24 Nis 2011

"Meds Yeghern"


Dün 23 Nisan “Çocuk Bayramı” resmen kutlandı.
 Aslında bu TBMM’nin kuruluş günü olarak biliniyordu, fakat tarihçiler 1923 deki meclisin yeni bir meclis olmadığını kapatılan Meclis- i Mebusan ‘ın Ankara’da yeniden açılışının yıldönümü olduğunu söylüyorlar. 
Aynı şekilde 19 Mayıs Gençlik bayramı da da tartışma konusu. Kutlamaların sönük geçtiği bildiriliyor. Bundan böyle de bu tür “tarihi anlamı tartışmalı” bayramların daha çok tartışılacağı söylenebilir.

Bu tür özel günlere ilgi her geçen gün azalıyor. 
Zaman değişiyor.
 Kemalist ideoloji eskiden olduğu kadar yaygın değil. Kamuoyu milliyetçilikten daha farklı konulara ilgi duyuyor. İnsan hakları, anti demokratik uygulamalar, söz hürriyeti seçme ve seçilme hakkı.
 Kısacası milliyetine, etnik kimliğine, cinsiyetine ve dini tercihine bakılmaksızın bireysel hak ve özgürlükler daha ilgi çekiyor.
Bugün 24 Nisan, ise matem günü olmalıydı.
 Bir buçuk milyon Ermeni vatandaşını göçe zorlayan devletin vereceği bir açıklama olmalıydı. 
Bazı kaynakların bildirdiğine göre kitle katliamları, kitle tecavüzlerine maruz kalan göç kafilelerinin geçtiği köylerde kadınların çocuklarını kurtarmaları için insanlara yalvardıkları da yazılıp çiziliyor. Kaç kişi öldü belli değil. Her kafadan bir ses çıkıyor. Kaç kişinin öldüğü mü önemli yoksa bir insanın bile öldürülmesi mi önemli olmalı? Bunlar gerçekten oldu mu? Gerçek ne ? Bir çok tarihi gerçek gibi, Sarıkamış, Dersim, 27 mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, faili mechul cinayetler, Hrand Dink, Sabahattin Ali, Uğur Mumcu ve Abdi İpekçi suikastlerinin gerçek yüzünü bilmediğimiz gibi bu konuları da bilemiyoruz. Elinde geniş imkanlar olan devlet bu konulara bir açıklama getirebilir. Halkın kendisine hizmet etmesi için vergileriyle yarattığı devlet en azından bunu yaparak yüreklere su serpmeliydi.
Bu topraklarda doğan ve binlerce yıldır yaşayan insanların kendi devletleri tarafından göç etmeye zorlandıkları acı günlerin ölümlerin ve zulmün yıldönümünü açıklayacak bir şeyler söylemeliydi. .
Bugün aradan geçen neredeyse yüz yıl sonra bile “devlet” bu konuyu halâ çocuk kandırır gibi açıklamamakta direnyor, konuşanlara da baskı uyguluyor. Oysa her geçen yıl konu kapanacağına daha da güçlü bir biçimde gündeme geliyor.
devlet bir çok şeyi yanlış yaptığı gibi, bu konuyu da dayatma yoluyla, baskıyla çözmeye çalışıyor.
Devletin eğer bir hatası varsa bunu araştırıp doğrusunu ortaya çıkarması görevidir.
ABD başkanı Obama yaptığı konuşmada “Meds Yeghern” tanımını kullanmış.
T.C. Cumhurbaşkanı ise sessiz.
Başbakan sessiz.
Muhalefet sessiz.
Medya sessiz.
Sanki “Meds Yeghern” olayı bu topraklarda hiç gerçekleşmedi.
Devletin hiç bir sorumluluğu yok.
Oysa devletin dedeleri, nineleri göç yollarında ölen Ermeni asılı vatandaşlarımıza söylenecek bir cümlesi olması gerekirdi.

