4 Nis 2008

Din ve Devlet İlişkisi

Osmanlı İmparatorluğu'nun çökerken geride bıraktığı en çetrefilli miras hiç şüphesiz “din ve devlet işleri” dengesinin sağlanması konusudur.
Devlet-i Al-i Osman, her şeyden önce İslam dünyasının “halifelik” makamını da bünyesine katmış dini bir kurumdu. Sultan ve kulları yüzyıllar boyunca “din ve devlet“ kurumunun imparatorluk coğrafyasında ve ötesinde korunması, yaşaması ve yayılmasını misyon edinmişti.
"İslamda ruhban sınıfı yoktur" genel önermesine karşın gerek “Sünni” gerekse de “Şii” mezheplerde zaman içerisinde güçlü bir "ruhban" sınıfı ortaya çıkmıştır. Osmanlı’da ulema sınıfı İran'da ise Molla sınıfı. Osmanlı İmparatorluğu bürokrasisinde “Ulêma“ sınıfının ortaya çıkışı yavaş yavaş oluşmuş, zaman içerisinde devletin en mahrem yerlerine kadar etki edecek yaygınlığa erişmişlerdir. Bilimin yerine dini yorumların egemen olduğu bu “yorumcu” okumuş kesim Arapça diline olan hakimiyetleriyle ve kutsal metinlere getirdikleri yorumlarla dönemin etkili sınıfı olmayı başarmışlardır. Aslında bu kutuplaşma yalnızca İslam dinine özgü bir olgu da değildir.
Dinle devlet işlerinin birbirine karıştığı tüm sistemlerde değişmeyen denge olarak karşımıza çıkmaktadır. Tarih bu örneklerle doludur. Sultanlar ulemaya danışmadan karar alamaz olmuşlardır. Klasik anlamda rönesans öncesinde batı dünyasında da görülen ruhban sınıfının devlet işlerini eline geçirmesi Osmanlı'da da gerçekleşmiştir.Sultanlar kendi kişiliklerinde yaşadıkları bu ikili çelişkiyi zaman içerisinde devlet bürokrasisine de yansıtmışlardır.
Bu ikilem, giderek devlet kademeleriyle olan ilişkilerinde “hazine” ve “kadı” arasına sıkışan “tımar” sahibi Sipahilerin yani toprak sahiplerinin de zaman içerisinde “reaya” denen tarım işçilerini de içine alan sosyal ve ekonomik yapının temel taşı haline gelmiştir.
Devlet ve din ilişkileri yalnızca Osmanlı İmparatorluğu’nun içinden çıkamadığı bir sorun değildir. Bütün uygarlıklar isteselerde istemeselerde bu olguyla hesaplaşmak zorunda kalmışlardır.
Din ve devlet işlerinin ayrılması her siyasi sistem içerisinde farklı bir biçimde gerçekleşmiştir. Bu çerçevede “seküler “ ve “laik” iki ayrı sistemden söz edebiliriz.
Örneğin İngiltere'nin başı çektiği ve daha sonra da ABD'de de belirgin hale gelen “seküler” sistem, kesin bir ayırım getirme esasına dayanmıştır. Anayasaya konan ve değiştirilemeyecek bir kanunla din ve devlet işleri kesinlikle birbirinden ayrılmıştır. Bugün ABD anayasasına dinle ilgili bir madde ilave etmek sonsuza kadar yasaklanmıştır. Devlet ve din yollarını ayırmışlar, herkes kendi yoluna gitmiştir.
Bizde ise gelişme farklı olmuş din devletin himayesi altına alınmıştır. Bir anlamda ulema geleneği sürdürülmüştür. Din görevlileri devletin maaşlı elemanıdır. Bu anlamda din ve devlet birbirinden ayrılmış olmamakta dinin devlete değil de devletin dine olan etkisinin daha fazla olması amaçlanmıştır.
Bugün “türban” konusuyla simgeleşen ve parti kapatma boyutlarına kadar giden mücadele aslında Osmanlı’nın yıllardır yerleştirdiği “ulema” geleneğinin hortlamasından başka bir şey değildir. Yıllar boyunca devletin maddi olanaklarla desteklediği, kontrol altında tutmaya çalıştığı bu kurum alttan alta büyümüş, serpilmiş ve bugün kendi ayakları üzerinde durmak istemektedir.
Bugün gelinen noktada batılı toplumlar gibi artık anayasaya kesin ve kalıcı bir madde koyarak din ve devlet işlerinin sonsuza kadar ayrılmasını sağlayacak reformun yapılma zamanı gelmiştir. Bu yapılmadığı müddetçe, “takiyye” ve “şeriat geliyor mu?“ ,”İran olmayalım .” tartışmaları süregidecektir.
Tek çözüm geniş çaplı bir anayasa değişikliğiyle “diyanet işleri başkanlığı“ ile birlikte din ve devlet işleri kesin ve sonsuza kadar devletten ayrılmalıdır.


Ali Sarp 5 Nisan 2008

“Kremna (Κρεμνα)`

Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...