor. Kadınların kapanmasını isteyen erkekler gerekçe olarak Kur’an da yazılı olduğunu öne sürüyorlar ama bunun doğru olmadığını söyleyen ilahiyatçılar var. Kadınların kapanması, alkolün yasaklanması, ,ibadet mecburiyeti gibi yasaların çıkarılmasını isteyenler de var. Laik cumhuriyetin İslam cumhuriyetine dönüşmesini savunan siyasal gruplar var. Rabia, El Nusra, Hizbullah, İhvan ı Müslimin, vb. gibi örgütlerin savunuculuğunu yapan siyasal hareketin güçlendiği de söylenebilir.

İlerleme raporu detaylı bir biçimde incelendiğinde hükümetin bireysel hak ve özgürlükler konusunu başörtüsü sorununa indirgediği açıkça görülmektedir. Bu yaklaşık on yıldır süren bir tartışmadır. Hangi amaçla taze tutulduğu da anlaşılmaktadır. Meclis gündemini esas itibariyle oluşturması gereken “sivil anayasa” tartışmalarının “divert” yani farklı bir mecraya aktarılmaya çalışıldığı görülmektedir.

 Hiç şüphesiz bu gündem değişiminin bazı grupların çıkarına dokunduğu, diğerlerinin de çıkarlarına hizmet ettiği ortadadır. Bu “divert” i kurgulayan beyinler daha önce de aynı şeyi yaptılar. Kriz zamanlarında birden gündemi farklı bir mecraya aktarma kapasitesi oldukça güçlü medya desteği varsa gerçekleşebilir. 

Merkez medyanın beslenme kanallarını kurgulanmış yeniliklerle doldurabilmek her babayiğidin harcı olmasa gerek. Son iki üç ayda birbiri ardından ortaya çıkan ağır krizlerin detaylarının ortaya çıkması nasıl engellenebiliyorsa “divert” edilmesi de o kadar kolay olabilmektedir.

 Başbakanın ve devletin olumlu icraatlarından başka haber aktaramayan merkez medya için bulunmayacak bir fırsat ortaya çıkmış daha doğrusu kurgulanmış olmaktadır.

Diğer önemli nokta ise hükümet eleştirel bakış konusunda hoşgörülü değil tam aksine cezalandırıcı bir tavır takınmaktadır. Konsensüs sağlanarak alınması gereken bazı önemli kararlar, örneğin yeni sivil anayasa çalışmaları bir türlü sonuçlandırılamamıştır.

Sivil Toplum kuruluşlarının demokrasinin güçlenmesi için yeterli çalışma yapmadığı da ortadadır. STK ‘nın gücü artmadıkça bu topraklarda demokrasiden bireysel hak ve özgürlükten söz etmek mümkün olmayacaktır…





“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...