23 Nis 2011

Suriye

Suriye önümüzdeki günlerde ciddi bir patlama yaşayacak gibi görünüyor.
The Guardian’ın Suriye’de yaşayan muhabiri (“Katherine Marsh” takma adını kullanıyor.) ‘nin bildirdiğine göre polis Cuma namazı çıkışı göstericilere ateş açmış. İlk bilgilere göre yetmiş ölü, yüzlerce yaralı var.
“Yasemin rüzgârı” şimdi de diktatörlük tacını babası  Hafız Esed 'dan devralan  oğlu Beşar Esed’i koltuğunda zangır zangır sallamaya başladı. 
Ba’as kalıntısı diktatörlüğün günleri sayılı. Ülkenin çok hassas dengeler üzerinde duran ve ağır baskılar ve silahlarla kontrol edilen, etnik ve din dengeleri hızla normalleşiyor. demokrasi talepleri artıyor. 
Öte yandan ülkenin bir iç savaşa doğru sürüklendiği tahmininde bulunan uzmanlar da var. Tunus, Mısır, Libya, Körfez emirlikleri, ve şimdi de Suriye ‘de halk, diktatörleri istemediklerini ciddi bir biçimde dünya kamuoyuna anlatmaya çalışıyorlar.
Değişen dünyada eğitimli gençler anne ve babalarının korkarak kabullendiği diktatörleri alaşşağı etmek için sokaklara çıkıyorlar.
Diktatörler direniyor. Kurdukları mutlu azınlık hegemonyası da direniyor.
Silahlar konuşuyor. Suçsuz insanlar ölüyor.
Ortadoğu adım adım içsavaşlar dönemine giriyor.
Kan dökülmeden de bu diktatörler koltuklarını bırakmayacaklar gibi görünüyor.
İçsavaş bulutları Mağrip’den başladı sınırlarımıza kadar da dayandı.
Etrafımızdaki bu kara bulutları gören siyasetçi ve bürokratların sayısı malesef çok az.

17 Nis 2011

PAZAR OKUMALARI



Orta üst sınıfın[1] yaşamında Pazar sabahlarının en belirgin ritüeli, nerede ve hangi saatte yapılıyorsa, kahvaltıda ve sonrasında okunan günlük gazetelerdir. Bir kaç gazete almak adettendir. 

Merkez medya [2] ya ve alt medyaya ait olan gazeteler tercih edilir. Ailecek ekler, sayfalar, gazeteler paylaşılır ve okumakla  göz gezdirmek  arasında bir yerlerde haber aranır. 

Merkez medyanın ağırlıklı ekleri, spor (futbol) ve magazin (kimin eli kimin kalçasında) pek gözdedir. Sayılı bir grup da umutsuzca  tarafsız ve gerçek haber arar durur.

Bu Pazar gününe merkez medyaya damgasını vuran haberler:

”Gol son dakikada,İşte yeni Türk Tipi, Ajda’nın sırları, Çek bakana özür diletti,Önce kemanı sonra cesedi bulundu,Erdoğan’ın şöförü de aday,Arınç çok sert çıktı,Ayılmak için nerede çorba içilir,Bir erkekle aldatılan kadın,vb...”

Geçen yıl yapılan RFS[3] basın hürriyeti sıralamasında Türkiye 138. Sırada yer alıyormuş. Bunda gerçek payı ne kadar olabilir? Hangi kriterlere göre bu istatistik bilgi oluşturuluyor diye baktığımızda, sitede oldukça net bilgiler yer alıyor. Ölçümlere  ”oto-sansür” dahil edilmemiş. Daha çok yasaların  uygulamalarına ve muhataplarına dayandırılarak  bakılarak oluşturulan bir endeks. Tutuklama, sansür, yasaklama, katil, vb. gibi vakalar ele alınmış. Bütün bu raporlara kolayca ulaşılabiliyor. Meraklısına.

Aynı konuda bir başka haber ise  şöyle:

Türkiye, Dünya Ekonomik Forumu’nun 2010 Küresel Bilgi Teknolojileri Raporu’nda yer alan “Basın Özgürlüğü” sıralamasında sadece İran, Libya ve Zimbabwe’yi geçti ve 138 ülke arasında 135’inci oldu. “ AB Haber

Hürriyet ya da "Hür" olmak, yani cumhuriyet döneminde yeni yaratılan söyleyişiyle "Özgürlük" tanımı, felsefenin yüzyıllardır üzerinde en çok tartışılan, kuram üretilen ve uğruna  "kurban" verilen  konusu olagelmiştir.

 Birey, ergenleşme döneminden itibaren kamusal alanda  kendisine vaad edilen "Hür Alan" ı elde edememenin  ağır  hayâl kırıklığını yaşamaya başlar. Giderek kendisine vaad edilen ekonomik refahın ve siyasal hürriyetin "ütopik", asla ulaşılamayacak bir kaf dağının ardında olduğunu anlayacaktır. Ailesi  ve yakın çevresinin uyguladığı baskıdan kurtulmanın tek yolunun çenesini  tutmaktan geçtiğini de er ya da geç anlayacaktır. Birey bir “varoluş” sorunsalıyla karşı karşıyadır artık.

J. P. Sartre tüm eserlerinde bu hayâl kırıklığına göndermeler yapar. Modernitenin ana fikri olan , bireyin siyasi hürriyeti, ekonomik refahı ve mutluluğu yükselen ulusalcı ve milliyetçi akımlarla farklı mecralara doğru akmıştır. Voltaire’in hür Fransa’sı artık  İspanya'da ve tüm avrupa’da yükselen faşizme sessiz kalmaktadır.  İspanyol cumhuriyetçilerin çığlıkları, Yahudi oldukları için kendii ülkelerinden sürülen, işkence gören insanların  dramıdır bir yerde anlatılanlar.

Tüm dünyayı bir veba salgını gibi saran milliyetçilik dalgası bireyin varoluşunu süpürür götürür.  Demokrasiye inanan Avrupalılar  için çok onursuz bir duruş. Uygarlık düzeyi ne kadar ilerlemiş olursa olsun iktidar güçlerinin düşüncelerine aykırı oluşumlara karşı takındığı kıyıcı ve buyurgan tavrın başka türlü bir izahı yoktur.  Dinin baskısı altında inleyen  Avrupa şimdi de faşizmin tehdidi  altındadır.

 Kurtuluş savaşından çıkan yeni Türk cumhuriyeti de faşizmin yükseldiği , etnik ve dini ayırımcılığın hakim olduğu baskıların aman vermediği ülkeler arasında yerini  alır. Yahudi, Hıristiyan, Rum, Ermeni, Kürt olmak   Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan bir birey olmanın ötesine geçer. Yeni cumhuriyetin devleti,  insan hakları ve demokratik  değer yargılarını bir yana bırakıp  faşist bir yapıya dönüşür. Kendi  vatandaşına etizet eden kıyıcı bir silah haline gelir. Bireylerin umutlarını yitirdikleri bir döneme girilmiş olur.

Varoluşçu felsefenin ana teması tüm umutlarını yitirmiş olan bireylerlerdir. Varoluşun özden once geldiği vurgulanır. İnsanların artık hür iradeleriyle bir seçim yaptıkları ve bu seçimlerinden dolayı artık sorumlu oldukları da önemli bir katman olarak karşımıza çıkar. Heidegger, bireyin yalnız olduğunu, yalnızlık algısıyla birlikte topluluktan ayrı bir seçim yapma olanağına kavuşacağını söyler. Varoloşun ilk adımını bu şekilde tanımlar.[4] Ona göre varlık ve insan birbirlerinden zorla  ayrılmışlardır. Sorunların ana kaynağı da bu kopuştur.  Evrende tek varlık “Dasein” dır ve bu kopuşu yalnızca o izah edebilir.

İnsan seçerek toplumdan kopuşu yaşar ve kendisi gibi olmayana dönüşür. Bu kendisi olmayan  yani öteki olan bilinç ise cehennemdir.[5]  Devletin yarattığı cehennem karşısında seçim hakkı olanlar da vardır, olmayanlar da. Baskı gören birey,  “Bu diyarlardan göç edecek “ duruma gelir. Göç sessiz sedasız  başlar. Tepkisiz kalan çoğunluk yani merkez, yeni ötekileştirmelere zemin hazırlar.

 Öteki olan bireyler mübadele, varlık vergisi ve diğer baskı unsurları karşısında doğdukları toprakları bir daha geri dönmemek üzere terk ederler. Bireyin ötekileşmesi artık gerçekleşmişitir. Düşmanlık tohumları ekilmiştir. Devlet gücünü elinde tutan bürokrat elit, cumhuriyet öncesinde ne yaptıysa, cumhuriyet kurulduktan sonra da aynı yolları dener. 

Yığından yani merkezden ayrı düşünceye sahip olanları yok etmek üzere mekanizmalar kurar. İşte merkez medya da bu mekanizmalardan biridir.



[1] Üniversite mezunu,kentli, gelir düzeyi yılda 40 bin TL ve üstünde olan, otomobil ve ev sahibi  bireylerden oluşan kesim.
[2] Merkez medya deyimi sanıyorum “popülist”, kitlesel yayın yapan medya organları olarak düşünülüyor. Merkezde olmak, çoğunlukla nüfusun geniş tabanıyla birlikte hareket etmek anlamında kullanılıyor.
[4] Martin Heidegger, 20. yüzyıl düşüncesine en fazla etkide bulunan felsefecilerden biridir. Hayatı boyunca "Varlık'ın Anlamı Nedir?" sorusuna yanıt aramış, düşüncesini bu soru çerçevesinde yoğunlaştırarak, felsefe tarihini incelemiştir. "Varlık'ın Anlamı Nedir?" sorusuna sistematik bir yanıt verebilmesi onun engin felsefe tarihi bilgisine bağlıdır. Yıllarca Antik Çağ üzerine verdiği ders ve seminerler onun varlık karşısındaki tutumuna yön vermiştir. http://www.felsefe.gen.tr/martin_heidegger_varlik_ve_zaman_anlayisi.asp
[5] Öteki ile benim aramdaki iliski bir çatısmadır. Onunla aramdaki iliski utanç arcılığıyla meydana gelmektedir. Đnsan baskasına benzemekten utanır. Bu anlamda öteki, benim varlığımı benden çalandır. Öteki’nin bakısı bizi bir nesne durumuna düsüren bir bakıstır. O, benim varlığımı benden çalar ve kendi bakısıyla yeniden olusturur. Bu bakıs altında beni donuklastırıp yeniden olusturur. Bu yüzden onun bakısı beni anlamsızlastıran, bir ben ile
öteki arasındaki iletisimi olanaksızlastırandır. Bu yüzden iliskilerin özünde birliktelik değil çatısma vardır. Sartre ve Öteki Kavramı, Sinan Kılıç Doktora tezi.  

15 Nis 2011

Yalanlar


Etrafımızda yalanlardan ve cehaletten örülmüş bir dünya var.
Herkesin kendine sorduğu soru aynı:
“Benim algım mı doğru, söylenenler mi?”
İnanılmaz bir hızla ötekileştirme, gergedan ilan etme becerisi, cehaleti maruz gösterenler var.
Nasıl yapabiliyorlar bunu?
Etraflarında örülen yalan bir düzen var onların.
Nereye bakarlarsa kendilerini görüyorlar. Cehaletin derin karanlığını görmek istemiyorlar.
Kim ne konuşursa, ne söylerse söylesin yine de kendi seslerini duyuyorlar.
Her geçen gün şişiyor egoları, büyüyor cehaletin etki alanı.
İşin tuhafı en aklı başında olanlar bile bu yalanı yüzlerine vurmuyor onların..Cahaleti savunmak zorunda kalıyorlar.
Hep bir şeyler için. Cehalet geçerli olduğu için.
Ne olduğu da pek anlaşılmayan, nereden geldiği anlaşılmayan bazı kazançlar için.
Kişiliklerini sık sık yeni bir bakış açısıyla değiştirdikleri, cehaleti ve cahillerin kelimelerini övgülerle süsledikleri için ..
Git gide okunamaz oluyor gazeteler, seyredilemez oluyor TV kanalları…Cehaletin karanlığı yavaş yavaş kaplıyor her yeri.
Medyada boy gösterenlerin yalanları da giderek trajikomik sınırını geçti artık. karanlıklara gömüldüler.
Tahammül sınırlarının ötesine geçildi artık. 1984′ün zifiri karanlığın içindeyiz.

11 Nis 2011

Şampiyon


                                                                Fotoğraf: Matt Slocum/AP
Yanılmışım. Rory McIlroy bayrağı taşıyamadı. Şampiyon olmak hiç de kolay bir şey olmasa gerek. Golf Masters turnuvasında son tura girildiğinde İrlandalı McIlroy açık ara öndeydi. Eksi 12. En yakın rakibiyle dört puan fark az bir fark değildi. Rory son gün ilk dokuz çukurda sergilediği oyunla sinirlerini ve heyecanını kontrol edebileceğini gösteriyordu. İlk süpriz 7-8 kişilik grup arasından Tiger Woods’un sıyrılmasıyla başladı. Mucizevi bir vuruşla bir “eagle” yapan Tiger Woods sanki 18 aylık skandal uykusundan uyanıp yeniden sahalara dönüyordu. İlk üç gün etrafa zehirli bakışlar fırlatan ve adeta gölgesiyle kavga ediyormuş gibi davranan Tiger, adeta şampiyonluk günlerindeki özgüvenine döndü. Gülümsemeye, etrafa gülücük dağıtmaya ve imkansız vuruşlarla kendini izleyenleri yeniden dalgalandırmayı başardı. Liderlik koltuğunda rahat rahat oynayan Rory McIlroy sahanın bir yerlerinden gelen bu uğultuyu sanki duydu. Birlikte oynadığı Arjantinli Cabrara’nın “large” oyun tarzı zaten yeterince dikkatini dağıtıyordu. Bir yanda Cabrera, diğer yanda seyirci baskısı varken bunlara bir de sık sık ön gruplardan gelen alkış sesleri eklenince sabır enerjisi tükendi. Rory ilk yarayı kısa bir patayı kaçırınca aldı.O hatayı geride bırakamadı, bir sonraki çukurun başlangıç noktasına taşıdı.Dikkati dağıldı, bir şampiyonada hiç bir zaman yapılmayacak, olmayacak bir şey yaptı “Pandoranın Kutusu” nu açmış oldu.Önce bir drive kaçırdı, o kaçan puanı telafi etmek için lüzumsuz risklere girdi. Sonrası her çukurda bir yara aldı, eridi gitti. Onun bu perişanlığı herkesin yüreğini parçaladı ama, ne fayda. Kurtuluş yoktu. Geçen yıl The Open’da üçüncü günde gelen o yıkım burada son dokuz çukurda gerçekleşti. McIlroy bir kez daha “bir şampiyonun doğuşu” dersi almış oldu. Şampiyonluk psikolojisinin nasıl bir duygu olduğunu bir kez daha hepimize gösterdi. Son dokuz çukur genel olarak mucize yaratabilen golfçülerin şampiyon olduğu, mucize yaratamayanların eriyip gittiği bir sınav. Aynı çukurları ilk üç gün rahat rahat geçen oyuncu, birden karşısında beliren dağ gibi psikolojik engellerle tıkanıp kalabiliyor. Sonrasını izlemek yürek kaldırmıyor. “Bad Golf” denen canavar ortaya çıkıveriyor.
Bir şampiyonu yaratan esasında çok uzun ve sıkı geçen bir teknik hazırlık dönemi ötesinde ortaya çıkabilecek mucizevi vuruşlar. Mucizeyi Rory’den beklerken ,Güney Afrikalı Charl Schwartzel ve jason Day yarattı. Charl iki çukurda sihirli iki vuruşla üç puan öne geçiverdi.Akıl almaz iki vuruş.Sanki topu çukura çeken sihirli bir güç varmış gibiolmayacak mesafelerden yapılan vuruşlarla gelen mucizeler. Bir yanda Charl öbür yanda Jason day ve Adam Scott son dokuz çukuru bir fırtılanalar sahnesine çeviriverdi. Bir anda ortaya altı şampiyon adayı çıkıverdi. Şaşkınlık kısa sürdü. Charl sinirini kontrol etmeyi başardı tuttuğu skoru bırakmadı, devam ettirdi. Beklenmeyen sonuç gerçekleşti. Kimsenin tanımadığı bir golfçü iki çukurda mucize yaratarak şampiyon oldu.
Eski şampiyon Tiger Woods biraz olsun özgüvenini kazandı. Kendisiyle kavga etmeyi bir kaç çukur bırakabildi.
Rory McIlroy bir şampiyonluk dersi daha aldı.
Büyük bir başarı gösteren iki Avustralyalı golfçü Adam Scott ve Jason Day göz doldurdu.
Birleşik Kırallık’ın yetenekli golfçüsü Luke Donald seyircinin ilgi odağı oldu.
Biz de çok keyifli geçen bir Masters Şampiyonası izlemiş olduk.
Eminim Bobby Jones ‘da bir yerlerden bunu izlemiştir.

    10 Nis 2011

    Masters

    Profesyonel golfte yılın en önemli karşılaşması bu hafta sonu yapılıyor. Yıldızların doğup battığı Georgia’daki efsanevi saha Agusta National, yetmiş dokuzuncu kez şampiyonaya ev sahipliği yapıyor.
    İlk üç gün tamamlandı.
    20 yaşındaki genç golfçülerin neşe içinde sahayı hallaç pamuğu gibi atıp tarih değiştirdikleri bir dönem bu galiba…
    Birlikte oynayan İrlandalı Rory McIlroy ve Avusturalyalı Jason Day ilk iki sırayı kimselere kaptırmıyorlar. Onların hemen arkasından gelen grup bir önceki nesil golfçüler Büyük Brötanyalı Luke Donald,Güney Afrikalı Charl Schwartzel,Avustralyalı Adam Scott parmak ısırtacak bir oyun sergiliyorlar.
    Sonra da “endişeli şampiyonlar” grubu geliyor. Tiger Woods ve K.J: Choi.
    Elli yaş kategorisinin temsilcisi de Fred Couples şahane bir oyun çıkarıyor.
    Pazar günü çok keyifli bir mücadele izleyeceğimizi şimdiden söylemek mümkün.
    Benim favorim İrlandalı Rory McIlroy . Bu kez St: Andrews’de düşüdüğü bayrağı bırakmayacak gibi görünüyor…

    3 Nis 2011

    Jan

    Nisan ayı tüm kaprisleriyle bizi bunaltırken eski bir dostu anımsadım.

    İskandinavyalı saksafoncu Jan …

    İsveç’te yetmişli yıllarda Stockholm, Gamla Stan’da, gerçek Jazz’cıların “emprovizasyon kulübü” “Stampen” de tanışmıştık…

    Pazartesi akşamları Stampen’de özel “emprovize night” idi. “Çalgını al gel, biralar bizden!”...Her Pazartesi oraya giderdim.
    En kaliteli müzik oradaydı.. En yüksek hoşgörü oradaydı. En akıllı ve kültürlü insanlar oradaydı..En bunalımlı insanlar aradaydı. Bir gecelik arkadaş arayanlar da oradaydı.

    Stockholm’de yaşayan her Jazz müzisyeni (kasten jazz yazıyorum) oraya istediği müziği özgür bir ortamda çalmak için gelirdi.
    Stockholm’de yaşayan her Jazz-sever de oraya o Pazartesi geceleri “beklenmedik tınılarla dolu ” müziği dinlemek ve bir gecelik bir arkadaş bulmak için giderdi.

    Sanırım 1973 yılının kış aylarıydı. Çok yaman bir kış.. Geceleri eksi on beşe yirmiye kadar düşüyordu derece.
    Stockholm’ün Güney yakasında Södermalm’da Kosksgatan ‘da geleneksel İskandinav çini sobasıyla (kakelugn) ısınan evimde sobayı yakmış kitap okuyordum. Canım sıkılıyordu ama, soğuk havada dışarı çıkmaya cesaretim yoktu.

    Telefon imdadıma yetişti.

    Anna…

    Üniversiteden sosyal antropoloji sınıfından Oslo’lu arkadaşım. Anna “Mithraizm” üzerine Stockholm Üniversitesinde doktora yapıyordu..Anadolu ve İran’daki eski mabetleri inceliyordu….Gezmediği yer kalmamış kızın.

    Birlikte dışarı çıktığımızda orta sınıf statükocu İsveçlilerden söz ediyoruz. Saatlerce konuşuyoruz. Şarap içiyoruz. Garsonlar bizden bıkıyor..
    Konuşmak bizi rahatlıyor. Ortak noktalarımız arasında caz müziği dinlemek de var. bana saatlerce tanrı Mihra’yı anlatıyor. Sonunda isyan ediyorum. O zaman dudaklarını büzüp susuyor. Suratını asıyor. Arkadaşız işte. Yalnızlığımızı paylaşıyoruz.

    “Gel Stampen’e gidelim” dedi.

    “Neresi orası ” diye sordum..

    “Aptal. Bilmiyor musun? Caz kulübü. Sen barbar Türk, caz müziğinden ne ne anlarsın ki? ” dedi.
    “O zaman İsveçli arkadaşlarını neden çağırmıyorsun? Onlarla git. Sana aradığın kültür şokunu versinler.” dedim.
    ” Min Idiot , onlar hiç anlamaz zaten. Bana senin gibi ilkel kültürden gelen cahil ve kaba adamlar lazım.
    Şakayı bir yana bırak. Buraya mutlaka gelmelisin. Gelmeni istiyorum.” dedi.

    O gece soğuk havada Stampen’ e gittik.

    Gidiş o gidiş. Muhteşem bir yermiş meğerse.

    Sokaktan bir merdivenle aşağıya karanlık bir mahzene iniyorsun.Tıklım tıklım dolu mahzen. Eski bir yeraltı kilisesini (1500 lerde Kalvenistlerin gizli kiliselerinden biriymiş) caz kulübüne dönüştürmüşler. Hem caz severlerin hem de yalnız kalplerin buluşma noktasıymış. Bir gecelik arkadaşlıkların adresiymiş.

    “Anna, sen burada mı avlanıyorsun?” diye sordum.
    “Evet burada avlanıyorum. Buradan iyisi yoktur. Hiç olmazsa burada tanıştığın insan sorgu sual etmez, bir gecelik aşk işte. Seks daha doğrusu. Herkese lazım. Seninle yatmıyorum. Çünkü arkadaşlığımızın bozulmasını istemiyorum anladın mı?” dedi.

    “Evet biliyorum.” dedim.
    “Gel seni Jan’la tanıştırayım. Şurada saksafon çalan yakışıklı.Benim eski sevgilim.”

    Jan’la Oslo’dan üniversiteden tanışıyormuş. Jan müzik okuyormuş. Birlikte seyahatlere gitmişler. İran, Nepal, Afganistan, Libya, Lübnan her yeri gezmişler. Jan gittikleri her ülkenin müziğini inceler, besteler yaparmış. Tokat’da bir gizli tapınak varmış. Bir mağarada. Jan o mağaraya girmiş.Duvardaki resimleri görmüş. Çalgıları. Saksafona benzeyen çalgılar varmış… Duvarda da biz yazı…

    Orada “Path” yazıyormuş… Saksafonunu çıkarmış. O mağarada çalmış. İnanılmaz bir akustik varmış. Meşalelerin ışığında gönlünden geçtiği gibi çalmış.

    Jan o seyahatte bir çok beste yapmış.

    Bu gece de bizim için çalacakmış. Anna’ya bakışından ona hala bir şeyler hissettiğini anladım.

    Ona söylediğimde, “Saçmalama, artık biz arkadaşız.” diye beni tersledi.

    O gece Jan’ı ve diğer müzisyenleri dinledik. Bira içtik. Dışarıdaki soğuğu, insanların acımasızlığını unuttuk.

    Stampen benim için hep bir “çıkış” kapısı oldu. Daha güzel bir dünyaya geçiş kapısı. Anna’nın dediği gibi:

    “Getik’den Menok’a geçiş kapısı.”

    Kapının anahtarı da orada yapılan müzik içinde saklıydı…

      “Kremna (Κρεμνα)`

      Uçurumun kıyısında bir Pisidia kenti. Klasik Yunanca "Uçurum" anlamına gelen (κρημνός) kelimesinden yola çıkarak adının veril...